Yurttaşlığın Küresel Düşmanları

Yurttaşlığın Küresel Düşmanları

Ve

Açılımın 50 Yıllık Tarihi

Cengiz ÖZAKINCI

1959 Eylül’ünde askeri ataşe olarak İngiltere’ye gönderilen Albay Sadi Koçaş, 1960 yılı başlarında İngilizlerce bir kongreye davet edilir. “Kürt Kongresi” yazılıdır davetiyede. “Bu ne cür’et!” diye haykırır Koçaş; “Dost ve müttefik İngiltere nasıl olup da Londra’da bir ‘Kürt Kongresi’ toplayabilir! Hangi cür’etle bir Türk askeri ataşesini bu Kürt Kongresi’ne davet edebilir?

Koçaş kongreye katılmaz ama burada alınan kararları katılanlardan öğrenir: Irak, İran ve Türkiye’de yaşayan Kürtlerin ilk adımda bağlı oldukları devletlerden ayrılmalarına, ikinci adımda kendi devletlerini kurmalarına karar veren İngiltere; Türkiye’den de Irak ve İran’da ayaklandıracağı Kürtlere yardım ve yataklık isteyecektir. Koçaş, bu kongreden sonra İngiliz basınında: “Türkiye’de Kürt Sorunu yoktur; çünkü Türkiye’de Kürtler Cumhurbaşkanı bile olurlar” biçiminde yazılar çıkma sına şaşıyor anılarında.

Anlaşılan İngiltere bu gibi yayınlarla hem Türkiye’nin bu Kürt tasarısından kuşkulanmasını önleyip yardımını sağlamak, hem Irak ve İran’da Cumhurbaşkanı bile olamadıklarını o ülke Kürtlerine anımsatıp ayrılıkçı duygularını körüklemeyi amaçlıyordu.

İngiltere’yi 1960 yılında Londra’da bir Kürt Kongresi toplamaya ve Kürt ayrılıkçıları Türkiye’yi kuşkulandırmadan örgütlemeye iten olgu; 1950-1959 arası Mısır, Suriye, İran ve Irak’ta gerçekleşen bir dizi darbe sunucu, İngiliz ve batılı petrol şirketlerinin bu ülkelerden kovulmasıydı. İngiliz petrol şirketlerinin yeniden o ülkelere dönebilmesi, ya o yönetimlerin devrilmesi ya da o toprakların o yönetimlerden ayrılmasıyla mümkün olabilecekti. Bu amaçla petrol bölgelerinde yaşayan Kürtler örgütlenip ayaklandırılacak, bunun sonucunda o yönetimler dize gelip kovdukları İngilizleri geri çağırmayacak olurlarsa bu ayaklanmalarla devrilecekler; devrilmeyecek olurlarsa, bu topraklar o ülkelerden ayrılarak İngiliz petrol şirketlerinin sömürüsüne açılacaktı.

İngiltere’nin Kürt kartı, 1965’te Amerika’nın eline geçecek; Ekim 1965’te yapılan genel seçimi kazanan Süleyman Demirel, Başbakanlık koltuğuna oturur oturmaz Amerika’nın “Türk-Kürt Federasyonu” tasarısını önünde bulacaktı.

Demirel bu tasarıyı Genelkurmay’a bildirecek, tasarıyı irdeleyenler arasında bu konuyla ikinci kez burun buruna gelen Sadi Koçaş da bulunacaktı: “Irak, İran ve Türkiye Kürtleri’ni federe bir Cumhuriyet haline getirelim; bunu Türkiye’ye bağlayalım; hem büyük toprak da kazanmış olursunuz” diyordu Amerika… Irak, İran ve Suriye’den darbelerle kovuldukları petrol bölgelerini yeniden ellerine geçirmek isteyen Anglo-Amerikan petrol şirketleri; petrol bölgelerinde yaşayan Kürtleri ayaklandırıp ilk adımda topraklarıyla birlikte Türkiye’ye katacak; ikinci adımda plebisitle (Halk Oylaması-GM) “Türk-Kürt Federasyonu”ndan ayıracak ve sonunda onlara çok az bir pay vererek petrollerini son damlasına dek sorunsuzca sömüreceklerdi. Türkiye Cumhuriyeti Devleti; tek-odaklı ulus-devlet yapısına aykırı düşen ve komşu ülkelerle savaşmasını gerektiren bu “Türk-Kürt Federasyonu” tasarısının içerdiği tuzakları görmüş; ATATÜRK‘ün “Yurtta barış; dünyada barış” ilkesine ve Birleşmiş Milletler Antlaşması’mn 2 /ı-ıı-ııı-ıv-v. maddelerinde yazılı “üye devletlerin birbirlerinin içişlerine karışmaması”, “toprak bütünlüklerinin dokunulmazlığı”, “ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ve ulusal egemenlik” ilkelerine ters düştüğü gerekçesiyle bu tasarıyı geri çevirmişti.

