Çoluk Çocuk Dergisi

Çoluk Çocuk Dergisinde Çıkan Makalelerden Seçmeler

  1. İlköğretim Okulunda Oda Korosu (Şubat 2002)
  2. Tehlikeli Medyatik Zamanlar (Aralık 2002)

İlköğretim Okulunda Oda Korosu

Çocuklarla oda korosu olur mu? Olur.
Oda korosu 8-24 elemanla oluşur. Koro deneyimi olan çocuklarla çalışmak gerekir.
Birkaç yıldan beri okul koromda yer almış önemli deneyime sahip çocuklarım var. Bu yıl okul korosuna katılan öğrenci sayısı bir hayli fazla. Eski elemanlar onların yanında azınlıkta kalıyor ve bu durum onlara adeta sıkıntı veriyordu. Eski elemanları motive etmem gerekiyordu.
4,5,6 ve 7. sınıflardan toplam 16 eski koro öğrencimle oda korosu oluşturmaya karar verdik. Önceki yıllardan bildikleri şarkıları söylüyor, kendi kendilerini yönetiyorlar. Her şarkıda bir başka arkadaşları şef oluyor. Hatta, bazı şarkıları tam oda korosu gibi şefsiz söylüyorlar.
Onlara güvenmemin nedenleri var. Elbette ki öncelikle sınıf içi deneyimlerimiz. Örneğin:
1. Müzikal beceriler kazandırmak için sınıflarda koro yöntemiyle ders yapmaktayım. Tüm sınıfla iki sesli, üç sesli çalıştıktan sonra, hatasız söyleyenler sınıfın karşısında gönüllü oda korosu oluşturur.
2.Kolaylaştırıcı tekniklerle çoksesliliği temel eğitim olarak vermekteyim. Ezgi kalıplarını dem tutma, kanon ve gamelan yapılarında iki, üç ve dört sesli şarkı söyleyebilmektedirler.
3.Beden çalgılarını ve pek çok ritim çalgısını kullanarak, yine demli ve kanon yapılarında çoksesli ritim orkestrası kurabilmektedirler. Tekerlemelerden, grup yaratıcılığıyla çok sesli müzik yapmayı başarmaktadırlar.
4. Şarkı söylerken müzik cümlelerini ritmik devinimlere (dansa) dönüştürebilmektedirler. Bu konuda oldukça yüksek düzeyde özgüvene sahiptirler. 21 kişilik koroyla bu ders yılı başında Gazi Üniversitesinde düzenlenen Koro Yönetimi ve Eğitimi Seminerinde bir açıklamalı uygulama konseri verdik. (3Kasım 2001) Orada, adı konmamış bir oda korosuyduk ve dört ses üzerine soloyu yerleştirdiğimiz bir şarkıda beş sesli söyleme örneği bile vermiştik.
5.Her dersin başında yaptırdığım ısınma çalışmalarını kendi önerileriyle geliştirmekte ve kendileri yönetmektedirler.
6.Koroda, sınıfta ve bahçedeki törenlerde gönüllü şef olma deneyimleri var.
7.Şarkıların danslarını yaratırken çocukların önerilerini alır, dener, sonra en güzel olanına yine birlikte karar veririz, vb.
Müzik Nasıl Öğretilir adlı kitabımı (Yurtrenkleri Yayınları, Ankara 2001) bu okuldaki uygulamalarımla yazdığım bilinirse, aynı öğrencilerimle bunu da başaracağımızı anlamak kolaylaşır.
Oda müziği pedagojisi gereklerine uymak önemlidir. Oda korosu çalışırken dramadaki gibi yarım daire oluşturulur. Birbirinin sesini duymak, diğer sesleri bastırmadan söylemek, tüm seslerin ortada buluşmasını sağlamak ve grubun ortak tınısını yakalamak için bu duruşa gerek vardır. Tıpkı oda orkestraları gibi, bakışarak iletişim kurmak, dikkati grubun diğer üyelerine yöneltmek önemlidir. Bakışarak aynı anda başlamak, ya da gizli şefin mimiklerini anında yakalayabilmek ister. Sınıflarda dramayı bir yöntem olarak kullandığım için öğrencilerim bunlara da hazırdır.
