Category: AKM Belleten

 

AKM Belleten – Cumhuriyet Tarihinde Bugün 21 Haziran * SOYADI KANUNU

1934 yılında çıkartılan 2525 sayılı kanunla, her Türk’ün bir soyadı taşıması mecburi hale getirildi.

Bu zamana kadar kişinin soyadının bulunmaması toplum hayatında karışıklara neden oluyordu. Ayrıca bu durum toplumsal ilişkiler bakımından da bir eksiklikti. Soyadı yerine kullanılan baba adı, doğduğu memleketin adı ve kullanılan lakaplar, soyadının toplumsal ilişkilerdeki rolünü oynayamıyordu.

21 Haziran 1934’te çıkarılan 2525 sayılı Soyadı Kanunu ile her vatandaşın öz adından başka bir de, soyadı taşıması zorunlu kılındı. Soyadları Türkçe olacaktı. Rütbe, memurluk, yabancı ırk ve millet adları ile ahlaka aykırı ve gülünç kelimeler soyadı olarak kullanılmayacaktı.

1934 yılında çıkarılan diğer bir kanunla da; “Ağa, Hacı, Hafız, Hoca, Molla, Efendi, Paşa” gibi, eski toplum zümrelerini belirten unvanlar kaldırılmıştır. Aynı kanunla yurt savunmasında, Milli Mücadelede gösterilen başarılar karşılığı verilen madalyalar dışında, eski Osmanlı idarecilerinin verdiği tüm nişan ve rütbeleri taşımak da yasaklanmıştır.

Soyadı kanununun kabulünden sonra 24 Kasım 1934 yılında 2258 Sayılı Kanunla, TBMM Türk milletinin bir şükran ifadesi olarak, Gazi Mustafa Kemal Paşaya Atatürk soyadını vermiştir.

Soyadı kanunu, Büyük Millet Meclisi’nce kabul ve Resmi Gazete ile yayınlanıp ilan edildikten sonra, Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal için de bir soyadı almak gerekti. Bunun için gerekli fikri çalışmalara başlanmıştı.

Fakat Gazi Mustafa Kemal’e verilecek soyadı ne olmalıydı?

Bu husuta gerek “Atatürk sofrası”nda ve gerek Cumhuriyet Halk Partisi Meclis Grubu’nda ona layık bir soyadı bulmak için, bazı ileri gelen dil ve tarihçilerin de katılmasıyla, toplantılar yapılmış, bazı isimler tespit edilmiştir. Tespit edilen isimler şunlardı “Etel-Etil, Etealp, Korkut, Araz, Ulaş, Yazır, Emen, Çogaş, Salır, Begit, Ergin, Tokuş, Beşe”. Bu isimler Atatürk’e arz edilmiş ve Atatürk’ün , “arkadaşlarla bir kere konuşalım” demesi üzerine ikinci bir görüşmeye bırakılmıştır. Çankaya’da yapılan son toplantıda, CHP Genel Sekreteri (sonradan Milli Eğitim Bakanı) Saffet Arıkan’ın bir yazısında kullandığı söylenilen “Türkata” , “Türkatası” gibi iki ad da kendisine arz edilmiş fakat Atatürk’ün , “bir de arkadaşlar , ne buyururlar, bakalım” demesi üzerine Konya Milletvekili rahmetli Naim Hazım Onat Bey , “Müsaade buyurulur mu paşam ?” diye söz istemiş, Atatürk de, “arkadaşlar lütfen hocamızı dinleyelim”, diyerek sözü Onat’a bırakmıştır.

Naim Hazım Bey, Türk Dil Kurumu’nda da çalışmış Türkçeyi-Osmanlıcayı çok iyi bilen , her iki alanın gramer ve sentaks kurallarını gerçekten kavramış bir sahsiyetti. Naim Bey, bu husustaki düsüncelerini şu şekilde açıklamıştır.

“Türkata, Türkatası gerek yazılışta, gerek söylenişte bana biraz tuhaf geliyor. Arkadaşlar biliyorsunuz tarihimizde bir ‘Atabey’ sözü ünvanı vardır. Anlamı da, yine biliyorsunuz: Beyin, emirin, şehzadenin, hatta hükümdarın ilimde, idarede, askerlikte mürebbisi, müşaviri, hocası demektir. Atabey, kullanılmış, tarihe geçmiş bir ünvan-ı resmidir. Bu ünvanı taşıyan bir çok Türk büyüğü vardır. Binaenaleyh biz de Türk’e her alanda atalık etmiş, Türklüğü kurtarmış, istiklaline kavuşturmuş olan büyük Gazimize ‘ATATÜRK’ diyelim, bu soyadını verelim. Bu bana şivemize de daha munis , daha uygun gibi geliyor.”

Gazi, Naim Hazım Onat’ın açıklamasını daha yerinde bulmuş, hatta ona teşekkür etmiş, böylece “ATATÜRK” soyadı üzerinde oy birliği ile durulmuştur. Bundan sonra, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı’na şu üç maddelik kanun teklifi verilmiştir.

“Cumhurreisi Gazi Mustafa Kemal’e Atatürk Soyadının verilmesi hakkında Kanun

Madde 1. Kemal öz adlı (öz adı Kemal olan) Cumhurreisimize “ATATÜRK” soyadı verilmiştir.
Madde 2. Bu kanun neşri tarihinden muteberdir.
Madde 3. Bu kanun , Büyük Millet Meclisi tarafından icra olunur. ”

Kanun, T. B. M. M. ‘nin 24 kasım 1934 tarihli toplantısında oy birliği ile kabul edilmiş ve 2587 numara ile tespit olunmuştur. Bu kanun , usulü gereğince 27 Kasım 1934 tarihli Resmi Gazete ile de “neşr ve ilan “edilmiştir.

Mustafa Kemal, “Atatürk” soyadı ile Türk tarihine dayanmaktadır. Soyadına kaynaklık eden “Atabey” ünvanı Selçuklu devri Türk devletlerinde yaygın olarak kullanılan bir ünvan olup. “Atabeylik” de, Türk devlet geleneği ve hayatında yer alan önemli bir Türk kurumudur. Tarihi Türk milli kültürünün derin izlerini taşıyan bu soyadındaki “Türk ” adı da onu “milli bir lider” ve Türk milletinin en önemli “ortak paydası” haline getirmektedir.

Mustafa Kemal Paşa’nın Naim Hazım’a “ÜLKÜ ONAT” isim ve Soyisim vermesi.

Atatürk soyadını alan Mustafa Kemal , bir akşam Naim Hazım’a ; ” Hoca! idealler erişilemeyen şeylerdir. Şu idealin Türkcesini bul. .” deyince Naim Hazım, “Paşam bizde “Ulku Dağı”vardır. Bu Türkçe’de göz yanılgısıdır. Vardım sanırsınız erişemezsiniz. O Ulku Dağı ulaşılamayan yer olur …” deyince Atatürk;
-Şu Ulku dağını ses uyumuna uydur . . . dedi.
Naim Bey: Ülkü çıkar Paşam!. . . dedi.
Atatürk Naim Hazım’a : Yahu hoca!. . sen dürüst adamsın ingilizler dürüste ‘On ist” (honest) der, fransızlar “Onet” (honnête) der. Senin soyadın “Onat”olsun deyince
Naim Bey: Teveccühünüz”paşam der.

Ve Atatürk Naim Bey’e Ülkü ismiyle birlikte NAİM HAZIM BEY, BAY ÜLKÜ ONAT yazılı 8-11-1934 tarihli ve K. Atatürk imzalı belgeyi verir ve Naim Bey’in ismi NAİM HAZIM ÜLKÜ ONAT’dır.

Naim Hazım Ülkü Onat (1889-1953) 

Dil Bilgini, Naim Hazım Ülkü Onat 1889 yılında Konya’da doğdu. Konya’da medrese öğrenimi gördü. Bir süre Türkçe ve Edebiyat öğretmenliği yaptı. Meşrutiyet döneminde olduğu gibi Milli Mücadele döneminde de cesur kalemleriyle hizmet veren Babalık Gazetesinde yazıları yayınlandı aynı zamanda Konya Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Merkez heyetinde yer aldı. 1936-1938 yılları arasında Ankara DTCF’de Arapça dersleri verdi. Yeni dönemde TBMM’de Konya Milletvekili olarak görev yaptı. Türk Dil Kurumu Derleme Kolu Başkanlığı görevinde bulundu. Konya’da yayınlanan Babalık gazetesinde, Sebil-ür Reşad, Türk Dili Belleten, Ulus dergi ve gazetelerinde şiir ve yazıları yayınlandı. Arap dili ve edebiyatı alanında uzman sayıldı. Türkçe-Arapça Karşılaştırmalar ve Arapça’nın Türk Diliyle Kuruluşu adlı iki yapıtı vardır. Türkçemize bir çok kelime kazandıran ve önemli katkıları olan Naim Hazım Onat zaman zaman Mustafa Kemal Paşa ile sabahlara kadar Türk Dili ile ilgili çalışmalarda bulundu. Divan teşkil edecek kadar şiiri olan Naim Hazım bunların tamamını ölmeden önce Ankara’da Milli Kütüphane’ye bağışladı. Naim Hazım Türkçe’nin Arapça’dan arınmış bir hale gelmesine çok çalışmıştır. Konya Milletvekiliği, Türk Dil Kurumu çalışmaları ve Dil-Tarih-Coğrafya Fakültesi Öğretim görevliliğinden yorgun düşen Profesör Naim Hazım Ülkü Onat; 5 Mayıs 1953 de;Karaciğer kanserinden Ankara’da vefat etti. İstanbul Zincirli Kuyu mezarlığına defnedildi.

Naim Hazım’ın Biz Türküz adlı şiirinden : 

Hiç bir düşman bize karşı gelemez,
Hücümda süngümüz pek korkuludur.
Hürmetle yad eder her millet bizi,
Biz Türküz adımız uludur.
(Naim Hazım, 30 Nisan 1922 Konya Babalık Gazetesi)

Kaynak: http://www.ataturkinkilaplari.com/ak/44

AKM Belleten – Cumhuriyet Tarihinde Bugün 21 Haziran * AMASYA GENELGESİ (BİLDİRİSİ)

AMASYA GENELGESİ (BİLDİRİSİ) 21-22 Haziran 1919

Havza’daki çalışmalarını tamamladıktan sonra Mustafa Kemal ve arkadaşları, 12 Haziran 1919’da Amasya’ya geçtiler. Milli Mücadele çalışmalarını sürdüren Mustafa Kemal, Hüseyin Rauf Orbay, Refet Bele ve Ali Fuat Cebesoy birlikte Amasya Genelgesi’ni hazırladılar. Hazırlanan bildiri, Erzurum’da 15. Kolordu Komutanı Kazım Karabekir’e sunuldu. O’nun da onayının alınmasından sonra, bildiri, 22 Haziran 1919’da tüm mülki amir ve askeri komutanlara telgrafla Abdurrahman Rahmi Efendi tarafından ulaştırıldı. Amasya Genelgesi, milli mücadelenin temel gerekçe, amaç ve yöntemini ilk olarak belirtmiş oldu. Amasya Genelgesi’nin yayınlanması İstanbul’da bulunan işgal güçlerinin tepkisini çekmişti. Özellikle İngilizlerin, Mustafa Kemal’i geri getirmek için İstanbul Hükümeti üzerindeki baskıları iyice artmıştı. Mustafa Kemal, İstanbul’a dönmediği için daha sonra görevinden alınacaktır. O sırada İçişleri Bakanı olan ve Milli Mücadele’ye sıcak bakmayan Ali Kemal Bey, bir genelge yayınlayarak, Mustafa Kemal’in iyi bir asker olduğunu, fakat İngiliz baskısı sonucu görevinden alındığını duyurmuştur.

Amasya Genelgesi’nin içeriği şöyledir:

    1. Vatanın bütünlüğü, milletin istiklâli tehlikededir.
      • Yorum:
        •    Milli mücadelenin gerekçesi belirtilmiştir.
        •    Bölgesel kurtuluş çarelerinin yetersizliği anlatılmıştır.
        •    Ulusal bağımsızlık için Türk Milleti’ne çağrı yapılmıştır.
    2. İstanbul Hükümeti, üzerine aldığı sorumluluğu yerine getirememektedir. Bu hal, milletimizi âdeta yok olmuş göstermektedir.
      • Yorum:
        •    İstanbul Hükümetine karşı güvensizlik duyulduğu ilk kez açıkça belirtilmiştir.
        •    İstanbul Hükümetinin Türk Milletini temsil etmediği ortaya konulmuştur.
        •    Bu durum Anadolu’da yeni bir direnişin başlamasının gerekliliğini ortaya koymuştur.
        •    Kendisini Samsuna gönderen İstanbul Hükümetine karşı gelen Mustafa Kemal Paşa böylece yetki ve görevlerini aşmış bunun sonucunda İstanbul’a geri çağırılmıştır.
    3. Milletin istiklâlini, yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır.
      • Yorum:
        •    Genelgenin en önemli ve kapsamlı maddesi bu maddedir.
        •    Kurtuluş savaşının yöntemi ve amacı belirtilmiştir.
        •    Milli Mücadelenin millete danışılarak yani demokratik bir yöntemle gerçekleştirileceği ifade edilmiştir.
        •    Milli mücadelenin amacının milletin iradesine dayanan bir yönetim kurmak olduğu belirtilmiştir.
        •    Yönetim şeklinin değiştirileceği dolaylı olarak belirtilmiş üstü kapalı bir şekilde cumhuriyet yönetimine işaret edilmiştir.
        •    Bölgesel kurtuluş sömürgecilik yada manda-himaye yönetimlerinin hiçbirinin kabul edilemeyeceği açık bir dille ifade edilmiştir.
        •    Yapılacak olan direnişin evrensel niteliklere dayandığı belirtilmiştir.
    4. Milletin içinde bulunduğu bu duruma göre harekete geçmek ve haklarını yüksek sesle cihana işittirmek için her türlü tesir ve denetimden uzak milli bir heyetin varlığı zaruridir.
      • Yorum:
        •    Kurtuluş savaşı için milletin teşkilatlanması gerektiği vurgulanmıştır.
        •    Bu maddenin sonucu İlk kez Erzurum Kongresinde “Temsil Heyeti” adıyla bölgesel bir kurul oluşturulmuştur.Bu kurul Sivas Kongresinde tüm yurdu temsil eder hale getirilmiştir.
    5. Anadolu’nun her bakımdan emniyetli yeri olan Sivas’ta bir kongre toplanacaktır.
      • Yorum:
        •    Yurt çapındaki bölgesel direniş çalışmalarının tek bir merkezde toplanması amaçlanmıştır.
        •    Teşkilatlanmak için somut adımlar atılmaya başlanmıştır.
        •    Alınacak kararların bütün yurdun temsilcileri tarafından onaylanması amaçlanmıştır.
        •    Demokratik yöntem bu şekilde uygulamaya konulmuştur.
        •    Milli birlik ve beraberlik sağlanarak cemiyetlerin birleştirilmesine zemin hazırlanmıştır.
    6. Bunun için her ilden milletin güvenini kazanmış üç temsilcinin mümkün olduğu kadar çabuk yetişmek üzere yola çıkarılması gerekmektedir. Bu temsilciler, Müdafaa-i Hukuk, Redd-i İlhak cemiyetleri ve belediyeler tarafından seçilecektir.
      • Yorum:
        •    Alınacak kararların kişisel olmaktan uzak milli kararlar olması amaçlanmıştır.
        •    Yerel idareler etkili kılınmıştır.
        •    Delegelerin Milli mücadele yanlısı ve halkın güvenini kazanmış kişiler olmaları sağlanmaya çalışılmıştır.
    7. Her ihtimale karşı, bu meselenin bir milli sır halinde tutulması ve temsilcilerin, lüzum görülen yerlerde, seyahatlerini kendilerini tanıtmadan yapmaları lazımdır.
      • Yorum:
        •    Genelge kararlarının uygulanmasının İstanbul Hükümeti ve İtilaf devletleri tarafından engelleneceği hatırlatılmıştır.
        •    Sivas Kongresinin toplanmasının engellenebileceği belirtilmiştir.
    8. Doğu illeri için, 10 Temmuz’da Erzurum’da bir kongre toplanacaktır. Bu tarihe kadar diğer illerin temsilcileri de Sivas’a gelebilirlerse; Erzurum Kongresi’nin üyeleri, Sivas genel kongresine katılmak üzere hareket edecektir.
      • Yorum:
        •    Erzurum’da bölgesel cemiyetlerin toplanacağı kongre diğer bölgelere de duyurularak bu tip kongrelerin yaygınlaştırılması sağlamak istenmiştir.
    9. Askeri ve sivil teşkilatlar hiçbir suretle dağıtılmayacak yönetimi başkalarına devredilmeyecek ve silahlar teslim edilmeyecektir.
      • Yorum:
        •    Gerektiğinde silahlı bir mücadelenin yapılacağı ifade edilmiştir.
        •    Mondros Ateşkes Antlaşmasına karşı çıkılmıştır.
        •    Yapılacak direnişin top yekün bir mücadele olacağı ortaya konulmuştur.
        •    Mustafa kemal Paşa’nın resmi görevini yerine getirmeyeceği ortaya çıkmıştır.
        •    Askeri ve sivil makamların Milli mücadele yanlılarının elinde kalması amaçlanmıştır.

Amasya Genelgesi’nin Milli Mücadele’deki Yeri

  • Bir ihtilal beyannamesi özelliği taşır.
  • Türk İnkılabının “İhtilal safhası”nı başlatmıştır.
  • Siyasi,hukuki ve askeri bir direniş başlatmıştır.
  • Havza Genelgesi ile uyandırılmış olan ulusal bilinç artık harekete geçirilmiştir.
  • İstanbul’un artık Anadolu’nun sesini dinlemesi gerektiği ortaya konulmuştur.
  • İstanbul Hükümeti’ne karşı güvenini yitirmiş olan fakat ne yapacağını bilemeyen vatanperver aydınların ve subayların Anadolu’ya geçmesi sağlanmıştır.
  • Yurdun her tarafında yeni bir heyecan oluşmuş ve Sivas Kongresi’ne katılmak için delege seçimleri yapılmaya başlanmıştır.
  • En karanlık günlerde bir milletin yeniden dirilişine önayak olmuştur.
  • Milli Mücadelenin gerekçesi amacı ve yöntemi belirtilmiş daha sonra toplanan bütün kongrelerin ve oluşturulan teşkilatların temeli bu genelgeye dayanmıştır.
  • Milli egemenlik ve bağımsızlık mücadelesi birlikte başlatılmıştır.
  • İstanbul hükümeti’ne karşı açıkça cephe alınmasına rağmen saltanata açıkça karşı çıkılmamıştır.

Amasya Genelgesi’ne Tepkiler

İstanbul Hükümeti Mustafa kemal Paşayı İstanbul’a geri çağırmış,isterse bir süre istirahat için izine ayrılmasını önermiştir.

  • İstanbul Hükümeti genelge maddelerinin yasa dışı olduğunu ilan etmiş ve uygulayacak olanların tutuklanacağını açıklamıştır.
  • Mustafa Kemal Paşa İstanbul Hükümetinin İstanbul’a gelmesini istemesine rağmen bu emri yerine getirmediği için müfettişlik görevinden alınmış hakkında tutuklama kararı çıkarılmıştır.
  • Böyle bir ortamda Tokat üzerinden Erzurum’a hareket eden Mustafa kemal Paşa Erzurum’da İstanbul ile haberleşmesini bir süre daha sürdürmüş ancak bunun bir fayda sağlamayacağını görünce 7-8 Temmuz 1919 gecesi çok sevdiği askerlik görevinden de istifa etmiştir.Bu karardan sonra Mustafa kemal Paşanın İstanbul Hükümetine resmi açıdan bağlılığı ve emirleri uygulama zorunluluğu kalmamıştır.Bu olaydan itibaren Mustafa kemal Paşa artık sivil bir kişi olarak ulusal direnişi teşkilatlandırmaya çalışacaktır.Sivil olarak gerçekleştirdiği ilk çalışma Erzurum Kongresinin başkanlığını yürütmek olmuştur.

Mustafa Kemal Amasya’da

General Ali Fuat Paşa’dan bir Amasya anısı:

“Amasya’da buluştuğumuz arkadaşlara 22 Haziran 1919 tarihinde veda ettim. Bir an önce teftişte bulunan Vali Muhiddin Paşa’dan önce Ankara’ya dönmek istiyordum. Hüseyin Rauf (Orbay)1 Bey  ve görüşmelerimizde dinleyici olarak bulunup, kararlarımıza katılan eski İzmit Mutasarrıfı Süreyya (Yiğit) Bey2,  Mustafa Kemal Paşa’yla beraber Erzurum’a gidecekti. Gezileri daima gizli tutulacaktı, hareket günü hiçbir surette açıklanmayacaktı.

Yaverim İdris Çora Bey ile İstanbul’daki kişilere yazılan mektupları Kara Vasıf Bey’le3  götürecek olan Maliye Müfettişi Arif Bey beraberimde bulunuyorlardı. Mustafa Kemal Paşa hareketimden biraz önce beni bir kenara çekerek:

-‘Fuat Paşa, Beni Ordu Müfettişliği görevinde uzun süre bırakmayacaklarını biliyorum. Şu önümüzdeki birkaç gün içinde durum anlaşılacaktır. Seni temin ederim ki, mücadelemizi unvan ve yetkilerden uzak olarak sürdüreceğim. Arkadaşlarımın aynı yakınlığı ve bağlılığı göstereceğine inanıyorum.’

Paşa’nın ne demek istediğini anlamıştım. İstanbul’daki son görüşmemizde verdiğim sözü tekrarladım.

-‘Durum ne biçimde gelişirse gelişsin, ben ve kolordum, her zaman emrinizde kalacaktır’ dedim. Biraz durdu:

-‘Bu adamlar seni de kolordu başından ve hatta askerlikten ayırabilirler.’ Elimi heyecanla sıktı:

-‘Biliyorum, biliyorum Fuat’ dedi ve sonra ilave etti:

-‘Haydi, uğurlar olsun, Vali Muhiddin Paşa’ya selam söylemeyi unutma.’ ”4

1 Hüseyin Rauf Orbay, (1881-1964), Amiral, Milletvekili.

2 İbrahim Süreyya Yiğit, (1880-1952), Yönetici, Milletvekili. Siyasal Bilgiler Fakültesinden mezun olur. Kaymakam olur. Mustafa Kemal’le yakın arkadaş olurlar. İbrahim Süreyya Yiğit görevinden istifa eder. Gönüllü bir er olarak çarpışmak için Libya’ya gider, Mustafa Kemal’in komutasında Libya’da savaşır. Amasya’da katıldığı Milli Mücadelede sonuna kadar bulunur. Mustafa Kemal Atatürk’e Gazi unvanın verilmesi için  kanun önergesini hazırlayan İbrahim Süreyya Yiğit’tir.