“Türk-Kürt Federasyonu” tasarısının 1965’te Türkiye tarafından Birleşmiş Milletler Antlaşması’na aykırı bulunarak reddedilmesi üzerine, Amerika: “Madem ki Birleşmiş Milletler Antlaşması’nın [ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı] ilkesi tasarımızın reddine gerekçe oluyor; öyleyse biz de bu ilkeyi [halkların kendi kaderini tayin hakkı] diye değiştiririz, olur biter” demiş ve bu doğrultuda Birleşmiş Milletler, “ulusal egemenlik ve ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı” yerine etnik “halkların kendi kaderini tayin hakkı” ifadesini geçirerek -Amerikan isteklerine upuygun, fakat örgütün kuruluş ilkelerine aykırı- yeni bir Sözleşme hazırlamıştı. 16 Aralık 1966 gün ve 2200A-XII sayılı “Birleşmiş Milletler Ekonomik Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi“nde ulus-devletlerin egemenlik, toprak bütünlüğü ve iç işlerine karışmama ilkelerine kökten ters düşen,”halkların kendi kaderlerini tayin” yani “ayrı etnik devlet kurma hakkı” tanınmıştı. Örgüte üye ulus devletlerin etnik ve mezhep devletçiklerine parçalanması demek olan ve 10 yıl sonra 1976’da yürürlüğe gireceği maddesini de içeren bu Sözleşme, büyük bir pişkinlikle, üye ulus devletlerin onayına -başka bir deyişle “intiharı”na- sunuldu. Ve “Haydi bakalım” dediler Türkiye’ye, “Türk-Kürt Federasyonu tasarısını reddederken dayandığınız Birleşmiş Milletler ilkesini ‘ulus’ yerine etnik ‘halklar’ sözcüğünü koyarak değiştirdik; yepyeni bir Birleşmiş Milletler Sözleşmesi koyduk ortaya; tasarıyı reddedecek bahaneniz kalmadı.

Bugün geçmişe dönüp şöyle bir baktığımızda;

  • Ermeni örgütleri 1915 olaylarını yeniden ortaya atmak için 1965 yılını beklemişlerse,
  • Türkiye’de ilk “Doğu Mitingleri” 1965’ten sonra gerçekleştirilmişse,
  • Türk Üniversitelerinde kimi akademisyenler, doktora tezlerim Doğu ve Güneydoğu’ya özgüleyip etnik ayrılıkçılığa bilimsel ve hukuksal dayanak oluşturacak savlar yaymaya 1965’ten sonra başlamışlarsa,
  • Daha önce etnik ayrımcılığın kırıntısı dahi görülmeyen sol kesimde “Türk Solu” – “Kürt Solu” gibi etnik ayırımlar, 1965’ten sonra ortaya atılmışsa,
  • Daha önce bütüncül “Türkiye Halkı” kavramıyla düşünen sol aydınlar, Türkiye’de “tek halk” değil “bir çok halklar” bulunduğu yargısını yayan “Türkiye halkları”, “Halklara özgürlük” gibi sloganları 1965’ten sonra kullanmaya başlamışlarsa,
  • Daha önce etnik köken sorunu yaşanmayan sol örgütlerde kimi üyeler “biz Kürtüz siz Türksünüz” diyerek örgütlerinden ayrılıp DDKD – DDKO vb. gibi adlarla “etnik köken ayırımı gözeten sosyalist”(!) örgütler kurmaya 1965’ten sonra başlamışlarsa,
  • Soldaki etnik kökene dayalı ayrışmaya koşut olarak sağda da etnik Türkçülerin yurttaşlığa dayalı sağ partilerden ayrılıp ırkçı partiler kurma çabaları, 1965’ten sonra başlamışsa,
  • Daha önce yurttaşlığa dayalı sağ partilerde siyaset yapan birileri, dinlerini ve mezheplerini yeniden keşfedip, din ve mezhep ayırımına dayalı parti kurmak üzere kolları sıvayarak, önce Alevi kökenlilerin Birlik Partisi, sonra Sünni kökenlilerin Milli Nizam Partisi kurma çalışmaları 1965’ten sonra başlamışsa,

