Category: Basında Biz

 

2013 EKİM 22 – ADALETSİZLİK VE KALKINDIRMAMA POLİTİKASI İLE TÜRKİYE

AAKM Makale - Hurriyet - OmerCan Banner 2013.v3

Avustralya Atatürk Kültür Merkezi (AAKM) 26 Ekim 2013 Cumartesi günü Türkiye Cumhuriyeti’mizin 90. Kuruluş yıldönümünü kutlama programları çerçevesinde hazırladığı ve son on yıldır Avustralya Türk toplumuna sunduğu, bu yılki konferansın konuğu, Türkiye Gazeteciler Federasyonu (TGF) Genel Başkanı ve İzmir Gazeteciler Cemiyeti (İGC) Başkanı Atilla Sertel. Auburn Town Hall da yapılacak konferans öğlen saat 1PM de başlayacak. Ayrıntılı bilgi www.ataturk.org.au İnternet sitemizden edinilebilir.

Ulu önderimiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşları ile vatanı uğruna canlarını feda eden aziz şehitlerimizin kanları ile suladıkları Anadolu’da, kurtuluş savaşı sonrasında nice fedakarlıklarla ve yüksek emeklerle, şanla, şerefle ve gururla kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin 90. kuruluş yıl dönümünü ve Cumhuriyet bayramınızı en içten dileklerimle, Avustralya Atatürk Kültür Merkezi yönetim kurulu ve şahsım adına kutlarım.

AAKM konferansının konuğu gazeteci Atilla Sertel 9 Ekim tarihli bir yazısında tutuklu milletvekili, gazeteci, yazar ve Türkiye’nin önde gelen aydınlarından birisi olan Mustafa Balbay’ın şu önemli ve düşündürücü sözlerini aktarıyor:

”Cumhuriyetin 90′ıncı yılı çok güçlü ve görkemli kutlanmalı. 90′ıncı yıl ne kadar güçlü kutlanırsa o kadar özgürüm. Önümüzdeki nesiller sandık hesaplarına kurban edilmesin. Bugünkü ortamda en büyük lüks umutsuzluk. Umutsuzluk yalnızlıktan doğar. 29 Ekim’in bu yalnızlık duygusunu bir kez daha aşacağını hissediyorum. Cumhuriyetin 100′üncü yılı ise hiç bir partiye ait değildir, hepimize aittir.“

Bakıyoruz bu 90 yılın ardından; ırk, dil, din, mezhep, sosyal ve politik kutuplaşmaların kışkırtılıp arttığı ve ekonomik konumda uçurumun en ucunda, hatta bir ayağı boşta kalan bir ülke oldu memleketimiz. Çeşitli çetrefilli laflarla, seçme ve süslemeli rakamlarla içinde bulunduğumuz ekonomik durumun ne denli tehlikeli olduğu topluma açıklanmadığı gibi; bir sürü yalan dolanlarla, belirli bir tabaka büyük ceplerini ve ondan daha büyük egolarını daha da büyüterek halkı kandırıyorlar.

Son on yılı aşkın zaman süreci içinde güdülen politikaların getirdiği sonuç, çok açık ve net bir şekilde ortada. Tabii ki bu, gerçekleri görmek isteyip istemediğinize bağlı. Yandaş olup her söylenene gökten inen vahiyler gibi inanıp itaat edenler, her şeyin farkına vardıklarında çok geç olacaktır.

Duymayanlar yada duyup ta izlemeyenlere bir önerim olacak, Halk TV’de televizyonculuğa geri dönen Uğur Dündar’ın Halkın Arenası programını mutlaka seyretmelisiniz. Özellikle televizyon seyretmeyi, gerçekleri içeren kitap ve gazete okumaya tercih eden çoğunluktan iseniz ve hatta adam akıllı, doğru dürüst haber almak istiyorsanız ve Ulusal TV ile Halk TV gibi nadide ve çok az sayıda olan TV kanallarını da seyretmiyorsanız, hiç olmazsa Halk TV de yayınlanan Halk Arenası programını Türkiye saati ile her Perşembe akşamı saat 9’da seyrediniz derim. Halk TV İnternet sayfasından canlı, yada kaydını Youtube’dan arayıp daha sonra seyredebilirsiniz.

AKP’nin yeni anayasa hazırlıkları yada başka bir adı ile “Bölünme Anayasası” çalışmaları  aslında AB-D ve PKK’nın taleplerini karşılayacak Türkiye üzerinde oynanan oyunların başta gelenlerinden birisi idi. Başbakan Erdoğan bu oyunda başarılı olamayınca, Cumhuriyet’e ve Devrim Kanunlarına bu kez “Demokratikleşme Paketi’yle savaş açtı. Türkiye Cumhuriyeti’ni din devletine ve bölünmeye götürecek düzenlemeler art arda sıralanan paket, Laik Cumhuriyetçiler tarafından büyük tepki gördü ve hala görmektedir. Bu paketle Anayasa’daki “vatanın bölünmez bütünlüğü” ve “laiklik” ilkelerinin altına dinamit yerleştiriliyor!

Laik hukuk devletini savunmanın suç haline getirildiği pakette, kamuda türbana yeşil ışık yakıp, halkın kutuplaşmasını kolaylaştıracak bir piyon daha sürüldü öne. Paketteki maddelerden önemli bir bölümünün PKK’nın taleplerinin oluşturması çok dikkat çekici. Pakette tarikatların yardım toplamasının önü de açılıyor. Paketin “daha başlangıç” olduğunu söyleyen başbakan, yeni paketler de açmaya devam edeceklerini belirtti. Lafın kısası, paketten çıka çıka Cumhuriyet ve millet düşmanlığı çıktı ve bundan sonra bu düşmanlık daha ulu orta, daha pervasızca olacağa benziyor.

Yargıçlar Sendikası Başkanı Ömer Faruk Eminağaoğlu, Anayasa Mahkemesi’nin, Erdoğan’ın açıkladığı paketin içeriğinin büyük bölümünü, demokratik ve laik cumhuriyete aykırı eylem saydığını belirterek, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nı göreve davet etti. Eminağaoğlu, “Gün mücadele günüdür” dedi.

İşçi Partisi Genel Başkanvekili Hasan Basri Özbey, paketin “laikliği bitirecek son darbeler” olduğunu vurgularken; AKP’nin paketine karşı, halkın da devrim paketi olduğunu vurguladı.

Burada yapılan şey yine Türkiye gündemini istedikleri gibi yönlendirmedir. Halk, muhalefet ve bir çoğumuz türban, laiklik, harfler falan filan deyip bu konuları konuşurken, köprü altından su yürüten AKP hükümeti çok önemli bir konu olan seçim barajını sözde seçenekler sunarak tartışmaya açarken, hangi seçenek olursa olsun neticenin kendi lehlerine olacak şekilde karar alacaktır. Bu paketle, Gezi Parkı olayları ile kaybettikleri oyları sahtekarlıkla kılıfına uydurarak tekrar seçilme yolunda yatırım yapmışlardır.

Şişli Milli Merkez toplantısında, CHP’liler, MHP’liler, İşçi Partililer, demokratik kitle örgütleri ve halk temsilcileri Tayyip-Gül diktasına karşı ‘güç birliği’ dediler. ‘Bu millet İhanet Paketini Paketçilerin başına geçirecek. Biz de millete önderlik edeceğiz’ diyen İşçi Partisi başkanı Doğu Perinçek halkın eylemlerinin başladığının da altını çizdi.

Uğur Dündar’ın Halk Arenası programına konuk olan eski CHP Milletvekili İlhan Kesici gözlerden kaçan ve yandaş Türk medyasının topluma haber vermediği, çok önemli bir konuda açıklamada bulundu. “The Economist” adında tüm ekonomistlerin ilgi ile takip ettiği bir dergide “The Capital-Freeze Index – STOP SIGNS” başlıklı bir araştırmasında tüm dünya ülkelerinin resmi maliye ve ekonomi verileri üzerine yaptıkları araştırma sonucunda Türkiye’yi, ekonomik dengelerin en tehlikeli olduğu ve dünya sıralamasında en kötü durumda buldu. İlk rapor 7 Eylül’de çıkmış fakat hatalar görülmüş ve düzeltmelerle Türkiye ilk rapordaki gibi 9 Eylül de yine, ekonomisi en tehlikeli durumda olan ülke olarak kalmış. Ne demek bu, Türkiye’ye yabancı sermaye girişi durduğu anda, ülkemizin elindeki peşin parası, iç ve dış borçları, diğer zenginlikleri hepsi bir arada değerlendirildiğinde, iflas edip ekonominin yerin dibine girerek ülkemizin aynen Yunanistan gibi batması çok kolay, yani ekonomik olarak çok kırılgan bir konumdayız.

AKP hükümetinin Türkiye’yi içinde bulunduğu ekonomik konuma getiren politikaları çok hatalı. Uçurumun kenarındayız, ha düştük ha düşeceğiz. Yabancı sermaye kesildiği an ayvayı yedik demektir. AKP’nin söylediği gibi hiç de iyi değil ekonomimiz. AKP hükümeti 90 yıllık Cumhuriyet tarihinin kendilerinden önceki 80 yılının dış borçları bu günkü dolar kuruna endekslendiğinde ortaya çıkan toplam borcun daha fazlasını 2012 yılı nazarı ile son 10 yılda bu 80 yıllık borcun daha fazlasını yapmışlar. Bu 80 yılın borçlarının içinde kendi dönemlerinden önce yapılan Atatürk Barajı gibi bir çok büyük borçlar olmasına rağmen AKP’nin aldığı borç para ile yaptığı işler göz önünde, hepsi göz boyayan vatandaşları kandıran yatırımlar. Devlet işletmelerini ve milli mülklerimizi ve kaynaklarımızı hiç parasına yabancı sermayeye sattıkları cabası. Üreten büyük ve küçük sanayimiz artık üretmeyi durdurmuş, tek yapabildiği montaj yapabilen, dış bağımlı bir hale gelmiş. Tarım da, hayvancılık da böyle.

En basit günlük ihtiyaçlarımızı elde etmek için dahi kredi kartının sağlayacağı ödünç alım gücüne muhtaç olduğumuz ve bu durumun insanların evlerini başlarına yıkıp, hayatlarını zindan ettiği, sıkıntılı bir dönemden geçiyoruz.

Etnik ve dini kimlikler üzerinden toplumsal yapımızı sarsan siyasi sorunlarla karşı karşıya olduğumuz yetmiyormuş gibi; gelir dağılımının yarattığı toplumsal ayrışma her geçen gün Türkiye insanını biraz daha ayırıyor. Yoksulluk sınırı altında yaşayan insan sayımız katlanarak artarken, milyoner sayımız da bir o kadar çoğalıyor.

Ekonomistlerin borç parayla sağlanan ödünç refah döneminin sonuna gelindiğinin yaygın şekilde dillendirildiği günümüzde; siyasi alanda yaşanan ayrışmayı önleyeceği, ekonomide canlanmayı sağlayacağı söylenen açılım ve paketlerin, beklenen olumlu etkiyi sağladığını yada sağlayacağını söylemek mümkün değil.

Ulus kavramının birleştiriciliğini ve ulus devletini savunmanın “faşistlik”, ekonomik-toplumsal sınıflardan bahsetmenin “bozgunculuk” olarak nitelendirildiği, kuralsızlığın esas olduğu serbest piyasa ekonomisini ve dini/etnik kimlikler bazında gerçekleştirilen post-modern örgütlenmeleri savunmanın, “demokrasinin gereği” olarak tanımlandığı, yanlış ve çelişkiler içinde olan bir hal içinde memleketimiz. Bunun ne denli hatalı ve Türkiye’mizi bölünmeye götüren adımlar olduğunun bir çoğu ya farkında değil yada umurunda.

ABD borç krizi daha başlamadan önce 20 Haziran 2013 tarihli yazısında, Türkiye’nin başta gelen ekonomistlerden birisi olan Selim Somçağ; ABD’nin parasal genişlemeye son vermesi halinde Türkiye için felaketin başlangıcı olarak tanımladığı ABD krizi hakkında şunları yazıyor:

“Bu final, Türk ekonomisinin 23 yıldır ve giderek artan oranda bağımlısı olduğu sıcak parayla yaşama, Türk işadamının sıcak parayla yatırım yapma, Türk vatandaşının sıcak paranın uzantısı olan borçla harcama alışkanlıklarının da finali demektir. Türkiye tarihinde bir çağ kapanmakta, yeni ve çok daha sıkıntılı bir çağ açılmaktadır. Öte yandan AKP’nin (Batı medyasında Gezi protestoları karşısında AKP’nin tutumunu eleştiren yazılarda bile hâlâ övülen) “büyük ekonomik başarısı” tamamen bu sıcak para hareketinin 2004’ten sonra şaha kalkmasının, zirveye ulaşmasının sonucudur; AKP’nin bu alanda hiçbir marifeti yoktur.”

Bu sözler üzerine daha önce bahsettiğim The Economist raporu da göz önüne alınırsa Türkiye’mizin çok kritik bir konumda olan ekonomik durumu daha açık ve net bir şekilde ortaya çıkıyor.

Dünya çapında ün yapmış ve henüz 41 yaşındayken dünyanın en iyi iktisatçıları listesinde yer alan, bugün Yaşar Üniversitesi’nde dekanlık yapan ekonomi yazıları da kaleme alan Prof. Dr. Erinç Yeldan, Türkiye’de ucuz ve bol likiditenin kolaylaştırdığı büyüme illüzyonunun sonuna gelindiğine inanıyor. Yeldan’a göre Türkiye, yakın gelecekte olası bir emlak krizi ve durgunlukla baş etmek zorunda kalabilir.

“Emlak üzerinden Türkiye, bir kriz daha yaşayacak. Resmi olarak Türkiye’nin büyüme modeli cari işlemler açığını finanse edebilmek için, dış borçlanma ve özelleştirmelere gidiyor. İmar rantıyla kentsel dönüşümün ardında, İspanya’daki, Asya’daki krize yol açan doğrudan konut spekülasyonu var. Türkiye şu anda o yola geçiyor.”

IMF’nin 2013 sonrası değerlendirme raporu geçtiğimiz günlerde yayınlandı. Buna göre IMF, verili küresel koşullarda, Türkiye’nin 2018’de yüzde 8.3 cari açık seviyesine ulaşacağını ve giderek düşük büyüme oranlarıyla ciddi bir “durgunluk” devresine gireceğini öngörüyor.