3 Kara Vasıf Bey, (1872-1931), Milletvekili, Baha Said Bey’le birlikte İstanbul’daki ilk direniş örgütü olan Karakol Cemiyetini kurdu. Sivas Kongresine katıldı ve Heyet-i Temsiliye üyeliğine getirildi. 1925’te muhalefetin siyasal örgütü olan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasına girdi ve genel sekreterliğe getirildi.

4 Kemal Arıburnu, Kemal, Atatürk’ten Anılar, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara 1976. s. 171

Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009


 

AKM Belleten – Cumhuriyet Tarihinde Bugün 16 Haziran * ATATÜRK’E SUİKAST GİRİŞİMİ

Mustafa Kemal benim, haydi al eline tabancayı, öldür.


İZMİR SUİKASTI 16 Haziran 1926

İzmir’de hazırlanan o alçakça suikastın sonuçsuz kalmasından sonra bir gün bize bu olayı anlatmıştı:

-“Ziya Hurşit’in beni öldürmeye memur ettiği iki zavallı vardı. Sorguları yapıldıktan sonra bunların birisini yanıma çağırdım. Odada kimse yoktu.”

Kendisine sordum:

-“Sen Mustafa Kemal’i öldürecekmişsin, öyle mi?”

-“Evet” dedi. Ben yine sordum:

-“Mustafa Kemal ne yapmıştı ki onu öldürecektin?”

-“Fena bir adammış o. Memlekete çok fenalık yapmış. Sonra bize onu öldürmek için para da vereceklerdi.”

-“Sen Mustafa Kemal’i tanıyor musun?”

-“Hayır.”

-“O halde tanımadığın bir adamı nasıl öldürecektin?”

-“Geçerken işaret edecekler, Mustafa Kemal işte budur, diyeceklerdi.”

-“Bizde öldürecektik.”

O zaman cebimdeki tabancayı çıkararak kendisine uzattım:

-“Mustafa Kemal benim, haydi al eline tabancayı, öldür”, dedim.

Adam benden bu karşılığı alınca yıldırımla vurulmuş gibi oldu. Bir süre şaşkın şaşkın yüzüme baktıktan sonra diz üstü kapanarak hüngür hüngür ağlamaya başladı.

Yahya Galip KARGI

Kaynak: Yücel Dergisi, 1948


16 Haziran 1926 tarihinde kendisine karşı İzmir’de girişilen suikast sonrasında Atatürk’ün, yayınladığı bildiri:

“Sonuçsuz bıraktırılan suikast girişimi nedeniyle derneklerden, kuruluşlardan, memurlardan, komutanlardan, subaylardan, milletvekillerinden, arkadaş ve vatandaşlarımdan samimi üzüntülerini bildiren aldığım mektup ve telgrafnâmelerden dolayı pek duygulandım ve minnettarım. Girişimin, benim şahsımdan çok, kutsal Cumhuriyetimize ve onun dayandığı yüksek ilkelere yönelik olduğuna şüphe yoktu. Bu nedenle, genel olarak gösterilen duygularla Cumhuriyet ve ilkelerimize olan aşırı bağlılığın ne derecede bitimsiz olduğuna bir kere daha inandım. Temeli, büyük Türk milletinin ve onun kahraman evlâtlarından oluşmuş büyük ordumuzun vicdanında, akıl ve bilincinde kurulmuş olan Cumhuriyetimizin ve milletin ruhundan esinlenilen ilkelerimizin bir vücudun ortadan kaldırılması ile bozulabileceği yanılgısında bulunanlar çok boş akıllı bedbahtlardır. Bu gibi bedbahtların, Cumhuriyetin adalet ve kudret pençesinde hak ettikleri davranışla karşılaşmaktan başka bir şey elde edemezler. Benim değersiz vücudum bir gün elbet toprak olacaktır; fakat Türkiye Cumhuriyeti sonsuza kadar yaşayacaktır. Türk ulusu, güven ve mutluluğunu sağlayan ilkelerle uygarlık yolunda tereddütsüz yürümeye devam edecektir.”

Kaynak: Atatürk’ten Hatıralar, Hasan Rıza Soyak, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1973, sayfa: 368)


İZMİR SUİKASTI

1925 yılı içinde ve 1926’nın başlarında inkılâpların önemli bir kısmı gerçekleşmişti. Bu arada Terakkiperver Fırkası irtica ile ilgili görülerek kapatılmıştı. İrtica dalgaları zaman zaman ortada görülmekte idi. Eskiye bağlı olmaktan kurtulamayanlar, çıkarcı düşüncelerin etrafında birleşenler, cumhuriyete ve onun başındaki Cumhurbaşkanına karşı bir takım çalışmalar içindeydiler.

Bu arada, Gazi, 8 Mayıs 1926’da Konya’ya, 9 Mayıs’ta Tarsus’a, 10 Mayıs’ta Tarsus’a gelmiş, Taşucu Bucağı’ndaki çiftliğinde beş gün kaldıktan sonra, 16 Mayıs’ta Adana’ya, 18 Mayıs’ta tekrar Konya’ya, 20 Mayıs 1920’de Bursa’ya, 13 Haziran’da da Balıkesir’e gelmişti. Bir ara Mudanya’ya geçen Gazi, 13 Haziran’da Balıkesir’de şerefine verilen ve elli kişiden fazla insanın katıldığı baloda, Muallimler Musiki Heyetini takdirle dinlemişti1. 14 Haziran günü Balıkesir’den İzmir’e geçeceği sırada İzmir Valisi’nden İzmir’de kendisine karşı bir suikast düzenlendiği haberini aldı. 14 Haziran gecesi Mustafa Kemal’e suikast girişiminde bulunacaklardan, ulusal bağımsızlık savaşında Mustafa Kemal’in yanında yer almış olan Kadı Hurşit’in oğlu da vardı. Mustafa Kemal, babasının hizmetlerinden ötürü, 1920’de Büyük Millet Meclisi’ne Rize Milletvekili olarak Ziya Hurşit’i seçtirmişti. Mustafa Kemal, suikastçıların yakalanmasından sonra, 15 Haziran saat 19.00’da İzmir’e doğru yola çıktı. 16 Haziran’da, Soma, Menemen’e uğrayarak, 16 Haziran akşamı saat 18.00’de İzmir’e vardı.

Olayda, Terakkiperver milletvekillerinin parmağı olduğu anlaşılmıştı. 14 Haziran akşamı, İsmet Paşa, İzmir’den aldığı telgraflarla suikast olayını öğrenmişti. Gece yarısına doğru, Maraş Milletvekili Nurettin Bey’in evinde kalmış olan İstiklâl Mahkemesi savcı ve yargıçları, gece yarısı, İsmet Paşa’nın kendilerini, İçişleri Bakanlığı’nda beklediğini öğrendiler. İsmet Paşa, onlara, suikast ile ilgili İzmir valisinin mektubunu gösterdi.İlk iş olarak kapatılmış olan Terakkiperver Cumhuriyet Partili milletvekillerinin tümünün nerede olurlarsa olsunlar, tutuklanmalarına, evlerinin aranmasında bulunan belgelerin İzmir’e gönderilmesine karar verildi. İstiklâl Mahkemesi acele İzmir’e hareket etti.

Suikastçı Ziya Hurşit kaldığı otelde tutuklanmıştı. Yatağının altından silah ve bombalar çıkarıldı. Ayrıca, yanında üç bin lira kadar para vardı. Diğer oteldeki üç kiralık katil, Çopur İsmail, Laz İsmail, Gürcü Yusuf adlı kişiler de yakalandılar. Suikast, Ziya Hurşit’in kaldığı Gaffarzâde Otelinin dar sokağında olacaktı. Sonra, suikastçılar motorla Sakız Adası’na geçeceklerdi. Suikastçıların yardımcıları kuva-yı milliye komutanlarından Sarı Edip, Çopur Hilmi ve Şevki adlı kişilerdi. İzmir Milletvekili Şükrü Bey de bu işin içindeydi. Daha sonra, İzmir suikastını Ankara’da planlandığı ortaya çıktı. Konu derinlemesine incelendi. Eskişehir Milletvekili Arif Bey, Terakkiperver Cumhuriyet Partisi kurucuları ve öncüleri yakalandılar.

Giritli Şevki’nin Mustafa Kemal Paşa’ya suikast yapılacağını bildiren mektubu, 15 Haziran 1926

16 Haziranda İzmir’e gelmiş olan, Gazi, Ziya Hurşit’i otele getirtip, kendisiyle görüştü. Hükümet, bu arada suikast olayını ve tertipçilerinin yakalandığını halka duyurdu. Suikast girişimi nedeni ile kurulan İstiklâl Mahkemesi ise daha önce belirttiğimiz üzere İzmir’e gelmiş ve çalışmalarına başlamıştı.

Suikastçılar şunları söylemekteydiler: Ziya Hurşit ve bir grup kişi Mustafa Kemal’e suikast yapmayı bir zamandır hesaplamaktaydılar. Onlar, bunun için kiralık katiller bile tuttular. Suikastı ilkin Ankara’da gerçekleştirmeyi düşünenler, tertibi, Gazi, Çankaya’dan köşke giderken, ya da gece Anadolu Klubü’nden ayrılırken, ve meclis binasındaki Cumhurbaşkanı locasında herekete geçmeyi hesaplamışlardı. Ama, bunlar hep plân aşamasında kaldı. Nihayet, Mustafa Kemal’in yurt gezisinden yararlanmak istediler. Laz İsmail, kuşku çekmemek için, kız arkadaşı ile birlikte, suikast olanağını araştırmak için Bursa’ya gönderildi. Ama, Bursa’da sonuç alınamayacağı ortaya çıktı. Bunun üzerine suikastı İzmir’de gerçekleştirmeye karar verdiler. Ziya Hurşit ile yardımcıları, San Efe lakabıyla anılan ve eski bir jandarma subayı ve ittihat fedaisi olan Edip ile bağlantı kurdular. Edip, ulusal bağımsızlık savaşında çete lideri olarak ün kazanmıştı. Edip, Ziya Hurşit ve adamlarını daha sonra ele verecek Giritli Şevki ile tanıştırdı. Şevki, onlara yatacak yer sağladı.

Plân, bir virajda, Mustafa Kemal’in duraklaması ile geçilen hareket sonucu O’nu tabanca ile vurmak suretiyle gerçekleşecekti. Ancak, Gazi’nin gelişinin ertelenmesi plânı bozdu 2.

Olayın duyulması, yurdun her yerinde büyük üzüntü ve heyecan yarattı. İzmirliler, Gazi’nin kalmış olduğu Naim Plas Oteli’nin önüne gelip, sevgi ve saygı ve bağlılık gösterilerinde bulundular. Gazi, kapının önüne çıkarak halkı selamladı ve “Beni öldürürlerse vatandaşlarımın intikamımı alacaklarına güveniyorum. Ben ölürsem bile soylu ulusumun beraber yürümekte olduğumuz yoldan ayrılmayacağına inancım vardır. Bu nedenle gönül rahatlığı içindeyim. Düşmanlarımız istedikleri kadar düşündükleri iğrenç çarelere başvursunlar. Onların son güçleriyle yapacakları davranışlar bizim devrim ateşimizi söndüremez. Onların, kendilerini zarara ve zaman zaman da milleti üzüntüye sokan akılsızlıklarına acıyorum. Cumhuriyet Hükümeti’mizin demir pençesi ve İstiklâl Mahkemesinin adaletli eli duruma tam olarak hakim bulunuyor. Sayın halka, onun adaletli kararlarını soğukkanlılıkla beklemelerini tavsiye ederim” dedi3.

Gazi, bu suikast nedeni ile halkına önemli olanın inkılâpların yürümesinin olduğunu, bu yüzden halkına inancı nedeni ile rahatlık içinde bulunduğunu belirtmekle, halkına duyduğu güveni dile getirmiştir. Olayın adliyeye intikal ettiğini de açıklayarak, aşın hareketlerin önünü almak, lehinde büyük gösterilerin olmasını engellemek istemiştir.

Gazi, Ziya Hurşit ile yaptığı ilk konuşmada, kendisine uzun zaman beraber çalıştıklarını, bu harekete niye giriştiğini sormuş, Ziya Hurşit de “ – Paşam, ne yapayım ki bugün huzurunuzda bu vaziyetteyim” demiştir. İkinci kez görüşmek isteyip, isteği kabul edilince, sığınıcı sözler söylemiş, Gazi de adliyeyi kastedip “ – Ben intikamcı bir adam değilim. Fakat, iş artık mahkemeye intikâl etmiştir. Neticeyi beklemekten başka çare yok. Müdahale edemem” demişti4.

Gazi’nin en büyük inkılâbı hiç şüphesiz cumhuriyetti. O, O’nun Türk halkı tarafından korunacağına inanıyor ve güveniyordu. 19 Haziranda, Anadolu Ajansı’na verdiği demeçte bunu şöylece belirtmişi: “Alçak teşebbüsün benim şahsımdan çok kutsal cumhuriyetimize ve onun dayandığı yüksek ilkelere dönük bulunduğuna şüphem yoktur. Bu nedenle, genel olarak gösterilen duygularla, cumhuriyetimize ve ilkelerimize olan aşırı bağlılığın ne kadar kopmaz güçte olduğu kanısına bir kez daha vardım. Temeli, büyük Türk milleti ve onun kahraman evlatları olan büyük ordumuzun vicdanında, akıl ve şuurunda kurulmuş bulunan cumhuriyetimizin ve milletin ruhundan ilham alan ilkelerimizin bir vücudun ortadan kaldırılması ile bozulabileceğini sananlar çok zayıf dimağlı bahtsızlardır. Bu gibi bahtsızların, cumhuriyetin adalet ve kudret pençesinde hak ettikleri işleme uğramaktan başka elde edecekleri bir şey olamaz. Benim naçiz vücudum bir gün elbet toprak olacaktır. Fakat, Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar olacaktır (Sonsuza kadar yaşayacaktır). Ve Türk milleti, güvenliğini ve mutluluğunu sağlayan ve koruyan ilkelerle uygarlık yolunda durmaksızın yürüyecektir5.

Mustafa Kemal, böylece en değer verdiği inkılâbın cumhuriyet olduğunu bir kez daha vurgulamak olanağını bulmuştur. O’na göre, Türk milleti, cumhuriyet ve yapılan inkılâplarla uygarlık yolunda bundan sonra durmadan ilerleyebilecektir.

Suikastçıların yakalanmasından ve haberin her yerde duyulmaya başlamasıyla, 19 Haziran’a kadar olan süre içinde, Gazi’ye, suikastı lanetleyen ve kınayan telgraflar gelmişti. Ayrıca, İstanbul’daki bütün yabancı elçiler ve delegeler Gazi’ye yapılmak istenen suikasttan duydukları üzüntüyü dile getirmişlerdi6. Ayrıca, her yerde suikast girişimini lanetleyen mitingler yapılmaktaydı. Gazi, 22 Haziran 1926’da, millete bir bildiri yayınlayarak, kendisi lehinde yapılan mitingler dolayısıyla yaptığı konuşmada, halkın inkılâpları koruma konusunda ne kadar titiz olduğunun bu mitinglerle ortaya çıkmış olduğunu belirterek şunları söylemişti: “Benim şahsımdan çok devletin varlığına yönetilmiş olduğu beliren gizli politik düzenler karşısında tüm ulusun duyduğu, pek ağır başlı ve soylu bir şekilde gösterdiği temiz duygular beni avutmaktadır. Bu gösteriler, inkılâp ülkümüzün, bütün ulusça, canı gibi koruduğuna parlak ve güçlü bir belge olmaktadır. Bu itibarla istiklâl için milletin saadet ve refahı namına hissetmekte olduğum emniyet ve itimadı muvacehei millette (millet önünde) beyan etmekle büyük bir fahri sürür (onur ve sevinç) duymaktayım. Bu tezahürat esnasında muhterem ve necip (soylu) milletimiz tarafından şahsım hakkında lütfen izhar buyrulan samimi ve kalbi asarı (candan) muhabbetten mütevellid (doğan) derin şükranlarımı alenen ifaya müsaraat eylerim (açıkça duyururum)” Gazi, 23 Haziran’da da, basın mensuplarına cumhuriyetin ne kadar sağlam olduğunu açıkladı7.

Mustafa Kemal bu beyannamesi ile, Cumhuriyet Halk Fırkası Teşkilâtı, üniversite, belediyeler, Türkocaklarının her tarafta lehinde yapılan mitinglere teşekkür etmiş olmaktaydı. 24 Haziran’da da, Genelkurmay Başkanlığından gelen ve ordunun üzüntülerini bildiren telgrafı da cevaplamıştı. Aynı gün, Yunus Nadi’ye verdiği demeçte, suikastın şahsına yönelmiş gibi görünmesine karşın, aslında, milletin talihine yönelmiş bir kurşun olduğunu açıkladı8. 27 Haziran’da ise, gazetecilere verdiği demeçte, insanların kutsal ve büyük hedeflere yürümesinin gerektiğini, böyle hareket edenlerin yaptıkları büyük fedakarlıklar sonucunda yükselebileceklerini ve bu şekildeki hareketlerin mutlaka açık olduğunu açıklamıştı. Ancak, gizli yolda hareket edenlerin sonuçlarının hüsran olacağını belirtmiştir9. Böylece, Îzmir suikastına yönelenlerin sonucunun ne olduğunu açıklayan Mustafa Kemal, inkılâp doğrultusunda yürüyenlerin hareketlerinin her zaman açık olduğunu da vurgulamıştır.

İzmir suikastı nedeni ile 26 Haziran’da çalışmaya başlayan İstiklâl Mahkemesi sorgulamalarını süratle tamamlamaktaydı. Bunlardan, Kara Kemal Bey kaçacak, ama sonra intihar edecektir. Eski Ankara Valisi Abdülkadir Bey de batı sınırında yakalanacak, İstiklâl Mahkemesi’ne gönderildikten sonra, yargılanıp, asılacaktır.

Gazi, 9 Temmuz 1926’da, İzmir’den Ankara’ya hareket etti. 26 Haziran’da Millî Sinema Salonu’nda çalışmalarına başlayan İzmir İstiklâl Mahkemesi, 13 Temmuz’da, davanın İzmir bölümünü karara bağladı ve idam kararlarını hemen yerine getirdi. Daha sonra, İstiklâl Mahkemesi 16 Temmuz’da Ankara’ya geldi ve çalışmalarına orda devam etti. İzmir’de onüç kişinin idamına karar verilmişti. Kâzım Karabekir, Ali Fuat Paşalar ile bazı kişilerin suçsuz oldukları anlaşıldı ve serbest bırakıldılar.

İttihat ve Terakki Kâtib-i Umumisi olan Mithat Şükrü Bleda, İstiklâl Mahkemeleri’nde süren davaları iki kısımda mütalaa etmektedir. Birincisi, İzmir suikastı ile ilgili olaylar ve kişiler, cumhuriyetin ilânından sonra olagelen siyâsî olaylar ve bunlarla ilişkisi olan kişiler. Mithat Şükrü’nün ifadesine göre, O’nun davası ikinci grupta görülmekteydi. Daha önceleri, hilâfetin kaldırılmaması yolunda yayın yapan, gazetecilerle ilgili olarak 9 Aralık 1922’de İstanbul İstiklâl Mahkemesi’nde başlayan gazeteciler davası, 2 Ocak 1924’te sonuçlanmıştı. Bundan daha önce etraflıca bahsetmiştik. Cumhuriyet ve Mustafa Kemal’e suikast anlamı taşıyan bu dava sonunda gazeteciler niyetlerinin kötü olmadığını ispat etmiş ve beraat etmişlerdi. İstiklâl Mahkemesi’nin çalışması sürerken, İlyas Sami (Kalkavanoğlu), komünist Hemşinli Mehmet Azapkaptı, Sandalcılar Kahyası Hasan, Dayı Mesut, Kör İbrahim, Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal’e ve Cumhuriyete suikast iddiasıyla tutuklanmışlardı, İlyas Sami Bey, 30 Aralık 1923’de mahkemeye baş vurarak suçsuz olduğunu iddia etti. Ancak, sonuç çıkmadı.

12 Ocak 1924’de başlayan ilk yargılamadan sonra, 5 Şubat 1924’de mahkeme sonuçlandı. Ancak delil yetersizliğinden sanıklar beraat etmişlerdi. Daha sonra, Şeyh Sait isyanı nedeni ile Şark İstiklâl Mahkemesi kurulmuştu. 28 Haziran 1925’te, mahkeme Şeyh Sait isyanına katılanlar hakkındaki kararını vermişti. Aynı mahkemede tekke ve zaviyelerin kapatılması konusunda 30 Haziran ve 10-15 Ağustos 1925’te çeşitli yerlere yazılar yazılması kararının alındığını da bilmekteyiz. Şeyh Sait isyanı ile ilgili duruşma sırasında, gazeteciler de kışkırtıcı yayında bulunduklarından yargılanmışlar ve affedilmişlerdi. Bu arada 1926 Ocağı’nda Hazro’da ve Pötürge’de isyan edenlerin mahkemeleri de ocak ve şubat aylarında sonuçlanmış ve suçlular cezalandırılmışlardı. İstiklâl Mahkemelerinin daha başka pekçok davaya baktıklarını bilmekteyiz. Ancak bizim burada konu ettiğimiz, 1926’daki İzmir suikastı ve diğer siyasî olaylardır. Az önce belirttiğimiz üzere, Mithat Şükrü’nün davası siyasî tutuklular kısmına dahildir. İzmir suikastına katılan Ziya Hurşit, Mahkeme Başkanı Ali Çetinkaya’ya olayları kesin bir şekilde anlatmıştı. 27 Haziran günü başlayan mahkeme, 12 Temmuz 1926’da son bulmuş ve 13 Temmuz 1926’da karar okunmuştu. Bu mahkemede suçunu itiraf edenlerle, bazı inkarcılar yüzleştirilmekte ve gerçek ortaya çıkarılmaktaydı. Nitekim, suçsuz olduğunu ısrarla söyleyen Şükrü Bey ile Sarı Efe’nin (Edip) ve Ragıb Beylerin yüzleştirilmesi bu davanın esas noktalarından birini oluşturmuştu. Mahkeme İzmir Milletvekili Şükrü, Saruhan Milletvekili Halis Turgut, İstanbul Milletvekili İsmail Canbolat, Erzurum Milletvekili Rüştü, Eski Lazistan Milletvekili Ziya Hurşit, Eski Trabzon Milletvekili Hafız Mehmet, Sarı Edip Efe, Çapur Hilmi, Rasim, Laz İsmail, Gürcü Yusuf, Eski Ankara Valisi Abdülkadir, Kara Kemal, Saruhan Milletvekili Abidin Beylerin idamına karar vermişti. İzmir Mahkemesi’nden sonra, az sonra, siyasî suçluların yargılanması için mahkeme görevine Ankara’da devam etmiş, 26 Temmuz 1926 günü Mithat Şükrü’nün suçsuzluğu ortaya çıkmıştı.