… bütün bu olup bitenlerin, bugüne dek yapıldığı gibi dış dünyayla bağlantısı kurutmayarak yalnızca 1961 Anayasasının getirdiği özgürlük ortamıyla açıklanması olanaksızdır. 1960-1965 yılları arasında Türkiye’ye dışarıdan, tepeden, kapalı kapılar ardında gizlice dayatılan “devletin etnik ve mezhepsel ayırımlara göre etnik federasyon temelinde yeniden yapılandırılması” tasarılarının, etnik ve mezhep ayrımı güden yeni siyasi örgütler kurularak halka yayıldığı açıktır.

Birleşmiş Milletler Örgütü’nün 1966’da kabul ettiği etnik ve mezhepsel “halkların kendi kaderini tayin hakkı” ilkesinin bu siyasal örgütlere uygun bir ortam, güçlü bir dış dayanak ve güvence sağladığı düşünülmelidir.

Birleşmiş Milletler’in 1966 Sözleşmesi’nde yer alan ve ulus-devletleri aşiretlere, kabilelere, mezheplere, cemaatlere bölerek içten çökertmeye yönelik etnik “halkların kendi kaderini tayin hakkı” ilkesi, 1975’te Helsinki Sonuç Bildirgesi‘nin 1(a) – vııı. maddesine sokulduktan sonra, 1978’de Paris’te toplanan UNESCO Genel Konferans kararlarına da girdi ve aynı yıl Türkiye’de etnik ayırımcı terör örgütü PKK kuruldu.

UNESCO 1982’de 40 yıldır benimsediği “kültür” tanımını değiştirerek etnik ayırımları öne çıkaran yeni bir “kültür” tanımı benimsedi. UNESCO News dergisinin 25 Ocak 1988 günlü 222. sayısında, UNESCO’nun 1982 yılında gerçekleştirdiği, yurt kardeşliğini etnik ayırımlarla parçalamaya yol açacak önemde bu tanım değişikliği, şöyle açıklanıyordu:

“Klasik anlamıyla ‘kültür’ kavramı, edebiyat, müzik, resim, heykel, vb. gibi güzel sanatlarla, bir süreden beridir de görsel-işitsel ifade tarzlarıyla sınırlıdır. Uluslararası Topluluk – 1982 Meksiko Konferansı’ndan beri ‘kültür’ kavramını antropologların bakış açısıyla [yani klasik, ulusal değil; etnik, dinsel, mezhepsel anlamıyla] benimsemiştir. Günümüzde ‘kültür’e bir topluluğun ya da toplumsal bir grubun karakterine damgasını vuran maddi, manevi ayırt edici özelliklerin bütünü gözüyle bakılabilir. Bu tanımlama, [dikkat: bir ulusun değil] ‘belli bir grubun'(!) kültürünün karak terini ortaya koymak için, o kültürün ayırt edici özelliklerini öne çıkarmayı gerektirdiğinden, böylelikle kültürel kimlik kavramına da açıklık getirmiş olmaktadır.”

Meğer UNESCO’nun “kültür” tanımı 1982’ye dek “bulanıkmış”, 1982’de Mexico City konferansında “kültür“ün antropolojik, yani etnik-mezhepsel tanımı kabul edilir edilmez, UNESCO’nun “kültür” ve “kültürel kimlik” tanımları da “kesinliğe” kavuşuvermiş…

Antropoloji, 1800’lerde Batılı sömürgecilerin sömürgelerinde uygulayacakları siyasetleri bilimsel verilere göre belirleme gereksiniminden doğmuş bir bilim dalı. Bir antropologun belli bir etnik ya da dinsel topluluk üzerinde, o topluluğun etnik özelliklerini araştırması ayrımcılık, bölücülük değildir kuşkusuz. Bu bilimsel bir çalışmadır. Fakat siz “ulus-toplumlarda alt kimlik olarak kalması gereken etnik ve mezhepsel ayrılıkları saptamakla yetinmeyip bu alt kimlikleri ulusal kimliğin üzerine çıkartan yayınları parayla destekleyeceğiz” derseniz; yaptığınız işin adı “bilimsel antropolojik araştırma” değil, “siyasi ayrılıkçı, etnik-dinsel bölücü kışkırtma” olur.