Son olarak adaletsizlik üzerine aktarmak istediklerim, Prof. Dr. Metin Feyzioğlu’nun Halk Arenası programında açıkladığı gibi, ‘Balyoz davası donanma subaylarını hedef alan siyasi bir davadır.’ Dikkat edin donanma subaylarını diyor ve tüm deliller elektronik ve düzmece olduğu bilindiği halde, donanma subaylarının darbe yapmak için kullanacakları tesisatları denizde yüzen gemilerde olduğu halde büyük bir adaletsizlik var. Tutuklu diğer askerler, gazeteciler ve aydınlarımızın tümü çok büyük bir adaletsizlikle karşı karşıya. Türkiye’nin naçizane ve değerli insanları mesela Mustafa Balbay aklıma gelen ilk isim.

Dış politikamızda ve ekonomik alanda çok kritik günler geçiriyoruz. Memleketimizdeki son on yıldır her gün daha çok artan adaletsizliğin artması ile halkımız sinirli, sabrı doldu, yıldı ve yoruldu. Türkiye’ye dürüst, akıllı ve çalışkan, başta milleti için gecesini gündüzüne katacak, Atatürk’ün ilkelerini tamamı ile anlayan ve gösterdiği yolda yürüyerek yurt içi ve yurt dışı uygulamalarda bulunabilecek, yürekli bir hükümet başkanı ve onu destekleyecek aynı vasıflarda bakanlar ve milletvekillerine çok şiddetli bir şekilde ihtiyacımız var. Yapın CHP’li Emine Ülker Tarhan’ı yada Muharrem İnce’yi başbakan bakın ne güzel yarınlar yaşayabiliriz.

 

Saygılarla,

Ömer Can Şirikçi

omercan.sirikci@ataturk.org.au

Avustralya Atatürk Kültür Merkezi

Bu Makale  Hürriyet Avustralya Gazetesi

41. Sayısında 22 Ekim 2013

42. Sayısında 29 Ekim 2013

43. Sayısında 5 Kasım 2013

tarihinde bir dize olarak yayınlanmıştır.

2013 EKİM 1 – SEMİNER: KANSER – ÇAĞIMIZIN HASTALIĞI

AAKM Makale - Hurriyet - OmerCan Banner 2013.v3

AVUSTRALYA ATATÜRK KÜLTÜR MERKEZİ SEMİNERİ – KANSER ÇAĞIMIZIN HASTALIĞI

Avustralya Atatürk Kültür Merkezi (AAKM – www.ataturk.org.au) Ekim ayı Toplumla Kucaklaşma Semineri konusu KANSER – Çağımızın Hastalığı idi. Büyük ilgi gören seminer Sydney Üniversitesi Eğitim ve Araştırma görevlisi Dr. Ramin Farahani tarafından sunuldu.

Dr. Farahani kanser hakkında tıbbi ve genel bilgiler vererek başladığı bilgilendirme seminerinde;

  • Kanser nedir ve nasıl gelişir?
  • Kanserin oluşumuyla ilgili modern kavramlar nelerdir?
  • Kanseri önlemek mümkün müdür?
  • Kanser tedavisi alanında çağımızın en önemli buluşları nelerdir?

gibi önemli konuları içeren sunumunun ilk bölümünde kanserle ilgili bazen şaşırtıcı bazen az yada toplum tarafından hiç bilinmeyen bilgiler sundu.

Sydney Üniversitesinde Türk asıllı bir bilim adamı olarak profesyonel araştırma görevlisi olan Dr. Farahani; seminerin ikinci bölümünde kanser alanındaki derin bilgisi ve tecrübesi ile katılanların sorularını cevapladı. Evrim teorisi ve mutasyon gibi çarpıcı açılardan kanser üzerine açıklamalarda bulundu. Bilimsel bakış açısından kanserin insanlar için kaçınılmaz bir mutasyon süreci olduğunu söyleyen bilim adamı, DNA değişimi ve hasarı yüzünden ortaya çıkan çağımızın hastalığı kanserle ilgili teşhis ve tedavi yöntemlerinin büyük bir hızla geliştiğini ve çok yakında özellikle bazı kanser çeşitlerinin erken teşhisi ve daha verimli bir tedavi sonucu vereceğine inandığını ifade etti. Fakat araştırmaların ve kanser alanında çalışan bilim adamlarının büyük bir hızla artmasına rağmen kanser hakkındaki araştırmaların daha çok büyümesi gerektiğini de ekledi.

Bir oturmada içilen bir tabaka nargilenin otuz tek sigaradan alınan nikotin gibi kanser yapıcı maddeler içerdiğini söyleyen Dr. Farahani çağdaş yaşamın verdiği fiziksel tembellik ve tükettiğimiz her türlü yiyecek ve içecek maddesinin doğal olamayan yollarla üretilen katkı maddeleri içerdiğini ve kansere yakalanma olasılığını yüzlerce kart arttırdığını vurguladı. Bir doktor olarak verdiği tavsiyelerle organik yemenin ve her gün en az yarım saat etkili antrenman yapmanın gerektiğini ifade etti. Sigara içmenin kanser yapacağının bilindiğini ve kişilerin genetik yapılarının DNA’larının etkilendiği için kendileri kanser olmasalar bile çocuklarının ve gelecek nesillerinin kanser olma olasılıklarını binlerce kart arttırdıklarını söyleyerek semineri başarılı bir şekilde sonuçlandırdı.

HABER:

Ömer Can Şirikçi

omercan.sirikci@ataturk.org.au

Avustralya Atatürk Kültür Merkezi

—————————————————————————–

Seminer 1. Bölüm

—————————————————————————–

Seminer 2. Bölüm

—————————————————————————–

Foto Galeri

2013 EYLÜL 17 – TÜRKİYE’DE HUKUKUN ÜSTÜNLÜĞÜ KALDI MI?

AAKM Makale - Hurriyet - OmerCan Banner 2013.v3

TÜRKİYE’DE HUKUKUN ÜSTÜNLÜĞÜ KALDI MI?

Türkiye’deki hukuk düzeninin hukuksuzluklar içerisinde olduğu ve özellikle son on yıldır gün be gün tahrip ve darbe yemekte olduğu iyi bilinmektedir. Türkiye barolar birliği başkanı Avukat Profesör Doktor Metin Feyzioğlu’nun 02 Eylül 2013 tarihinde yaptığı 2013-2014 adli yılı açılış konuşması, Türkiye’deki hukuk düzeninin ne gibi problemler yaşadığını özetlemesi ve sorunlara çözüm yolları önermesi açısından çok önemli olduğu için sizlerle paylaşmak istiyorum.

Türkiye Cumhuriyeti devletini etkisiz hale getirip AB-D maşası haline getirilmesi için uygulanan planlara karşı elimizde kalan fakat büyük zararlar görmüş son kalelerimizden birisi olan Laik-Bağımsız-Hukuk Sistemimizin Üstünlüğünün şu an içinde olduğu vahim durumu detaylı bir şekilde inceleyen Feyzioğlu konuşmasında tam on (10) defa “Sayın Cumhurbaşkanım” hitabı ile ülkemizin en yüksek makamına seslendiği görülmektedir. Metin Feyzioğlu’nun konuşmanın önemli bölümlerinden özet bir dizeyi sizlere sunuyorum;

Gençliğinin baharında geçtiğimiz günlerde hayatına son veren hâkim adayı Didem Yaylalı ve bu durumdaki yargı mensuplarının yaralarına merhem olamamaktan dersler çıkarmış olmamızı diliyorum.

Programa renk katan Devlet Çok Sesli Korosu’na teşekkür ediyorum. Sanattan uzak hukukçularının ve idarecilerin çağdaşlık yolunda ilerlemeyi sağlayamayacağını bilgilerinize sunuyorum.

9 Ağustos 1969′da kurulan Türkiye Barolar Birliği’nin 44. kuruluş yıldönümünü kısa bir süre önce idrak ettik.

Savunmanın savunulmasının zorunlu hale geldiği bir ortamda “kutladık” diyemiyorum; “idrak ettik” diyorum.

Çağdaş hukukun avukatlar için kabul ettiği;

Hiç bir baskı, engelleme, taciz veya hukuka aykırı müdahaleyle karşılaşmadan her türlü mesleki faaliyeti yerine getirmeleri,

Görevlerini icra ederken güvenlikleri tehdit edildiğinde korunmaları,

Yargı yerleri ve idari makamlar önünde yazılı ve sözlü taleplerinde hukuki ve cezai muafiyetlerden yararlanmaları,

Müvekkilleriyle iletişimlerinin gizliliği gibi ilkelerin ihlal edildiği bir ortamdayız.

Bugün, savunma baskı altındadır. Avukatlar, mesleki faaliyetleri nedeniyle soruşturulmakta ve kovuşturulmaktadır. Adliyelerden ve duruşma salonlarından yaka paça çıkarılmakta, savunma görevinden yasaklanmaktadır.

…eğer bir yerde avukat yerde sürükleniyorsa, aslında yerde sürüklenen yurttaştır.

…Türkiye Barolar Birliği’ne Avukatlık Kanunu’nun 76. ve 110. maddeleriyle “hukukun üstünlüğünü ve insan haklarını savunmak ve korumak, bu kavramlara işlerlik kazandırmak” görevinin verilmesinin sebebi, avukatın toplum içindeki vazgeçilmez yeri ve önemidir.

sadece demokratik hukuk devletlerinde etkin ve yargının kurucu unsuru niteliğini taşıyan bağımsız savunmadan söz edilebilir.

Demokratik hukuk devletlerinde mahkemelerin görevi adli yollar kullanmak suretiyle iddianın doğruluğunu araştırmak, doğruyu yanlıştan, suçluyu suçsuzdan ayırt etmektir. Adli yoldan kasıt, evrenselleşmiş ölçütlere uygun hukuk kurallarıyla belirlenmiş olan yoldur. Bu noktada karşımıza, adil yargılanma hakkı çıkar. Çağdaş ceza muhakemesinin amacı, kişileri lekelemeden, toplumu ezmeden ve sindirmeden, her bireyin hukuki güvenlik hakkını pekiştirerek, demokratik hak ve hürriyetlerini kullananları hiçbir korkuya hatta endişeye dahi sevk etmeyecek şekilde gerçeğe ulaşmaya gayret etmektir.

Şu halde, adli yol ve onun içinde yer alan adil yargılanma hakkı göz ardı edilip, “ne pahasına olursa olsun gerçeğe ulaşılacaktır” diye çıkılan bir yolun sonunda, hem gerçeğe ulaşılamaz hem de soruşturma ve kovuşturma süreci, kamu düzenini, soruşturulan veya kovuşturulan suçtan daha fazla ihlal eder. Şöyle ki, adli yoldan sapılan, adil yargılanma hakkı ihlal edilen her durumda, sadece soruşturulan veya kovuşturulan bireyler değil, üçüncü kişiler de temel hak ve özgürlüklerinden, hukuki güvenliklerinden endişe etmeye başlarlar.

Unutulmamalıdır ki, bir kişi hayatı boyunca suç işlemeyeceğini taahhüt edebilir ve bu sözüne de sadık kalabilir. Ancak hiç kimse hayatında bir gün yargılanıp yargılanmayacağını bilemez. İşte bu sebeple çağdaş ceza muhakemesinin kuralları, suçsuzluk karinesi temel hakkı ekseninde, bir yandan suçu kesin hükümle sabit oluncaya kadar şüpheli ve sanığı, diğer yandan hayatlarında bir gün suçlanabileceklerini ya da yargılanabileceklerini bilmesi gereken toplumun diğer bütün bireylerini korur.

Adil yargılanma hakkının hukuk uygulamacıları tarafından içselleştirilmediği, dolayısıyla sık sık ihlal edildiği toplumlarda bireyler, temel hak ve özgürlüklerinin her an devlet tarafından ihlal edilebileceği korkusuyla yaşarlar; kendilerini ifade etmekten çekinmeye başlarlar; devlet aygıtını bir hizmet aracı olarak değil korkulan bir “büyük abi” olarak algılarlar.

…Çağdaş demokratik hukuk/devlet/toplum düzenlerinde muhakeme hukukunun geldiği aşamada, “gerçek”e, sözlerin çarpışmasıyla ulaşılabileceği kabul edilmektedir. Bunun için birbirine eşit üç makama ihtiyaç vardır:

Mahkemelerden ve hâkimlerden oluşan yargılama makamı,

Yargılama makamının tamamen dışında örgütlenmiş iddia makamı,

Yargılama ve iddia makamları ile siyasi iktidardan tamamen bağımsız avukatların oluşturduğu savunma makamı.

Söz konusu makamların tamamı yargının kurucu unsurudur.

Bu unsurlardan mahkemeler ve hâkimler bağımsız ve tarafsız olmadıkları takdirde, adil yargılamadan ve dolayısıyla yargının adalet dağıttığından söz edilemez.

Öte yandan, hâkimler ve savcılar birbirine yaklaşır ve savunma makamından uzaklaşırsa, muhakemede gerçeğe ulaşılmasının vazgeçilmez koşulu olan “hiç kimse kendi davasında hâkim olamazilkesi özünden ihlal edilmiş olur. Çünkü sıfat olarak iddia eden ve yargılayan makamlar birbirinden ayrı gibi görünse de uygulamada meydana gelen fiili yakınlaşma ve hatta birleşmeler, iddia makamının aynı zamanda fiilen yargılama yapıp hüküm vermesi sonucunu doğurur.

Hâkimlerin tarafsız ve bağımsız olmaları ne kadar önemliyse kanun koyucu veya idari makamların yerine geçerek yasama organı ya da hükümet gibi davranmaları da kabul edilemez. Başka bir anlatımla, devlet içinde ayrı devletler olmaz; yargı mensuplarının devletin içinden veya dışından kimi yapılarca “benim hâkimim”, “senin hâkimin” diye sınıflandırılması izah dahi olunamaz. Bu tartışmaların yapıldığı bir ülkede hiç kimsenin hukuki güvenliği kalmaz. Adalet mülkün temeli ise, mülk temelsiz kalır.

…Bu durumda yargılamada gerçeğe ve adalete ulaşılması beklenemez.