17 Temmuzda Ankara’ya varmış olan İstiklâl Mahkemesi, 18 Temmuzda çalışmalarına Ankara’da devam etti. Ankara’da ittihatçıların duruşması başladı. Sonuçta eski maliye bakanlarından Cavit Bey, Doktor Nâzım, eski Ardahan milletvekili Hilmi, İttihat ve Terakkî Partisi’nin sorumlu sekreterlerinden Nail Bey, Anayasa’yı değiştirmek, kaldırmak, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni devirmek ve zorla görev yapmasını önlemekten idama, bir kısım ittihatçı ise on yıl hapse mahkûm olmuşlardı.10. Rauf Bey sürgüne mahkum edilenler arasındaydı. İzmir suikastının teşebbüs haberini İzmir valisine (Kâzım Bey’e), motorcu Şevki Bey bildirmişti, kendisine altıbinbeşyüz lira mükâfat verilmesi kararlaştırıldı.

1 Hakimiyet-i Milliye, 16 Haziran 1926.

2 Erik Jan Zürcher; Milli Mücadelede İttihatçılık (Çev. Nüzhet Salihoğlu), Ankara, 1987, sh. 255-256, İnönü, İsmet; Hatıralar, İstanbul, 1987, c. II, sh. 210-211.

3 Goloğlu, Mahmut; Devrimler ve Tepkileri, Ankara, 1972, sh. 192-194. Aybars, Ergün; İstiklâl Mahkemeleri, Ankara, 1982, sh. 333.

4 Aydemir, Şevket Süreyya; Tek Adam, Ankara, 1966, c. 3, sh. 277.

5 Hakimiyet-i Milliye (Ankara), 20 Haziran 1926, sayı. 1780. Aybars, Ergün; İstiklâl Mahkemeleri, Ankara, 1982. sh. 333.

6 Hakimiyet-i Milliye, 20 Haziran 1926, sayı. 1780. Aybars, Ergün; İstiklâl Mahkemeleri, Ankara, 1982, sh. 334.

7 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, c. IV, sh, 528. Aybars, Ergün; aynı kitap, sh.335-338.

8 Kocatürk, Utkan; Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi Kronolojisi, Ankara, 1983, sh. 458.

9 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, c. III, sh. 80-81.

10 Ergün, Aybars; aynı kitap, sh. 40-383, Vilatta, Jorge Blanca; Atatürk, Ankara, 1982. sh. 608, Aydemir, Şevket Süreyya; Tek Adam, Ankara, 1966, c. III, sh. 282-290. Bleda, Mithat Şükrü; İmparatorluğun Çöküşü, İstanbul, 1979, sh. 182-188. Zürcher, Erik Jan (Çev. Nüzhet Salihoğlu); Milli Mücadelede İttihatçılık, Ankara, 1983, sh. 255-278.

Prof. Dr. Yücel Özkaya

Kaynak: ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 22, Cilt: VIII, Kasım 1991


 

AKM Belleten – Cumhuriyet Tarihinde Bugün 14 Haziran * Maden Tetkik Arama Enstitüsü (MTA)

Maden Tetkik Arama Enstitüsü (MTA) 14 Haziran 1935 yılında TBMM’de kabul edilen, 22 Haziran 1935 yılında Resmi Gazetede yayınlanan 2804 Sayılı kanunla kurulmuştur.

MTA, Atatürk döneminin önemli bir kuruluşu olarak Türk madencilik sektörünün gelişmesine büyük katkılarda bulunmuştur. Kendi öz kaynaklarımızın en verimli şekilde işletilmesiyle, Türk ekonomisini beslemiş ve dolayısı ile sanayileşme çabalarında itici bir rol oynamıştır.

Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra, kalkınma çabaları içerisinde madencilik konusu da ele alınmış, yeraltı kaynaklarımızın devlet eliyle çıkarılması ve değerlendirilmesi amacıyla, 1933 yılında Ekonomi Bakanlığı’na bağlı “Petrol Arama ve İşletme” ile “Altın Arama ve İşletme İdaresi” adıyla iki bağımsız kurum kurulmuştur.

Daha sonra madenlerimizin gerekli jeoloji ve madencilik yöntemleriyle sistemli olarak araştırılması ve işletilmesi amacıyla 22 Haziran 1935 tarihinde 2804 sayılı yasayla Maden Tetkik ve Arama Enstitüsü kurulmuştur.

Enstitü, kuruluş kanununa göre; yurdumuzun maden ve taş ocakları kaynaklarını aramak, bulmak ve işletmeye uygun olup olmadığını tespit amacıyla gerekli etütleri, kimyasal ve teknolojik analizleri yapmak ve sektöre mühendis, yardımcı personel ve kalifiye işçi yetiştirmekle görevlendirilmiştir.

MTA Enstitüsü önce Ankara Adliye Sarayı karşısında bir apartman katında, herbiri birkaç personelden oluşan Muhasebe, Laboratuvar, Kömür, Petrol ve Diğer Metaller olmak üzere beş üniteli küçük bir kuruluş olarak göreve başlamış bir süre sonra da Akköprü Tesislerine taşınmıştır.

1939 yılına kadar Metal, Kömür ve Petrol grupları olarak çalışmalarını sürdürmüştür. Daha sonra bu grupların harita, çizim, fotoğraf ve atölye işlerini yapmak üzere, Yardımcı Teknik İşler Kısmı (YTİK) kurulmuştur. Bir süre sonra bu grup, bazı jeolog ve prospektörler bu kısımda görevlendirilerek, Saha Araştırma ve Mesaha (SAM) grubu haline getirilmiştir. Metal ve Kömür Grupları da Maden Arama Grubu (MAG) altında toplanarak arama ve etüt işlerini yapmıştır.

1940 yılında Enstitü yeni bir gelişme ile Jeoloji Etütler ve Prospeksiyon (JEP) ile Tahlil ve Tecrübe Laboratuvarları (TTL) ihtisas şubelerini de bünyesine alarak genişlemiştir.

SAM Grubunda jeoloji ve prospeksiyon yerine sondajlı çalışmalar önem kazanmış, yarma çalışmalarında bu gruba verilerek Teknik Ameliyat Grubu kurulmuştur.Daha sonra 1951 de Maden Etüt Şubesi, 1954 te de Jeoloji Şubesi kurulmuştur.

MTA Enstitüsünün hızlı gelişimi karşısında Akköprü Tesisleri de ihtiyacı karşılayamamış, 1967 yılında bugünkü yeri olan Balgat Kampüsü’ne taşınmıştır. Maden Etüt Şubesi’nde bulunan servisler ise ayrı şubeler haline getirilmiştir (Jeofizik Şubesi, Radyoaktif Mineraller ve Kömür Şubesi, Endüstriyel Hammaddeler Şubesi). Aynı zamanda Jeoloji Şubesi bünyesinden Petrol ve Jeotermal Enerji Şubesi, TTL şubesinden ise Teknoloji Şubesi ayrılmıştır. 1969 yılında Plan ve Proje Şubesi, 1972 yılında Makina ve İkmal Şubesi kurulmuştur. Şubeler, 31 Mayıs 1976 tarihinde 7/11801 sayılı kararname ile Daire Başkanlıkları haline getirilmiştir. Aynı kararname ile Fizibilite Etütleri ünitesi Plan ve Koordinasyon Dairesinden ayrılarak Daire Başkanlığı haline getirilmiştir. Ayrıca arazi çalışmalarının daha verimli olmasını sağlamak amacıyla bugün sayıları 12’e ulaşan Bölge Müdürlükleri kurulmuştur. Maden Tetkik ve Arama Enstitüsü Genel Direktörlüğü’nün adı, 13.12.1983 tarih ve 186 sayılı KHK’nin geçici 5 inci maddesiyle ” Maden Tetkik ve Arama Genel Müdürlüğü” olarak değiştirilmektedir.

MTA ülkenin her yerinde etüt yapmıştır. Bu çalışmalar sırasında birçok yeni maden yatakları bulunmuş, bilinen maden yataklarına yeni rezervler ilave edilerek yatakların gelişmesi sağlanmıştır. Bu çalışmalarıyla MTA Türkiye ekonomisine ve yerbilimlerine büyük katkılarda bulunmuştur.

1935-1950 yıllarında öncelikle ülkenin temel ihtiyacı olan petrol konusu ele alınmış Trakya, İskenderun, Adana ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde sondajlı etütler yapılmıştır. Raman ve Garzan bölgelerinde petrol bulunarak rezervleri tesbit edilmiştir. Daha sonra Batman’da günlük kapasitesi 6250 varil olan rafineri inşasını gerçekleştirmek üzere Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı’nın kurulması sağlanmıştır. Bu dönemde MTA’ lılar çalışmalarını çok zor koşullar altında yapmıştır. İlk yıllarda yolların yetersiz olması nedeniyle ulaşımda binek hayvanları kullanılmış, çadırlarda ve köy evlerinde kalınmıştır. Daha sonraki yıllarda, ülkenin her tarafında maden aramacılığına devam edilmiş, bugün kurulu bulunan birçok sanayi tesisinin temel girdisi olan hammadde kaynakları MTA’nın özverili çalışmaları sonucunda ortaya çıkarılmıştır. Dünya çapında rekabet gücüne erişmiş olan Demir-Çelik, Alüminyum, Ferro-Krom, Cam Seramik, Kağıt, Çimento vb. sanayilerimizin temel girdileri olan hammaddelerin tamamına yakınının aranmasında, bulunmasında ve etütlerinin yapılmasında MTA’nın katkısı olmuştur.

Maden aramacılığının yanısıra kuruluşundan başlayarak ülke jeolojisinin ortaya konulmasında önderlik etmiş; ikinci bir okul olarak, ilgili bölümlerden mezun olan yerbilimcilerin gelişmelerine yardımcı olmuştur.

– MTA madencilik çalışmaları yanında sosyal bir kurum olarak da Cumhuriyetimizin gelişmesinde önemli katkılarda bulunmuştur. Bilgi, kültür ve ülke imkanlarını bir bölgeden başka bir bölgeye taşıyarak toplumun kaynaşmasına öncülük etmiştir.

– Köylülerle olan ilişkilerde onlara, madenciliğin ülke kalkınmasında önemi anlatılmış ve maden sevgisi aşılanmıştır.

– Köylüler şantiyelerde çalıştırılmış, onlara geçicide olsa iş imkanı sağlanmıştır.

– Şantiye ihtiyacı için köylüden yapılan alışverişler nedeniyle köylü kendi ihtiyacından fazlasını üretmeye başlamıştır.

– Su çıkan arama sondajları iş bitiminde teçhiz edilerek birçok yörenin içme suyu ihtiyacı karşılanmıştır.

– Özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde okulların açılmasında katkı sağlanmış, yolları yapılmış, MTA mensupları mesai dışındaki zamanlarında bu okullarda eğitmen olarak görev yapmıştır.

– Çalışmalar esnasında yılan-akrep sokmaları ve değişik sağlık sorunlarıyla karşılaşan yöre halkına revirlerde bakılmış ve ilaçları temin edilmiştir.

– Bir bölgedeki çalışmalar tamamlandıktan sonra mevcut hizmet binaları eğitim ve sağlık kuruluşlarına hibe olarak devredilmiştir.

1935 yılında bir apartman katında 38 kişiyle kurulan MTA Genel Müdürlüğü bugün, kuruluş amacına yönelik hizmetleri yerine getirebilecek çok sayıda yetişmiş eleman ile büyük bir iş makinaları parkı ve laboratuvar imkanlarına sahip olarak ülkemize hizmete devam etmektedir.

Kaynak: www.mta.gov.tr

AKM Belleten – Cumhuriyet Tarihinde Bugün 2 Haziran * ETİBANK (Eti Maden İşletmeleri)

Türkiye’de maden, enerji ve bankacılık alanlarında faaliyet gösteren İktisadi Devlet Teşekkülü olarak 2 Haziran 1935 tarih ve 2805 sayılı kanunla kuruldu. 1963’te Etibank’ın Kuzeybatı ve Batı Anadolu elektrik sistemlerine Balıkesir-Bursa enerji nakil hattı bağlandı. Etibank’ın kuruluş kanununun 10. maddesi bankacılık faaliyetlerini yalnız kendi bünyesindeki müesseseler için öngörüyordu. 1955’te 6590 sayılı kanun bu maddeyi kaldırdı. Önce büro, sonra şube niteliğindeki bir nüve, daha sonra, bir bankacılık dairesi kuruldu.1956’da ilk şubeler Pangaltı (İstanbul) ve İskenderun’da açıldı.

Anadolu’nun madencilik potansiyelinin ortaya konulmasına ve işletilmesine yönelik çalışmaların tarih öncesi çağlardan günümüze kadar verilen uğraşın izlerini yurdun her köşesinde görmek mümkün olmaktadır. Türkiye’de madenciliğe yönelik bulgular M.Ö. 7000 yıllarına kadar uzanmaktadır. Doğu Anadolu’dan çıkartılan obsidiyenlerin cilalı taş devrinde takas yoluyla civar kavimlere satışı da dikkate alınır ise dünya madenciliğinde Anadolu medeniyetlerinin önemi çok daha açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır.

Anadolu’nun bereketli topraklarında yaşamış ve madencilikte yükselmiş Eti Uygarlığı’ndan esinlenerek, adını Ulu Önderimiz Atatürk’ün verdiği Etibank (Eti Maden İşletmeleri), Ülkemiz madencilik sektöründe faaliyetleri ile önemli bir yere sahiptir.

Dünya ekonomik krizinin ve ülkemizde kurtuluş savaşının yaşandığı dönemin hemen akabinde, Atatürk’ün çağları aşan ileri görüşü ile sanayileşme ve bunun motoru olan doğal kaynaklar ve finans olgularını bir arada sağlayan Etibank, 14.06.1935 tarihinde 2805 sayılı Kanunla kurulmuş olup 1998 yılının başında yeniden yapılandırılarak Eti Holding A.Ş., Ocak 2004 yılında tekrar yeniden yapılandırılarak Eti Maden İşletmeleri Genel Müdürlüğü adını almıştır.

Kuruluşundan bu yana Etibank için bazı önemli kilometre taşları;

1934 Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk maden yatırımlarından Keçiborlu/Isparta Kükürt İşletmesi kuruldu.

1935 Atatürk’ün direktifi ile ülkemizin yeraltı kaynaklarını işletmek ve değerlendirmek üzere, sanayimizin ihtiyacı olan madenleri, endüstriyel hammaddeleri, enerjiyi üretmek ve her nevi banka muamelelerini yapmak görevi verilen Etibank kuruldu.

1939 Ergani/Elazığ Bakır İşletmesi ve Guleman/Elazığ Krom İşletmesi kuruldu.

1955 Demir madenciliği ve demir-çelik üretimi TDÇİ’ne devredildi.

1957 Kömür madenciliği TKİ’ne devredildi. Üçköprü/Muğla Krom İşletmesi ve Antalya Elekrometalurji İşletmesi kuruldu.

1958 Emet/Kütahya Kolemanit İşletmesi kuruldu.

1959 Küre/Kastamonu Bakır İşletmesi kuruldu.

1960 Halıköy/İzmir Civa İşletmesi kuruldu.

1964 Bandırma/Balıkesir Boraks İşletmesi kuruldu.

1965 Seydişehir/Konya  Alüminyum İşletmesi kuruldu.

1968 Milas/Muğla Boksit İşletmesi kuruldu. KBİ ve Çinkur kuruldu.

1970 Kırka/Eskişehir  Boraks İşletmesi kuruldu.

1972 Şarkkromları/Elazığ Ferrokrom İşletmesi ve Cumaovası/İzmir Perlit İşletmesi kuruldu.

1974 Beyşehir/Konya Barit İşletmesi ve Mazıdağı/Mardin Fosfat İşletmesi kuruldu.

1976 Bigadiç Bor İşletmesi kuruldu.

1979 Kestelek/Bursa Kolemanit İşletmesi kuruldu.

1980 Gümüşköy/Kütahya Gümüş İşletmesi kuruldu.

1982 Kuzey Avrupa piyasasına yönelik pazarlama şirketi AB Etiproducts OY/Finlandiya kuruldu.

1983 Türk madencilik sektörünün yabancı sermaye iştirakli ilk ve en büyük şirketi olan ve Etibank’ın %45 pay ile ortak olduğu Çayeli Bakır İşletmeleri A.Ş./Rize Bakanlar Kurulu Kararı ile kuruldu.

1984 Batı Avrupa piyasasına yönelik pazarlama şirketi Etimine SA/Lüksemburg  kuruldu.

1993 KBİ A.Ş., Çinkur A.Ş. ve Etibank Bankacılık A.O. Etibank bünyesinden ayrılarak Başbakanlık Özelleştirme İdaresi Başkanlığına devredildi.

1994 Ergani Bakır, Keçiborlu Kükürt, Halıköy Civa, Mazıdağı Fosfat İşletmeleri kapatıldı.

1998 Etibank Yeniden Yapılanma Çerçevesinde 1998 yılının başında 26.01.1998 tarihli Bakanlar Kurulu Kararı ETİ HOLDİNG A.Ş. ve  bağlı ortaklıkları , Eti Bor A.Ş., Eti Alümimyum A.Ş., Eti Krom A.Ş., Eti Bakır A.Ş., Eti Gümüş A.Ş., Eti Elektrometalurji A.Ş., Eti Pazarlama ve Dış  Tic.A.Ş., kuruldu.

2000 Bağlı ortaklıklarımızdan,

Eti Bakır A.Ş.

Eti Krom A.Ş

Eti Elektrometalurji A.Ş.

Eti Gümüş A.Ş.

Özelleştirme İdaresine devredildi.

2001 Yüksek Planlama Kurulunun 26.04.2001 tarih ve 2001/T-9 sayılı kararı ile bağlı ortaklıklarımızdan Eti Pazarlama ve Dış Ticaret A. Ş.’nin bağlı ortaklık statüsü kaldırılarak Eti Holding A.Ş. Genel Müdürlüğü’ne devredildi.

2003 Bağlı ortaklarımızdan, Eti Alüminyum A.Ş. ve İştiraklerimizden, Çayeli Bakır İşletmeleri’ndeki hisselerimiz  Özelleştirme İdaresine devredildi.

2004 Eti Holding A.Ş., tekrar yeniden yapılandırma çerçevesinde Ocak 2004 ayında 09.01.2004 tarih ve 2004 / 6731 Sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile Eti Maden İşletmeleri Genel Müdürlüğü olarak değiştirildi. Bu Karara göre Eti Bor A.Ş.nin bağlı ortaklık ve Genel Müdürlük statüsü kaldırılarak; Bandırma Bor ve Asit Fabrikaları İşletme Müdürlüğü, Bigadiç Bor işletme Müdürlüğü, Emet Bor İşletme Müdürlüğü, Kırka Bor İşletme Müdürlüğü ve Kestelek Bor İşletme Müdürlüğü olarak yeniden düzenlendi.

Bugün için Eti Maden İşletmeleri 100 trilyon TL sermayesi ile başta bor mineral ve türevleri üreten Türk Madenciliğinin lokomotif öncü kuruluşudur.

Eti Maden İşletmeleri, ana faaliyet alanı olan bor sektöründe ülkemiz ekonomisine yaptığı katkının daha üst seviyelere çıkarılması ve ayrıca uhdesinde bulunan trona ve nadir toprak elementleri yataklarının ülkemiz ekonomisine kazandırılması için gayret sarf etmektedir.

Etibank, Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu’nun 27.10.2000 tarih ve 24213 sayılı mükerrer Resmi Gazete’de yayımlanan 86 sayılı kararıyla Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’na devredilmiş ve Kurul’un 14.12.2001 tarih ve 24613 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan 13.12.2001 tarih ve 554 sayılı kararında, Etibank’ın bankacılık yapma ve mevduat kabul etme izninin 28.12.2001 tarihi itibariyle kaldırılarak, tasfiyesi öngörülmüştür. Ancak daha sonra alınan Kurul kararı ile Etibank A.Ş.’nin tasfiyesi kaldırılmış ve 05.04.2002 tarihi itibariyle tüm aktif ve pasifleriyle Bayındırbank A.Ş. bünyesinde devren birleştirilen bankanın tüzel kişiliği sona ermiştir.

Kaynak: www.etimaden.gov.tr

AKM Belleten – Cumhuriyet Tarihinde Bugün 31 Mayıs * Üniversite Öğreniminin Düzenlenmesi

Atatürk ve Üniversite Reformu (1933)

Yücel NAMAL, Tunay KARAKÖK
Zonguldak Karaelmas Üniversitesi, Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Bölümü, ZONGULDAK, TÜRKİYE
Anahtar Kelimeler: Atatürk, Üniversite, Reform, Darülfünun, Albert Malche

Öz

Osmanlı döneminde ve Cumhuriyet’ten sonraki on yılda ülkemizdeki tek yükseköğretim kurumu olan Darülfünun, inkılâpçı bir değişim gösteren toplumda tutucu bir karakter taşımakta idi. O dönemde yönetimde bulunan politikacı ve bilim adamları Darülfünun’da yeterince düşünmeyen, sorgulamayan ve eleştirmeyen insanlar yetiştirildiği, bu kurumun ülke sorunlarına tamamen duyarsız kaldığı düşüncesinde idiler. Bizzat Atatürk’ün emriyle, Türkiye’ye çağrılan İsviçreli Profesör Albert Malche’ın verdiği rapor doğrultusunda yükseköğretim sistemimizdeki ilk üniversite reformu yapılmıştır. Çağdaş anlamda bir üniversite oluşturmayı amaçlayan 2252 sayılı Kanun, 1933 yılında çıkarılmıştır. Atatürk’ün gerçekleştirdiği bu reformla, Malche’ın raporu doğrultusunda üniversitede Avrupa modeli yönetim ve eğitimöğretim esas alınmıştır.

Giriş

Eğitim tarihimize baktığımızda, medreselerde pozitif bilimlerin, 17. yüzyılda etkisini kaybetmeye başladığını görmekteyiz. Tanzimat Fermanının ilanıyla (1839), Batı tarzı eğitim kurumlarının açılışına önem verilmiştir. Yüksekokullar, 18. yüzyıl başlarında açılmaya başlamış, 19. yüzyılda ise sayıları artmıştır. 1846 yılına gelindiğinde, yükseköğretime yönelik bir kurumun açılması öngörülmüştür. Darülfünun adı verilen bu kurumda, eğitim 1863’te başlamış, 1933 yılına kadar çeşitli aşamalardan geçerek sürmüştür. Bu kurumun kendinden bekleneni verememesi nedeniyle, reform için rapor hazırlamak üzere, İsviçre’den Prof. Albert Malche getirilmiştir. Hazırlanan raporun şekillenmesi sonucunda, 31 Temmuz 1933’te Darülfünun kapatılarak, 1 Ağustos 1933’te İstanbul Üniversitesi açılmıştır. İstanbul Üniversitesi ile modern bir yükseköğretim yapısı oluşturulmaya çalışılmıştır.