UNESCO’nun 1982 Mexico City toplantısında “kültür“ün antropolojide kullanılan etnik-mezhepsel tanımını benimsemesi; o günlerde “İnsanoğluna yepyeni bir dönemin kapısını açan bir değişiklik” olarak övülmüş; “1789 Fransız Devrimi’nden sonra gerçekleştirilen en büyük devrim” diye alkışlanmış ve Dünya İnsan Hakları Konferansı’nda; “UNESCO kararlarından sonra artık devletlerin ulusal egemenlik ve içişlerine kanşmama ilkesinin geçersiz olduğu” ve dahası; “yepyeni” bir İnsan Hakları Bildirgesi hazırlanarak buna “etnik kültürel ayrımlara siyasal haklılık -ayrı devlet kurma hakkı- tanıyan birtakım maddeler konması gerektiği” üzerinde durulmuş; anlayacağınız 1982’den sonra dünyada yurtkardeşliğini, ulusal egemenliği savunmak, İnsan Haklarına aykırı bir eylem ve bir insanlık suçuymuş gibi gösterilmeye başlanmıştır.

Aydınlar küreselci odakların piyasaya sürdükleri bu yeni “Etnik Mezhepsel Ayırımcı İnsan Hakları” kavramını çözümlemeye davrandıkları sırada; etnik ayırımcı terör örgütü PKK, 1984 yılında doğrudan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni hedef alan Şemdinli – Eruh Baskını’nı gerçekleştirmiştir.

UNESCO 1986’da Birleşmiş Milletler Örgütü’nce onaylanıp 1986-1996 arası on yıl boyunca milyar dolarlık bütçeyle desteklenecek olan bir “On Yıl Süreli Eylem Kılavuzu” hazırlamıştır. UNESCO’nun etnik mezhepsel ayırımları kaşıyan yapıtları milyar dolarlık bütçeyle destekleyeceği duyulur duyulmaz, çoğu aydınımız 40 yıldır hiç değinmedikleri etnik ayırımları öne çıkartan yapıtlar vermeye, dergiler ve kitaplar yayımlamaya başlamış; o ana dek üzerinde dikkatle durdukları [ezen, egemen patron] x [ezilen, emekçi kitleler] ayırımını bir yana bırakıp, bunun yerine [ezen, egemen ırk] x [ezilen, mazlum ırklar] ve [ezen, egemen mezhep] x [ezilen, mazlum mezhepler] ayırımına dayalı söylemler yaymaya başlamışlardır.

1986 sonrası “Aleviler ilericidir“; “Aleviler laikliğin, demokrasinin bekçisidir“; “Kürtler ezilmişlerdir, dövülmüşlerdir, yoksul bırakılmışlardır“; “Lazlar şöyledir, Çerkezler böyledir, Ermeniler şöyledir, Rumlar, Süryaniler, Yezidiler böyledir” gibi yazılar gazete, dergi köşeleri kaplamış; “Kürtlerin Tarihi“, “Lazların Tarihi“, “Çerkezlerin Tarihi“, “Ermeni Kültürü” gibi kitaplar kitapçı raflarını doldurmuş; aynı anda “Türkler barbardır, Türkler vahşidir, Türkler göçebedir“; “Sünniler bağnazdır, Sünniler kara güçlerdir, demokrasi düşmanıdır bunlar” vb. gibi tersinden ırkçı ve çoğu yurttaşımızı “Türküm” demekten çekinir, utanır; “Sünniyim” demekten sıkılır duruma getiren, “Türk soyunu ve Sünni mezhebini aşağılama akımı” hızla doruğa tırmanmıştır.

Şimdi yaşı 25-30 olanlar, bu ülkede sanki seksen yıldır hep böyle etnik mezhepsel ayırımcı yayınlar yapılırmış gibi algılayıp kanıksadılar bu etkinlikleri. Oysa 1980’ler öncesi ayırımcı propaganda yasaktı; gözden kaçıp yasaklanmayanlar da okuyucu bulamazdı. 1980’lerin ortalarındaysa devlet eli kolu bağlı izlemeye başladı kendi kuyusunu kazan bu ayırımcı propaganda fırtınasını; varolan yasaları işletip yasaklamaz oldu yurt kardeşliğini baltalayan çalışmaları… Neden? Çünkü ulus-devletler yurttaşlık birliğini içten parçalayacak bu tür yayınlan engellediklerinde, gün gelip borç almak üzere Dünya Bankası ve IMF gibi kuruluşların kapısını çaldıklan zaman; “Siz BM ve UNESCO’nun halkların kendi kaderini tayin hakkı kararını hiçe sayıyorsunuz; etnik kültürleri öne çıkartan yayınları engelliyorsunuz; bu nedenle size istediğiniz krediyi vermiyoruz” denilerek geri çevrilmeye başlamıştı. Dış borçla ayakta duran Türkiye, ayırımcı yayınlara karşı kendi Anayasasını ve yasalarını işletirse, bu kuruluşlardan kredi alamaz olmuştu.