Böyle bir yargılamada, suçlu suçsuzdan, doğru yanlıştan ayrılamaz. Varılan sonuç, “gerçek” değil, mahkemelerin veya mahkemeleri etkileyen güçlerin gerçek olarak göstermek istedikleri bir aldatmacadan ibaret olur.

Ülkemizde, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun hâkim bağımsızlığını, hâkim ve savcı teminatını sağlayamadığını tespit etmek zorundayız.

Maalesef ülkemizde, uygulamada, savunmanın kutsallığından sürekli dem vurulsa da, savunmanın hala kurucu unsur olarak sayılmadığını, gerçeğe ulaşılmasında engel olarak kabul edildiğini görüyoruz.

…Bütün bunların saygı sınırlarını zorlayan, avukatlara ve barolara küçümseyici bakış açısını sergileyen, işbirliğini engelleyen bir uygulama olduğunu huzurlarınızda üzülerek ifade ediyor; Yargıtay’ı, Yüce Yargıtay’a şikâyet ediyorum.

Bu kararı veren sayın hâkimlerin bir gün avukatlık mesleğine geçtiklerinde, içeriğini bilmedikleri dosyalara, sırf içeriğini öğrenebilmek ve buna göre davayı alıp almamaya karar verebilmek için vekâletname koymak zorunda kaldıklarında, kararlarının ne kadar yanlış olduğunu anlayacaklarını çok iyi biliyorum. Dileğim odur ki, Yüce Yargıtay, hukuka aykırılığı daha önce düzeltir.

Meslek alanımız sürekli olarak daraltılmakta, münhasıran avukatlar tarafından yerine getirilebilecek faaliyetlerin sayısı giderek azaltılmaktadır. Avukatlar etkili bir sosyal güvenceden hala yoksundurlar. Kontrolsüz açılan hukuk fakültelerinden yeterli eğitimi almamış hukuk fakültesi mezunları sınavsız bir şekilde avukatlık stajına başlayıp kolaylıkla avukat olmakta, sonuçta hem hizmetin kalitesi düşmekte hem de avukatlar büyük ekonomik zorluklara sürüklenmektedir.

Türkiye’de avukatlık mesleğine büyük zararlar verecek ve avukatların yakın çevreleriyle birlikte yaklaşık 800 bin kişiyi doğrudan etkileyecek, milyonlarca yurttaşımızın ise ekonomik güçlük sebebiyle avukatlık hizmetinden yararlanmasını fevkalade zorlaştıracak yabancı avukatlık ortaklıklarının Anayasal güvenceye kavuşturulmak istenmesini şiddetle kınıyoruz.

Yürürlükteki Avukatlık Kanunu, pek çok yönden anti demokratik, vesayetçi, mesleğimiz açısından çağın gerektirdiği ihtiyaçları karşılamaktan uzaktır.

Hukuk devleti, insan haklarına saygı gösteren ve bu hakları korumak üzere adil bir hukuk düzeni kuran ve bunu devam ettirmeye kendisini zorunlu sayan ve faaliyetlerinde hukuka ve anayasaya uyan bir devlettir. Bu tanımlamanın içinde özgür insan, hak ve yükümlülüklerle donatılmış yurttaş yer alır. Demokratik hukuk devletinde, üstünlerin hukuku değil, hukukun üstünlüğü egemendir.

…çağdaş demokrasiler, sadece o an için çoğunlukta olan siyasi görüşleri değil, sayıca azınlıkta olan başka görüşleri de kucaklar. Bugün eğer mutlaka milli irade tabiri kullanılmak isteniyorsa, Türkiye Cumhuriyeti’nin çoğulcu bir demokrasi modeline dayandığı unutulmamalıdır. Bu durumda milli irade tabiri, çoğunluğun azınlığa tahakküm ettiği, siyasi iktidarın her kurumu ele geçirdiği ve yaşamın her alanını düzenlemeye soyunduğu, insanların yaşam biçimine müdahale ettiği dönemlerdeki içeriğinden elbette ki farklı anlaşılmak zorundadır.

O halde çağdaş bir demokrasidemilli irade” tabirini kullanmaya devam etmek isteyenler, bu tabirin içinde siyasi iktidara muhalif düşüncelerin de yer aldığını, hükümetlerin parlamentodaki çoğunluklarına dayanarak her istediklerini yapamayacaklarını ve onlara oy vermeyenlerin de hükümeti olduklarını; insanlığın ortak değerlerini temsil eden hukukun genel ilkelerine, usulüne göre yürürlüğe konulmuş insan haklarına ilişkin uluslararası sözleşmelere ve anayasaya uygun davranılmasının zorunlu olduğunu unutmamalıdır. Anayasamızın değişmez maddelerinde ifadesini bulan Cumhuriyetin temel niteliklerinin siyasi iktidarı sınırladığı ve çoğunluğun azınlığa tahakkümünü engellediği de hiçbir zaman akıldan çıkarılmamalıdır. Bu sınırlamalarla kastedilen, bazılarının ileri sürdüğünün aksine, azınlığın çoğunluğa tahakkümü asla değildir; kastedilen, demokratik uzlaşma kültürüdür, katılımcı demokrasidir, geçici bir çoğunluğun geçici bir azınlık üzerinde mutlak egemenlik kurmasının önlenmesidir; nasıl yaşayacağını, hangi okula gideceğini, hangi inanca sahip olacağını, nerede ibadet edeceğini, hangi ahlak kuralını benimseyeceğini kişilere dayatmaya kalkışmamasıdır.

…İster ülkemizde ister dünyanın başka bir yerinde olsun; barışçıl gösteri hakkını kullananlara şiddet uygulanması, göstericilerin gerçek mermilerle, hedef gözetilerek sıkılan gaz bombalarıyla, plastik mermilerle veya kimyasal madde karıştırılmış tazyikli sularla öldürülmesi ya da yaralanması ağır bir suçtur. Bu suçları işleyenlerin teşvik edilmeleri veya ödüllendirilmeleri değil, cezalandırılmaları gerekir. Hiçbir siyasi veya ekonomik menfaat en üstün değer olan insan yaşamından daha değerli değildir. Sudan’da, Lazkiye’de, Rojava’da, Mısır’ın Adeviyesi’nde veya Tahrir’inde, Lice’de, Uludere’de, Reyhanlı’da, Akçakale’de, Ceylanpınar’da, Eskişehir’in, Ankara’nın, İstanbul’un ve Hatay’ın sokaklarında, insanların katledilmesinin hiçbir mazereti olamaz.

Demokratik bir devlette, devletin, düşüncenin ve ifadenin önünü açması, şiddet çağrısı yapmayan düşüncelerin istenilen yerlere ulaştırılabilmesi için toplumsal iletişim kanallarını açık tutması, barışçıl toplantı ve gösterileri engellememesi esastır. İfade özgürlüğü ve onun hayata geçirilme yöntemlerinden olan barışçıl toplantı ve gösteriler, özgür ve demokratik bir toplumun varlığının en önemli kanıtıdır.

Özgürlükler söz konusu olduğunda devlet, kısıtlamak ve yasaklamak yerine engelleri kaldırmakla yükümlüdür.

Bu çerçevede, hiç kimse düşüncelerini açıkladığı için idari veya adli soruşturmalara tabi tutulamaz. Anayasa’ya, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarına göre; devletin güvenlik güçleri barışçıl gösterilere hiçbir şekilde güç kullanarak müdahale edemez. Barışçıl gösterilerde “dağılın” uyarısı yapılması, dağılmayan göstericilere güç kullanılmasının mazereti olamaz. Güç kullanılmasının haklı olduğu yerlerde ise gerekenden fazla gücün kullanılması, üzerinde güç kullanılan şahıs etkisiz hale getirildikten sonra da güç kullanarak keyfi ve fiili cezalandırma yoluna gidilmesi hiç kuşkusuz sorumluluk gerektirir. Sokak aralarında, hatta gündüz gözüyle şehir meydanlarında eli sopalı veya palalı kişilerin polis memurlarının desteğiyle, teşvikiyle veya koruması altında yaptığı katliamların ve şiddet eylemlerinin ne kadar ağır bir suç teşkil ettiğini açıklamayı gerekli dahi görmüyorum.

Çağdaş devlet anlayışında kutsal olan devlet değil, devletin hizmetle yükümlü olduğu insandır. Devleti kutsallaştırmak isteyenler, aslında kendilerini kutsallaştırmak ve dokunulmaz ilan etmek isterler.

Siyasi iktidarlar, demokratik kitle örgütlerinin eleştirilerinden elbette haz etmek zorunda değildir; ancak çoğulcu demokrasilerde, siyasi iktidarlar, bu eleştirileri değerlendirmek ve hoşgörüyle karşılamak zorundadır. Çoğulcu demokrasilerde siyasi iktidarlar hoşlarına gitmeyen siyasi düşünceleri hedef almazlar, parlamentodaki çoğunluklarına dayanarak demokratik kitle örgütlerini yok etmeye kalkışmazlar; bunları demokrasinin vazgeçilmezi olarak kabul ederler ve birlikte yaşarlar. Böylece bindikleri demokrasi dalını kendi elleriyle kesmezler.

Demokratik bir hukuk devletinde, düşünme, düşündüğünü ifade etme ve basın özgürlüğü vazgeçilmezdir. Basın özgürlüğüne yönelik en büyük tehdit yalnızca gazetecilere açılan davalar veya gazete sahiplerine yönelik idari-mali uygulamalar ve gazetelerin uygulamak zorunda kaldıkları otosansür değil, tekelleşme ve basın çalışanlarının örgütlenmesinin önüne getirilen kısıtlamalardır. Bu özgürlükler kısıtlandığında muhalefet partilerinin ve demokratik kitle örgütlerinin etkili muhalefet yapma imkânları ellerinden alınır. Bu durumda ne kadar baskı altında tutulursa tutulsun, toplum bir noktada patlar ve toplumsal muhalefet, siyasal muhalefetin önüne geçer. Toplumsal olaylar karşısında siyasi iktidarlar, başkalarını suçlayarak savunmaya geçmek yerine, olayların gerçek sebeplerini bulmaya, toplumun sıkıntısını anlamaya çalışmalıdır. Suçlamak kolay, çözüm bulmak zordur. Ancak demokrasi, zoru başarmayı gerektirir. Bu başarının anahtarı ise hoşgörü, uzlaşma ve ortak akılda gizlidir.

…Özellikle son birkaç yılda, “yargı reformu” adı altında yapılan değişiklikler, yasa yapma tekniğine aykırı bir şekilde “torba yasalarla” gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır. Torba yasa yöntemi, kamuoyunun ve ilgili demokratik kitle örgütlerinin yasalaşma sürecini takip etmelerini engelleyen, sistematikten uzak, deneme yanılma yolunu esas alan bir yöntemdir.

…Barış veya açılım olarak adlandırılan bir süreç önümüze konuldu…Ancak sürecin nasıl yürüdüğüne, kiminle ve nasıl müzakere edildiğine, yol haritasının duraklarına ve nihai hedefine ilişkin sağlıklı bilgilere sahip değiliz. Amaç, kanın durması ve toplumsal huzurun sağlanması olduğuna göre, hepimiz için en büyük felaket olacak bir iç savaşın tetiklenmesinden ortak akla ulaşmak suretiyle titizlikle kaçınmak zorundayız. Bunun için sürecin şeffaf yönetilmesi ve geniş tabanlı toplumsal mutabakatın sağlanması zorunludur.

Bu çerçevede, artık uluslararası kurumların dahi yaptığı tespitler karşısında kamuoyunda inandırıcılıklarını yitirmiş olan, Balyoz, Ergenekon, Casusluk Davası ve KCK gibi adlarla anılan ve adil yargılanma hakkının hiçe sayıldığı davalarda yaralanan toplumsal vicdan tamir edilmeden, toplumsal uzlaşıya ulaşılması mümkün değildir.

…Uzunca bir süredir TBMM çatısı altında anayasa değişikliği…amacı daha demokratik, daha özgür, hukukun üstünlüğünü benimsemiş bir toplum ve devlet düzenine kavuşmak olsa gerektir. Bu amaca ulaşılabilmesi için anayasa değişikliğinden önce çok daha kolay atılabilecek pek çok adım vardır. Örneğin engizisyon dönemlerini andıran gizli tanıklığın kaldırılması, uygulamada tutuklama zorunluluğu algısı yaratan katalog suçlara ilişkin düzenlemeden vazgeçilmesi, Terörle Mücadele Mahkemeleri’nin lağvedilmesi, Terörle Mücadele Kanunu’nun ilga edilmesi, düşünce, düşünceyi ifade, basın özgürlüğü ve toplantı-gösteri özgürlüğünün önündeki bütün engellerin kaldırılması, basında tekelleşmenin önlenmesi, basın emekçilerinin örgütlenmesinin sağlanması, YÖK’ün kaldırılması, üniversitelerin idari ve mali özerkliğe, bilimsel özgürlüğe kavuşturulması, %10 seçim barajının düşürülmesi yol temizliği anlamında akla gelenlerden yalnızca birkaçıdır. Bunlar yapılmadan herkesin çekinmeden düşüncelerini ifade edebileceği ve bu düşüncelerini halka aktaracak kanalları rahatça bulabileceği bir tartışma ortamı yaratılamaz. Oysa demokratik bir anayasa, en geniş katılımla oluşturulabilir.

Anayasa değişikliği tartışmaları sürecinde gündeme gelen ve başkanlık sisteminin demokratik olmasının vazgeçilmez koşulu olan denet ve denge mekanizmalarından arındırılmışTürk tipi başkanlık sistemi”nin, aslında başkanlık sistemi değil kuvvetler birliği esasına dayanan otoriter bir yapılanmayı hedeflediğini tarihi sorumluluğumuzun gereği olarak burada ifade etmek durumundayım.

…Bugün hem Türkiye hem Ortadoğu, “din ve mezhep ayrımcılığı” ve “ırkçılık” olmak üzere iki derin fay hattı üzerinde bulunmaktadır…Farklılıkları ayrışmanın bir sebebi değil, zenginleşmenin aracı olarak görmeliyiz. Uyuşmazlıkları değil, ortak menfaatleri öne çıkarmalıyız.

…Hangi ırktan, dinden, mezhepten, inançtan, siyasi görüşten geldiğine bakmaksızın toplumda yaşayan her bireyi eşit yurttaş olarak gören Atatürk Milliyetçiliği ise bölünmenin, parçalanmanın, yok olup gitmenin karşısındaki yegâne dayanak noktasıdır.