Osmanlı döneminde modern anlamda ilk üniversite olan Darülfünun 1846’da hazırlanan bir layiha ile 1863’de İstanbul’da kurulmuş; çeşitli sebeplerle 1860’lı yılların sonuna kadar birkaç kez kapanıp yeniden açılmıştır. 1900’de yeniden açılan üniversitede (Darülfunun-ı Şahane), öğretim, Abdülhamit rejiminin çekinceleri içinde maarif vekili tarafından gönderilen müfettişler eşliğinde ve denetiminde edebiyat, dünya tarihi, felsefe ve siyaset konularının dışarıda bırakıldığı yüzeysel programlarla yürütülmüştür (Ergin, 1977). 1908’de I. Meşrutiyetin ilanıyla ismi Darülfunun-ı Osmanî olarak değişen üniversitede ders programları yeniden düzenlenerek, zenginleştirilmiştir.

İttihat ve Terakki yönetiminde geçen bu yeni dönemde üniversite kadrolarında 1909’da ciddi bir tasfiye gerçekleştirilmiş, Üniversite topluluğunun bu durum karşısındaki sınırlı tepkisi ise siyasi tehditlerle susturulmuştur (Tunçay, et al, 1984). Darülfunun müderrislerinin hazırladığı mazbata doğrultusunda; Osmanlı Hükümeti, Ekim 1919’da hazırladığı Nizamname’nin 2. Maddesince “ilmi muhtariyet” (bilimsel özerklik) verilmiştir (Timur, 2000; Hatiboğlu, 2000; Ortaylı, 2001). 1921 yılında ise, 493 sayılı yasa ile Darülfünun’a tüzel kişilik ve özerklik verilmiştir. Bu dönem, özgür üniversite geliştirecek potansiyel taşımamıştır. Bir yandan İstanbul Darülfununu, İzmir’in işgaline büyük bir tepki gösterip, protesto toplantısı yaparken, diğer yandan bazı hocalar Kurtuluş Savaşı’na karşı çıkmışlardır. Ancak bu hocalara artan tepki 1922 yılında bir boykota dönüşmüştür. Ankara’nın da desteklediği bu boykot işbirlikçi öğretim üyelerinin Darülfünun’dan uzaklaştırılmasıyla bitmiştir (Timur, 2000).

Tüm bu bilgiler ışığında, bu çalışma, üniversite reformunun nasıl hazırlandığı ve Atatürk’ün reform karşısındaki tutumu, reformun neleri içerdiği, reform ile birlikte nelerin değiştiği, Darülfünun’dan İstanbul Üniversitesine geçişin nasıl olduğu, reform da yabancı öğretim elemanlarının rolünün ne olduğu, reform sonrasında derslerin nasıl olduğu ve yeni üniversitenin öğretim elemanlarının nasıl belirlendiği konularını ele almaktadır.

DARÜLFÜNUN’DAN MODERN ÜNİVERSİTEYE
“Dar” kelimesi her ne kadar Arapça’da ev anlamına geliyorsa da terim olarak okul, mektep anlamı taşımaktadır. Bir yüksek okul olarak ise; Fen Fakültesi manasındadır. Buradan hareketle, bu okula “Darülfünun”(Fenler Evi) adı o günün şartlarında medreseden ayrı bir müessese olduğunu ortaya koymak için verilmiştir. III. Selim, II. Mahmut gibi reform yanlısı sultanlar, medrese türü eğitime ve ulemalara bağlı olmayan bir yüksekokul (üniversite) tipinin gelişebilmesi amacıyla hareket etmişlerdir. Bu gelişme, ilk önce askeri alanda, meslek okulları ve yüksekokul kuruluşlarıyla başlar, daha sonra tıp, ziraat, madencilik, idari bilimlerle genişler. En sonunda 19. yy.’ın ortalarında batıdaki örneklerine göre bir üniversite kurma noktasına gelinmiştir (Widmann, 1981). Bu dönemde Ali ve Fuat Paşalar da bir girişimde bulunmuşlar, Encümen-i Daniş1 adıyla bir akademi kurmuşlardır. 1862’de ise, Cemiyet-i İlmiye-yi Osmaniye’yi2 oluşturmuşlardır (Ortaylı, 2003).

Medreselerin dışında pozitif ilimlerin okutulmasına hendeshane (1734), Mühendishane-i Bahri Hümayun (1774) ve Mühendishane-i Berri Hümayun (1793)’la başlanmıştır (Berkem, 2003). Bu dönemde açılan yükseköğretim kurumlarında amacın öğrencilere bir alanda uzmanlık kazandırmak veya bilimsel araştırma yapmak şeklinde açıklanamayacağı görülür. Açılan okullarda, dönemin yetişmiş insan gücü ihtiyacı en büyük öneme sahiptir. Bu amaçla kurulan okullardan biri de 1827’de de hekim yetiştirmek üzere kurulan Tıphane-i Amire’dir. Bu dödönemde ticaret ve ziraat alanında, ayrıca yabancı dille ilgili dallarda yüksekokullar açılmaktaydı. Mekteb-i Fünun-u Maliye adı altında bir meslek ihtisas okulunun açılmasını isteyen devrin sadrazamı Sait Paşa tarafından devlete iyi ve kaliteli memur yetiştirmek için yatılı bir Ticaret Mektebi açılmıştır. Ayrıca Müze-i Hümayun ve memurlara yabancı dil öğretmek üzere Fransızca beş yıl öğrenim süreli Hariciye Nezaretine bağlı bir Lisan Mektebi ve Ameliyat Ziraat Mektebi gibi kurumlar açılmıştır (Koçer, 1991). O dönemde kurulan bir diğer yüksekokul ise 1859 yılında Tanzimat’ın yeni sistemini yönetecek eleman ihtiyacını karşılamak için kurulan Mektebi Mülkiye’dir3. 1867 yılında kurulan Askeri Tıbbiye içinde Mekteb-i Tıbbiye-i Mülkiye ise, sivil okul olup, İkinci Abdülhamit döneminde ayrı bir yükseköğretim kurumu haline gelmiştir (Yamaner, 1999).

Bu dönemdeki yüksekokullarda dikkat çeken nokta, çoğunun belli bir zaman sonra kapatılmak zorunda kalınmasıdır. Bu okulların kapatılmasındaki nedenler; yüksekokulların hazırlıksız, öğretim araç gereçlerinden ve öğretim elemanlarından yoksun olarak açılması, şeklinde sıralanabilir. Bazılarının Avrupa’nın isteği doğrultusunda ve yeterli altyapı çalışmaları yapılmadan açılmış olması da, bu okulların eğitim öğretime uzun süre devam edememesine neden olmuştur. Buna karşın kuruluşuna gereken önemin verildiği ve bunun için çaba sarf edildiği okulların ise daha kalıcı olduğu gözlenmiştir. Bu okullardan bazılarının kurulmasında, Avrupalı uzmanlardan istifade edilmiştir. Buna örnek olarak, Macar uzman Baron de Tott’un önerileri doğrultusunda kurulan Mühendishane-i Berri Hümayun verilebilir. Daha sonra bu okul İstanbul Teknik Üniversitesi’ne dönüştürülecektir (Koçer, 1991). Bu yüksekokullar dışında bir üniversitenin kurulması için de çalışmalar başlamıştı. Yukarıda belirttiğimiz ayrı ayrı kurulan yükseköğretim kurumları bir çatı altında birleştirilerek, daha sonraki yıllarda açılacak üniversitenin bölümlerini oluşturacaktır. Üniversite kurulmasına ilişkin çalışmalar, Tanzimat Dönemi’nde başlamıştır. Konuyla ilgili dönemin Sadrazamı Sait Paşa’nın girişimleri olmuştur. Üniversite kurmak üzere ilk adım, Mart 1845’de atılmıştır. Meclis-i Vala ulema, asker ve bürokrat sınıfından seçilecek kimselerden Meclis-i Muvakkat adında geçici bir Maarif Meclisi kurulmasını kararlaştırıp, bu doğrultuda eğitim planları hazırlamaya başladı. Çalışmaların yaklaşık on birinci ayında Meclis-i Valaya takdim edilen eğitimin planlaması hakkında layiha da Osmanlı literatüründe ilk defa “Darülfünun” adı ile bir eğitim kurumunun tesisi fikri yer aldığı görülmüştür. Öngörülen ilk hedef devlet hizmetini daha iyi bir şekilde yürütecek memur yetiştirmek olduğu açıkça belirtilmektedir (Semiz, 1999). Darülfünun’un kurulmasında bir diğer amaç; Hükümetin, Tanzimat Fermanı’nın (1839) ilanından sonraki dönemde, Avrupa’nın eğitim alanında bizden beklediği gelişmeleri yerine getirmek istemesidir.

1845’de kurulan Meclis-i Muvakkatın hazırlamış olduğu ve Meclis-i Vala’nın onayladığı ilk rapor eğitim sistemine iki yenilik getirmiştir. Bu yenilikler; eğitimin üç kademeli sisteme geçmesiyle sıbyan ve rüşdiye okullarının yanı sıra bir Darülfünun’un kurulması ve Maarif Meclisi’nin oluşturulmak istenmesidir. Maarif Meclisi’nde, Darülfünun; malumat ve hüsnü ahlâkça mükemmel olmak isteyen ve bütün ilim ve fenleri okumak veya devlet dairesinde çalışmak isteyen herkese gerekli bilgileri sağlayan kurum olarak tanımlanmıştır. Bu meclis, 1846’da Bab-ı Hümayun civarındaki eski cephane binası ve saray arsası üzerinde Darülfünun binası yapılmasını kararlaştırmış ve İtalyan mimar Gaspare Fossati’yle binanın yapımı için anlaşılmıştır (Başar, 1996).

1846 yılında kurulması öngörülen Darülfünun binasının yapımının uzun sürmesi ve gerekli teçhizatın temini için yapılan hazırlıklar nedeniyle yaklaşık on yedi yıl eğitime başlayamamıştır. Darülfünun binasının yapımının uzun sürmesi nedeniyle, derslerin halka açık yapılması kararlaştırılmıştır. Bu birinci Darülfünun’da fizik ve tabii ilimlere ait ilk dersler verilmeye başlanmıştır. İlk ders Derviş Paşa tarafından 300 kadar dinleyici önünde verilmiş olan fizik dersidir (Berkem, 2003). Böylece Darülfünun, Derviş Paşa’nın verdiği Fizik dersiyle, 12 Ocak 1863’te eğitim öğretime başlamıştır (Başar, 1996). Darülfünun’un öncelikli hedefi, her çeşit ilmi ve tekniği öğretmek olarak belirlenmiştir. Darülfünun’un bir diğer hedefi ise, devlet dairelerinde çalışmak isteyenlere gerekli bilgiyi sağlamaktır (Bilsel, 1943).

Uzun süren çabalar sonucunda ve oldukça uzun süren zaman zarfında kurulan Darülfünun çok kısa bir süre eğitim öğretime devam edebilmiştir. Bu ilk Darülfünun’un kapanması Darülfünun binasında çıkan yangınla ilişkilendirilmektedir. Bu olayın ardından, ikinci defa Darülfünun kurma girişimleri başlamıştır. Yapılan çalışmalar sonucunda, 1869 yılında ikinci Darülfünun kurulmuştur.4 Çeşitli nedenlerle dört defa açılıp kapanan Darülfünun en son İstanbul Darülfünun’u adıyla anılmış, ardından İstanbul Üniversitesi kurulmuştur. 2869 tarihli Maarif-i Umumiye Nizamnamesi’nde Darülfünun’a geniş yer ayrıldığı görülür. Bu nizamnamede, Darülfünun’un yapısal düzeni ile işleyişi hakkında bilgiler de bulunmaktadır. Nizamnamenin birinci bölümünün, yüksek öğretime ilişkin kısmında “Darülfünun” başlığı altında elli maddelik bir kısım yer almaktadır. 20 Şubat 1870’de öğretime başlayan ikinci Darülfünun’un getirdiği önemli yenilikler; öğrencilerini seçme sınavı ile alması ve halka pozitif bilim anlayışı aşılamak üzere gece dersleri vermesi şeklinde nitelenmektedir (Kısakürek, 1976). Maarif Nizamnamesinde, her şubenin öğretim süresi üç yıl, müderris olacaklar için dört yıl olarak belirlenmiştir. Okulda, öğretim dilinin Türkçe olacağı, ancak, Türkçe bilmeyen öğretmenlerin Fransızca ders verebileceği belirtilmiştir. Üç yıl süreli eğitimin ardından öğrenciler bitirme tezi hazırlayıp, “şehadetname” alacaktır (Gelişli, 1993).

1872 yılında kapatılan Darülfünun-ı Osmanî’nin yerine 1874’te yapılan hazırlıkların ardından Galatasaray Sultanisindeki yabancı öğretim üyelerinden de yararlanarak edebiyat, hukuk ve fen alanlarında öğretim yapmak amacı ile Üçüncü Darülfünun “Darülfünun-ı Sultani” kurulmuştur (Kısakürek, 1976). Burada edebiyat, fen, hukuk ve ilahiyat mektepleri yer almıştır (Berkem, 2033). Bu kez de Darülfünun-ı Sultani’nin tasarruf gerekçeleri ile 1877’de önce hukuk ve mühendislik daha sonra edebiyat şubesinin de kapanmasıyla okul 1881’de tamamen ortadan kalkmıştır (Gelişli, 1993).

II. Abdülhamit’in tahta çıkışının yirmi beşinci yıl dönümünde Darülfünun’un dördüncü kez kurulması hükümetçe kararlaştırılmış, 14 Ağustos 1900 de yayınlanan bir nizamname ile Darülfünun-ı Şahane kurulmuştur. Darülfünunu Şahane, Meşrutiyetin ilanından sonra yeniden örgütlendirilerek İstanbul Darülfünunu adını almıştır (Kısakürek, 1976). Otuz üç yıl eğitime devam eden, Darülfünun-ı Şahane, 1909, 1919 nizamnameleri ve 1912, 1924 talimatnameleri ile düzenlenerek, 1933 yılına kadar varlığını sürdürmüştür. Darülfünun’un kuruluş amaçları şöyle sıralanabilir: Müslim ve gayrimüslim bütün Osmanlı tebaasının yan yana okuyup yetişebilmelerini sağlamak, yatılı bir okulun eğitim şartları içinde ortak bilgiler ve özellik kazanmalarını sağlamak, buradan mezun olanların batılılaşma yolunda devletin kamu hizmetlerinde yer almalarını sağlamak, medreseler dışında dini gelenek ve etkilerden uzak modern bir üniversite eğitimi yapmaktır (Ergün, 1996).

1914’te Birinci Dünya Savaşı’na giren Osmanlı Devleti, Almanya ile ittifak halinde bulunmaktan yararlanarak, Darülfünun’da büyük bir ıslahata girişmiş, Almanya ve Avusturya- Macaristan’dan pozitif bilim, felsefe ve edebiyat alanları için profesör ve doçentler getirtilmiştir. 1914’e kadarki ikinci ıslahat sırasında, öğretim kadrosu, Tıp Fakültesi müstesna olmak üzere, çoğu Alman olan yabancı profesörlerle Darülfünun’un geniş alanda takviyesi suretiyle Nazır Şükrü Bey’in zamanında teşkilatlanmıştır. Nazır Şükrü Bey, Edebiyat Fakültesine 10, Fen Fakültesine 6, Hukuk Fakültesine 4 Alman profesörü getirtmiş ve bunlar I. Dünya Savaşının sonuna kadar İstanbul’da kalmışlardır (Ergün, 1996).

Darülfünun-ı Şahane, Cumhuriyet dönemine İstanbul Darülfünun’u ismiyle girmiştir. 3 Mart 1924’te çıkartılan Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile Cumhuriyet dönemi’nde eğitim alanında yaşanacak gelişmelerin temeli atılmıştır. Kanunla eğitim öğretimde birlik sağlanması amaçlanmıştır. Darülfünun pozitif ilimlerin okutulduğu bir eğitim kurumu olarak, medreselerin etkisini azaltmış, Tevhid-i Tedrisat Kanunu ise, medreseleri tamamen kaldırmıştır. Kanunda, üniversite eğitiminde geleceğe yönelik pozitif bilimlerin etkisinin artacağına ve eğitimin Maarif Vekâletince yürütüleceğine dikkat çekiliyordu. Darülfünun ise pozitif ilimlerin okutulduğu bir yer olarak medreselerden ayrı bir kurumdur. Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile Darülfünun tek yükseköğretim kurumu olarak daha fazla önem kazanmıştır. Tevhid-i Tedrisat kanunu ile medreselerin bıraktığı boşluğu doldurmak için aynı yıl Darülfünun’a bir İlahiyat Fakültesi eklenmiştir (Korkut, 2005).

Tüm bu gelişmeler, Darülfünun’un yapısı ve işleyişi hakkında öteden beri yapılacak incelemelerin ortaya koyduğu yapısal ve işlevsel değişikliklerin ne kadar gerekli ve doğru olduklarının birer kanıtı şeklindedir. Yapılmasına lüzum görülen değişiklikler yalnız eğitim şekillerine, müfredata has olmayıp fakültelerin kurulmasına ve bütün eğitim kurumlarının yeniden seçilmesine isabet ettiğinden meselenin, bugünkü teşkilatı düzeltmek suretiyle halledilmesi mümkün görülmemiş, yeni ve daha iyi ve esaslı bir müessesenin meydana getirilmesi için mevcut teşkilatın kapatılmasına ve mevcut kadro ile bir intikal devresinin kabul olunmasındaki zaruret takdir edilmiştir. Bu ilga keyfiyeti ve bir senelik muvakkat devre Maarif Vekilliğini yeni teşkilata teşebbüsünde ancak ilmi ve asri esaslar dairesinde serbest bırakılmasını temin etmiş olacaktır (Taşdemirci, 1993).

Darülfünun’un kapatılması ve yerine İstanbul Üniversitesi’nin kurulmasına dair kanun tasarısı, T.B.M.M. Maarif Encümeni 16 karar numaralı 1/705 esas numaralı Maarif Encümeni mazbatasında 24.5.1933 tarihinde yer almıştır (Arslan, 1995).

Atatürk ve Üniversite Reformu
Sakarya Zaferi kazanıldığında Mustafa Kemal Paşa’ya; “İşte zaferi kazandınız, şimdi ne yapmak isterdiniz?” diye soranlara Mustafa Kemal “Milli Eğitim Bakanı olarak memleketimin irfanına hizmet etmek isterdim” cevabını vermiştir (İnan, 1984). Atatürk ölümünden önce 1 Kasım 1937’de TBMM açış konuşmasında Milli Eğitim hakkında adeta bir vasiyet olarak şunları söylemiştir (İnan, 1984):

Büyük davamız, en medeni ve en müreffeh millet olarak varlığımızı yükseltmektir. Bu, yalnız kurumlarında değil, düşüncelerinde temelli bir inkılâp yapmış olan büyük Türk milletinin dinamik idealidir. Bu ideali en kısa bir zamanda başarmak bir fikir ve hareketi beraber yürütmek mecburiyetindeyiz. Bu teşebbüste başarı ancak, türeli bir planla ve en rasyonel tarzda çalışmakla mümkün olabilir. Bu sebeple, okuyup yazma bilmeyen tek vatandaş bırakmamak, memleketin büyük kalkınma savaşının ve yeni çatısının istediği teknik elemanları yetiştirmek, memleket dâvalarının ideolojisini anlayacak, anlatacak, nesilden nesile yaşatacak, fert ve kurumları yaratmak, işte bu önemli umdeleri en kısa zamanda temin etmek, kültür vekâletinin üzerine aldığı büyük ve ağır mecburiyetlerdir. İşaret ettiğim umdeleri Türk gençliğinin dimağında ve Türk milletinin şuurunda daima canlı bir halde tutmak, üniversitemize ve yüksekokullarımıza düşen başlıca vazifedir.

Afet İnan da bu konuda şunları yazmıştır (İnan, 1984): “Onun en çok uğraştığı konulardan biri Milli Eğitim ve Kültür işlerine ait idi. Hatta bazı zamanlar “Eğer Cumhurbaşkanı olmasam, Maarif Vekilliğini almak isterdim” derdi. Zira Atatürk, köklü, eğitimsiz ve kadrosuz çağdaşlaşma ve kalkınma olamayacağı bilincindedir. Bundan dolayıdır ki Atatürk, bir yandan yeni üniversitelerin kurulmasını önerirken öte yandan mevcut üniversiteyi (Darülfünun’u) geniş çaplı bir reform ile düzeltme, modernleştirme gereğini duymuştur. Ne var ki Atatürk üniversiteyle ilgili ilk ciddi çalışmalarını ancak 1930’lardan sonra başlatabilmiştir.

Bu çalışmaların ilki, İstanbul Darülfünun’u gerek eğitim yönünden gerek teşkilat yönünden yenileyecek olan üniversite reformudur (Widmann, 1981).