Bütün bunların yanında bir gözlemim var. Eski koro öğrencilerimden bazıları bahçede bir araya gelip koro şarkılarını çoksesli söylüyorlar. Tekerleme öğretir gibi, yeni arkadaşlarına da öğretip aralarına alıyorlar. Bu çok olağanüstü bir şey ve heyecan verici.
Bu çocuklar, dördüncü sınıftayken koroya giren ve şimdi altıncı sınıfta olan kız öğrencilerimdi. Hatta birinde, benim öğretmediğim bir şarkıyı iki sesli deniyorlardı; “Serin Esen Rüzgar”. Bu şarkıyı koro şenliklerinde birçok korodan dinlemişler ve seneye biz de söyleyelim diye istekte bulunmuşlardı. Bu şarkıyı çok söyleyen koro var, biz daha değişik, duyulmamış şarkıları dans ederek söylüyoruz diye reddetmiştim. Koro şenliklerinden okula dönerken otobüsün içinde iki sesli söylemeye başlamışlardı.
Bir noktayı vurgulamalıyım; en büyük motivasyon Ankara’da üst üste yapılan çoksesli koro şenlikleridir. Hem dinleyici olarak, hem de sahnede koro müziği yapanlar olarak koro müziğinin heyecanını, alkışları ve aldıkları ödülleri haklı olarak devam ettirmek istiyorlar.
Koromun bazı öğrencileri Türkiye Polifonik Korolar Derneğinde de koro müziği yapıyor, onlarla Ankara dışına konser vermeye gidiyor, başka okullardan çocuklarla birarada çoksesli şarkı söylüyorlar. Her yıl o koroya gitmeyi isteyen çocuk sayısı artıyor. Dernek merkezinin yakınımızda (Ankara, Batıkent,İlkyerleşim Mahallesi, Erdem Çarşısı) oluşu, kendi başlarına oradaki provalara gidip gelebilmeleri bir şanstı. Bu sayede mahallemizde ailece koro müziği yapılan aileler oluşmaya başladı. Annesi babası yetişkinler korosunda, ablası ağabeyi geçlik korosunda, kendisi çocuk korosunda olanlar var.
Tüm bunlar, aynı zamanda koro müziği yapmayı seven başta dernek başkanı Mustafa Apaydın olmak üzere özverili birkaç insanın, bir mahallenin sosyal rengini beş yılda nasıl değiştirebildiğinin de göstergesidir.
Böyle bir koro ile büyük salonlar yerine küçük salonlarda konser vermek gerektiğini biliyorum. Ancak, bu yıl akustiği yeniden düzenlenen Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası Konser salonu bize sorun olmayacaktır.
Ayrıca oda korosu ile davet alacağımız küçük salonlarda konser verme şansımız da olabilecek. Geçen yıl kuruluşunun yedinci yılını kutlayan, Pınar Alpay’ın yetiştirdiği Akyurt Çocuk Korosunun Operet Sahnesindeki konserine davet edilmemizi ve orada verdiğimiz dayanışma konserini hala sıcak bir anı olarak anlatıyorlar. İleride torunlarına anlatacakları çok güzel anıları oluşuyor. Kendileriyle gurur duyuyorlar. Biz de kuruluşumuzu kutlayalım, onları davet edelim diyorlar. Bu ne büyük bir motivasyondur…
Böyle bir oda korosu sanırım ülkemizde bir ilki gerçekleştirecektir. Deneysel çalışmak, örnek oluşturmak benim için de heyecan verici. Bu heyecanım öğrencilerime yansıyor, onlarla birlikte üretmenin, birlikte sanat yapmanın ve sanatsal ortamları birlikte paylaşmanın uygar sevinçlerini yaşıyoruz.
Oda koromuzu şenliklerde izlemeye hazır olalım.
Öğretmen arkadaşlarımın benzer deneyimlerini dergimizden okumak, paylaşmak isterim. Dergimizin bir görevi de bu değil mi?