Tarihten ders alınır ise, tarih tekerrür etmez. Osmanlı İmparatorluğu’nu çok hukukluluk ve her alanda bilimsel düşünceden uzaklaşmış olma çökertmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun küllerinden Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün mucizesiyle doğmuş olan Türkiye Cumhuriyeti için tek gerçek yol gösterici, bilimdir.

Ülkemizde ve bölgemizde üzerinde bulunduğumuz fay hatlarına rağmen sapasağlam ayakta durabilecek demokratik bir hukuk devleti binasını inşa etmek için laiklik ve Atatürk Milliyetçiliğini özümsemek zorundayız. Ayrıca “yurtta barış dünyada barış” ilkesinden vazgeçtiğimiz algısından titizlikle kaçınmak, “yeni Osmanlıcılık” gibi maceraperest yaklaşımlardan uzak durmakla yükümlüyüz.

Konuşmanın tamamını http://www.ilk-kursun.com/haber/156115 İnternet sayfasından temin edebilirsiniz.

Saygılarla,

Ömer Can Şirikçi

omercan.sirikci@ataturk.org.au

Avustralya Atatürk Kültür Merkezi

Bu Makale  Hürriyet Avustralya Gazetesi

37. Sayısında 17 Eylül 2013

38. Sayısında 24 Eylül 2013

39. Sayısında 1 Ekim 2013

40. Sayısında 10 Ekim 2013

tarihinde bir dize olarak yayınlanmıştır.

2013 EYLÜL 3 – SEMİNER: KUMAR PROBLEMİ

AAKM Makale - Hurriyet - OmerCan Banner 2013.v3

AVUSTRALYA ATATÜRK KÜLTÜR MERKEZİ SEMİNERİ – ÇOKKÜLTÜRLÜ KUMAR PROBLEMİ SERVİSİ SEMİNERİ

Avustralya Atatürk Kültür Merkezi (AAKM – www.ataturk.org.au) Eylül ayı toplumla kucaklaşma semineri konusu Kumar Problemi idi. Multicultural Problem Gambling Services for NSW (MPGS) Çok-Kültürlü Kumar Problemi Servisi Türk görevlisi Nurcan Kıyak Bilingual Counsellor Çifte Lisanlı Danışman Uzman tarafından sunulan seminerde topluma Kumar problemi ile ilgili detaylı bilgiler verildi. “Benim rolüm, kumar problemi ile karşı karşıya olan ve Türkçe konuşan toplum üyelerine veya onların yakınlarına konuyla ilgili hizmet vermektir.” diye seminere başlayan bayan Kıyak, sorularımızı cevapladı.

Bize Multicultural Problem Gambling Services for NSW (MPGS) tanıtabilir misiniz?

MPGS, kültürel ve dil farklılığı olup ta kumar problemi yaşayan kişilere yardım eden bir kurumdur. Bu amaçla, psikolojik danışmanlık hizmeti verir. Bu kurum için çalışan psikolojik danışmanlar alanlarında eğitim ve deneyim sahibi kişilerdir. Bir o kadar önemli olan özelliklerinden biride kumar alışkanlığı olan kişinin içinde büyüdüğü toplumun kumara bakış açısına ve buna ilişkin toplumsal ve kültürel değerlere aşinadırlar. Kendileri de kumar sorunu olan kişiyle aynı toplumun üyeleri oldukları ve aynı dili konuştukları için sorun sahibi kişinin içinde bulunduğu sorunları, bu sorunları aşmak konusunda karşı karşıya kaldıkları engelleri iyi bilirler, bu nedenle destek verdikleri kişilere daha uygun yaklaşabilirler.

Multicultural Problem Gambling Service`in hizmetlerinden kimler yararlanabilir?

Farklı bir dil ve kültürden gelen toplumların üyelerinin kullanımı için oluşturulmuş bir hizmet merkezidir. Kumarla sorunu olan kişiler ve onların ailelerine hizmet etmeyi hedefler.

Ne tur yardımlar sağlar?

•           Ücretsiz ve gizlilik kurallarına uygun psikolojik danışmanlık (Telefonda yada yüz yüze)

•           Bireysel yada aile danışmanlığı

•           Telefonda bilgi ve tavsiye verilir, yada ihtiyaç duyulması halinde kişi uygun servislere sevk edilebilir. (Örneğin parasal ve yasal sorunlarda yardımcı olan kurumlara sevk etme)

•           Toplum eğitim programları hazırlanır.

MPGS için harcanan fonlar nereden sağlanmaktadır?

MPGS, the Community Relations Commission for a Multicultural NSW ve Western Sydney Local Health District tarafından oluşturulan ortak bir inisiyatiftir. Faaliyetlerin sürdürülmesi için gerekli mali kaynak ise, NSW hükümeti bünyesinde kurulan the Responsible Gambling Fund (RGF) adı verilen bir fondan sağlanmaktadır.

Nasıl kontak kurula bilinir?

Aşağıdaki telefon numaralarından yada İnternet sayfasından bize ulaşabilirsiniz.

Main Switch Telefon: (02) 9912 3850

Clinical Consultation and Assessment Service Tollfree: 1800 856 800

Website: www.dhi.health.nsw.gov.au/mpgs

 

HABER:

Ömer Can Şirikçi

omercan.sirikci@ataturk.org.au

Avustralya Atatürk Kültür Merkezi

 

2013 AĞUSTOS 27 – AAKM ZAFER BAYRAMI ve TÜRK SİLAHLI KUVVETLER GÜNÜ KUTLAMA PROGRAMI

AVUSTRALYA ATATÜRK KÜLTÜR MERKEZİ ZAFER BAYRAMI ve TÜRK SİLAHLI KUVVETLER GÜNÜNÜ KUTLADI

Avustralya Atatürk Kültür Merkezi (AAKM – www.ataturk.org.au) 91. yıl dönümü dolayısı ile 30 Ağustos Zafer Bayramı ve 26 Ağustos Türk Silahlı Kuvvetler Günü kutlamalarını bir program çerçevesinde, Türk Dayanışma Derneği binası Sydney Türk Evinde, geçtiğimiz Salı akşamı gerçekleştirildi.

Bu yıl Zafer Bayramının 30 Ağustos 2013 Cuma akşamına rastlamasından dolayı AAKM kutlama programını hafta içinde Türk Dayanışma Derneğinin davetiyesi üzerine Sydney Türk Evinde, toplumdan büyük bir ilgi gördü.

Her yıl olduğu gibi, Türk Dayanışma Derneği bu önemli milli bayram günümüzde, Zafer Bayramı Balosu kutlama sorumluluğunu üzerlerine alıp düzenledikleri için, AAKM kutlama programı halkımıza Cuma akşamı müsait olamayacak vatandaşlara erken bir fırsat sağlamış oldu.

Sydney Başkonsolosluğu Yeni Muavin Konsolosumuz Sayın Cafer Aşık ve Auburn Belediye Meclis Üyesi Sayın Semra Batık hanımefendinin katıldığı Zafer Bayramı kutlama programını Avustralya Atatürk Kültür Merkezi Yönetim Kurulu Üyesi Sayın Cihan Özdemir hanımefendi yönetti. Cihan hanımın açılış konuşmasının ardından bir dakikalık saygı duruşu, Türkiye ve Avustralya milli marşları söylendi. AAKM Başkanı Sayın Fevzi Özdemir Bey günün anlam ve önemini belirten duygulu ve içten bir konuşma yaptı.

Sydney Muavin Konsolosumuz Cafer Aşık bey topluma ilk defa Avustralya Atatürk Kültür Merkezi tarafından hazırlanan programda seslendiği konuşmasında “Başta ulu önderimiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşları olmak üzere, bağımsızlığımızın ve özgürlüğümüzün ölümsüz sembolleri tüm gazi ve şehitlerimizi bir kez daha saygı ve rahmetle anıyor hepinizin Zafer Bayramını en içten dileklerimle kutluyorum” dedi.

“Büyük Zaferin yıldönümünü gururla  kutlamanın ve sizlerle paylaşmanın mutluluğunu yaşıyorum” diyen Auburn Belediye Meclis Üyesi Sayın Semra Batık hanımefendinin ardından AAKM Gençlik Kolu Başkanlarından Nazlı Şendurgut hanımefendi Türk İstiklal Harbi, Türk Silahlı Kuvvetleri Günü ve Zafer Bayramı konuşmasında “Türk’ün zafer günü olan 30 Ağustos’u Türk Ulusunun evlatları olarak, bu zaferi yaratan kahramanların manevi huzurunda övünçle kutluyoruz.” dedi.

AAKM Sayın Gençlik Kolu Başkanlarından Gizem Sakallı yaptığı konuşmasının ardından, AAKM üyesi Sayın Türkan Can’ın “Toplum Beni Acıtıyor ATAM!!!” şiirini okuyup çok alkış aldı.

Eğitim Kültür Derneği Başkanı Sayın Fatma Yücel’de kutlama programına duygulu bir şiir okuyarak devam etti. Fatma Yücel’in öğrencilerinin hazırladığı Zafer Bayramı Resim ve Kolaj Çalışmaları toplantı salonunda sergilendi ve katılanlar tarafından büyük ilgi gördü.

Toplumumuzdan 80 yaşında Sayın Tevfik Mengi Bey kendi şiiri olan “Çanakkale Şehitleri” şiirini yüksek sesle çok içten bir şekilde okurken, yaşadığı duygularla yeri göğü inletti.

Ardından Sayın Ayhan Sütçüoğlu 22 yaşında iken 1945’de yazdığı “Kim Demiş” adlı kendi şiirini okudu ve çok alkış aldı.

Programa AAKM Gençlik kolundan Kağan Dökümcü Sesi ve Nazlı Şendurgut Çellosu eşliğinde canlı müzikle devam etti.

Atatürk’ün kendi sesinden 10. Yıl Nutku ve yine Atatürk’ün Bursa Nutku video gösterilerinden sonra, çay meşrubat, börek ve pasta ikramı ile kutlama programı başarı ile sonuçlandı.

 

HABER:

Ömer Can Şirikçi

omercan.sirikci@ataturk.org.au

Avustralya Atatürk Kültür Merkezi

2013 AĞUSTOS 11 – AAKM KADINLAR KOLU ÇALIŞMALARINA BAŞLADI

AVUSTRALYA ATATÜRK KÜLTÜR MERKEZİ KADINLAR KOLU ÇALIŞMALARINA BAŞLADI

Avustralya Atatürk Kültür Merkezi Kadınlar Kolu (www.ataturk.org.au) düzenli şekilde toplanarak yeni çalışmalara imza atmak için hazırlıklarına başladı. İkinci toplatışını 11 Ağustos 2013, Pazar günü Homebush Bicentennial Park’da yapan Kadınlar Kolu, çeşitli konularda fikir alışverişinde bulundu.

Kanınlar Kolu Başkanı Aynur Şendurgut ve Başkan Yardımcısı Ayşe Engin Göktürk Alidosti hanımefendiler; amaçlarının 7 den 70 ye tüm Atatürkçü Düşünceyi savunan bayanları sosyal birlik ve beraberlik içerisinde birbirine destek veren örnek bir topluluk haline getirmek olduğunu ifade ettiler.

Yakın zamanda organize işlerini tamamlayıp, yaşlılar bakım yurtları, hastanelerde ve evlerinde yardıma ihtiyacı olan büyüklerimizi ziyaretlere başlayacaklarını, piknikler düzenleyeceklerini, sağlıklı yaşam için yürüyüşler ve kadınları bilgilendirecek aktiviteler düzenleyeceklerini söylediler.

Kadınlar kolunun toplumun çeşitli kesimlerinden, çeşitli yaş guruplarından oluşan bayanlar tarafından üyelerinin ve aktivitelerin ilerletilmesi konularını görüşen bayanlar, Ramazan Bayramı kutlamalarını ve yedikleri tatlıları yakmak için, havanın da çok güzel olmasından faydalanarak parkta yaptıkları yürüyüş ile pekiştirdiler.

Genç bayanlar ve onların ilgilerinin nasıl çekilebileceği toplantının önemli konularından birisi idi. Avustralya Türk toplumuna faydalı olmayı ilke edinen Avustralya Atatürk Kültür Merkezi Kadınlar Kolu, ulu önderimiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün gösterdiği yüksek medeniyet yolunda kadınlarımıza öncülük yapmayı kendilerine bir görev edinmiş fedakar bayanlardan oluşan ikinci toplantıları başarı ile sonuçlandı.

İlgilenen tüm bayanları, 13 Ağustos 2013 Salı akşamı saat 7:30PM de yapılacak Toplumla Kucaklaşma Toplantısında, Sağlıklı Yaşam ve Nefes Koçu Sayın Aynur Yanar hanımefendinin vereceği ücretsiz ‘Doğal Nefes ve Sağlıklı Yaşam’ Seminerine, Auburn Town Hall Summerville Room’a davet ediyorlar.

AAKM-Kadinlar-Kolu-2013-08-11-1 AAKM-Kadinlar-Kolu-2013-08-11-2 AAKM-Kadinlar-Kolu-2013-08-11-3

HABER:

Ömer Can Şirikçi

omercan.sirikci@ataturk.org.au

Avustralya Atatürk Kültür Merkezi

2013 AĞUSTOS 13 – TÜRKLÜK BİLİMİ

AAKM Makale - Hurriyet - OmerCan Banner 2013.v3

TÜRKLÜK BİLİMİ

Türkoloji, Osmanlıdaki adı ile Türkiyat yani Türklük Bilimi, Türk halkları ve özellikle Türk dili ve lehçeleriyle ilgilenen, folkloru, edebiyatı, sanatı, tarihi ve Türk toplumlarının manevi, maddi kültürünü sistematik şekilde araştırma konusu edinen bilim dalıdır. Geçmiş ve günümüz Türkçesi ve Türk toplumları, Türkoloji’nin ana konularını oluşturur. Türkoloji araştırmaları Türk millî kültürünün temellerini oluşturan unsurları ortaya çıkararak, ayrıntıları ile yakından incelemektir.

Bir müddettir Türkoloji konusunda okuyup araştırıyorum. Öğrenecek o kadar çok şey var ki! Son zamanlarda Türkologlarımızın buldukları ve Türkoloji’nin vardığı konum öyle bir safhaya gelmiş ki, bu bilim alanına Türkiye Cumhuriyeti Devleti tarafından verilen öneminin arttırılması gerektiğini haykırıyor uzmanlarımız. Çükü son yirmi yıldır bulunanlar, özellikle son on yıldır gün ışığına çıkanlar, Dünya tarihini tekrar baştan yazdıracak değerde önemli.