1923’ten 1932’ye kadar geçen süre içinde, Darülfünun daha doğrusu onun kadrosundaki kimi öğretim üyelerinin, Kurtuluş Savaşı’na ve Cumhuriyet’le başlayan devrime karşı cephe almaları ya da sessiz kalmaları zaman zaman yakınmalara yol açmış ve bazı olaylar doğurmuştu. Bunlardan en önemlisi 30 Nisan–25 Ağustos 1922 tarihleri arasında süren Darülfünun grevidir. Mustafa Kemal’in Anadolu’ya geçişinden başlayarak, ona ve Anadolu direnişine açıkça cephe almış olan İçişleri Bakanlarından Ali Kemal, Darülfünun’da, Avrupa ve Osmanlı Devleti İlişkileri dersini, Sevr Antlaşması’nı imzalamış olan Rıza Tevfik de metafizik derslerini vermekteydi. Kurtuluş Savaşı zaferle sonuçlanırken onların bu görevlerini sürdürmeleri özellikle öğrenciler arasında tepkiler yaratmıştı. Rıza Tevfik’in mart ayı sonlarında Fuzuli hakkında verdiği bir konferansta ünlü şairin Türk olmadığını öne sürmesi dinleyiciler tarafından protesto edilmiştir. 30 Mart 1922’de toplanan Edebiyat Medresesi öğrenci kongresinde, Ali Kemal ve Rıza Tevfik ile birlikte Anadolu karşıtı Peyam-ı Sabah gazetesinde yazıları çıkan Türk Edebiyat Tarihi müderrisi Cenap Şahabettin, İran Edebiyatı müderrisi Hüseyin Daniş ve İngiliz Edebiyatı Tarihi okutan Barşamiyan’ın görevden alınmaları isteğiyle grev (boykot) kararı alınmıştı. Öteki fakülteler (medreseler) öğrencilerinin de katılmasıyla grev, Darülfünun düzeyinde yaygınlık kazanmıştır. Sorun çeşitli aşamalardan geçerek ancak, söz konusu 5 kişinin süresiz izinli sayılıp derslerden alınması ile çözülebilmişti. Böylece grev de sona ermiş ve derslere yaklaşık 4 ay sonra 25 Ağustos 1922’de yani Büyük Taarruz’dan bir gün önce başlanabilmişti (Gürkan, 1971). Greve yol açan nedenler ve Cumhuriyet’in ilanı kimi kişilerce eleştirilirken, Darülfünun’un sessiz kalması doğal olarak Atatürk ve hükümet çevrelerinde Darülfünun’a karşı bir burukluk yaratmıştı. İşte bu sırada Edebiyat Medresesi Müderrisler Meclisi, 19 Eylül 1923’te Yahya Kemal Beyatlı’nın önerisi üzerine Gazi Mustafa Kemal’e “fahri müderrislik” unvanı verilmesini kararlaştırmıştı. O tarihte henüz TBMM Başkanı bulunan Atatürk de bundan ötürü bir telgrafla teşekkürlerini bildirirken, Üniversiteden ve Edebiyat Medresesinden beklediklerini şöyle dile getirmişti: “Türk kültürünün odağı olan fakülteniz onursal profesörlüğüne seçilmemden dolayı kurulunuza teşekkürler ederim. Eminim ki ulusal bağımsızlığımızı bilim alanında fakülteniz tamamlayacaktır. Bu onurlu gelişmenin meydana gelmesini üzerine alan kurulunuz arasında bulunmak bence onur vericidir”. Darülfünun 1 Nisan 1924’te İstanbul Darülfünunu adını alıp katma bütçe ile mali özerklik ve aynı zamanda tüzel kişilik kazanmıştır (Tunçay, ve diğ. 1984).

TBMM’nin 23 Mayıs 1926 tarihli oturumunda Maarif Bakanı Mustafa Necati, Atatürk’ün Darülfünun’a bakışını şöyle açıklamıştır:

Darülfünun doğrudan doğruya bağımsız bir kurumdur. Ulusun manevi gücünün temsilcilerinden biridir. Kabul etmek gerekir ki Darülfünun denen kurum, doğrudan doğruya Maarif Bakanlığının buyruğu altında bir kurum değildir. Eğer gelişigüzel herhangi bir kişi Darülfünun kurumuna şu biçimde, bu biçimde davranın diye emir verecek olursa orada Darülfünun yok demektir.

Ancak bundan 15 gün sonra Darülfünun’da konuşan Mustafa Necati, öğretim kadrosuna şu mesajı vermek gereğini de duymuştu:

Ulusun üniversiteye bağladığı umudu aklı gösterecek güçlü kanıt da sayın müderrislerimizin, öğretmenlerimizin yayınları ve yapıtları olacaktır. Darülfünun, Türkiye’nin bütün aydın takımının bilimsel odağıdır. Buradan çıkacak araştırmalar ve yapıtlar, Türk aydınlarını yükseltecektir. Sizin yapacağınız eserlerdir ki yurt aydınlarına yeni ufuklar açacak ve Türkiye’ye kültür alanında uluslararası bir onur kazandıracaktır. Bir ulusun uygarlık yeteneğine ve yaşam gücünü en yüksek kertede temsil eden kurum Darülfünun olduğu için Darülfünunumuzun her alanda öteki uygar ulusların üniversiteleri düzeyine çıkma zorunluluğunda olduğunu özellikle belirtmek isterim (Turan, 1998).

Bu sözler, hükümetin araştırma ve yayınlara ağırlık verilmesini ve bunlara uluslararası düzeyde bir içerik kazandırılmasını istediği yolunda açık bir uyarı demekti. Çağdaşlaşmaya yönelen Cumhuriyet Türkiye’sinde üniversite de çağdaş düzeyde olmalıydı! Bakanın bu uyarıyı yaptığı günlerde özellikle Edebiyat Medresesi öğretim üyeleri arasında bilimsel araştırmalar konusunda kısır bir tartışma başlamış bulunuyordu. Emin Erişirgil, “İdealistlik Tehlikesi ve Darülfünun” başlıklı yazısında sorunun çok boyutlu olduğu üzerinde durmuştu. Fuat Köprülü ise “Darülfünunun Vazifeleri” başlıklı yazısı (Turan, 1998) ile Erişirgil’e yanıt vermişti. Türkiye’de çağdaş bilimlerin gelişebilmesi için önlem alma düşünülürken, “Bilim alanındaki gerçek durumumuzu bütün acılığı ve açıklığıyla gördükten sonra, ona göre genel ve kesin önlemler almak zorundayız” diyen Köprülü, bunların yarım ve geçici olmaması gerektiğini belirtmişti. Eğitim Bakanlığı müfettişlerinden Avni Başman ise “İlim ve İnkılâp” ilişkilerini ele alan yazısında (Turan, 1998), “Devrim bilimi saygılı olmalıdır” ya da “Devrimler bilimin kurallarına uymak zorunda değildir; bilim, devrimin arkasından yürümelidir” biçimindeki karşıt savların aşırı görüşler olduğunu anımsatmıştı. Devrimlerin bilinçsiz su akımları ve fırtınaları andıran cansız hareketler olmadığını, “bilim” kavramının da çok iyi tanımlanması gerektiğini, endüstri devrimini doğuran etkenin bilim olduğunu hatırlatan Başman, bilgi sahibi olmanın bilgin olmak anlamına gelmediğini, hayat ve devrim ile bilim arasındaki ilişkileri düşünürken abartıya kaçmamak, ılımlı davranmak gerektiğini savunmuştu (Turan, 1998).

İstanbul Darülfünun’a ilişkin bu tartışmalar sürerken Anadolu’da yeni bir üniversite kurulması da önerilmeye başlanmıştı. Avrupa’da tıp yanında antropoloji öğrenimi de görmüş olan Şevket Aziz Kansu, “Türk devrimini Türk gelişmesine dönüştürecek bir Anadolu Üniversitesi” kurulmasının gerektiğini öne sürmüştü5. Bu düşünceyi gerçekleştirmek amacıyla ilimde ve fende ilerlemek için üniversite reformunun yapılması ge- rekiyordu. Çünkü, Cumhuriyet’in Osmanlı’dan devraldığı tek üniversite olan Darülfünun bir türlü Atatürk’ün bu görüşlerine ayak uyduramıyordu. Medrese özelliği aynen devam ediyordu (Irmak, 2001). Bu nedenle Darülfünun 1933’de 2252 sayılı yasayla kapatılmış ve yerine Milli Eğitim Bakanlığına (MEB) bağlı İstanbul Üniversitesi kurulmuştur (Tanilli, 1991).

Atatürk, Malche’in raporu doğrultusunda, İstanbul Darülfünun’un yeniden yapılandırılıp çağdaş bir üniversiteye dönüştürülmesini kabul etmişti. Bu doğrultuda kısa sürede umulan sonucun alınabilmesi için bilimsel özerkliğin kaldırılmasını da uygun bulmuş ve dahası hazırlanan yasa taslağı olan (Turan, 1998) Üniversite Reformu Kanununu şöyle şekillendirmiştir (Irmak, 2001):

İstanbul Üniversitesinin Kurulması hakkında;

Madde 1- İstanbul Darülfünunu ve ona bağlı bütün müesseseler kadro ve teşkilatlarıyla beraber 31 Temmuz 1933 tarihinden itibaren kaldırılmıştır.

Madde 2- Maarif Vekilliği 1 Ağustos 1933 tarihinden itibaren İstanbul’da İstanbul Üniversitesi adıyla yeni bir müessese kurmaya memurdur. Maarif Vekâleti bu üniversitenin teşkilatına ait kanun layihasının en geç 1 Nisan 1934 tarihine kadar Büyük Millet Meclisine tevdi eyler.

Madde 6- Darülfünun kadrosuna dâhil olanlardan kurulacak üniversitenin muvakkat kadrosuna alınacak müderris ve muallimler ile bunların muavinleri ve asistanlar 1931 senesi Darülfünun bütçe kanununun 10 uncu maddesine göre Darülfünuna verilmekte olan maaşlarını alırlar.

Madde 7- Maarif Vekilliği İstanbul Üniversitesinde bir telif tercüme heyeti kurmağa yetkilidir.

Madde 12- İstanbul Darülfünunu ile ona bağlı müesseselere ait bütün kanunlar ve hükümler 31 Temmuz 1933 tarihinden itibaren kaldırılmıştır.

Madde 13- Bu kanun 1 Haziran 1933 tarihinde yürürlüğe girer. Bu kanunu Bakanlar Kurulu yürütür.

Bizzat Atatürk’ün direktifleriyle Türkiye’ye çağrılan İsviçreli Profesör Albert Malche’ın verdiği rapor (Ataünal, 1993) doğrultusunda yükseköğretim sistemimizdeki ilk üniversite reformu yapılmıştır. Malche’nin Maarif Bakanına verdiği raporda saptanan aksaklıkların başlıcaları şunlardı:

Türkçe bilimsel yayınlar yeterli değildir- Müderrislere ve muallimlere ödenen ücretler azdır; bu nedenle onlar yan görevler almaya yönelmekte, bu da öğretimin düzeyini düşürmektedir. Dersler eskimiş kuramsal yöntemlerle verilmektedir. Bu bilgiler pratiğe dönüştürülmemekte, uygulama yapılmamaktadır- Öğretim kadrosunun yabancı dil bilgileri yetersizdir- Bu ortamda geleceğin öğretim üyelerine yetiştirmeye olanak yoktur.

Malche, bu saptamalarının ardından, “Bir devlet darülfünunu için bilimsel özerkliğin güvence altına alınması ne kadar iyi ise, darülfünunun yönetim ve öğretim kurullarının seçilmesinde, hükümetin sorumluluğu da o derece uygundur. Özerkliğin, bir tür uzaklaşış ve kendi kendine kalış niteliği almasını engel olmak gerekir” diyerek bilimsel özerklik kavramını sorgulamıştı. Aynı zamanda müderrislerin kendi meslek arkadaşlarından oluşan kurullarca seçilmeleri sistemine son verilmesini önermişti. “ İlgililer fena yargıçlardır. Bu konuda yetki meslek arkadaşlarına değil, bakanlığa ait olmalıdır. Görevden alma yetkisi de atamayı yapan makama aittir” diyordu. Bu önerilerin bilimsel özerkliğin kaldırılması anlamına geldiği açıktı (Turan, 1998). Atatürk de kendisine sunulan raporu, Malche’in belirttiği gibi çağdaşlaşmaya yönelen Türkiye’nin ana sorunlarından birine ışık tutan bir metin olarak dikkatle okumuştu. Raporda yer alan görüş ve saptamalara ilişkin olarak sıra numarası verip 81 not yazması ve ayrıca genel bir değerlendirme yapması bunu göstermektedir. Bu notlardan önemli olanları şöyle sıralanabilir (Turan, 2008):

7) Emin’in (Rektör) en mühim vazifesi ilmi meselelere tealluk eder; idare işleri için bir memur lazım.

8) İstanbul Darülfünun’u kendisini şuurlu bir şekilde muayyen bir noktaya sevk eden ilmi ve fikri bir hızdan nasibedar değildir (nasibini almamıştır). Birkaç sene için teveccüh edilecek istikameti (dönülecek yönü) vekâlet tespit etmeli.

Fakülte Reislerinin (Dekan) müşterek ve devamlı çalışmaları Emin tarafından temin olunmalı.

10) Darülfünun’un en büyük zaafı, şahsi mülahaza (kişisel düşünce) ve araştırmaya sevk eder tarzda tedris (öğretim) yok. Ansiklopedik malumat veriliyor.

12) Darülfünun’un hocaları yoktur. Şimdilik hariçten getirmek lazımdır. Ondan sonra da kendi çocuklarımızı ecnebi üniversitelerinde yetiştirmek lazım.” Atatürk bunlarla da yetinmeyip “Notlardan Sonra 8 Esaslı Not” başlığı altında Machle’in raporundan çıkartılması gereken noktaları daha da açıklayan oldukça uzun bir değerlendirme de yapmıştı: Bu değerlendirmenin en çok dikkati çeken kısmı, Machle’in raporunda Türkiye’de bir yükseköğretim kurumu kurulması için bazı nasihatlerde, önerilerde bulunduğu, oysa sorunun bir kültür planlaması olduğunu vurgulayan şu satırlar olmalıdır (Turan, 2008):

Okuduğumuz rapor bir bakıma güya Türkiye’de bir âli tahsil müessesesi (yükseköğretim kurumu) kurmak için nasihatleri ihtiva ediyor; hâlbuki hakikatte bütün Türkiye’ de bir kültür programının ne olmasına, nasıl olmasına işarettir. O halde bizim için İstanbul Darülfünunu’nu ne yapalım diye bir mesele mevcut değildir. Bizim için, bütün Türkiye’de nasıl bir kültür planı yapalım, mesele budur. İşte biz, yalnız ve ancak biz, mudil (karmaşık) bir mesele karşısındayız ve onu behemehâl halletmek mecburiyetindeyiz. Bu mesele vazıh surette hallolunmadıkça İstanbul Darülfünunu’nun ıslahından bahsetmek ayıptır, abestir, bîmanadır (manasızdır).

Raporda, 1932’de Darülfünun’da 88 müderris (profesör), 36 müderris muavini (doçent), 4 lektör, muallim (okutman), 72 asistan olmak üzere toplam 240 öğretim üye ve yardımcısı bulunduğu da belirtilmişti. Buna karşın öğrenci sayısı 2.500 idi. Müderrislerden 13’ü İlahiyat Medresesi kadrosunda bulunuyordu ama o medresenin hiçbir öğrencisi yoktu. Malche, raporunu, “ Darülfünun sorunu aslında Türkiye’nin düşünsel, manevi, hatta geleceği sorunudur” diye noktalamıştı (Turan, 1998).

Cumhuriyet’in ilanı ile Türkiye’de önemli sosyo-ekonomik reformlar yapılmış, ancak Darülfünun beklenen ilerlemeyi gösterememiş, devrimlere karşı olumsuz tutum takınmış, ciddi ve toplum yararlı bilimsel çalışmalar yapılmamış, “Resmi devlet ideolojisini yansıtamadığı ve suskun kaldığı için rejimle ihtilafa düşmüştür (Öncü, 2002).”

Maarif Vekili Dr. Reşit Galip 1 Ağustos 1933 tarihinde yeni İstanbul Üniversitesi’nin açılış töreninde yaptığı konuşmasında Darülfünun’a karşı gelişen hoşnutsuzluğu şöyle dile getiriyordu (Hirsch, 1950):

Memlekette büyük politik ve dalgalanmalar olmaktaydı. Üniversite (Darülfünun) bunun karşısında tarafsız seyirci rolünü sürdürdü. İktisat alanında önemli değişmeler olmaktaydı. Darülfünun bunlarla tamamen ilgisiz görünüyordu. Hukukta köktenci değişiklikler yapıldı. Darülfünun yalnızca yeni kanunları ders programlarına almakla yetindi. Yazı reformu yapılmış, dilin özleştirilmesi hareketi başlamıştı; Darülfünun bununla hiçbir surette ilgilenmiyordu. Yeni bir tarih değerlendirilmesi ulusal bir hareket anlamında bütün ülkeyi sarmıştı. Darülfünun’un buna karşı ilgisini uyandırmak için, üç yıl beklemek ve çabalar sarf etmek gerekti. İstanbul Darülfünunu en sonunda sustu, kendi kabuğuna çekildi ve adeta bir ortaçağ yalıtılmışlığıyla dış dünyadan tamamen koptu.

Oysa Atatürk gerçek yol göstericinin ilim ve fen olduğunu vurguladığı sözlerinde bilimin nasıl olması gerektiğini şöyle vurgulamıştır (Kocatürk, 1999):

… Yalnız, ilmin ve fennin yaşadığımız her dakikadaki safhalarının gelişmesini kavramak ve ilerlemelerini zamanında izlemek şarttır. Bin, iki bin, binlerce sene evvelki ilim ve fen dilinin çizdiği kuralları, şu kadar bin sene sonra bugün, aynen uygulamaya kalkışmak, elbette ilim ve fennin içinde bulunmak değildir.

Böylece çağdaş anlamda bir üniversite oluşturmayı amaçlayan 2252 sayılı kanun 1933 yılında çıkarıldı. Bu kanunla İstanbul Üniversitesi ve ona bağlı olarak Tıp, Hukuk, Edebiyat, Fen Fakülteleri kurulmuştur. Atatürk’ün üniversite reformu genellikle Alman Üniversite modeline göre yapılmıştır. Bu yıllarda, faşist Alman diktatörü Hitler’in zulmünden kaçan pek çok değerli bilim adamı, en özgür ülke saydıkları Türkiye’ye sığınmaya başlamışlardı. Bu büyük bilginleri başka ülkelere kaptırmamak ve bundan sonra gelecekleri de barındırmak için, onların Türk üniversitesine alımları sağlanmış ve çalışabilecekleri ortam hazırlanmıştır. Bu bilginlerle yapılan anlaşmalarla tespit edilen plan şu idi: Bu bilginler kısa zamanda Türkçe öğrenecekler ve derslerini Türkçe vereceklerdi. Beş, on yıl içerisinde Türk doçentler yetişmiş olacak ve kürsüleri devralacaktı. Fakat uygulama ancak kısmen başarılı oldu. Çünkü Alman bilginleri arzu edilen süre memlekette tutmak mümkün olmadı. Öte yandan, bu hocaların yerini alacak birçok değerli doçentlerin tam zamanlı olarak üniversiteye bağlanmaları sağlanamadı. Bununla beraber üniversitenin verimi Darülfünun devrinin kat kat üstündedir. Batı bilim âleminin tanıdığı ve orijinal araştırmaları klasik kitaplara geçmiş ilim adamlarımız yetişmiştir (Irmak, 2001). Türkiye’ye gelen Yahudi asıllı bilim adamlarının ülkemizde bilimsel ve çağdaş demokratik esaslara dayalı bir üniversite kurulmasında büyük katkıları olmuştur. Dönemin Milli Eğitim Bakanı olan Dr. Reşit Galip’in 6 Temmuz 1933 tarihinde göçmen bilim adamlarıyla imzalanan anlaşma sırasında söylediği sözler 1933 Üniversite reformunun üniversitelerimizdeki çağdaşlaşma ve bilimselliğe katkılarını çok açık biçimde ortaya koymuştur (Hirsc, 1950):

500 yıl önce İstanbul’u aldığımızda, Bizans’ın önde gelen bilim adamları ve sanatçıları ülkeyi terk ettiler. Bunlardan birçoğu İtalya’ya gitti ve orada Rönesans’ı başlattı. Şimdi Avrupa’nın aldıklarını bize geri vermesinin zamanı gelmiştir. Vatanımıza yenilikleri getirmenizi, böylelikle çağdaş düzene ayak uydurmamızı sağlamanızı ve yeni nesile çağdaş bilimde ilerleme yolunu göstermenizi umuyor, milletçe teşekkür ve saygılarımızı sunuyoruz.

Çağdışı kalan yaşlı bazı Darülfünun hocaları yeni kurulan Üniversite’nin dışında bırakıldılar. Diğer taraftan Üniversitede boşalan kadrolar Alman, Macar, Avusturyalı profesörlerle doldurulmuştur6. Bilimsel çalışmalar ve rütbeler düzenlenmiş, Almanya’dan gelen bilim adamları II. Dünya Savaşı bitinceye kadar Türkiye’de kalmış, bir bölümü sonradan Amerika’ya veya eski vatanlarına dönmüştür. Ayrıca bu profesörlerden bazılarının Türkiye’den ayrıldıktan sonra da Türkiye’deki asistanlarıyla ölümlerine kadar bağlarını sürdürmüşlerdir. Bir bölümü ise Türk vatandaşı olarak ölünceye kadar Türkiye’de yaşamıştır. İstanbul Üniversitesi’nde görev alan yabancı öğretim elemanlarından olan Gerhard Kessler anılarında Türkiye’ye kabul edilmesiyle ilgili olarak övgü dolu şu sözleri dile getirmişlerdir (Hanlein, 2006): “Asil ve şövalye ruhuna sahip Türk ulusuna bana bu imkanı tanıdıkları için ebediyen müteşekkir kalacağım” demiştir.

Yeni üniversitenin kurulması, bütün araştırma ve kültür sorununu çözmedi. Ancak, Türk biliminin temelini kurmuştur. Atatürk üniversite reformu ile gerçek bilgiye kapımızı açan üniversite reformunun getirdiği yenilikleri şöyle özetlemektedir (Irmak, 2001):

1. İlmi ve idari özerklik sağlanmıştır.
2. Akademik kariyer, kanunla nizamlanmıştır.
3. Üniversitelerin, katma bütçe ile idaresi sağlanmıştır.
4. Bütçeleri, eskisi ile kıyaslanmayacak bir seviyeye ulaştırılmıştır.
5. Her dalda öğretim elemanı yetişmiştir.
6. Öğretim ve araştırma araçları arttırılmıştır.

Söz konusu “kültür programı”nın saptanması için öncelikle dünyaca tanınmış bilginleri Ankara’ya çağırıp görüşlerini almak gerektiğini ve üniversite sorunu denince ilkokullardan başlayarak bütün öğretim kurumları ile birlikte ele almanın zorunlu olduğunu belirten Atatürk, bir üniversite açılması için öncelikle altyapının tamamlanmasının şart olduğunu da belirtmiştir (Turan, 1998).

Şüphesiz Türk ilk mektepleri, Türk orta ve lise mektepleri, Türk yüksek camiası (topluluğu) için Türk yüksek camiasının istediği evsafta talebe yani muhatap, zekâ, ilim, fen, hülasa insanlık kabiliyeti yetiştirdikten sonradır ki Türkiye’nin şûrasında burasında ve her yerinde üniversite enstitülerinden bahs olunabilir (Turan, 1998).

Bütün bunlardan sonra yapılması gerekeni de 2 madde olarak şöyle özetlemişti (Turan, 1998):

1) İstanbul Darülfünunu lağvolunmuştur; yerine İstanbul Üniversitesi tesis olunacaktır (kurulacaktır).
2) Bunun tesisine Maarif Vekili memurdur.”