Birleşmiş Milletler, UNESCO, Dünya Bankası, IMF, Uluslararası Kalkınma Ajansı, vb. gibi kurumlar, 1982’lere dek “kültürel gelişme” ile “ekonomik kalkınma” arasında doğrudan bağ vardır, diyorlardı. Bu kuruluşların “kültür” tanımları, 1982’de UNESCO ile aynı anda değiştirilmiş ve hepsi birden “kültür“ün “antropolojik” etnik tanımını benimsemişlerdi. Bu değişikliğe uygun olarak, 1982’den sonra “ekonomik kalkınma” için borç almaya gelen devletlere; önce “kültür” ile “ekonomik kalkınma” arasında doğrudan bağ bulunduğu söylevini çekiyor; ardından 1982’de “kültür“ün etnik tanımını benimsediklerini anımsatıyor; son olarak da ülkelerinde etnik kültürleri geliştirici girişimlerde bulunmadıkları sürece, ekonomik kalkınma için tek kuruş borç veremeyeceklerini bildiriyorlardı. Türkiye’nin Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP) için bu kuruluşlara 80’li yıllarda yaptığı kredi başvuruları, daha başka nedenlerin yanı sıra, etnik ve mezhepsel kültürleri geliştirici bir yönü bulunmaması; tersine, Türkiye’de yurt kardeşliğini pekiştirici, uluslaşmayı hızlandıncı nitelikler taşıması nedeniyle geri çevrilmişti.

1974 Kıbrıs Harekatı nedeniyle “askeri ambargo”ya uğrayan Türkiye, “Etnik Federasyoncu 1966 Birleşmiş Milletler Sözleşmesi“ni, yürürlüğe girdiği 1976’da imzalamadığından dolayı bir de “ekonomik ambargo“ya uğramış; Dünya Bankası, IMF gibi kurumlardan kredi sağlayamaz olmuş; 1979 yılında Başbakan, “tek-odaklı yurt kardeşliğini bırakıp çok-odaklı eyalet düzenine geçmedikçe, dışarıdan tek kuruş dahi kredi alınamayacağını” açıklamış; 12 Eylül 1980 yönetimince, kapalı kapılar ardında, dış borcun önkoşulu olan çok-odaklı eyalet düzenine geçiş tasanları hazırlanmış; eyalet tasarısı 1986‘da TBMM’de görüşülmüş, olmamış; 1992‘de Dışişleri Bakanı’nca yeniden TBMM’ye sunulmuş, reddedilmiş; 1999’da Dünya Bankası Başkan Yardımcısı Kemal Derviş, Türkiye’nin kredi alabilmesi için herşeyden önce “Etnik Federasyoncu BM Sözleşmesi“ni imzalaması gerektiğini bildirmiş; sonunda Türkiye’nin 34 yıllık direnci kırılmış; “Sözleşme“, 15 Ağustos 2000 tarihinde Bakanlar Kurulu’nca kimselere duyurulmadan onaylanmış; BM temsilcimiz tarafından sessizce imzalanmış; yetmemiş; Kemal Derviş, Mart 2001’de Dünya Bankası’ndan getirilip Devlet Bakanı yapılmış; derken, dış borç alabilmenin önkoşulu olan “Etnik Federasyoncu Sözleşme“, 4 Haziran 2003‘de TBMM’de görüşülüp kabul edilmiş; 18 Haziran 2003‘de Cumhurbaşkanı’nca imzalanmış ve sonuç olarak; Türkiye Cumhuriyeti Devleti, BM, Dünya Bankası, UNESCO vesairenin “Kredinin Önkoşulu = Etnik Federasyon” dayatmalarına teslim olarak; yurtkardeşliğine dayalı tek-odaklı ulus-devlet düzenini, kendi yurttaşlarını alıştıra alıştıra, “hazmede hazmede, hazmettire hazmettire“, adım adım, “Çok-Odaklı Etnik Federasyon“a dönüştürmeyi, devlet olarak resmen kabul etmiştir ve bugün “açılım süreci” olarak sunulan, yıllar önce Türkiye’nin “devlet politikası” olmuştur; tıpkı “Türkiye’nin Siyasi İntiharı: Yeni-Osmanlı Tuzağı” (Otopsi y, 19. basım) adlı kitabımda anlattığım, Osmanlı Devleti’nin dışarıdan borç bulabilmek için dayatılan siyasi önkoşulları onaylamak zorunda kalıp “açılım süreci”ne girerek dağıldığı gibi…