Beni çok hayrete düşüren şey, dünyadaki ilk Türkoloji Kürsüsünün “École spéciale des Langues orientales” adı ile Fransız ihtilalinden sonra, resmen 30 Mart 1795’te Paris’de kurulmuş olan Oryantal Araştırmalar olarak, yani yakın ve uzak doğu toplumlarının kültürlerinin, dillerinin, insanlarının, tarih ve arkeolojilerinin incelendiği bilimsel çalışma kurumunun temelleri 1669’lara dayanmaktadır. Yani batılılar doğu medeniyetlerini araştırıp bir bilim alanı olarak incelemeye; özellikle Türk Kültürünü bilimsel bir şekilde incelemeye çok önceleri başlamışlardır.

Rusya’da 1807’de Kazan’da açılan üniversitede Türkçe öğretimi yapılmıştır. İtalya’da 1723’te Napoli’de kurulan Instito Superiore Orientale di Napoli’de başlamıştır. 1887’de Almanya (Berlin)’da Ausland-Hochschule: Seminar für orientalische Sprachen, adlı okulda, İngiltere’de ise 1906’da School of Oriental Studies’de Türkoloji çalışmaları başlamıştır. Şarkiyat ve Türkoloji ile ilgili enstitülerde batılılar çok sayıda bilimsel eserler, dergi ve bültenler yayınlamışlardır. Yani bizim bilimsel tanımlamamızı ve geçmişimizi ve bu güne nasıl geldiğimizi batılılar kayıtlara geçirmiş, bilimsel yolardan bizi bize anlatmışlar, Türklüğü öğreten ders kaynaklarını hazırlamışlardır. Batılılar bu yolla Türklere göçebe, iyi at süren, kılıç kullanan, savaş yapan, barbar bir millettir demişlerdir. Zengin Türk Kültürünü hep göz ardı edip, asırlardır kendi kültürlerinin ve dillerinin üstünlüğünü öne sürmüşler ve tüm dünyaya empoze etmişlerdir.

Aslında, Türkoloji’nin ilk eseri, Karahanlı çağında yazılmış olan dil, edebiyat, etnografya konularında verdiği bilgilerle büyük bir araştırma ürünü olan Divanü Lügati’t-Türk’tür. İlk Türkolog da bu sözlüğü düzenleyen Kaşgarlı Mahmud sayılmaktadır. Araplara Türkçeyi öğretmek ve Türkçenin Arapça kadar zengin bir dil olduğunu göstermek amacıyla yazılmıştır. Kitap için çok kısa bir tanım yapmak gerekirse; Ansiklopedik Sözlük denilmesi uygun olur. Orijinalinin nerede olduğu bilinmiyor. Bu gün elimizde bulunan Şamlı Mehmed bin Ebu Bekir’in, 1266 yılında kopya ettiği bir nüshası vardır. Bu nüsha, İstanbul Fatih’deki Millet Kütüphânesi’ndedir. Türk Dil Kurumu tarafından 1941’de, Kültür Bakanlığı tarafından 1990’da tıpkı basımı yapılmıştır.

Türkolojinin tarihi, Türklerin Avrupalılarla ilk temasına kadar uzanır. Avrupalılar, Hunların Avrupa’ya ayak basmasıyla bu yeni tanıdıkları halkın dilini, kültürünü öğrenmek amacıyla IV. Yüzyıldan itibaren bu alanda çalışmalar yapmışlardır. Özellikle Osmanlılar zamanındaki savaşlarda esir düşen askerler Türk dili ile ilgili ilk eserleri yazmışlardır. Bunlardan ilki Niğbolu muharebesinde Yıldırım Beyazıt’a esir düşen Alman Hans Schiltberger’in yazdığı Reisebuch 1396 (Seyahatname) adlı eserdir (yayınlanışı 1460). Burada, birtakım Hristiyan dualarının Türkçeleri verilmiştir. Bu Codex Cumanicus’tan sonra Avrupa’da basılan ilk Türkçe eserdir. Daha sonra Filippo Argentini’nin 1533’te yazdığı Regola del Parlara Turcho adlı eseri de batıda Türkçe üzerine yazılmış ilk eserler arasında yer alır. 1612’de Alman hümanist bilgini Hieronymus Megiserus (veya tanınmış adıyla Megiser), Institutiones Lingvae turcicae libri quatuor adlı Türkçe grameri yayımlamıştır. Daha sonra, F. Meninski (1623-1698)’nin Thesaurus Linguarum Orientalium Turcicae, Arabicae, Persicae adlı grameri ve Lexicon Turcico-Arabico-Persicum.. et Grammaticam Turcicam adlı sözlük ve grameri Türkoloji alanında önemli bir dönüm noktası sayılır.

1709’da Poltava Savaşı’da Ruslara esir düşen İsveçli Teğmen J. Von Strahlenberg, Sibirya’ya sürülmüş ve orada kaldığı süre içinde, buradaki Türk lehçelerini öğrenmiş ve incelemiş, Türkçe ile diğer Altay dilleri arasındaki yakınlıklara işaret etmiştir.

Türkçenin Fin ve Macar dilleriyle akraba olduğunun tespit edilmesiyle bu uluslardan araştırmacıları Türkoloji alanına yöneltmiştir.

Daha sonra Rus arkeolog N.M.Yadrintsev, Orhun Yazıtlarını bulmuş ve tanıtmış; Danimarkalı filolog Vilhelm Thomsen bu yazıtları 1893’de okumuş, böylece Türkçenin ilk yazılı belgelerinin gün ışığına çıkmasıyla Türkoloji çalışmaları daha da hızlanmıştır.

Diğer taraftan bu yüzyılın başında Doğu Türkistan’daki Turfan bölgesinde yapılan kazı çalışmaları sonucunda batılı bilim adamları O. Donner, Klementz, A. Stein, Albert von Le Coq, P. Pelliot tarafından Uygur Türklerine ait çok önemli sayıda belge bulunmuştur. Böylece Türk dilinin hem Köktürk hem de Uygur dönemine ait bilgi ve belgelerinin bulunmasıyla Türkoloji, Altayistikin en zengin belgelere dayalı dili olarak Altayistlerin gündemine girmiştir.

Diğer yandan, Orta Asya ve Orta Doğu’yla ekonomik ve siyasi ilişkileri olan batılı devletler, bu bölgeleri ve bu bölge halklarını tanıyabilmek için Türkoloji araştırmalarına destek vermişlerdir.

Rusya’daki Türk asıllı topluluklardan özellikle Kazan Tatarları ve Azerbaycan Türklerinden yetişen bilim adamları Türkoloji’yle ilgili önemli çalışmalar yapmışlardır. Bunların bir kısmı daha sonra Avrupa’da ve Türkiye’de çalışmalarını sürdürmüşlerdir (Z. Velidi Togan, Reşit Rahmeti Arat, Ahmet Caferoğlu, Sadri Maksudi Arsal, Ahmet Ağaoğlu…)

Türkiye’de de Mehmet Fuad Köprülü, 1924 yılında Türkiyat Enstitüsü’nü kurmuş, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde bu bölümün kurulmasıyla birlikte Türkoloji araştırmalarının merkezi Türkiye olmuştur. Daha sonra Türkiye’de bu alanda Ahmet Cafeoğlu, Reşit Rahmeti Arat, Sadettin Buluç, Tahsin Banguoğlu, Mecdut Mansuroğlu, Saadet Çağatay, Hasan Eren, Ahmet Temir, Zeynep Korkmaz, Necmettin Hacıeminoğlu, Faruk Kadri Timurtaş, Muharrem Ergin, Şinasi Tekin, Talat Tekin, Mustafa Canpolat, Ahmet Bican Ercilasun, Osman Nedim Tuna, Osman Fikri Sertkaya, Kemal Eraslan, Nuri Yüce, Mertol Tulum, Emine Naskali-Gürsoy… çalışmalar yapmışlardır.

Kazanlı Mirza Kazem Bek, Türk lehçeleri karşılaştırmalı dilbilgisinin temelini atarak Türkoloji alanına katkı sağlamış. Kırımlı Bekir Çobanzade Türk-Tatar dillerini ve Azerbaycan Türkçesini incelemiştir. Vilhelm Thomsen, Köktürk yazısını çözerek Türkoloji’nin Köktürk döneminin aydınlatılmasına önayak olmuştur. Alman Albert von Le Coq, Friedrich Wilhelm Karl Müller, Wilhelm Bang-Kaup Uygur belgelerinin okunuşu ve tasnifini yapmışlardır. Annamaria von Gabain, Eski Türkçenin ve Özbekçenin gramerini yazarak bu alandaki dilbilgisi boşluğunu tamamlamıştır. Alman asıllı Rus Türkolog Wilhelm Radloff, Rusya’daki Türk lehçelerinin karşılaştırmalı incelemesini yapmış ve Türkçenin genel bir sözlüğünü hazırlamıştır. Versuch eines Wörterbuches der Türk-Dialecte adlı sözlük Türklük biliminin hala vazgeçilmez eserleri arasındadır. Danimarkalı Vilhelm Grønbech Türk dilinin tarihi sesbilgisinin temelini atmış. Fransız Türkolog Jean Deny, Osmanlı Türkçesinin, Rus Andrey N. Kononov Eski Türkçe ve Özbekçenin, Macar Türkoloj János Eckmann Çağatayca’nın gramerini yazmışlardır.

Türk Kültürünün üstünlüğü ve öncülüğü, Türk medeniyetinin ne denli sağlam temeller üzerine atıldığı; gerçekler ne kadar da saptırılmış ve gizlenmiştir bizlerden. Tarihteki bir çok örnekleri gibi, batılıların bu düzmece yalanları, çok değerli Türkologlarımız sayesinde gün ışığına çıkmaya başlamıştır.

Türkoloji uzmanları arasında en önemlilerinden birisi olan Profesör Doktor Kazım Mirşan, 4 Temmuz 1919 doğumlu, 94 yaşında ve halen aktif bir şekilde bilgi birikimini paylaşmaya devam etmektedir. Facebook sayfasından onu takip ediyorum. Mükemmel bir adam, tam bir cevher, keşke öğrencisi olabilsem.

Mirşan İstanbul Teknik Üniversitesi mezunu ve yurt dışında ihtisas görmüş. Almanca, Rusça, İngilizce ve Türk lehçeleri (Tatarca, Özbekçe, Başkurtça, Tarançıca, Kaşkarlıkça (yani Uygurca), Kazakça, Kırgızca, Azerbaycanca, Türkiye Türkçesi ile kendi ana lehçesi olan, Tümenlikçe) dışında Yunanca, Latince, İtalyancayı meslek araştırmalarına yarayacak kadar bilen Mirşan, hayatının büyük bir kısmını Ön-Türk tarihi ile ilgili araştırmalara adamış.

Türk tarihinin Milattan Önce (MÖ) 16,000 li yıllara dayandığını savunan Mirşan’ın tezi, ulu önderimiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün teşvikleri ile 1930 yıllarında oluşturulan Güneş Dil Teorisi‘ni ve Türk Tarih Tezi’ni desteklemektedir. Türk Kültürünün ve dilinin ne denli eski ve diğer tüm kültürlerin kurucusu olduğuna dair Mirşan ve Haluk Tarcan gibi bir çok araştırmacı Türkolog bu konuda sayısız kanıtlar bulmuşlardır.

Tüm dünya alfabelerinin kökeninin Türk alfabesi yani Orhun alfabesi olduğunu savunur Mirşan. Moğolistan’daki Orhun Yazıtları, Göktürk Yazıtları ya da Köktürk Yazıtları olarak da bilinir, Türklerin bilinen ilk alfabesi olan Orhun alfabesi ile Göktürkler tarafından yazılmış yapıtlardır. Bu yapıtlarda kullanılan dile Ön-Türkçe denilmektedir. Türk tarihinin çok eskilere dayandığını gösteren en büyük delil Orhun Yazıtları ve kullanılan Ön-Türkçe dilidir. Çünkü Orhun Yazıtları’nda kullanılan dil ve noktalama işaretleri bu dilin en gelişmiş hali olduğu sonucuna götürmektedir. Böyle bir dilin oluşabilmesi için en az 3000 yıl geriye gidilmesi gerekir. Kazakistan’da, Bu tezi destekleyen ve M.Ö 600’lere tarihlenen bazı yazıtlar da bulunmuştur.

Anadolu’da da Ön-Türkçe yazıtlar bulunmaktadır. Kürtçe; Ön Türkçe’den sözcükler barındırdığı gibi bu sözcükleri Arapça ve Farsça’ya da taşımıştır. İskandinavya dahil, tüm Avrupa’da 5000’den fazla Ön-Türkçe yazıt bulunmaktadır.

Romalılardan önce İtalya Yarımadası’nda yaşayan Etrüsklerin konuştuğu dil olan Etrüskçe, Ön-Türkçe kökenlidir. Roma’nın küllerinden kurulan medeniyet olan Etrüskler Türk’tür. Etrüsk yazıtları ilk defa 1970 senesinde Kazım Mirşan tarafından okunmuştur. Bu zamana kadar batılılar Latince dilinin ve alfabesinin Etrüskler tarafından kendilerine miras kaldığını ve tüm Avrupa dillerinin Latinceden türediğini ve bu medeniyetin de kaybolduğunu savunmuşlar. Mirşan Etrüsklerden kalma yazıların nasıl okunacağını ve alfabenin Orhun alfabesi olduğu şifresini çözünce batılılar, tarihi tekrar yazdıracak olan bu büyük gelişmeyi örtbas edip bir daha gündeme getirmemişlerdir.

Mirşan; Norveç, İsveç, Portekiz ve Fransa’daki mağaralardaki yazıların Türk damgaları (harfleri) ile okunduğunda anlamlaştığı ve İskitlerin yani Sakalar’ın Türk kökenli oldukları ileri sürülmektedir. Etrüskler, Truvalılar, Sümerler, Hititler ve Friglerin dip kültüründe Türk uygarlığı olduğu, bu kavimler Ön-Türk olmasa bile dip kültüründe Türk etkisi vardır demektedir.