1 Kasım’da TBMM’nin yeni çalışma yılını açarken yaptığı konuşmada varılan kararı şöyle açıklamıştı: “ Üniversite kurulmasına verdiğimiz önemi belirtmek isterim. Yarım önlemlerin kısır olduğundan kuşku yoktur. Bütün işlerimizde olduğu gibi eğitimde ve kurulan üniversitede de kökten önlemler yürütmek kesin kararımızdır.” Hükümetin de aldığı kararla raporun uygulanmasına geçildiğinde Maarif Bakanlığında bir değişikliğe gidilerek Esat Sagay’in yerine genç ve dinamik Dr. Reşit Galip getirilmişti. Yeni düzenlemeye esas olarak hazırlanan yasa tasarısı da 31 Mayıs 1933’te TBMM ‘de kabul edilmişti. Yasaya göre İstanbul Darülfünunu 31 Mayıs 1933 tarihiyle kapatılıyor ve onun yerine 1 Ağustos 1933’te İstanbul Üniversitesi kuruluyordu. Bayındırlık Bakanlığına bağlı olan İstanbul’daki Yüksek Mühendis Mektebi (bugünkü Teknik Üniversite) de kurulan üniversitenin kapsamına alınıyordu. İstanbul Üniversitesi Maarif Bakanlığı’na bağlı olacaktı. Yasa bir yıl süreyle geçici öğretim kadrosunun bakanlarının kadro dışı bırakılmalarına olanak sağlıyordu (Turan, 1998). Uygulamanın esaslarını saptayabilmek için de bir komisyon kurulmuştu. Bunda matematik profesörü Kerim Erim, Bakanlık Müsteşarı Salih Zeki ile bakanlık müfettişleri Avni Başman ve Rüştü Uzel görev almışlardı. Komisyon, emeklilik yaşını 60 olarak saptamıştı. Öğretim üyelerinin tüm çalışmalarını üniversiteye vermeleri, dışarıda muayenehane açmamaları ilkesi de kabul edilmişti. Kadroda kalacakların belirlenmesinde bilimsel yetenekleri ile o zamana kadar yaptıkları yayınlar ve araştırmalar ölçüt alınacaktı.

Böylece yeni düzenlemesiyle 18 Kasım 1933’te öğretime başlayan üniversitede eski öğretim kadrosundan birçoğuna görev verilmediği görülmüştü. Ancak bunların sayıları hakkında verilen rakamlar birbirini tutmamakta, 92’den başlayarak 157’ye kadar çıkarılmaktadır. Bu düzenlemede bilimsel ölçütler yanında kimi kişisel değerlendirme ve sürtüşmelerin de etken olduğunu kabul etmek gerekir. Her ülkede görülebilen bu insancıl zaafları tümüyle ortadan kaldırma olanağı ne yazık ki şimdiye kadar da bulunamamıştır. Darülfünun’un Üniversite’ye dönüştürülmesinden sonra, 1934’te bazı derslerin programdan çıkartılması ya da birleştirilmesiyle aralarında Prof. Tevfik Sağlam’ın da bulunduğu 5 kişi daha açıkta bırakılmıştı. Sayısı azalan öğretim kadrosunu güçlendirmek için Malche’in öngördüğü ve Atatürk’ün de rapora yazdığı notlarda belirttiği gibi yabancı uzmanlar getirtilmişti. O yıllarda Nazi Almanyasında Adolf Hitler’in üstün ırk anlayışı ile Germen olmayanlara karşı giriştiği kampanya, kendi alanlarında ün yapmış olan birçok Alman vatandaşı bilim adamının yapılan çağrıyı kabul ederek Türkiye’de görev almalarına olanak hazırlamıştı. Bunların üniversite öğretim kadrolarında ve benzeri kuruluşlarda görev almaları kabul etmek gerekir ki, Türkiye’de bilimsel anlayış ve araştırmalara büyük bir canlılık getirmiştir. İstanbul Üniversitesi’nin kurulduğu 1933’te başkent Ankara’da da üniversite düzeyinde bir başka yükseköğretim kurumu öğretime başlamıştı: Yüksek Ziraat Enstitüsü ülke kalkınmasında öncelik tarıma ve tarımsal endüstriye verilince bu alanda gerekli uzmanları ve elemanları yetiştirme sorunu da ele alınmıştı. İlk aşamada İstanbul Halkalı’daki Ziraat Mekteb-i Âlisi kapatılarak Ankara’da bir Yüksek Ziraat Mektebi açılmıştı (1930). Bunun da yeterli olmadığı anlaşılınca daha yüksek düzeyde eğitim-öğretim verecek Yüksek Ziraat Enstitüsü kurulmasına ilişkin bir yasa çıkartılmıştı (10 Haziran 1933). Büyük çapta Alman öğretim üyelerinin görev aldıkları enstitü, Cumhuriyet’in 10. yıldönümünde (30 Ekim 1933) kurulmasında büyük çaba gösteren Başbakan İnönü’nün bir konuşması ile öğretime başlamıştı. Bu üniversite 4 fakülteden oluşan Yüksek Ziraat Enstitüsü Tarım Bakanlığına bağlı olarak kurulmuştu. Daha sonraki yıllarda üniversiteler içerisindeki yerini alacaktı (Turan, 2008).

Söz konusu düzenleme ve kuruluşlardan sonra sıra Ankara’da kurulması öngörülen üniversiteye gelmişti. Atatürk’ün Malche’in raporunu okurken yazdığı görüş doğrultusunda başkentte kurulmasına karar verilen üniversitenin ilk fakültesi olan ve Dil Tarih-Coğrafya Fakültesi 9 Ocak 1936’da öğretime başlamıştı. Böyle bir fakültenin açılmasında görev alacak elemanları yetiştirmek amacıyla 1926’dan başlayarak Avrupa’daki çeşitli üniversitelere öğrenci gönderilmişti. Onlardan birçoğu öğrenimlerini bitirerek hatta doktoralarını da vererek yurda dönmüşlerdi. Özel uzmanlık alanlarına ilişkin dersler için de Almanya’dan çağrılan profesörlerden yararlanılmıştı. Böylece daha ilk aşamada sayısı 20’yi aşan bir öğretim kadrosu sağlanmıştı. Açılacak fakülteye Dil ve Tarih-Coğrafya adının verilmesini de doğrudan doğruya Atatürk önermişti. Çünkü 1935 Haziranında kabul edilen yasada, fakültenin şu 2 amaçla kurulduğu belirtilmişti (Turan, 1998):

a) Türk kültürünü bilgi yöntemiyle işleyecek bir inceleme ve araştırma kurumu oluşturmak,
b) Öğretim kurumlarına, ulusal dil ve tarihin bilimsel ve en yeni anlayışlarına göre hazırlanmış öğretmenler yetiştirmek.

Malche’in raporunu vermesinin ardından Falih Rıfkı, Hâkimiyet-i Milliye’deki “Darülfünun” başlıklı yazısında (21 Temmuz 1932), “Darülfünun dahi Türk inkılâbına dair on seneden beri henüz bir tek sayfa telif etmemiştir (yazmamıştır)” diyerek sorunun Yeni Türkiye için çok önemli olan bir başka yönüne değinmişti. Bu durum Atatürk ve Mustafa Necati’nin Darülfünun’dan beklentilerinin gerçekleşmemiş olduğunu göstermiştir (Turan, 1998)

Sonuç

Tanzimat Dönemini (1839–1856) takip eden yıllarda, Türkiye’de Avrupa’nın bilimsel ve kültürel gelişmelerini değerlendirecek kişi ve kurumlara ihtiyaç duyulmuştur. Bu doğrultuda, Avrupa tarzı eğitim kurumları açılmak istenmiştir. Eğitimde ilk kademeden başlanarak, yükseköğretime doğru bir yenilik hareketi başlamıştır. 1845 yılına gelindiğinde, Meclis-i Vala’da alınan karar sonucunda, bir üniversite kurulması gündeme gelmiştir. 1845’te açılan bu eğitim kurumunda, çeşitli nedenlerle on sekiz yıl eğitim öğretim başlayamamış, ilk ders 1863’te verilebilmiştir. 19. y.y.’ da açılan yüksekokullardan farklı olarak, üniversite seviyesinde kurulan bu okula, Darülfünun ismi verilmiştir. Cumhuriyetin ilanı sonrasında Darülfünun, yaklaşık on sene kadar varlığını devam ettirebilmiştir. Cumhuriyetin ilk yıllarında eğitimin ilk kademelerine yönelik inkılâplara yer verilmiştir. Ayrıca halk eğitimine önem verilmiş, okuma yazma seferberliği başlatılmıştır. Cumhuriyetin kurulmasıyla yalnız eğitim alanında değil, hemen her alanda inkılâp hareketleri yaşanmıştır. Bu inkılâpların gençliğe aktarılması ve benimsetilmesi için eğitim kurumları önemli görevler üstlenmiştir. Cumhuriyet döneminde, 3 Mart 1924 tarihinde, Tevhid-i Tedrisat Kanununun yayınlanmasıyla eğitimde yaşanacak gelişmelerin temeli atılmıştır.

1930’lu yıllarda Darülfünun’a yönelik eleştiriler artmış, bu eleştiriler mecliste de dile getirilmeye başlanmıştır. Eleştirilerden en önemlisi, Darülfünun’un dışarıdaki gelişmelere karşı duyarsız olması ve kendi içinde sorunlarının artmasıdır. Öğretim elemanları arasındaki çekişme, Darülfünun’da özerkliğin uygulaması sırasında yaşanan sıkıntılardan kaynaklanmıştır. Osmanlı Devleti’nin bilim ve fende, siyasi ve sosyal alanlarda ileri olduğu dönemlerde, Avrupa, Osmanlıdaki bu gelişmeleri takip ederek, belli bir noktaya ulaşmıştır. Osmanlı Devleti ise, Avrupa’daki yenilikleri takip edememiş, bu durum Darülfünun’da da görülmüştür. Darülfünun’a yöneltilen eleştiriler sonunda, Darülfünun’da reform hazırlanması amacıyla bir uzmanın getirileceği konusu basında yer almıştır. Darülfünun’da inceleme yapmak ve bir rapor hazırlamak üzere, Türk Hükümeti’nin talebiyle, İsviçre’den eğitim bilimci Prof. Albert Malche getirilmiştir. 1932 senesinin Ocak ayında Türkiye’ye gelen, Malche Darülfünun ile ilgili tespitler yapmış, Darülfünun’da eğitimin istenilen düzeyde olamamasının nedenlerini araştırmıştır. Bu rapor doğrultusunda üniversite reformu için çalışmalar başlamıştır. Yaklaşık bir sene sonra, 1933 yılında Üniversite Reformu yapılmıştır. Bunun sonucu olarak, Darülfünun bütün fakülteleri ile beraber, 31 Temmuz 1933 tarihinde kaldırılmış ve yerine 1 Ağustos 1933 tarihinde İstanbul Üniversitesi açılmıştır.

Cumhuriyet döneminde sosyal, hukuki, siyasal alanda ve eğitim alanında, ilmi rehber edinen çok önemli inkılâplar yapılmıştır. Bu inkılâplar genç Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceğini şekillendirecek ve onu çağdaş devletler içinde saygın bir konuma yükseltecek atılımlardır. Bunları planlayacak ve uygulayacak kadroları yetiştirecek olanlar da muhakkak ki üniversitedir. Çağdaş ve modern prensipler üzerinde kurulmuş olan devletimizin üniversitesi de çağdaş ve modern olacaktır. Cumhuriyet sonrasında üniversite eğitiminin yeniden düzenlenmesi ve yapılan reformlar bu amacı gerçekleştirmeye yöneliktir. Gelişmiş ülkelerin birikimlerinden yararlanılmak amacıyla sahasında tanınmış ilim adamları ülkemize davet edilmiş ve üniversitede görevlendirilmişlerdir. Bugün Türkiye’nin hemen her yerinde bir üniversite varsa, bunlar Atatürk’ün kurduğu ilk üniversiteden doğmuştur. Üniversite tarihinde 1933 Üniversite Reformu “reform” ifadesi geçen ilk ve tek uygulama olmasına karşılık, daha sonraki yıllarda da üniversitede düzenlemelere gidilmiştir. 1946 yılında 4936 sayılı kanun yürürlüğe girmiş; 1960 senesinde 114 ve 115 numaralı kanun maddelerinde değişiklik yapılmış; 1973’te 1750 sayılı kanun, 1982’de ise 2547 sayılı YÖK kanunu üniversite tarihinde yapılan önemli uygulamalar olarak yerini almıştır.

1933 Üniversite Reformu’nun üniversite tarihinde ayrı bir yeri ve önemi vardır. Üniversite alanında ilk ve köklü bir çalışma olan Üniversite Reformu bu yönüyle üniversite ile ilgili Cumhuriyetin ilerleyen yıllarındaki değişimlere öncülük etmesi bakımından ve belki de diğer kanunların oluşumunu etkilemesi açısından daha büyük bir önem arz etmiştir. Bir diğer noktada diğer yenilik hareketlerinden farklı olarak içinde reform ifadesi geçen ilk düzenleme olmasıdır. Ayrıca yabancı bir öğretim üyesinden istifade edilerek gözlemlerinin hayata geçirilmesi ile oluşması diğer önemli bir noktadır. Son olarak ise tüm bu bilgiler ışığında, Üniversite Reformu ile birlikte Cumhuriyetin ilk yıllarında açılan İstanbul Üniversitesi (1933), Yüksek Ziraat Enstitüsü (1933), İstanbul Teknik Üniversitesi (1944), Ankara Üniversitesi (1946) ile enstitüler ve yüksek okullar ülkemiz yükseköğretim yapısının temelini oluşturmuştur.

Kaynaklar

1) Arslan, A. (1995). Darülfünundan Üniversiteye, İstanbul: Kitabevi.

2) Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri (1961), Cilt I, 2. Baskı, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları.

3) Ataünal, A. (1993). Cumhuriyet Döneminde Yükseköğretimdeki Gelişmeler, Ankara: MEB Yükseköğretim Genel Müdürlüğü Yayını.

4) Başar, E. (1996). Türk Yükseköğretim Sisteminin Dünü Bugünü Yarını, Eğitimimize Bakışlar I, Editör: İlhami Fındıkçı, İstanbul: Kültür Koleji Eğitim Vakfı Yayınları

5) Berkem, A. R. (2003). Yeni İstanbul Üniversitesi 70 Yaşında- Reformdan Bugüne Üniversitelerimiz, İstanbul: İstanbul Üniversitesi Yayınları

6) Bilsel, C. (1943). İstanbul Üniversitesi Tarihi, İstanbul: Kenan Matbaası.

7) Ergin, O. N. (1977). Türk Maarif Tarihi, Cilt. 3–4.

8) Ergün, M. (1996). II. Meşrutiyet Devrinde Eğitim Hareketleri (1908–1914), Ankara: Ocak Yayınları

9) Gelişli, Y. (1993). 1933 Üniversite Reformu ile 1981 Üniversite Reformunun Tarihi Perspektiv İçinde Karşılaştırmalı Analizi, Eğitim Programları ve Öğretim, Ankara: Milli Eğitim Basımevi.

10) Gürkan, K. İ (1971). Darülfünun Grevi, İstanbul.

11) Hanleın, A. (2006). Gerhard Kessler: Türkiye’de Sürgün Bir Alman Sosyal Politikacı, (Çev: Alpay Hekimler, Çalışma ve Toplum, 2006 / 2, s. 39.

12) Hatiboğlu, T. (2000). Türkiye Üniversite Tarihi, İkinci Baskı, Ankara: Selvi Yayınları.

13) Hirsch, E. (1950). Dünya Üniversiteleri ve Türkiye’de Üniversitelerin Gelişmesi, No: 23, I. Cilt, Ankara: Ankara Üniversitesi Yayınları.

14) Irmak, S. (2001). Atatürk Devrimleri Tarihi, İstanbul: Yapı ve Kredi Bankası Yayınları.

15) İnan, A. (1984). Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler, Dördüncü Baskı, Ankara: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.

16) Kafadar, O. (2000). 1933 Üniversite Reformu’nun Felsefe Eğitimine Etkileri, Felsefe Dünyası, 31, (1), s. 49.

17) Kısakürek, M. A. (1976). Üniversitelerimizde Yenileşme – Programlar ve Öğretim, Ankara: Ankara Üniversitesi Basımevi.

18) Kocatürk, U. (1999). Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, Ankara: Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi Yayını.

19) Koçer, H. A. (1979). Türk Üniversitelerinde Örgütsel Gelişme, Üniversite Yönetiminin Uluslar arası Sorunları (19-21 Mart 1979), Ankara: Ankara Üniversitesi Eğitim Fakültesi Yayınları, No: 80,s.13.

20) Korkut, H. (2005). Türkiye’de Cumhuriyet Döneminde Üniversite Reformları. Yayim.Meb.Gov.Tr/Dergiler/160/Korkut.Htm- 07.09.2005- Web İletisi.

21) Ortaylı, İ. (2001). Gelenekten Geleceğe, İstanbul: Ufuk Yayınları.

22) Ortaylı, İ. (2003). İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, İstanbul: İletişim Yayınları.

23) Öncü, A. (2002). Akademisyenler: Üniversite Reformu Söyleminde Batı, Modernleşme ve Batıcılık, Ed. Uygur Kocabaşoğlu, İstanbul: İletişim Yayınları.

24) Semiz, Y. (1999). Konya’da Yükseköğretimin Tarihçesi, Milli Mücadeleden Günümüze Konya (1915–1965) Cilt: 1, Konya: Konya Valiliği İl Kültür Müdürlüğü Yayınları.

25) Tanilli, S. (1991). Uygarlık Tarihi, Altıncı Baskı, İstanbul: Say Yayınları.

26) Taşdemirci, E. (1993). 1933 Üniversite Reformu İle 1981 Üniversite Reformunun Karşılaştırmalı Analizi, Eğitim Bilimleri I. Ulusal Kongresi (24–28 Eylül 1990) Bianel Kitabı, Ankara: Milli Eğitim Basımevi.

27) Timur, T. (2000). Toplumsal Değişme ve Üniversiteler, Ankara.

28) Tunçay, M., & Özen H. (1984). 1933 Tasfiyesinden Önce Darülfunun, Yapıt, s. 8–10.

29) Turan, Ş. (1998). Türk Devrim Tarihi, 3. Kitap, Ankara: Bilgi Yayınevi.

30) Turan, Ş. (2008). Mustafa Kemal Atatürk, 2. Baskı, Ankara: Bilgi Yayınevi.

31) Widmann, H. (1981). Atatürk Üniversite Reformu, Çev.: Aykut Kazancıgil-Serpil Bozkurt, İstanbul.

32) Yamaner, Ş. (1999). Atatürkçü Düşüncede Ulusal Eğitim, İstanbul: Türk Diyanet Vakfı Yayınları.


Kaynak: http://higheredu-sci.beun.edu.tr/text.php3?id=1519

AKM Belleten – Cumhuriyet Tarihinde Bugün 29 Mayıs * Türk Bayrağı Kanunu

Kırmızı zemin üzerine beyaz hilal ve yıldız konarak oluşan bayrak ilk kez Osmanlı Devleti tarafından 1844 yılında kabul edilmiştir. Bayrak, 29 Mayıs 1936’da 2994 Sayılı Türk Bayrağı Kanunu ile şekillendirilmiş ve Türkiye’nin ulusal bayrağı olarak kabul edilmiştir. 22 Eylül 1983’te 2893 Sayılı Türk Bayrağı Kanunu ile bayrak ölçütleri belirlenmiş ve bayrak son halini almıştır.

Efsaneye göre bayraktaki kırmızı kan kırmızısıdır ve şehitlerin dökülen kanlarını temsil eder. Geceyarısı bu kanların üzerine yansıyan hilal biçimindeki ay ve bir yıldızla beraber Türk Bayrağının görüntüsü oluşur.


Kanun Numarası: 2893, Kabul Tarihi: 22/9/1983
Yayımlandığı Resmi Gazete:
Tarih: 24/9/ 1983      Sayı : 18171
Yayımlandığı Düstur: Tertip: 5 Cilt : 22 Sayfa : 599
Amaç
Madde 1 – Bu Kanunun amacı Türk Bayrağının şekli, yapımı ve korunması ile ilgili esas ve usulleri belirlemektir.
Bayrağın Şekli ve Yapımı
Madde 2 – Türk Bayrağı, bu Kanuna ekli cetvelde gösterilen şekil ve oranlarda olmak kaydıyla beyaz ay – yıldızlı albayraktır.
Bayrak ile özel bayrakların (sembolik bayrak, özel işaret, flama, flandra ve fors) standartları, hangi kumaş ve maddelerden yapılacağı tüzükte gösterilir.
Bayrağın Çekilmesi ve İndirilmesi
Madde 3 – Bayrak, kamu kurum ve kuruluşlarıyla yurt dışı temsilciliklerine ve kamu kuruluşlarıyla gerçek ve tüzelkişilerin deniz vasıtalarına çekilir. Yurt içinde ve yurt dışında yetkililerin araçlarına takılır.
Bayrak çekilirken ve indirilirken tören yapılır. Bayrak törenlerinin gereken biçimde yapılmasından o mahaldeki yetkili amirler sorumludur.
(Değişik : 14/7/1999 – 4409/1 md.) Kamu kurum ve kuruluşlarında Türk Bayrağı sürekli çekili kalır.
(Değişik : 14/7/1999 – 4409/1 md.) Bayrağın; nerelerde daimi olarak çekilmeyeceği, hangi kapalı yerlere konulacağı, nerelere fon olarak takılacağı veya asılacağı, kamu kurum ve kuruluşlarından başka yerlerde ne zaman ve nasıl çekileceği, Türk Silahlı Kuvvetleri yüzer birliklerinde ve Türk Bandıralı ticaret gemilerinde Bayrak çekme ve indirme zamanları ile Bayrak çekilirken ve indirilirken yapılacak törene ilişkin hususlar, tüzükte gösterilir.
Bayrağın Yarıya Çekilmesi
Madde 4 – Türk Bayrağı , yas alameti olarak 10 KASIM’da yarıya çekilir. Yas alameti olmak üzere Bayrağın yarıya çekileceği diğer haller ve zamanı Başbakanlıkça ilân edilir.
Bayrağın Selâmlanması
Madde 5 – Çekilmesi ve indirilmesi esnasında veya tören geçişlerinde Bayrak, cephe alınarak selâmlanır.
Bayrağın Örtülebileceği Yerler
Madde 6 – Türk Bayrağı, Cumhurbaşkanlığı yapmış kişilerin, şehitlerin ve tüzükte belirlenecek asker ve sivil kişilerin cenaze törenlerinde bunların tabutlarına, açılış törenlerinde ATATÜRK heykellerine veya resmi yemin törenlerinde masalara örtülebilir.
Ayrıca milli örf ve âdetler göz önünde tutularak Bayrağın diğer kullanılma şekil ve yeri tüzükte gösterilir.
Yasaklar
Madde 7 – Türk Bayrağı, yırtık, sökük, yamalı, delik, kirli, soluk, buruşuk veya layık olduğu manevi değeri zedeleyecek herhangi bir şekilde kullanılamaz. Resmi yemin törenleri dışında her ne maksatla olursa olsun, masalara kürsülere, örtü olarak serilemez. Oturulan veya ayakla basılan yerlere konulamaz. Bu yerlere ve benzeri eşyaya Bayrağın şekli yapılamaz. Elbise veya üniforma şeklinde giyilemez.
Hiçbir siyasî parti, teşekkül, dernek, vakıf ve tüzükte belirlenecek kamu kurum ve kuruluşları dışında kalan kurum ve kuruluşun amblem, flama, sembol ve benzerlerinin ön veya arka yüzünde esas veya fon teşkil edecek şekilde kullanılamaz.
Türk Bayrağına sözle, yazı veya hareketle veya herhangi bir şekilde hakaret edilemez, saygısızlıkta bulunulamaz. Bayrak yırtılamaz, yakılamaz, yere atılamaz, gerekli özen gösterilmeden kullanılamaz.
Bu Kanuna ve tüzüğe aykırı fiiller yetkililerce derhal önlenir ve gerekli soruşturma yapılır.
Cezalar
Madde 8 – Bu Kanuna ve çıkarılacak tüzüğe aykırı olarak Bayrak yapmak, satmak ve kullanmak yasaktır. Bu yasağa aykırı olarak yapılan Bayraklar o mahallin yetkili amirlerince toplatılır.
Bu Kanun hükümlerine aykırı davranışta bulunanlar suçları daha ağır bir cezayı gerektirmediği takdirde Türk Ceza Kanununun 526 ncı maddesi uyarınca cezalandırılır.
Tüzük
Madde 9 – Bu Kanunun ilgili maddelerinde tüzükte düzenleneceği belirtilen hususlar ile kanunun uygulanmasına ilişkin diğer esaslar, bu Kanunun yayımı tarihinden itibaren altı ay içinde çıkarılacak tüzükte gösterilir.
Yürürlükten kaldırılan kanun :
Madde 10 – 29 Mayıs 1936 Tarih ve 2994 Sayılı Türk Bayrağı Kanunu yürürlükten kaldırılmıştır.
Yürürlük
Madde 11 – Bu Kanun yayımı tarihinden altı ay sonra yürürlüğe girer.
Yürütme
Madde 12 – Bu Kanun hükümlerini Bakanlar Kurulu yürütür.