Ülkelerin yurt kardeşliğiyle tek ulus oluşturarak tek-odaklı yönetimle yabancı sömürünün karşısına tek yumruk olarak dikilmesi, küreselci emperyalistleri korkutur. Emperyalizmin yurttaşlar arasında etnik ve mezhepsel ayrılık tohumları atarak yurt kardeşliğini bozmak ve tek odaklı ulus devletleri küçük etnik devletçiklere bölmekten başka bir çaresi yoktur.

Küreselci emperyalistlerin isteklerini barışçıl yoldan, ikna yoluyla benimsetmekle görevli Birleşmiş Milletler ve ona bağlı UNESCO’nun “kültürün klasik tanımı yerine antropolojik (etnik) tanımımnı benimsedik“, “artık ulusların değil etnik halkların kendi kaderlerini tayin hakkını savunuyoruz” gibi ilk bakışta sakıncasızmış gibi görünen kararlarının, özellikle 1980’lerden bu yana etnik ve mezhepsel ayırımcılığa hız vererek, yurt kardeşliği bağlarımızı aşındırdığını; siyasal ayrılıkçılara ideolojik ve hukuksal dayanaklar sağladığını çok iyi bilmemiz gerekiyor.

Efendim, hiç Birleşmiş Milletler ve UNESCO böyle şeyler yapar mı? Ülkemiz de bu kurumların üyesidir. UNESCO eğitimi, bilimi, kültürü destekler; siz o UNESCO kararlarını yanlış anlamışsınız, yanlış yorumluyorsunuz” diyorsanız; benimle bu konuda düşünce birliği içerisinde olan İngiliz Kraliyet Topluluğu Royal Society üyesi Philip Schlesinger‘in konuya ilişkin görüşünü sizlerle paylaşmak isterim:

“UNESCO’nun 1982 yılında Mexico City’de gerçekleştirdiği konferansta ‘kültürel kimlik’ kavramı ‘anahtar sözcük’ haline geldi. Yerel ve etnik dillerin geliştirilmesine önem verilmesi, ulus devlet içerisinde çeşitli dilsel öbekler ayrıştıracağından dolayı, UNESCO’nun 1982’de benimsediği bu yeni ‘etnik kültürel kimlik’ anlayışı, ‘ulusal kimlik’le çatışır. UNESCO’ya 1982’de egemen olan bu ‘kültürel özerklikçi’ görüş, ‘ulusal bütünleşmeci’ görüşe karşıttır ve ‘ulusal üst kimlik’ anlayışının reddini gerektirir.”

Evet, işte böyle diyor İngiliz Kraliyet Cemiyeti, Royal Society üyesi Philip Schlesinger…

Öyleyse siz istediğiniz kadar “Türkiye Cumhuriyeti’nde Türk, bir etnik topluluğun adı olmayıp, hangi etnik köken ve mezhepten olursa olsun, yurttaşların ortak adıdır” deyin; sizin devlet olarak üyesi olduğunuz Birleşmiş Milletler ve yine devlet olarak üyesi olduğunuz UNESCO karşınıza geçip; “Hayır” diyor; “ana dilleri resmi dilden başka olan yurt kardeşlerinize ben ilk adımda kültürel özerklik, sonra siyasal özerklik ardından yurt içinde ayrı yurt kurduracağım. Neden mi? Eh, çünkü benim küresel çıkarlarım büyük yurtları daha küçük yurtlara bölüp kolay lokma olarak yutmak istiyor!”

Şimdi; “Benim canım öyle istiyor“; yok… “Küreselci odakların canı öyle istedi“; yok…

Gelin canlar bir olalım. ATATÜRK‘ün kurduğu “yurtkardeşliği” bağlarımıza sımsıkı sarılalım. Dünyayı ve ülkeleri kendi çıkarlarına göre biçimlendirmeye çalışan küreselci odaklar, etnik köken ve mezhep ayrılıklarını öne çıkartarak bizi birbirimize düşman edip istediklerini yaptırtamasınlar.

 

Cengiz ÖZAKINCI, “Bütün Dünya”, Kasım 2009

cengizozakinci@butundunya.com.tr

Leave a Reply