İlk Türk devletinin Hun İmparatorluğu olmadığı, ilk Türk devletinin ‘Bir Oy Bil’ olduğu görüşündedirler. Ardından ‘At Oy Bil’, ‘Türükbil’ (karşılığı:Göktürk) gelir. Bugün Çin sınırları içerisinde 300 metre boyunda piramitler bulunduğu ve bu piramitlerin Mısır’dan çok önce inşa edildiği tespit edilmiştir. Mısır’ın dip kültüründe de Türkler olduğu iddia edilmektedir.

Japon ve Çin medeniyetinin de dip kültüründe MÖ 4000 yıllarında Orta Asya’dan Çin’e ve Japonya’ya göçen Türkler vardır.

Türkler Anadolu’ya 1071’de değil, MÖ 7000’li yıllarda gelmişlerdir. Çevresi denizle çevrili Anadolu’yu sürekli besleyen Türk göçleri buraya sıkışmışlar ve Türk varlığını tesis etmişlerdir. Oğuzlar Anadolu’ya geldiklerinde karşılarında aynı dili konuşan pek çok Türk grubu ile karşılaşmışlardır.

MÖ 10,000 yıllarında ılıman iklim ve büyük göllerin olduğu anlaşılan Orta Asya’nın kuruması ve çölleşmesiyle Türk gruplarının çevre ülkelere yayıldığı ve diğer kültürlere etki yaptıkları ileri sürülmektedir. Bering Boğazı’ndan geçerek Kızılderili ve Güney Amerika kültürlerinin diplerinde de Türk etkileşimi olduğu ileri sürülmektedir.

Yunanistan’ın Ön-Türkçe adının İç-Üy-Ök olduğu ileri sürülmektedir. Aynı zamanda Yunan kitabelerinde de Anadolu’dan gelen ve demiri çok iyi işleyen bir topluluk olduğu yazılmaktadır. Ancak bu toplumun mevsimlik geldiği bilinmektedir. Bu toplumun Ön-Türkler olabileceği ileri sürülmüştür.

Kazım Mirşan Mısır-Sina’da piramitlerdeki yazıtlarda Ön-Türkçe kartuşlar bulmuştur.

Kazım Mirşan Bizans’ın ilk kurulduğu dönemlerde Ön-Türkçe konuştuğunu ileri sürmektedir. Kanıtı ise; Trabzon’daki Rum Kilisesi’nde sadece Ön-Türkçe okunabilen yazılardır. Kazım Mirşan, daha sonraları başka kültürlerden etkilenerek Bizansın Ön-Türk dilini kullanmamaya başladığını ileri sürmektedir.

Türkoloji’ye son on yıldır çok büyük katkılarda bulunan diğer bir isim de geçen hafta 6 Ağustos 2013 de çok genç yaşta hayata gözlerini kapayan Servet Somuncuoğlu’dur. Maalesef, yaşarken kıymeti bilinmeyenlerden diyeceğimiz eşi benzeri az bulunan zeki, çalışkan ve gönlünü Türkoloji sevdası ile doldurmuştu. Genç Türkologlar için ilhan kaynağı idi.

Sibirya’da başlayıp İzmir Konaklı’da sonra eren yüzlerce yıllık geçmişe sahip olan Türklerin izlerini taşlarda sürerek, Türkoloji’ye büyük araştırma kaynağı olacak, çok önemli görsel kayıtlar bıraktı ardından. Servet Somuncuoğlu, 2004 yılından bu yana 6 ülkeyi dağ, tepe, bayır demeden dolaştı. Dört yıllık zaman dilimi içinde 150 bin kilometre yol kat etti. 138 gün, 65 ayrı alanda saha çalışması yaptı. Moğolistan, Rusya, Kırgızistan, Azerbaycan ve Anadolu’nun taşlarından ulaşabildiklerini inceledi. Kimi zaman Orhun Vadisi’nde gün doğumuna tanıklık etti, kimi zaman Baykal Gölü kenarında soluklandı, Moğolistan’ın kıraç topraklarında geceledi. Aslında onunkisi bir merak yolculuğuydu. Sonu gelmeyen bir merak desek daha doğru olur. Çünkü onu bu yolculuğa çıkaran neden, binlerce yıllık bir kültüre sahip olan Türklerin geçmişini taşların üzerindeki kaya resimlerinde aramaktı. Amacına büyük ölçüde ulaştı, tüm gördüklerini kayıt altına aldı, fotoğrafladı ve ortaya 550 sayfalık “Sibirya’dan Anadolu’ya Taşlardaki Türkler” adını taşıyan bir çalışma çıktı.

Somuncuoğlu’nun amacı elbette ırka dayalı bir milliyetçilik yapmak değil. Tam aksine Türk milliyetçiliğinin esasının tamamen kültür olduğunu ortaya koymak. Kitabın Türk ve dünya tarihinde yeni ufukların açılmasını sağlayacağını düşünüyordu. Ona göre kaya resimleri insanlığın ortak kültür mirası, ortak bilinçaltı ve bilginin ilk izlerini taşıyordu: “İlk insan da bizimki gibi düşünüyor ve bir şekilde bunu ifade ediyordu. Bu ifade edişler, yani insan düşüncesinin ilk izleri kaya resimlerinde saklıdır.” şeklinde açıklıyordu amacını. Fotoğraf albümü niteliği taşıyan çalışmanın en önemli özelliği bilim adamlarına veri sağlayacak olmasıdır. Somuncuoğlu’nun üzerinde önemle durduğu konu, gezdiği 6 ülkede de resimler arasında ciddi bir benzerliğin olmasıdır. Dağ keçileri, geyikler, koç heykelleri ve süvari figürleri her bölgedeki kaya resimlerinin ortak simgeleridır. Mesela Erzurum Karayazı Cunni Mağarası’ndaki yön damgası Ordu Mesudiye Esatlı köyünde de vardır. Bu resim alanında görülen ‘uçan at’ figürü ise Altay dağlarındaki Kalbaktaş bölgesinde de görülmektedir. Somuncuoğlu çok zor olan bu çizimin 8 bin kilometrede de olmasını manidar buluyordu.

Bu kısaca bahsedilen konuların sağlam temellere dayanan ispatlarının yapılması, bilimsel araştırmaların devam ettirilmesi, gelecek yeni nesil Türkologların vazifesidir. Prof. Dr. Tuncer Gülensoy’un dediği gibi “Türkolog gönlü Türklük bilimi ile dolu, Türk’ün tarihini, dilini, (musiki, resim, heykel, mimarî vb.) sanatını, eski, yeni, halk edebiyatını, folklorunu, etnografyasını, mitolojisini, destanlarını, masallarını inceleyen, yorumlayan ve yayımlayan bilim adamı ya da araştırıcısıdır. Türkolog olabilmek için mutlaka Türkoloji bilim dalında öğrenim görmek, bu bilim dalının bibliyografyasına hâkim olmak; Türkoloji’ye emek vermiş ve hâla emek veren Türkologlar hakkında bilgi sahibi olmak gerekmektedir. Tabiî, iş metot sorununa gelince daha derine inmek gerekecektir. İyi bir Türkolog neleri bilmelidir? Bu sorunun cevabını şöyle açabiliriz:

1) Türk Dili Tarihini çok iyi bilmelidir.

a) Türkçenin ‘temel eserleri’ nelerdir?

b) Türkçenin ‘kaynak eserleri’ nelerdir?

2) Türk Dili Tarihinin dönemleri nelerdir?

a) Eski Türkçe:

aa) Köktürkçe dönemi,

ab) Eski Uygur Türkçesi dönemi.

b) Orta Türkçe:

ba) Karahanlı Türkçesi dönemi,

bb) Hârezim Türkçesi dönemi.

c) Yeni Türkçe:

a) Selçuklu Türkçesi dönemi (XI-XII. Yüzyıllar)

b) Eski Anadolu Türkçesi dönemi (XII-XIV. Yüzyıllar)

c) Klâsik Osmanlı Türkçesi dönemi (XV-XVII. Yüzyıllar)

d) Yeni Osmanlıca dönemi (XVIII-XIX. Yüzyıllar)

e) Cumhuriyet dönemi (XX-XXI. Yüzyıllar)

3) Bu dönemlerde yazılmış eserler nelerdir? Yazarları kimlerdir?

4) Bu eserler üzerinde çalışan bilim adamları kimlerdir, eserleri nelerdir?

5)Türk Dili tarihi süresince Türklerin kullandığı alfabeler nelerdir? (Bu alfabelerden ‘Köktürk, Uygur, Mani, Brahmi, Arap, Süryani, Grek, Ermeni, Arap, Kril’ ile yazılmış olanlardan bazıları üzerine uzmanlaşmış olmak gerekir. Ayrıca, Köktürk, Uygur, Arap ve Kril harfleriyle yazılmış Türkçe metinleri okuyabilmek önemlidir. Köktürk yazıtları, eski Uygur yazmaları, Arap alfabesi ile yazılmış ‘Kutadgu Bilig, Atabetü’l-hakâyık, Nehcü’l-ferâdis, Dede Korkut Kitabı, Kıssa-i Yûsuf …vb. gibi eserler’, Azerî, Türkmen, Kazak, Kırgız, Özbek, Kazan Tatar, Başkurt vb. Türkçelerinin Kril harfleriyle basılmış binlerce eserleri yüzeyden okunabilmedir.)

6) Köktürkçeden günümüze Türk dilinin geçirmiş olduğu ses ve biçim değişimleri nelerdir?

7) Köktürkçeden günümüze Türk lehçe ve şivelerinin kelime hazinesinin durumu nedir.(6. sorunun cevabını biliyorsak, bu soruyu kolay çözümleyebiliriz.)

8) Anadolu (= Türkiye Türkçesi) ağızlarının oluşumunda rol oynayan 24 Oğuz boyunun özellikleri nelerdir? Türkiye Türkçesi ağızlarının ses ve biçim bilgisi özellikleri nelerdir? Bu konuda çalışan Türkologlar ve eserleri nelerdir?

9) Altayistik nedir? Altayist kime denir? Türk ve yabancı altayistler ile eserleri nelerdir?

10) Mongolistik nedir? Mongolist kime denir? Türk ve yabancı mongolistler ile eserleri nelerdir?

11) Türkçenin grameri (ses ve biçim bilgisi, cümle bilgisi, anlam bilgisi) üzerine yapılan çalışmalar nelerdir?

12) Karşılaştırmalı Türk şiveleri (/lehçeleri) gramerinin birleştiği ve ayrıştığı yerler nelerdir? [11 ve 12. soruların cevapları içinde, Türkçe sözlerin köken bilgisi ile ilgili bilgiler de yer almalıdır.]

13) Türk Mitolojisi, destanları, masalları hakkında bilginiz var mı? [Bir Türkolog olarak B. Ögel’in ‘Türk Mitolojisi I-II’, A. İnan’ın ‘Tarihte ve Bugün Şamanizm’ adlı eserlerini okudunuz mu?]

14) Türk kültür tarihi ile ilgili olarak neler biliyorsunuz? [ B. Ögel’in ‘Türk Kültür Tarihine Giriş, IX cilt’, ‘Türk Kültürünün Gelişme Çağları’; İ. Kafesoğlu’nun ‘Türk Bozkır Kültürü’; O. Turan’ın ‘Selçuklular Tarihi ve Türk İslâm Medeniyeti’ adlı eserlerini okudunuz mu?]

Görüldüğü gibi iyi bir Türkolog olabilmek için yalnız bir kısmını yazabildiğim bu soruların cevaplarını iyi düzeyde vermek gerekir. Artık, eski yazma bir eserin transkripsiyonunu yaparak belirli kalıplar üzerinde dil özelliklerini tespit etmekle Türkolog olunmuyor. Ya da Anadolu’nun herhangi bir bölgesinin ağız özelliklerini derleyerek transkripsiyonunu yapıp yayınlamakla da Türkolog unvanı kazanılmıyor. Eğer, yukarıdaki sorulara tam cevap veremiyorsanız, daha çok çalışmanız, eskilerin deyimiyle ‘daha kırk fırın ekmek yemeniz gerekecek’ demektir.

Türkoloji bir bütündür. Bu bütünün yalnız bir parçası üzerinde çalışmakla da Türkolog olunmaz. Türkolog dilci olduğu kadar, tarihçi, kültür ve sanat tarihçisi, folklorcu, halk edebiyatçısı, etnograf da olacaktır. Kendi milletinin siyasî ve kültür tarihini bilmeyen; kendi halkının folklorunu, etnografyasını anlayamayan bir kişi Türkolog olamaz.

Türkolog olabilmek için bunlar da yetmiyor. Karşılaştırmalı ‘Altayistik’ yapamayan; Türkçeye en yakın akraba dil Moğolcanın ses ve biçim bilgisi özelliklerini bilmeyen, Moğolca yazılmış ‘Moğolların Gizli Tarihi/ Mongol-un Niguça Topçiyan’, ‘Altan Topçi’ gibi eserleri okumamış; ‘Cengiznâme’, ‘Defter-i Çinggiz’ gibi Çağatayca yazılmış eserlerden haberi olmayan bir Türkolog henüz kendisini iyi yetiştirememiş demektir. Çünkü, Avrupa ve ABD’de yetişmiş pek çok Türkolog, Altayist ve Mongolist artık bu konularda uzmanlaşmış kişidir. Her yıl farklı bir ülkede yapılan ‘Permenant International Altaistic Conference (PIAC)’ toplantılarına katılan Türk ya da yabancı bilim adamları ile boy ölçüşebilmek için bu konulara hâkim olmak gerekmektedir.