KANUN NO: 2994
TÜRK BAYRAĞI KANUNU
29 Mayıs 1936
[Resmi Gazete ile neşir ve ilânı: 5 Haziran 1936 – Sayı 3322]
3. t. Düstur, c.17 – s. 359
22 Eylül 1983 tarih ve 2893 sayılı (TÜRK BAYRAĞI KANUNU) nun 10 uncu maddesiyle yürürlükten kaldırılmıştır.

TÜRK BAYRAĞI KANUNU

Kanun No: 2994Kabul Tarihi: 29/5/1936

Madde 1 – Türk bayrağı, bu kanuna bağlı örnekte gösterilen şekil ve nisbetlerde olmak ve al zemin üzerine beyaz ay – yıldız konmak, şartile, yerli şaliden yapılır.
Ancak şalinin tedarikinde zorluk olur ise en büyük mülkiye memurunun iznile zemin rengi al olmak üzere başka kumaştan da yapılabilir.
Madde 2 – Ordu kuvvetlerile resmî daire ve teşekküller tarafından bayrakların çekiliş ve indirilişlerinde ve sair hususlarda yapılacak tören ve bunların kullanacakları hususî alâmet ve filâmaların şekilleri, nisbetleri ve cinsleri ve Türkiye Cümhurluğunun yabancı memleketlerde bulunan resmî ve millî binalarına (Uluslar arası metotlarına göre) Türk bayrağının çekiliş ve indirilişleri ve resmî dairelerle teşekküllerden başka yerlerde Türk bayrağının, ve diğer hususî bayrakların ve forsların gerek temsil ve gerek süsleme için ne zaman ve nasıl çekileceği ve nerelerde kullanılabileceği ve bu kanunun tatbik şekilleri bir nizamname ile tesbit edilir.
Madde 3 – Türk bayrağı ordu kuvvetlerile resmî dairelerde ve millî teşekküllerde sabah sekizde çekilir ve gün batarken indirilir. Şu kadar ki limanlara giren ve çıkan ve seyir halinde bulunan harp ve tüccar gemilerinin bayraklarının çekiliş ve indiriliş saatleri için nizamnameye istisnaî hükümler konulabilir.
Yalnız, millî bayramlarda ve umumî tatil günlerinde tatilin devam ettiği müddetçe bayrak gece ve gündüz çekili kalır.
Her gün bayrak çekecek resmî daireler, İcra Vekilleri Heyeti tarafından tayin edilir.
Madde 4 – Yas alâmeti olmak üzere bayrağın yarıya çekileceği haller ve devam müddeti Devlet protokolunca tesbit ve vaktinde alâkadar dairelere bildirilir.
Madde 5 – Resmî dairelerde ve teşekküllerde çekilecek bayrak, bu iş için yapılmış hususî direk ve göndere çekilir.
Madde 6 – Bu kanun hükümlerine ve yapılacak nizamnameye muhalif olarak bayrak yapmak ve satmak yasaktır. Bu yasağa aykırı gidenler, Türk Ceza Kanununun 526 ncı maddesine göre cezalandırılır. Nizamnameye muhalif olarak çekilmiş bayraklar mahallin en büyük mülkiye memuru emrile indirilir.
Madde 7 – Alay sancaklarının şekli ve yapılış tarzı kendi hususî ahkâmına tabidir.
Madde 8 – Bu kanun neşri tarihinden bir sene sonra muteberdir.
Madde 9 – Bu kanun hükümlerini yerine getirmeğe İcra Vekilleri Heyeti memurdur.
3/6/1936

Kaynak: http://www.ttk.gov.tr/tarihveegitim/turk-bayragi-kanunu/

Kaynak: https://www.tccb.gov.tr/cumhurbaskanligi/resmi-simgeler/bayrak/

AKM Belleten – Cumhuriyet Tarihinde Bugün 28 Mayıs * Teşvik-i Sanayi Kanunu (Sanayi Teşvik Kanunu)

Sanayi Teşvik Kanunu

Milli Mücadelenin sonucunda, İstanbul, İzmir ve Adana’da hurda bir durum arz eden birkaç dokuma fabrikası ile İstanbul’da harap bir askeri fabrika, ülkenin sanayi gücünü oluşturuyordu. Kalkınmak için sanayileşmek bir zorunluluktu. Sanayi kuruluşlarını teşvik ve koruma amacıyla, 1927 yılında çıkarılan Teşvik-i Sanayi Kanunu, sanayinin tanımını yapmakta ve sınıflara ayırmaktaydı. Her grup, kanunun getirdiği muafiyetlerden taşıdığı önem derecesinde faydalanmaktadır. Teşvik-i Sanayi Kanunundan faydalanılarak memlekette bazı sanayi kuruluşları kurulmuştur. Ayrıca, 1929 yılından itibaren, yüksek gümrük tarifeleri uygulama imkanı, memleket sanayiini dışarının rekabetinden koruyarak geliştirilmiştir.

Bu dönemde devlet, temel tüketim ve ara malları alanında ithal ikamesi sağlamak amacıyla üç beyaz ve üç siyah projesine öncelik vermiştir. Un, şeker, pamuklu üç beyazı: kömür, demir ve akaryakıt da üç siyahı temsil ediyordu. Bu temel malların yurt içinde üretilmesi ile hem döviz tasarrufu sağlanacak, hem de dışa karşı bu maddeler için bağımlılık kalmayacaktı.

Devlet bu dönemde, doğrudan sanayi yatırımlarına hemen hemen hiç iltifat etmemiş, faaliyetini daha çok insan yetişmesine, eğitime ve altyapı yatırımlarına yöneltmiş, sanayinin özel teşebbüs tarafından yaratılabileceğini varsaymıştır. Bunun için de özel sermaye yatırımlarını teşvik edici tedbirlere başvurmuştur.

1931 yılında iktidar partisi CHP, özel sektör girişimlerinin ülke kalkınmasında yetersiz kalması sonucu, programına devletçiliği almış, hazırlık ve çalışma devresinden sonra, 1. Beş Yıllık Sanayi Planı’nı 1934 yılından itibaren uygulamaya koymuştur.

Ancak, 1. Beş Yıllık Sanayi Planı’nın uygulanmasından önce, çok önemli düzenlemeler yapmış ve yeni birtakım müesseseler kurulmuştur. 1933 yılında, Devlet Sanayi Ofisi ile Türkiye Sanayi Kredi Bankası kaldırılarak bunların yerine Sümerbank kurulmuştur. Sümerbank’ın faaliyetlerinin ana amacı, özel sektör sanayiinin kredi ihtiyaçlarını karşılamak olmakla beraber, esas görevini sanayi planının uygulanması teşkil etmiştir. Sümerbank, aynı zamanda daha sonra kurulan diğer devlet kuruluşlarına da örnek olmuştur.

1935 yılında yeraltı kaynaklarının araştırılması için Maden Tetkik Arama Enstitüsü (MTA), elektrik enerji kaynaklarının değerlendirilmesi için Elektrik İşleri Etüd İdaresi (EİE), maden ve elektrik işletmelerini kurmak ve işletmek amacıyla Etibank kurulmuştur.

1. Beş Yıllık Sanayi Planı’nda tekstil sanayii, kendir-kesen sanayii, demir-çelik sanayii, sömikok fabrikası, porselen-çini sanayii, sudkostik, klor, suni ipek, selüloz ve kağıt tesisleri, şeker sanayii, süngercilik ve gül sanayileri yer almıştır. Planın uygulanmasına 1934 yılında başlanmış, planda öngörülen tesisler beş yıl içinde tamamlanarak işletmeye açılmıştır. Yine bu devrede planda yer almayan askeri fabrikaların modernizasyon ve genişletilmesine de devam edilmiştir. 1933-1938 yılları, Türk sanayiinin ilk ve planlı kuruluş safhasıdır. Planlı kalkınma, teknik alanda iş gücü yaratmış ve toplum yaşantısına büyük ölçüde etki yapmıştır. Özellikle toprağın verimini artıracak olan tekniğin tarıma uygulanmasının, bütün bir endüstri hayatının gelişmesi ile mümkün olabileceğini de ortaya koymuştur.

TBMM  28 mayıs 1927 tarih ve 1055 numaralı teşviki sanayi kanununa müzeyyel kanun (Resmî Gzele ile neşir ve ilâm: 3 haziran 1928 – Sayı : 903)

TBMM  28 mayıs 1927 tarih ve 1055 numaralı teşviki sanayi kanununa müzeyyel kanun (Resmî Gazete ile neşir ve ilânı : 8/VI/1933 – Sayı : 2422)

Teşvik-i Sanayi Kanunları ve Türkiye’de Sanayileşmeye Etkileri – Kadir KASALAK

AKM Belleten – Cumhuriyet Tarihinde Bugün 24 Mayıs * TC Devlet Demiryolları İşletmesi (TCDD)

 

Bugünkü milli sınırlarımız içindeki demiryollarının tarihi 23 Eylül 1856 yılında 130 km.lik İzmir-Aydın Demiryolu hattının imtiyazı ile başlar.

Bir süre Nafia Nezareti (Bayındırlık Bakanlığı)’nin Turuk ve Meabir (Yol ve İnşaat) Dairesi tarafından yönetilen Osmanlı Dönemi demiryollarında,  24 Eylül 1872 tarihinde demiryolu yapım ve işletmesini gerçekleştirmek üzere Demiryolları İdaresi kuruldu.

Osmanlı Döneminde yapılan toplam 8.619 km uzunluğundaki demiryolu hattının 4.136 km.lik bölümü milli sınırlarımız içerisinde kalırken, bu hatların 2.404 kilometresi ise yabancı şirketler, 1.377 kilometresi de devlet eliyle işletilmekteydi.

Cumhuriyetin kurulması ve demiryollarının devletleştirilmesine karar verilmesinin ardından demiryolu işletmeciliği için 24 Mayıs 1924 tarih ve 506 sayılı Kanun ile Nafia Vekâletine (Bayındırlık Bakanlığı) bağlı “Anadolu- Bağdat Demiryolları Müdüriyeti Umumiyesi” kuruldu.

Demiryollarının yapımı ve işletilmesinin bir arada yürütülmesini sağlamak amacıyla Demiryolu alanında ilk bağımsız yönetim birimi olarak 31 Mayıs 1927 tarih ve 1042 sayılı Kanun ile Nafia Vekaleti (Bayındırlık Bakanlığı)’ne bağlı “Devlet Demiryolları ve Limanları İdare-i Umumiyesi” kuruldu.

“Devlet Demiryolları ve Limanları İşletme Umum Müdürlüğü” adıyla 1939 yılında Münakalat Vekaleti (Ulaştırma Bakanlığı)’ne bağlandı.

Cumhuriyet öncesinde yapılan ve yabancı şirketler tarafından işletilen hatlar, 1928–1948 yılları arasında satın alınarak millileştirildi.

22 Temmuz 1953 tarihine kadar katma bütçeli bir devlet idaresi şeklinde yönetilen Teşekkülümüz,  bu tarihte çıkarılan 6186 sayılı Kanunla Ulaştırma Bakanlığı’na bağlı olarak “Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demiryolları İşletmesi (TCDD)” adı altında İktisadi Devlet Teşekkülü haline getirildi.

08.06.1984 tarih ve 233 sayılı KHK ile Kamu İktisadi Kuruluşuna dönüşen ve TÜLOMSAŞ, TÜDEMSAŞ ve TÜVASAŞ olmak üzere üç adet bağlı ortaklığı bulunan TCDD, 24.4.2013 tarihinde kabul edilen 6461 sayılı Kanun ile de yeniden İktisadi Devlet Teşekkülüne dönüştü.

TCDD, halen Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığının ilgili kuruluşu olarak faaliyetini sürdürmektedir.

1856-1923 DEMİRYOLU HATLARI

1856 – 1923 yılları arasında Osmanlı topraklarında şu hatlar inşa edildi.

. Rumeli Demiryolları 2.383 km normal hat

. Anadolu-Bağdat Demiryolları 2424 km normal hat

. İzmir -Kasaba ve uzantısı 695 km normal hat

. İzmir -Aydın ve şubeleri 610 km normal hat

. Sam-Hama ve uzantısı 498 km dar ve normal hat

. Yafa-Kudüs 86 km normal hat

. Bursa-Mudanya 42 km dar hat

. Ankara-Yahşihan 80 km dar hat

Toplam 8.619 km


Cumhuriyet Döneminde Açılan Hatlar

GÜZERGAH HAT CİNSİ KM.Sİ YIL
Ankara-Kayaş 1 Normal 11.951 1925
Kayaş-Irmak 1 Normal 57.792 1925
Irmak-Yerköy 1 Normal 133.718 1925
Samsun-Kavak 1 Normal 47.553 1926
Samsun-Çarşamba 1 Dar 36.465 1926
Samsun-Gümrük 1 Normal 3.000 1926
Yerköy-Boğazköprü 1 Normal 161.529 1927
Boğazköprü-Kayseri 1 Normal 14.950 1927
Kavak-Kayabaşı 1 Normal 98.314 1927
Kayabaşı-Zile 1 Normal 69.256 1928
Narlı-Gölbaşı 1 Normal 69.120 1929
Fevzipaşa-Narlı 1 Normal 68.680 1929
Kütahya-Emirler 1 Normal 63.824 1929
Kayseri-Hanlı 1 Normal 152.285 1930
Hanlı-Kalın 1 Normal 45.625 1930
Kalın-Yapı 1 Normal 17.238 1930
Yapı-Sivas 1 Normal 7.172 1930
Zile-Kunduz 1 Normal 69.889 1930
Gölbaşı-Doğanşehir 1 Normal 56.014 1930
Emirler-Balıköy 1 Normal 36.176 1930
Irmak-Çankırı 1 Normal 102.255 1931
Doğanşehir-Malatya 1 Normal 56.745 1931
Kunduz-Kalın 1 Normal 92.750 1932
Malatya-Fırat 1 Normal 32.536 1932
Balıköy-Balıkesir 1 Normal 152.542 1932
Boğazköprü-Bor 1 Normal 126.453 1933
Bor-Kardeşgediği 1 Normal 45.360 1933
Çankırı-Atkaracalar 1 Normal 86.134 1934
Alsancak-Kemer 2 Normal 1.790 1934
Fırat-Yolçatı 1 Normal 62.313 1934
Yolçatı-Elazığ 1 Normal 23.926 1934
Atkaracalar-Ortaköy 1 Normal 56.084 1935
Sivas-Bostankaya 1 Normal 27.993 1935
Bostankaya-Eskiköy 1 Normal 35.488 1935
Yolçatı-Maden 1 Normal 75.950 1935
Maden-Diyarbakır 1 Normal 82.670 1935
Narlı-Gaziantep 1 Normal 84.077 1935
Ortaköy-Karabük 1 Normal 49.232 1936
Karabük-Çatalağzı 1 Normal 111.524 1936
Eskiköy-Çetinkaya 1 Normal 48.500 1936
Malatya-Hekimhan 1 Normal 70.300 1936
Adana Gar-Şehir 1 Normal 2.969 1936
Afyon-Karakuyu 1 Normal 112.400 1936
Bozanönü-Isparta 1 Normal 13.360 1936
Gümüşgün-Burdur 1 Normal 23.892 1936
Çatalağzı-Zonguldak 1 Normal 10.008 1937
Çetinkaya-Divriği 1 Normal 64.847 1937
Hekimhan-Çetinkaya 1 Normal 69.520 1937
Divriği-Erzincan 1 Normal 155.570 1938
Erzincan-Erzurum 1 Normal 214.857 1939
Diyarbakır-Bismil 1 Normal 47.382 1940
Hadımköy-Kurukavak 1 Normal 10.936 1941
Bismil-Sinan 1 Normal 28.424 1942
Sinan-Batman 1 Normal 14.726 1943
Batman-Kurtalan 1 Normal 68.818 1944
Malatya-Malatya Şehir 1 Normal 2.964 1944
Tavşanlı-Tunçbilek 1 Normal 13.373 1944
Zonguldak-Kozlu 1 Normal 4.279 1945
Elazığ-Palu 1 Normal 69.947 1946
Palu-Genç 1 Normal 62.741 1947
Köprüağzı-Kahramanmaraş 1 Normal 27.903 1948
Sirkeci-Halkalı 2 Normal 28.200 1949
Haydarpaşa-Gebze 2 Normal 43.700 1949
Ereğli-Armutçuk (2009 yılında söküldü) 1 Normal 15.559 1953
Genç-Muş 1 Normal 108.419 1955
Gaziantep-Karkamış 1 Normal 90.857 1960
Kütahya-Seyitömer 1 Normal 26.512 1962
Muş-Tatvan 1 Normal 93.984 1964
Sincan-Behiçbey 2 Normal 16.400 1970
Behiçbey-Ankara 2 Normal 8.700 1970
Ankara-Kayaş 2 Normal 12.200 1970
Pehlivanköy-Edirne-Hudut 1 Normal 67.852 1971
Tatvan-İskele 1 Normal 4.773 1971
Van-Hudut 1 Normal 116.691 1971
Gabze-İzmit 2 Normal 46.500 1975
Köseköy-Arifiye 2 Normal 29.900 1975
Behiçbey-Ankara 3 Normal 8.700 1977
Samsun-Gelemen 1 Normal 13.000 1983
Behiçbey-Ankara 4 Normal 8.600 1984
Alsancak-Halkapınar 2 Normal 340 1984
Basmane-Şirinyer 2 Normal 700 1984
Alsancak-Halkapınar 2 Normal 550 1984
Basmane-Halkapınar 2 Normal 4.300 1984
Halkapınar-Çiğli 2 Normal 13.200 1984
Yapı-Sivas 2 Normal 6.761 1984
Yenice-Adana 2 Normal 24.600 1987
Adana-İncirlik 2 Normal 10.100 1987
Sincan-Behiçbey 3 Normal 16.400 1990
Eskişehir-Hasanbey (2009 yılında söküldü) 2 Normal 9.600 1991
Hanlı-Bostankaya 1 Normal 46.029 1994
Menemen-Aliağa 1 Normal 26.014 1995
Çiğli-Menemen 2 Normal 16.000 1995
Yenice-Mersin 2 Normal 43.209 1995
İnönü-Eskişehir 2 Normal 33.600 1996
Şirinyer-Adnanmenderes 2 Normal 11.702 1996
Adnanmenderes-Cumaovası 2 Normal 3.328 1996
İzmit-Köseköy 2 Normal 8.826 1998
Basmane(hilal)-Halkapınar 2 Normal 1.642 1999
Menemen-Aliağa 2 Normal 25.880 2003
Basmane-Halkapınar(Müselles) 2 Normal 2 2008
Alayunt-Kütahya 2 Normal 10 2009
Tekirdağ-Muratlı 1,2 Normal 63 2010
Tecer-Kangal 1 Normal 48 2011
Marmaray 1,2 Normal 28 2013
Cumaovası-Tepeköy 2 Normal 30 2013
Tekirdağ-Muratlı 2 Normal 29 2013
Başkentray Kuzey Hattı(Ankara-Behiçbey) 6 Normal 6 2013
Başkentray Kuzey Hattı(Ankara-Sincan) 5 Normal 24 2013
Kemalpaşa-Turgutlu 1 Normal 27 2014

 

YÜKSEK HIZLI DEMİRYOLU
GÜZERGAH HAT CİNSİ KM.Sİ YIL
Esenkent-Hasanbey 1,2 Normal 394 2009
Sincan-Esesnkent 1,2 Normal 30 2010
Hasanbey-Eskişehir 1,2 Normal 12 2010
Ankara(Polatlı)-Konya 1,2 Normal 425 2010
(Ankara)Polatlı-Konya 1 Normal 5 2010
(Ankara)Polatlı-Konya 2 Normal 6 2010
Hasanbey-Eskişehir 1,2 Normal 6 2014
Eskişehir-Pendik 1,2 Normal 306 2014

Kaynak: http://www.tcdd.gov.tr/

 

AKM Belleten – Cumhuriyet Tarihinde Bugün 19 Mayıs * Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı

19 Mayıs tarihi ve önemi… 19 Mayıs Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramınız kutlu olsun!

Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihindeki en önemli dönüm noktalarından birisi olan 19 Mayıs 1919’da Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk, Samsun’a ayak bastı ve 4 yıl kadar sürecek olan Kurtuluş Savaşı’nın zeminini hazırladı. İşte bu önemli günün tarihi…

19 MAYIS’IN TARİHİ

1918 Mondros Mütarekesi sonrasında ülkemizin birçok bölgesi düşman işgaline uğramış vaziyetteydi. Anadolu’ya düşman kuvvetleri henüz girememişti. Memleketin dört bir yanında bu işgallere karşı halk direniş göstermekteydi. Mustafa Kemal Paşa, 9. Ordu Müfettişi olarak Samsun’a gönderilmişti. Emrinde iki kolordu bulunmaktaydı. Bu görev Mustafa Kemal Paşa’ya gayet geniş yetkiler sağlıyordu.