Tehlikeli Medyatik Zamanlar

Çocuklarımız kendi oyuncaklarından daha fazla zamanı televizyona ayırıyorsa, onları tehlikeli medyatik zamanlardan koruma zamanı gelmiş demektir.
Televizyon izlerken çocuğumuzun nasıl bir dinleme alışkanlığı kazandığını biliyor muyuz? Kazanmasını istemediğimiz hangi yanlış değerlere yönlendirildiğini biliyor muyuz? Sanat diye postmodern oyunlarla estetik beğenilerinin gelişmesini nasıl engellediğimizi biliyor muyuz? Kanaldan kanala atlayarak izlemenin sakıncalarını biliyor muyuz?
Örneğin dizi içerisinde bir çocuğun yaptığı cep telefonu reklamı ne kadar etiktir, ne kadar tiyatro sanatına uygundur? İçinde çocukların rol aldığı bir diziyi çocukların izlemeyeceği düşünülemez. Bu tür dizilerde etik kurallara titizlik gösterilmesi beklenir. Artık ürün reklamları dizilere girdi ve bunu da çocuklara yaptırıyorlar. Oysa düne kadar şirketler tiyatroya sponsor olmaktaydılar.
Yakın zamana kadar radyoda, televizyonda, oyun içerisinde kullanılan bir ürünün adı reklam olmasın diye gösterilmezdi; benzer bir ürünü satan diğer üreticiye haksızlık olmasın diye adı gizlenirdi. Medyanın dünya tekellerinin eline geçmesiyle birlikte başlayan süreçte bu örnekler çoğaldı. Sanat bir amaç olmaktan çıkıp reklam aracı olmaya başladı.
Tolk şov dedikleri bir oyun, aslında tiyatro değil, konuşma gösterisi türü var. Meddah ya da tek kişilik oyunla hiç ilişkisi olmayan ne idüğü belirsiz bir tür. Oyun demek mümkün değil, baştan sona bir konu veya metin yok. Kopuk kopuk, belli bir konuya yoğunlaşma gerektirmeyen, izleyici ile alay eden, aşağılayan, derinliği olmayan sıradanlıklar, magazinleştirme, olur olmaz her şeye gülünen bir şey ne kadar sanat olabilir ?
Beri yandan zaplamanın (zapping) zararları artık yüksek sesle tartışılmaktadır. Kullan at ekonomisinin, hızlı tüketimin, yani neo liberal ekonominin ürünü olan bu teknoloji, insanı dışlamayan bir teknolojidir.
Küreselleşmeyle birlikte televizyon kanal sayısında görülen artış, aynı zamanda programlarda kalitenin düşmeye başladığı dönemdir. Zaplama teknolojisi bu dönemin ürünüdür. Birçok kanalı arka arkaya izlememizi yani zaplamamızı isteyen teknoloji ile birlikte insanlarda dikkat yoğunlaştırma kaybı başladı.
Zaplama sırasında yaşanan, bir konuya yoğunlaşmadan başka bir konuya atlamanın kolaylığı, insana farkına varmadan istenmedik alışkanlıklar kazandırır; hiçbir şeye gereken önemi vermeme, ciddiye almama, çabuk canı sıkılma, dikkat yoğunlaştıramama vb.
Fransada yapılan bir araştırmaya göre (” Kişisel zamanın belirleyicisi olarak medyatik zaman “, Denis Carot, Agon Tiyatro Dergisi 10.sayı,1997) zamanı bölerek kullanma, haberin reklamı, reklamcılığın nüfuzu, keserek anlatma, sansasyonelleştirme, sunucuyu starlaştırma, yapay bilgi aktarımı, analiz yokluğu ve benzeri durumlar günlük yaşantımıza şöyle yansımaktadır :
1.Toplumda çatlama ve dağılma, tecrit ve yalnızlaşma eğilimi.
2.Dikkat yoğunluğu kaybı.
Bugün eğitimde en çok sıkıntısını çektiğimiz durum öğrencide dikkat yoğunluğu kaybıdır. Sorulan soruyu bile dikkatle dinleyemeyen, her şeyden çabuk sıkılan, hiç bir şeyle mutlu olamayan, tatminsiz, mutsuz insanlarla karşı karşıyayız.
ABD’de günde 500 kanalı aynı anda izleme deneyleri yapılıyor. Bilgi akışında dev otobanlar tasarlanıyor. Bu teknoloji ile insan beyninin daha büyük küresel saldırı altında kalacağı endişesi artmaktadır.