Yeni yetişen genç Türkolog adaylarımız bizim yaşadığımız 40-50 sene önceki dönemlere göre çok daha şanslıdırlar. Çünkü, bizim gençliğimizde kapalı bir kutu olan eski Sovyetler Birliği ile o zamanlar ‘dış Türkler’ adı verilen Türk Cumhuriyetleri ve öteki Türk ülkeleri şimdi herkese açıktır. 20 sene önce ancak 5 Türk bilim adamının (N. Diyarbekirli, T. Tekin, B. Ögel, O. F. Sertkaya, T. Gülensoy) gidebildiği Moğolistan’da bugün Türkoloji bölümü bulunmakta, Moğol gençleri Türkçe öğrenmektedirler. Orhun yazıtları artık didik didik edilmiş, Cengiz Alyılmaz gibi genç Türk Türkologları bu işin de en iyi uzmanı olabilmişlerdir. Genellikle Almanların yayımladığı ‘Türkisch Turfan Text ve Berliner Turfan Text’ adlı Eski Uygur yazmaları R. R. Arat, Ş. Tekin, S. Tezcan ve F. S. Barutçu’dan sonra da Melek Özyetkin, Ceval Kaya gibi bazı Türk Türkologlar tarafından okunup yayımlanmıştır. Sanırım, bazı gençlerimiz 1-2 yıllığına Moğolistan’a giderek Moğolca öğrenmek imkânına sahip olmuşlardır. Klâsik ve modern Moğolcayı yerinde öğrenerek ‘Köke Debter’, ‘Atlan Debter’ vb. gibi Moğolca eserler ile Türk-Moğol tarihlerini yakından ilgilendiren pek çok tarihî yazmayı Türkoloji ve Altayistike kazandırmak bu gençlerimize nasip olacaktır.

Bütün Türk dünyasında basılmış eserler artık Türkoloji bölümlerinin kütüphânelerinden başka Türkolog gençlerimizin kütüphânelerinde de yer almaktadır. Son 20 yıl içerisinde pek çok Türk lehçesi (şivesi)nin sözlükleri basılmış, gramerleri Türk bilim adamları tarafından yeniden yazılmıştır. Tanıdığım pek çok genç Türkolog en az bir Türk lehçesi (şivesi)ni konuşabilmektedir. Bu da Türkiye Türkoloji’si için çok büyük bir kazançtır.

Yukarıda değindiğim gibi yeni nesil Türkologların önünde çok büyük imkânlar bulunmaktadır. Yeter ki sabır, metot ve bilgi ile Türkoloji’nin bütün konularına eğilebilsinler. Türkoloji o kadar engin bir deniz ki daha binlerce Türkoloğu içinde barındırır.”

İşte durum böyle iken Türkiye Cumhuriyeti Devletine çok büyük bir iş düşüyor; yeni nesil Türkologları teşvik etmek ve onlara yeterli imkanları sunmak.

Ve işte şimdi çok daha iyi anlıyorum ki neden ulu önderimiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk “Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur!!!” demiş.

TÜRKSOY (www.turksoy.org.tr) öncülüğünde Uluslararası Türk Dünyası Kültür Kongreleri; Türkiye ile Türk Cumhuriyetleri ve akraba topluluklar arasındaki kültürel bağları kuvvetlendirmek, Türk dünyasında üretilen Türkoloji bilgilerini paylaşmak gayesi ile yapılmaktadır.

Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Türkiye ve Türkmenistan’ın Kültür Bakanları, 1992 yılında İstanbul ve Bakü’de bir araya gelerek kültürel işbirliği yapmayı kararlaştırdılar. 12 Temmuz 1993 tarihinde Almatı’da yaptıkları toplantıda da “TÜRKSOY’un Kuruluşu ve Faaliyet İlkeleri Hakkında Anlaşma”yı imzalamak suretiyle Türk Kültür ve Sanatları Ortak Yönetimi’ni (TÜRKSOY) kurdular.

 

Bu anlaşmayla oluşturulan TÜRKSOY teşkilatına daha sonra gözlemci üye ülke statüsüyle Rusya Federasyonu’na bağlı Altay Cumhuriyeti, Başkurdistan Cumhuriyeti, Hakas Cumhuriyeti, Saha (Yakut) Cumhuriyeti, Tataristan Cumhuriyeti, Tıva Cumhuriyeti ile Moldova Cumhuriyetine bağlı Gagavuz Yeri Özerk Bölgesi ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti katıldı.

TÜRKSOY, Türk dili konuşan ülkelerin kültür ve sanat alanlarında işbirliğini sağlayan, üye ülkelerin yönetimine, iç ve dış politikalarına karışmayan uluslararası bir teşkilattır.

TÜRKSOY teşkilatının ev sahibi ülkesi Türkiye Cumhuriyeti’dir. Resmi dili Türkçe, yönetim merkezi Ankara’da yerleşiktir.

Azerbaycan’ın başkenti Bakü’de 16-17 Ekim 2009 tarihlerinde düzenlenen 26. Dönem Toplantısında TÜRKSOY’un açılımı “Uluslararası Türk Kültürü Teşkilatı” olarak değiştirilmiştir.

Üye ve gözlemci üyeler çalışmalarda eşit haklara sahiptir. Teşkilatın uluslararası ilişkileri sadece Türk dilinin konuşulduğu coğrafyayla sınırlı değildir. TÜRKSOY, faaliyetlerinde ve uluslararası ilişkilerinde temel insan hak ve özgürlüklerinin korunmasını esas alan bütün resmi ve gayri resmi kurum ve kuruluşlarla işbirliği yapmaktadır. Amaçları, görevleri ve çalışma alanları itibarıyla UNESCO ile örtüşen TÜRKSOY, kendi coğrafi alanında UNESCO işlevini yürütmektedir. Bu durum Türk dili konuşan ülkelerin milli dirilişine, devlet yapılanmasına ve demokratikleşme sürecine olanak vermektedir.

Uluslararası Türk Dünyası Kültür Kongresi, Türkoloji’nin bilgi paylaşımı bakımından son derece önem taşımaktadır. Türk kültürü, tarihi, folkloru, dili ve edebiyatı ile gerek tarihî derinliği bakımından, gerekse sahip olduğu jeo-strateji ve jeo-politik açılardan büyük önem taşımaktadır.

Türklüğün 21. yüzyılda varlığını ve varoluşunu sürdürmesi, Türk kültür birliğinin yeniden tesis edilmesine bağlıdır. Tabii olarak bilinmelidir ki kültürel “çıktı”lar, siyasî iradeler tarafından hayata geçirilmedikçe bir değer ifade etmez. Bu noktada, bilim ve kültür adına yapılacakları Kongrede bilim insanları ortaya koymuşlardır. Gerisi, devletin kültür politikalarını şekillendirmesi için siyasî iradeye kalmıştır. Bu cümleden kültür politikalarında Türk dünyası gerçekliğinin öncelik görmesi, Türkçe konuşan dünyanın her alanda birliğinin sağlanması, ‘siyasîlerin ağızlarından düşürmedikleri’ Türkiye’nin bölgesinde lider ülke olmasının ilk şartıdır.

Bir başka önemli kongre serisi de Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu (www.akmb.gov.tr), Atatürk Kültür Merkezince, dört yılda bir düzenlenen Uluslararası Türk Kültürü Kongreleridir. Sekizincisi bu yıl 24-27 Ekim 2013 tarihlerinde “2013 Türk Dünyası” ve “Somut Olmayan Kültürel Miras Başkenti” ilan edilen Eskişehir’de yapılacaktır ve “Kültürel Miras” konusu olacaktır.

Atatürk Kültür Merkezi’nin ülküsü; Türk Kültürü araştırmalarında ulusal ve uluslararası düzeyde en yetkin kurum olmak; kültürümüzün temel değerlerini yaşatarak millî kültürü çağdaş medeniyetler seviyesinin üzerine çıkarmaktır.

Türklük Bilimi önemini ve faydalarını göz önünde bulundurursak, geleceğimiz için ne denli önemli olduğunu anlamak çok kolay olduğu gibi; bu konu ile ilgilenmek ve kendimizi eğitmek de o denli zevk vermektedir. Umarım sizlerle paylaştığım bu özet birikimi faydalı ve teşvik edici bulmuşsunuzdur.

Saygılarla,

Ömer Can Şirikçi

omercan.sirikci@ataturk.org.au

Avustralya Atatürk Kültür Merkezi

Bu Makale  Hürriyet Avustralya Gazetesi

32. Sayısında 13 Ağustos 2013

33. Sayısında 20 Ağustos 2013

34. Sayısında 27 Ağustos 2013 

35. Sayısında 3 Eylül 2013

36. Sayısında 10 Eylül 2013

tarihinde bir dize olarak yayınlanmıştır.

2013 TEMMUZ 30 – GÜNAH KEÇİLERİ

AAKM Makale - Hurriyet - OmerCan Banner 2013.v3

GÜNAH KEÇİLERİ

Yeter artık gerçeklerin üzerinin örtülmesi için bir “günah keçisi” bulunup, tüm kirli planların üstü örtbas edilerek, masum insanların canlarının yakılması. İşte size son örneklerden birisi, Reyhanlı saldırısı sonrasında istihbarata ait belgeleri sızdırdığı iddia edilen Er Utku Kalı, “Devletin güvenliğine ilişkin belgeleri açıklamak” ile tutuklu.

Jandarma İstihbaratı’nın Reyhanlı saldırısı öncesinde El Kaide’yle bağlantılı El Nusra Cephesi’nin Türkiye’de bombalı saldırılar düzenleyeceği yönünde istihbarat paylaştığı belgeler, saldırıdan 10 gün sonra RedHack tarafından yayımlandı. Belgeleri sızdırdığı iddiasıyla tutuklanan Jandarma Er Utku Kalı hakkında Askeri Savcılık tarafından hazırlanan iddianamede, Kalı’nın 25 yıla kadar hapis cezasına çarptırılması istendi.

İddianamede Kalı’nın telefonunda bilirkişi incelemesinde bazı resim dosyaları bulunduğu ve bu dosyaların internette yayımlanan belge fotoğraflarıyla aynı olduğu öne sürülüyor.

Kalı’yı “devletin güvenliğine ilişkin” belgeleri sızdırmakla suçlayan Savcılık, Jandarma İstihbaratı’nın Reyhanlı saldırısından önce El Nusra Cephesi’nin Türkiye’de bir saldırı hazırlığı yaptığından haberdar olduğunu kabul etmiş oldu. Bu istihbaratla ilgili daha sonra nasıl bir çalışma yapıldığı bilinmiyor. Önemli olan bu istihbarat hakkında olaydan önce hiçbir adım atılmamış olmasıdır.

Belgelerin Reyhanlı saldırısından sonra yayımlandığına gore, devletin de saldırı hakkında yeteri kadar haberi olduğuna göre, Utku Kalı devletin güvenliğini nasıl tehlikeye atmış olabilir ki? Devletin güvenliğini tehlikeye atanların istihbarat belgelerinden haberdar olup, hiç bir önlem almayanlar ve aldırtmayanlar olduğuda gün gibi açık ve seçik.

CHP Hatay Milletvekili Refik Eryılmaz İktidarın Cilvegözü’ndeki patlama, Akçakale’deki saldırı, Yayladağı’nda patlayan bomba imha atölyesi gibi soruşturmaların üzerini örttüğünü, bu olaylarla ilgili tek bir kişinin bile yakalanmadığını, 11 Şubat’ta Cilvegözü Sınır Kapısı’nda düzenlenen bombalı saldırı konusunda ortada halen bir iddianame bile bulunmadığını belirtiyor; bu olayla bağlantılı olarak tutuklandığı söylenen Suriye vatandaşlarının kimliklerinin ve nerede olduklarının açıklanmadığını belirtiyor.

Reyhanlı saldırısıyla ilgili ortada çok fazla bilinmeyen var, bombaların PTT ve belediye gibi işlek binaların önünde patlamış olmasına rağmen, halen ortada kamera kayıtları yok. Saldırıda kullanılan araçlarla, saldırıyı planladığı öne sürülen kişilerin kiraladıkları araçların aynı olmadığı yönünde de iddialar var ancak kamera kayıtları yayımlanmadığından bu iddiaların kanıtlanması da olanaksız.

Reyhanlı katliamıyla ilişkili istihbarat belgelerini kamuoyuyla paylaşan RedHack, belgeleri sızdırdığı iddia edilen Er Utku Kalı için 25 yıla kadar hapis cezası istenmesini, soL Haber’e değerlendirdi.

Vardığımız noktada verdiğimiz karar, Reyhanlı belgelerini bize ulaştıran ve şu an görevinin başında olan kaynağımızla aynıydı. Yaşadığımız ülke kirli bir savaşa çekilmek istenirken, gerçekler halktan gizlenirken nasıl bir tavır ortaya koymalıydık? Ülkeyi “milli menfaatler” yalanıyla kandırıp, bu kirli savaşta ABD/AB eksenli emperyalist bloka kul köle edenlerin yalanını ortaya çıkarma fırsatı ve görevi önümüzde duruyordu. Gerek belgeleri bize ulaştıran ve şu an özgür olan kaynağımız, gerekse bizler, tereddüt etmeden bilginin kamu yararını gözeterek belgeleri ifşa ettik.

İhtimaller tek tek gerçeğe dönerken erlerin toplu olarak askeri savcılığa alınması, daha sonra Amasya’dan Sivas’a götürülmesi süreçlerinde gerçek zamanlı (yani tüm bunlar olduğu anda) bizlere bu bilgiler ulaşmaya devam ettiği için sosyal medya hesaplarımızdan sorular yönelttik: “Bu masum erleri neden askeri savcılığa götürüyorsunuz”, “bizlerle bağlantısı olduğunu iddia ettiğiniz erler elleri kelepçeliyken bizlere bu haberler anbean nasıl ulaşıyor”, “bu erleri tanımayız, bilmeyiz” dedik.

“Madem bu erlerin sizinle bir bağlantısı yok, neden feveran ediyorsunuz?” diye sordular. Gerekçemiz hep aynıydı ve aynı olacak: 2 yaşında vajinal yırtıkla gömülen ama “boncuk yuttu” denilen Dilan Bebek bizlere ve vicdanlara ne ifade ediyorsa, Utku Kalı da aynı duyarlılığa denk düşüyor. RedHack davasında 17 yaşındaki işçi gençlerin 16 yıllık örgüte lider yapılmaya çalışılmasının bir benzeri olan “rehin alma” ve “devlet terörü” mantığıyla bir kez daha karşı karşıyayız.
Yöneltilen suçlamalarsa kendi başına bir rezalettir, çünkü bu belgeleri bizlere ulaştıran kişiler bu belgeleri yabancı ülke istihbaratlarına ulaştırmak varken ülkesi menfaatine bunu korkmadan yayınlayabileceğine inandığı tek mecra olarak RedHack’e iletmiştir. Bu istihbari bilgileri dikkate almayarak resmi 54, gayrıresmi 200 civarında insanın yaşamını kaybetmesine sebep olanlar hakkında hiçbir soruşturma yürütülmez ve bu vatan hainliğinin hesabı sorulmazken, suçsuz bir er üzerinden koca Ortadoğu siyasetini ve BOP Eşbaşkanı’nı aklamaya çalışmak tam anlamıyla bir üçüncü dünya hukuk garabetidir.