MUSTAFA KEMAL PAŞA BAĞIMSIZ YENİ BİR TÜRK DEVLETİ İÇİN ADIMLARINI ATTI

Paşanın Samsun’a yollanmasının gerekçesi, bölgedeki tedbirsizlik ve güvensizlik olaylarını yerinde gözlemleyip gerekli önlemleri almaktı. Mustafa Kemal Paşa ise ulusal egemenliğe dayanan, kayıtsız şartsız ve bağımsız yeni bir Türk devleti kurmanın gerekli olduğunu düşünüyordu.

İşte 19 Mayıs 1919 tarihi, Atatürk’ün attığı bu adımlarla başlayan ve Türkiye Cumhuriyetine kadar gelen sürecin başlangıcıydı.

19 Mayıs, 1919 tarihinde bayram olarak ilan edilip kutlanmaya başlanmadı. Birçok milli bayramımız gibi 19 Mayıs da Cumhuriyetin ilanından sonra kutlanmaya başlandı.

İlk defa 24 Mayıs 1935 tarihinde Beşiktaş’ın girişimleriyle Atatürk Spor Günü adı altında Fenerbahçe ve Galatasaray sporcularının da katılımıyla kutlandı. Bu etkinliğin amacı, Türk gençliğinin Atatürk’e olan minnet ve sevgisini gösterebilmesiydi.

Bu etkinlikten birkaç yıl sonra Beşiktaş kurucu üyelerinden Ahmet Fetgeri Aşeni, Ankara’da düzenlenen spor kongresinde bu bayramın bütün gençliğe mal edilmesi gerektiğini ve ‘Gençlik ve Spor Bayramı’ adı altında her yıl kutlanmasını önerdi. Bu öneri kongrede oylanarak kabul edildi. Tasarı, Atatürk tarafından da onaylanarak 1938 yılı haziran ayından itibaren her yıl kutlanmaya başlandı.

SAMSUN, AMASYA, ERZURUM, SİVAS…

Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün 1919 yılının 19 Mayıs’ında Samsun’a çıkması ile Türk milletin uyanmasını sağladı.

Sonrasında Amasya Genelgesi’ni yayınlayan Atatürk, sırasıyla Erzurum ve Sivas’a giderek Türk Milleti’nin emperyalist güçlere karşı bağımsızlık ve bütünlüğünü koruduğu Kurtuluş Savaşı’nı başlatmış oldu.

Atatürk yola çıkış öyküsünü şöyle anlatmaktadır:

İstanbul’dan ayrılmak üzere, evimden otomobile bineceğim sırada Rauf Bey yanıma gelmişti. Bineceğim vapurun izleneceğini ve beni İstanbul’dayken tutuklamadıklarına göre, belki de Karadeniz’de batırılacağımı güvenilir bir yerden işitmiş, onu haber verdi. Ben, İstanbul’da kalıp tutuklanmaktansa, batıp boğulmayı tercih ettim ve yola çıktım. Kendisine de, eninde sonunda İstanbul’dan çıkmak zorunda kalırsa benim yanıma gelmesini söyledim.

Mustafa Kemal Atatürk

Kaptana ‘Düşman devletlerinin herhangi bir vasıtasının gadrine uğramamak için sahile yakın bir rota tutunuz! Şayet kesin tehlike görürseniz gemiyi karaya, en yakın sahile oturtunuz!’ direktifi verdim. Çok şükür buna gerek kalmadı, bir millet uyandı.

Mustafa Kemal Atatürk


Dağ başını, duman almış.
Gümüş dere, durmaz akar.
Güneş, ufuktan şimdi doğar.
Yürüyelim, arkadaşlar. 

Sesimizi yer, gök, su dinlesin.
Sert adımlarla her yer inlesin 

(Ali Ulvi Elöve)

Dağ başı, dumanlıdır. Kara bulutlar vardır; Anadolu’nun göklerinde. Sarmıştır, tüm Anadolu’yu. Kara bulutları dağıtmak için Mustafa Kemal, Samsun’a gönderilir.

Mustafa Kemal hangi görev ve amaçla Samsun’a gönderildi?

Samsun’da yaşayan Rumlar, huzursuzluk çıkarıyor ve Türklere karşı saldırılarını artırıyorlardı. Mustafa Kemal, huzursuzluğu gidermek ve düzeni sağlamak amacıyla 9. Ordu Müfettişi olarak görevlendirildi. Mustafa Kemal 19 Mayıs 1919’da Samsun’a vardı. Burada Samsun’da büyük bir coşkuyla karşılandı.

1919 ‘da emperyalizmin ağlarını yırtarak Samsun’a çıkan Mustafa Kemal Atatürk, bu tarihte Kurtuluş Savaşı’nın temelini atar. Bu tarih, Anadolu insanının uyanışı, silkinişi, emperyalizme başkaldırışıdır.1919 Anadolu insanına yeni bir yön verme, ulusal benliğimizi bulma tarihidir

Mustafa Kemal Atatürkberaberindeki kişilerle 16 Mayıs 1919 Cuma günü öğleden sonra “Bandırma” adındaki eski bir vapurla Galata rıhtımından ayrılır. 17Mayıs 1919 Cumartesi günü Bandırma Vapuru saat 21.40 sıralarında İnebolu’ya varır. 18Mayıs 1919 Pazartesi günü beklenen yolculuğun sonuna gelinir. Yolcular Kalyon Burnu denilen yerden sandallarla Merkez İskelesi’ne çıkarılırlar. Bu sandallardan birinin sahibi olan İsmail Yurtsever, o zaman için Mustafa Kemal Atatürk’ü tanımadığını söyler,Mustafa Kemal Atatürk’ü sandalda ve Samsun’da iken geniş yakalı lejyon kaputu ve başında kalpakla gördüğünü anlatır. (Hürriyet, 19 Mayıs 1973, s.4.)

19 Mayıs 1919, Türkiye Cumhuriyeti’nin temelinin atıldığı tarihtir. Atatürk’ün Samsun’a ayak bastığı tarih olan 19 Mayıs aynı zamanda “Atatürk’ü Anma,Gençlik ve Spor Bayramı” olarak kutlanmaktadır. Atatürk Millî Mücadele sıralarında Türk ulusunu, çağdaş ve gelişmiş uluslar düzeyine çıkaracak, ülkeyi batıl, köhneleşmiş düşüncelerden gençlerin kurtaracağı görüşündeydi. Gençlere güveniyordu. “Gençlik” kavramı Atatürk için ayrı bir önem taşımaktadır.“Ey Türk Gençliği! Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyetini, ilelebet, muhafaza ve müdafaa etmektir.”hitabında,Cumhuriyeti, gençlere, genç düşüncelilere emanet etmiştir. O’nun şu sözü çok anlamlıdır:“Genç fikirli demek, doğruyu gören ve anlayan gerçek fikirli demektir.”

Mustafa Kemal,19 Mayıs 1919’da emperyalizmin ağlarını yırtarak Samsun’a çıkar. 19 Mayıs 1919’da Samsun’da bir kıvılcım çakar. Meşale olur, tüm Anadolu’yu aydınlatır. Bu meşalenin ışığında Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşı’nı başlatır. Anadolu aydınlanır. Anadolu insanı tutsaklıktan kurtulmanın yollarını arar. Kurtuluşa, Çanakkale kahramanı Mustafa Kemal’in izinden giderek ulaşacağına inanır; çünkü Mustafa Kemal’e güvenmektedir. Hamit Naci Selekler, bu durumu dizelere dökmüş; şöyle diyor:

19 Mayıs bugün tek parça yurdun günü,

O günden sonra yazdı takvim öbür günleri

O günden sonra İzmir, Lozan, Sivas… İleri,

Ve daima ileri, Gaziye varmak için!

Bu günlerden geçerek Gazi’ye erişirsin,

Gazi ki, bir hakikat, erişemez her insan,

Evreni anlarsın Gazi’yi anlıyorsan.

Gazi’yi anlayanlar, evreni, evrendeki gelişmeleri de onun açtığı aydınlık yoldan giderek anlamaya çalışmışlardır.

Mustafa Kemal, Samsun’a çıktığı günlerdeki durumunu söyle anlatıyor:

“19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıktım. Genel manzara şöyleydi: Osmanlı Devleti, Birinci Dünya Savaşı’ ında yenik düşmüş; Osmanlı Ordusu her tarafta ezilmiş, koşulları ağır bir ateşkes imzalanmış. Savaşlardan, ulus yorgun ve yoksul düşmüş. Ulusu ve ülkeyi, Birinci Dünya Savaşı’na sokanlar, kendi yaşamlarının kaygısına düşerek, ülkeden kaçmışlardır. Padişah Vahdettin, tahtını korumak için önlemler araştırmakta. Damat Ferit başkanlığındaki hükümet; güçsüz, onursuz, korkak, yalnız padişaha bağlı ve onunla birlikte kendilerini kurtaracak herhangi bir duruma razı.”(Nutuk, cilt:1,s.1,”Kısaltılmış ve sadeleştirilmiştir.”)

Yunan ileri harekâtı başlarken 17 nci Kolordu; bağlı birlikleri,56 ncı ve 57 nci tümenler ile İzmir Müstahkem Mevkiinden kuruluydu. Kolordu Komutanı Ali Nadir Paşa, aynı zamanda Müstahkem Mevki komutanıydı. Kolordu, Müstahkem Mevki ve 56 ncı Tümen karargâhları esir olduktan ve tümen (172 nci alay hariç) dağıldıktan sonra, kolordu bölgesindeki diğer kıtalar başsız kalmış, emir ve komuta felç olmuştu.”(Türk İstiklâl Harbi, Batı Cephesi,1963,s.73)

Türkiye’yi, İstanbul’dan kurtarmak artık olanaksızdı. Anadolu, sömürgeci Avrupalılar ve onların yardakçıları Ermeniler, Rumlar tarafından yutulmayı bekliyordu. Anadolu güçsüz, çaresiz, kaderine bırakılmıştı. Anadolu, ancak güvenlik sorunlarıyla anımsanıyordu.

Ülkenin en huzursuz bölgesi de Samsun yöresiydi. Pontus’çu Rumlar, bölge halkına baskı yapıyorlar, halkı huzursuz ediyorlardı. Diğer taraftan da Türklerden şikâyetçiydiler. Mondros Ateşkes Antlaşması’na göre ülkenin güvenliğinden İstanbul Hükümeti sorumluydu. Ateşkes Antlaşması’ nn 5.maddesine göre İstanbul Hükümeti, sınırların korunması ve iç güvenliğin sağlanması için gerekli görülecek askerden fazlasını terhis edecekti. İtilaf (Anlaşma) güçleri, güvenliklerini tehlikede gördükleri yerleri, Antlaşma ‘nın 7.maddesine dayanarak işgal edebileceklerdi.(Selek,Anadolu İhtilalı I,1963,s.34,35)

Samsun strateji bakımından da önemliydi. Karadeniz Bölgesi’nin Orta Anadolu’ya açılan kapısıydı. İngilizler, güvenliğin sağlanması için İstanbul Hükümeti’ne baskı yapıyorlardı. Samsun olaylarının soruşturulması, güvenliğin sağlanması amacıyla 9.Ordu Müfettişliği’ne Mustafa Kemal seçilir. Amaç,Mustafa Kemali İstanbul’dan uzaklaştırmak değildir.Mustafa Kemal için de böyle bir görev fırsattır. O da Anadolu’ya geçmek istemektedir. Böyle bir görev için Genelkurmay, Harbiye Bakanlığı, Sadrazam ve Hükümet, Padişah, işgal kuvvetleri kumandanlığının onayı gerekmektedir.

“Mustafa Kemal’in hareketinden önce Sadrazamla vedalaşması, Teşvikiye’deki Sadrazam Konağı’nda soğuk, tatsız bir akşam yemeği karşılaması şeklinde oldu. Genel Kurmay Başkanı Cevat Paşa (Çobanlı) da gelir. O gecenin en önemli konuşması, Mustafa Kemal’le Cevat Paşa arasında geçer. Cevat Paşa, Mustafa Kemal’e sorar:                                              

__Bir şey mi yapacaksın Kemal?                                                                                    

 __Evet, Paşam, bir şey yapacağım…                                                                     

__Allah muvaffak etsin…                                                                                                   

  __Mutlaka muvaffak olacağız!

(Şevket Süreyya Aydemir,Tek Adam I,s.388)

Bu tarihte Anadolu insanı, özgürlük ve bağımsızlık bayrağını açar. Bu tarih Anadolu insanının silkinişi, uyanışı, emperyalizme baş kaldırışıdır.19 Mayıs, bağımsızlığa yönelme; ulusal benliğimizi bulma tarihidir. Türk ulusunu bağımsızlığına götürecek yolu, Mustafa Kemal Atatürk açar. Yolu aydınlatmak için Mustafa Kemal Atatürk, Samsun’da bir kıvılcım çakar. Meşale olur, tüm Anadolu’yu aydınlatır. Bu meşalenin ışığında Mustafa Kemal Atatürk, Kurtuluş Savaşı’nı başlatır. Anadolu aydınlanır. Anadolu insanı tutsaklıktan kurtulmanın yollarını arar. Kurtuluşa Çanakkale kahramanı Mustafa KemalAtatürk’ün izinden giderek ulaşacağına inanır; çünkü MustafaKemal Atatürke güvenmektedir. Mustafa Kemal Atatürk de Türk gençliğinin ulusal değerlerimizi kollayıp koruyacağının bilincindeydi. Bu nedenle, bu yurdu, Cumhuriyeti sonsuza dek kollamak, korumak görevini de gençlere vermiştir. Atatürk, Cumhuriyeti gençlere emanet ederken, kullandığı genç sözüyle, üniversitede, orduda, basında ve iş hayatında yer alan kafası ve ruhu genç tüm yurttaşları amaçlıyordu. Ulusal güçlerin tümü, görevlerinin başında bulundukça Cumhuriyet, demokrasi,Atatürk Devrimleri ve İlkeleri sarsılmayacaktır. Bu, Türk ulusu için bir amaçtır. Bu amaç, ulusal eğitimin ilkelerini de içermelidir. Gençlerin Atatürk Devrim ve İlkeleri’ni benimsemeleri, O’nun -Gençliğe Hitabesinde- gençliğe verdiği görevi, gençlerin yerine getirmeleri için, Atatürk’ün Samsun’a çıkış tarihi olan 19 Mayıs 1919 , “Atatürk’ü Anma ve Gençlik Spor Bayramı” doksan sekizinci yılı kutlanmaktadır. Bu kutlamalar, Türk gençliğine canlılık, coşku vermekte; onlara yurt, ulus sevgisini aşılamaktadır. Kutlamalarda, günün anlam ve önemini belirten konuşmalar, gösteriler yapılır; şiirler okunur. İşte 19 mayış 1919’u, öncesini, sonrasını dile getiren bir şiir:

Paylaşılmaz

19 Mayıs Gençliğine

Düşünmek uzun

Kurtulmanın başını sonunu

O karanlık günler içinde

Bir çürük tekneyle atlamak

19 Mayıs’ta çıkmak karaya.

Bayrak çekip yürümek Ankara’ya.

Meydan okumak günün sultanlarına

Onların ölüm fermanlarına

“Bu millet ölmeyecektir,”diye

Atılmak er meydanlarına.

Cephe kurmak, devlet kurmak

Yepyeni bir inançla

O karışık günler içinde

Tasarlayarak sonunu

Devrimlerin ölçmek

Enini boyunu.

O zorlu işler içinde

O günler unutulamaz.

Ötekiler paylaşılsa da

Bunlar paylaşılamaz.

                                               (Oğuz Kazım Atok,Türk Şiirinde Atatürk, s.466)

Gazi’yi yeterince anlayamadığımız için evrende olanları da inceleyip araştıramadık. Bilimle, sanatla yoğrulamadık. Gençliğimize ulusal bilinci aşılayacak, bilimsel içerikli ders araç ve gereçlerini sunamadığımız içindir ki kütüphanelere, laboratuarlara yöneltemedik. Bu nedenlerle onların da çoğu bilgisayarların internet sitelerindeki oyunlara takılıp kaldıklarından dünyadaki sömürü düzenini algılamakta zorlanıyorlar. Çoğu da geleceğe güvenle bakamıyor.

19 Mayıs 1919 Sonrası

Mustafa KemalAtatürk, Bandırma vapuruyla Samsun’a giderken ülke İzmir’in işgali haberiyle çalkalanıyordu. Mustafa Kemal Atatürk,19 Haziran 1919’da Amasya Toplantısı’nı yapar. Bu toplantıda, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele, Rauf Orbay, 15.Kolordu Kumandanı Kazım Karabekir,2.Ordu Müfettişi Mersinli Cemal Paşa da vardı.(Akşin ve diğerleri,Yakınçağ Türkiye Tarihi, s.76)

21 Haziran’da Amasya Kararları oluştu. Kararda özetle şu dile getiriliyordu:

Vatanın bütünlüğü ve ulusun bağımsızlığı tehlikededir; fakat hükümet sorumluluğunu yerine getirmemektedir. Ulusun bağımsızlığını, yine ulusun azim ve kararı kurtaracaktır.

Bu karar, Erzurum ve Sivas Kongreleri ve Kurtuluş Savaşı’nın temelini oluşturur. Bu karar, düşmana ve padişaha başkaldırış; bağımsızlık, özgürlük için yılmadan savaşmayı göze alıştır.

.Sivas ve Erzurum Kongrelerinin amacı, ulusa bağımsızlık, özgürlük düşüncesini aşılamak; kurtuluşun yolunu çizmektir. Mustafa Kemal Atatürk, tutsaklığın Türk ulusunun yapısına aykırı olduğunun bilincindedir. Anadolu insanına ulus olma bilincini aşılamaya çalışır. (Osmanlı, imparatorluktur. Uluslar vardır. Bu uluslar, imparatorun uyruğudur.) İnsanca yaşamak için yapılır; İnönüler, Sakaryalar, Dumlupınarlar30 Ağustos 1922’de mezar olur düşmana Anadolu.29 Ekim 1923’te Cumhuriyet’in bağımsızlık bayrağı dalgalanır. Tek başına, bağımsız bu gökyüzünde. Savaştan sonra, emperyalizmin kıskacından kurtulmuş, tam bağımsız bir devlet kurulur. Kurulan bu devletin temel ilkeleri cumhuriyetçilik halkçılık, laiklik, ulusçuluk, devrimcilik devletçiliktir. Bunlardan en önemlileri kuşkusuz devrimcilikve laikliktir. Özellikle bu ilkeler doğrultusunda ulus olma özelliğini kazanmış; teokratik yapıdan demokratik yapıya geçilmiş böylece ekonomik ve politik bağımsızlığa erişilmiştir.

Emperyalizmin olduğu yerde; nemelazımcılık, kadercilik her şeye boyun eğiş vardır. Geniş anlamıyla Atatürk bağımsızlığı; siyasal, mali, ekonomik, adlî, kültürel ve askerî bağımsızlıktır. Bu düşünceyle sömürülen yoksul Doğu insanına, yeni bir ruh, yeni bir biçim, yeni bir yön verilir. İmparatorlukla birlikte, medrese ve ulema düşüncesi de tarihe karışır. Ne yazık ki günümüzde medrese düşüncesi yeniden filizlenmiştir. Genç dimağları şeriatçılık suyuyla yıkayıp ümmetçiliğe doğru kaydırmak isteyenler vardır. Medrese düşüncesinin egemen olduğu kimi çevrelerde Atatürk devrimlerinin yerini nurculuk ilkeleri almaktadır. Böyle yetişen gençler, elbette ekonomik emperyalizmin bir ahtapot gibi ülkeyi sardığını algılayamayacak, dünyadaki gelişmelerden ve yeni sömürü sisteminden habersiz olarak yetişecek, ülkenin ilerlemesini, kalkınmasını bir Ortaçağ görüsü olan ümmetçilikte arayacaktır.

Gençleri, bilimsel veriler ışığında eğittiğimiz söylenemez. Onları, sınavların tutsağı yaptık.19 Mayıs 1919 bilincini yıpratmadan, canlı tutabilseydik; gençlerimizi ruhen ve bedenen daha güçlü yetiştirme fırsatını bulabilecektik. Çünkü eğitim-öğretim izlenceleri daha ulusal, kimliğimize daha uygun olacaktı.

Özetle 19 Mayıs, Türk ulusunun yeniden varoluşu için atılan ilk adımdır. Bağımsızlık ve özgürlük yolu bu ilk adımla açılır; Cumhuriyet’in aydınlığı ufukta gözükür. Cumhuriyet’in aydınlığında Anadolu insanı kölelikten kurtulur, kimliğini bulur. Kimliğini bulmanın, ülkesindeki özgürlüğün sevincini, coşkusunu ulusal bayramlarda yaşar.19 Mayıs, gençliğin ülkesine, Atası’na bağlılığının simgesidir. Bizler,19 Mayıs coşkusunu tüm benliğimizle yaşadık. İstiyoruz ki bizden sonra gelen kuşaklar da ülkenin 19 Mayıs 1919’a nasıl gelindiğinin bilincine varsın. Bu bilince varması için de ulusal bayramlar geçiştirilmeden; sevinçle, coşkuyla, isteyerek kutlansın

Tüm bu olumsuzluklara karşın Türk gençliğinin ulusunu, ulusal değerlerini geliştirerek koruyacağına –Atatürk’ün de dediği gibi Türk istiklalini, Türk Cumhuriyetini, ilelebet koruyacağına __inanıyorum. Tüm gençliğin, “Atatürk’ü Anma,19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı”nı kutlarım.

Kaynakça

Aksoy, Muammer, Atatürk ve Tam Bağımsızlık, Cumhuriyet Yayınları,1998.

Akşin, Sina ve diğerleri, Yeniçağ Türkiye Tarihi, cilt: I,II, Milliyet Yayınları        .

Alpay, Necdet, Türk Şiirinde Atatürk, Hürriyet Yayınları,1980.

Atatürk, Kemal, Nutuk, cilt: I,II, III, Türk Devrim Tarihi Enstitüsü,1962.

Atatürkçülük Nedir? Varlık Yayınevi, İstanbul: 1963.

Aydemir, Şevket Süreyya,Tek Adam, Remzi Kitabevi,1963.

Genelkurmay Yayınları,Türk İstiklâl Harbi, II nci Cilt, Batı Cephesi, Ankara:1963.Hazırlayan:Utkan Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri,  3. Basım, Ankara 1984, s.76.

Hürriyet, 19 Mayıs 1973, s.4.)

Selek, Sabahattin, Anadolu İhtilali, cilt: I,II,1963.

Ulusal Kurtuluş Savaşı, cilt: I,II, Milliyet Yayınları, 2011.

Türk Dili Atatürk Özel Sayısı, Kasım, TDK, 1963.