Televizyonda izlediğimiz aile dizilerindeki yapaylıklar, abartılı ve bağırarak konuşmalar bizlere ve çocuklarımıza yansıyor. Artık kimse biribiriyle normal sesle konuşmamaya başladı. Her sorunu bağırarak çözme, bağırarak iletişim kurma, olağan davranışlar olarak görülüyor.
Zeyna tiplemeleriyle kadına savaşçı ve saldırgan roller veriliyor. Böyle bir filimde insan kiminle empati kurabilir? Bu filimlerle insanlara ne kazandırılmak istendiği psikologları endişelendirmektedir.
Şiddet içeren bu aksiyon filimleri Holivood yapımıdır ve ulus ötesi tekellerin elindedir. Konuları hemen hemen benzer kurgudadır. Hayali bir düşman yaratılıp onunla son model silahlarla savaşılmaktadır. Hep savaş ve düşmanlık kavramları, kötüye haddini bildiren olağan dışı özellikleri olan kahramanları vardır.
Eskiden batıl inanç veya hurafe diye bilinen konular büyük reklamlarla önemli sinema yapımı diye insanlara sunuluyor. Asosyal veya ruh sağlığı bozuk tipler, olağanüstü yaratıklar, tuhaf işaretler, simgeler üzerine oturtulmuş bilimdışı kurgularla kafa karıştırılıyor.
Medeniyetler çatışması teorileri önce bu filimlerle kendine zemin hazırladı. Televizyon, insanın en temel hakkı olan yaşama hakkını elinden alan savaşın aracı olarak kullanıldı. Dostluk, kardeşlik, barış içinde birlikte yaşama kavramları unutturuldu. Silah satışlarında artış ve en son teknolojinin ürünü silahları kullanmaya piyasa yaratıldı. Körfez savaşında olduğu gibi, savaşların canlı yayınlarına kadar silah reklamları yapıldı.
İkizkulelere vuran uçakları belki yüzlerce kez seyretti çocuklarımız. Bir bilim kurgu film izler gibi hepimiz izledik. Beethoven’in 9. senfonisi, tam bir postmodern montajla, o tabloya fon yapıldı. Böylesi sahneleri yıllardır aksiyon filimlerinden kanıksamış olan çocuklarımızın hiç de şaşkına dönmediğini fark edebildik mi? Sinema ile gerçek bu denli birbirine hiç yaklaşmamıştı.
Ankara’daki Kasım ayı sinema afişlerine bir bakar mısınız? Filmin adıyla birlikte açıklamaları da var:
İşaretler “Geliyorlar!”
Şeytan Tohumu “Çağrı” (Resimde ters dönmüş bir haç var)
Mumya Firarda “Mumya firar etmesin de kim etsin”
Çılgın Aşk ” Çıldırtan bir aşk hikayesi ”
Ruhlarla Dans ” Ruhların dünyasından yaşayanların dünyasına mistik yolculuk ”
Ateş Krallığı ” Ateşle savaşmanın yolu ateştir ” ” Son derece zekiler, harekete geçmeye hazırlar, gezegeni kimseyle paylaşmak istemiyorlar ”
Geleceği Donduranlar ” Zamanı durdurmak elinizde ”
Yeter ” Herkesin bir limiti var ”
Korku Bayramı “Şeytan dönüş yolu arıyor”
Altınkuş “Avanak ajan”

İşte bu filimlerle beynimiz dolduruluyor, diğer bir deyimle beynimiz boşaltılıyor. Kültür emperyalizminin en büyük aracı olan bu filimlerle, düşünmeyen, tartışmayan, analiz etmeyen, korkularla yaşayan, olağanüstü güçlere inanan insanlar olmamız isteniyor. Postmodern sinema bu.