Gaziantep patlamasını hatırlayın: Suçu üzerine yıkmak istedikleri Ali Filiz 20 dakikada bulunmuş, patlamayı ise yaptığı hiçbir eylemi reddetmeyen ama Gaziantep’i yapmadığını açıkça söyleyen sol örgütlere mal etmeye çalışmışlardı.

Toplumsal hafızanın zayıf olmasının, halkın bu davaları yeterince sahiplenmiyor olmasının ve dezenformasyon üreten medya unsurları ile yürütülen bu aklama çabalarının kurbanıdır Utku Kalı ve şu anda masumiyetinin gözardı ediliyor olması nedeniyle psikolojik desteğe ihtiyaç duymaktadır.

Reyhanlı katliamının faillerinin yakalandığını düşünüyor musunuz?
Aslında faillerin yakalanmasını değil ama dokunulmazlıklarının kaldırılmasını istiyoruz bizler. Failler ortadadır ve hâlâ çıkıp kürsülerden Mısır’da yaşanan darbenin, Wikileaks belgelerinde bahsolunan, 2004 tarihli yazışmalarda detayları verilen “Müslüman Kardeşler Örgütü’nün Türkiye’deki devlet içi yapılanmaları”nın telaşına düşmeye devam ediyorlar.

Utanç verici bunca gelişmeye rağmen beklediğimiz tek şey halkın sözünü söylemeye devam etmesidir. Çünkü Reyhanlı’da , Roboski’de, Afyon cephaneliğinde, Samsun TOKİ’de yaşananlar da diğer binlerce benzeri dava ve konu gibi tarihin çöplüğüne gönderilmeye ve Sivas gibi aklanmaya çalışılmaktadır.

 

Saygılarla,

Ömer Can Şirikçi

omercan.sirikci@ataturk.org.au

Avustralya Atatürk Kültür Merkezi

Bu Makale  Hürriyet Avustralya Gazetesi 31. Sayısında 30 Temmuz 2013 tarihinde yayınlanmıştır.

2013 TEMMUZ 23 – UYAN TÜRKİYEM !!!

AAKM Makale - Hurriyet - OmerCan Banner 2013.v3

UYAN TÜRKİYEM !!!

Küresel emperyalizm; Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde yaşanan vahşeti, kardeşi kardeşe düşüren, kentleri yakıp yıkan, Arap Baharını planladı, örgütleyerek teşvik ediyor ve yönetiyor da. Türkiye’de bu işin içerisinde kullanılmaktadır. Arap Çöllerinde açıldığı zannedilen bahar çiçekleri değil, kan çiçeklerdir. Yeni Dünya Düzenine yani Yeni Çağdaş Sömürü Sisteminin temellerinin atıldığı bu süreç içerisinde, masum insanların kanı dökülüyor.

Kapitalist sistemin oyunlarına gelen ve birbirlerinin kanlarını döken elliden fazla İslam ülkesinin dini İslam ama hepsi farklı çizgiler takip ediyorlar; aralarında ortak pay kuracak kavramları tespit edip birlik beraberlik içinde olamıyorlar. Batı medyasının karalayan yayınları sayesinde Müslümanlar otomatik olarak vahşet dolu teröristler diye algılanıyorlar. Temiz insanların saf inançlarını suiistimal eden din tüccarları İslam’ın kutsal kitabı Kur’an’da tarif edilen Müslümanlara benzemiyorlar.

Türkiye’de olduğu gibi dini İslam olan bir çok ülkede, ılımlı İslamcılar hükümetlerin başına geçip, ılımlı siyasal radikal İslamcı politikalar uygulamaktadırlar. Demokrasiyi, insan haklarını, özgürlüğü, dürüstlüğü, hakkı hukuku, adaleti, hoşgörüyü barış içinde bir arada yaşamayı anlayamadıklarından ve kabullenemediklerinden dolayı; dillerinden nefret, gözlerinden kin, midelerinden haram, ellerinden kan eksilmiyor. Kendileri gibi düşünmeyenlere yönelik her türlü iğrenç ve hile dolu oyunları tezgahlamayı meşru görmekteler. Alın size bizden bir örnek Ergenekon Davası, Cumhuriyet tarihinde kara bir leke.

İslami kuralara dayalı rejim kuruyoruz diye, demokrasi diye, özgürlük diye, yalan dolanla, yediler, sömürdüler, doydular ama gözleri doymuyor. Yeni dünya düzenini kurmaya çalışan güçler, Türkiye’yi hayali Neo-Osmanlı hülyalarıyla bu ittifaka dahil edip kullanıyorlar. Önce Türkiye’de değişim ve dönüşüm gerçekleştirildi. ABD-İngiltere-Fransa; BOP ile Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da değişim ve dönüşümle yeni sistemini yeni kadrolarla kurmak istiyorlar. Son gelişmeler bu planların çok da iyi yürüyemediğini gösterir gibi ama olan bitenler, hala çok da açık seçik anlaşılır gibi de değil. Önce Tunus, Libya, Yemen, Mısır ve Suriye uygulama alanı oldu. Küresel emperyalizmin istedikleri liderler ve kadroları işbaşına getirildi. Yüzbinlerce insan katledildi, kentler yakılıp yıkıldı. Olaylar tam da istedikleri gibi de gitmedi. Bakın Suriye hala direniyor. Batı’nın iktidara getirdiği kadrolar, siyasal İslamcılar, radikal İslamcılar; halkın istediği adalet eşitlik ve özgürlük taleplerini yerine getiremedi  ve halk ayaklandı, batı işbirlikçilerini Mısır’da devirdi.

Türkiye’deki durum nedir peki?

Türkiye’de demokrasi içinde Türkiye baharı başlattılar. Amaç Türkiye’yi bu yeni Dünya düzeninde bir üs olarak kullanmak. Türkiye; demokratik sistem içinde özellikle eğitilen, yetiştirilen etnik kimlikli, ılımlı İslamcıları ve kimliksiz liberal devşirmelerle dönüşüm geçirdi. İleri demokrasi, demokratikleşme adı altında Din-iman görüntüsü ile medya, sermaye, bürokrasi yapısal dönüşüm geçirdi. İşte Türkiye burada yıkılmaya, parçalanmaya başladı. Verilen zarar ve toplumda kamplaşma artmakta, derinden derine nefret ve kinle donanan kesimler hesaplaşmaya doğru gidiyor. Bölge de demokratikleşme ve insan hakları afyonu ile uyuşturulmuştur halk, din-mezhep-etnik kimlik çatışmasına teşvik ediliyor. Türkiye’de bu sürecin içerisinde çok tehlikeli günler yaşıyor. Doğuda son iki hafta içindeki PKK olayları, devletin ve ordunun yok varsayılıp, teröristlerin cirit attığı gelişmeler yaşanıyor. Türkiye kimliksizleştirilerek parçalanma sürecinde. Düşman tüm kalelerimizi zapt etmiş durumda ve İstiklalimiz büyük tehlike altında.

Hükümet insanları ben ve öteki diye ayrıştırmakta.

İhanet eden işbirlikçi şer güçlerin; halkı aldatması doruk noktasındadır. İhanetlerini gizleyecek başka bir şeyleri kalmamış durumdadır.

Muhalefet çok zayıf ve etkisiz, hatta bazen onların bile ihanet içinde olduklarını düşünmemekten de kendimi alamıyorum.

Çarşı ayakta, TGB ayakta, İşçi Partisi ayakta, gençlik ayakta, halk, ayakta. Uyanış, diriliş vatan sathında. Tansiyonlar yüksek.

Propagandayla, dezenformasyonla uyuşturulan, aldanan ve aldatılanların uyandırılması gerekiyor!

 

Saygılarla,

Ömer Can Şirikçi

omercan.sirikci@aakm.org.au

AAKM Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı

Bu Makale  Hürriyet Avustralya Gazetesi 30. Sayısında 23 Temmuz 2013 tarihinde yayınlanmıştır.

2013 TEMMUZ 16 – ALBAY ERDAL SARIZEYBEK’DEN UYARILAR!!!

AAKM Makale - Hürriyet - ÖmerCan Banner 2013.v2 Small

“Polis ve jandarmaya yasal bir hatırlatma!

Biz de görüyoruz, siz de görüyorsunuz, silahlı PKK gurupları Kato dağında, Şırnak’ta, Faraşin’de, Van’da cirit atıyor, halkı peşinden sürüklüyor, halkın yönetimini ele geçiriyor.

Bu bir meşhut suçtur (işlenmekte olan suç) ve bu suçlara el koymak, sanıkları yakalamak ve işlenmekte olan suçları durdurmak için ne Vali’den ne de Cumhuriyet savcılarından izin almaya gerek yoktur.

Üstelik bu suçu işlemekte olan kişiler aranan suçlulardır, aranmakta olan bir suçluyu yakalamak için de izne gerek yoktur.

Yarın devran döner, Vali döner savcı döner ve sizler yargı önünde tek başınıza kalırsınız, “bu suçlara neden müdahale etmediğinizi” sorarlar size, yargılanırsınız, aklınızı başınıza alın!

Hükümet çekilir kenara, “devletin valisi var savcısı var, bu onların işi der”, görmezden ve duymazdan gelir bu olayları, kalırsınız tek başınıza.

Yarın devran döner, Vali, Kaymakam, Savcı çekilir kenara, “devletin polisi var jandarması var”, der, onlar da çekilir, kalırsınız ortada.

Kim kalır ortada?

İl Emniyet Müdürleri ve İl Jandarma Komutanları, çünkü bu makamlar doğrudan emniyet ve asayişi sağlamakla sorumlu makamlardır.

Kim kalır ortada?

İlçe Emniyet Müdürleri ve İlçe Jandarma Komutanları, çünkü bu makamlar emniyet ve asayişin icra makamlarıdır.

Ne yapmalı?

Hem sayfamızda hem de günlerdir PKK’nın cirit attığına dair yayın yapan medyadaki haberleri bulunduğunuz yer Cumhuriyet Savcılıkları, Vali ve Kaymakamlara bildiriniz.

Bildirmekle kalmayıp bu suçluların yakalanması için operasyon düzenleyiniz ve bunu da bilgi için ilgili makamlara yazınız.

Görelim bakalım sizi kim durdurabilecek!

Bizim ülkeniz biraz gariptir, kendine has, yıllarca kahramansın derler ama devran döndüğünde bir kenarda unuturlar, sizi kaderinize terk eder bazıları!

Siz siz olun, şimdiden ipinizi sağlama alın, siz bu ülkeye lazımsınız çünkü bu ülke, gün gelecek çürükleri ayıklayıp sağlamlarla yoluna devam edecektir!

Türkiye Cumhuriyeti Devleti değneksiz köy değildir!

Tehdide göz yummak, onunla işbirliği yapmak demektir!

Hepimiz görüyoruz, PKK’lı teröristler elde silah halkın içinde, rahat, arayan yok, yakalayan yok, yakalamak için operasyon yapan da yok! Neden?

Silah tek başına suç!

PKK terör örgütü üyesi olmak tek başına suç, 15 yıl ağır hapis cezası!

Ve bunlar katil, bu sayfadaki resimlerde gördüğünüz PKK’lılar katil, 9671 şehidimiz katilleri, 7500 vatandaşımızın katilleri!

Ve bunlar ülkemizin milletiyle birlikte bölünmez bütünlüğüne tehdit, bakınız: “Türk Ceza Kanunu: Madde 309. – (1) Cebir ve şiddet kullanarak, Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının öngördüğü düzeni ortadan kaldırmaya veya bu düzen yerine başka bir düzen getirmeye veya bu düzenin fiilen uygulanmasını önlemeye teşebbüs edenler ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası ile cezalandırılırlar.”

En az bu katiller kadar suçlu olan da hükümet, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin egemenlik ve yönetim erkini PKK’ya teslim ediyor, bakınız: “Türk Ceza Kanunu Madde 302. – (1) Devletin topraklarının tamamını veya bir kısmını yabancı bir devletin egemenliği altına koymak, Devletin birliğini bozmak, Devletin egemenliği altında bulunan topraklardan bir kısmını Devlet idaresinden ayırmak, Devletin bağımsızlığını zayıflatmak amacına yönelik elverişli bir fiil işleyen kimseye ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası verilir.”

Peki ya Cumhuriyet Savcıları, olan biteni görmüyor mu? Elbet görüyor ama harekete geçmiyorlar!

Peki ya Valiler, onlar görmüyor mu? Elbette görüyorlar ama sesleri çıkmıyor!

Peki ya asker? Onlar da görüyor ancak operasyona çıkamıyorlar çünkü Valiler izin vermiyor!

Tüm bu işaretler PKK tehdidinin yetkili ve görevli makamlar tarafından göz ardı edildiği, hatta bu tehdide göz yumulduğunu ve hatta desteklendiğini açıkça gösteriyor. Hukukta bunun adı işbirliğidir, diğer adı da işbirlikçiliktir.

Bu işler böyle gitmez, bir bakarsınız, devletimizi bu hale düşürenler kendilerini sanık sandalyesinde bulabilir, hem de vatana ihanet suçundan!

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni değneksiz köy sananların sonu hüsrandır!”

Albay Erdal Sarızeybek İnternet Facebook sayfasından alıntıdır http://www.facebook.com/albayerdalsarizeybek adresinden daha fazla bilgi edinilebilir.

Okunacak bir haber daha; “Geçen ay örgütten kaçarak polise başvuran S.A. isimli bir militan, PKK’nın geri çekilme diye bir planının olmadığını, aksine Türkiye’de mevcut gücünü daha da artırmaya çalıştığını söyledi. İstihbarat birimlerinin hazırladığı raporlarda ise örgütün bölgedeki tüm illerde ‘sözde asayiş birimleri’ oluşturduğu, dağ kadrosunda bulunan birçok örgüt üyesini de şehir ve kasabalara yerleştirdiği belirtildi.” devamı http://www.internethaber.com/teslim-olan-pkklidan-sok-itiraflar-559455h.htm

 

Saygılarla,

Ömer Can Şirikçi

omercan.sirikci@aakm.org.au

AAKM Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı

Bu Makale  Hürriyet Avustralya Gazetesi 29. Sayısında 16 Temmuz 2013 tarihinde yayınlanmıştır.