Category: Makale

 

27 Ocak 2015 – Ali Ulutaş – Dostlara Yeniden Merhaba

Ali-Ulutas-Makale-Header

Her yazıda gündem Türkiye’deki siyasal olaylarca yorumlarımızla dolmaktadır. Bu yazı da da gündem Avustralya’da Türkiye ile ilgili yaptığımız bir çalışmayı anlatmaya çalışacağım.

Daha önce Cumhurbaşkanlığı seçimi ile ilgili toplum üyeleri ile seçim günü sandıkların başında görev yapmak üzere bir çalışma gurubunu oluşturmuştuk. Oluşturulan gurupla çok başarılı bir seçim organizasyonunu ve çalışmasını gerçekleştirmiştik. Seçimden sonra da gurup olarak diyaloğumuza ara vermeyip arada bir toplantılar yaparak buradaki ve Türkiye’deki olayların tahlilini kendimizce yapmaya devam ettik. Sonunda 16 Ocak Cuma akşamı Lidcombe Community Hall da yaptığımız geniş katılımlı toplantıda Avustralya’da, Türkiye’deki seçimlere direk katkıda bulunmak için Cumhuriyet Halk Partisi paralelinde bir örgütlenme gerçekleştirdik. CHP nin atadığı resmi temsilcimiz geniş haberlerle toplumu bilgilendirdi. Şu anda kendisi Türkiye’de ve CHP merkezinde bulunmaktadır.

Kendisine geçen seçimde burada görünen aksaklıklar ve yanlışlıklar birer rapor halinde verildi. Sözlü ve çok yerinde öneriler ve parti çalışmaları ile ilgili eleştiriler de yapıldı. Sözlü öneri ve eleştirilerin tümü not alındı. Daha önce verilen yazılı öneri ve eleştirilerle birleştirilip yeni bir rapor hazırlanarak CHP genel merkezine ulaştırıldı. Resmi temsilcimizin yakında dönmesiyle birlikte burada çalışmaları yürütmek üzere bir yönetim kurulunu oluşturacağımızı da haber vermiş olayım. Oluşturulacak yönetim kurulu bundan sonra Avustralya’daki Türkiye’deki seçimlerle ilgili çalışmaları yürütecektir.

Geçen seçimde randevu alınarak oy kullanma sistemi çok aksaklıklara neden olmuştu. Şimdi YSK randevu ile oy verme sistemini ilan etti. Ancak seçmenlerin nerelerde oy kullanacakları ile ilgili yönlendirme henüz netlik kazanmış değildir. Bu durumun en kısa zamanda düzeltilmesi lazımdır. Zira Sydney’deki seçmen Avrupa’ya, Victoria’ya, Canberra’ya, oradakiler başka yerlere yönlendirilmişlerdi.

Bu yanlıştan dolayı bir çok seçmen oylarını kullanamamışlardı. Tüm bu aksaklıkları Parti merkezine ilettik. Umarım YSK daki seçmen kütülerinin doğru yazılmasına Katkıda olur. Bir de daha önce adres beyanında bulunanlardan, hatta Başkonsolosluğa müracaat ederek T.C. nüfus cüzdanını ve T.C. pasaportunu alan vatandaşlardan bile seçmen kütüğünde kayıtları bulunmayanlar bile görüldü.

Şimdi diyorum ki, ülkedeki siyasi yapıya oyları ile katkıda bulunmak isteyen vatandaşlar, kim hangi siyasal partiye oy vermek istiyorsa mutlaka konsolosluğa giderek adres beyanında bulunması ve yurt dışı seçmen kütüğüne kayıtlarını yaptırmaları lazım. Adres beyanında bulunduktan sonra ilgili Web sitesinden seçmen kütüğüne kayıdının yapılıp yapılmadığını kontrol etsinler. Kayıdı çıkmayan vatandaş oyunu kullanamıyacaktır. Resmi uygulama böyledir. Gerekli kontrolleri yapmadan sandık başına gelen vatandaşlara oy kullandırılmayınca hezeyan etmeleri neticeyi değiştirmeyecektir. Bunun için tekrar belirtiyorum. Kim hangi siyasi partiye oy vermek istiyorsa önce adres beyanında bulunması, sonra da yurtdışı seçmen kütüğüne kaydının yapılıp yapılmadığını araştırmaları gerekir.

Biz bu gurup olarak Türkiye’deki seçimlerde CHP yi desteklemek için çalışmaktayız. Bu şimdiden birilerini rahatsız etmişe benziyor. Onlar rahatsız ola dursunlar, bizler Türkiye Cumhuriyet Devleti’ni kuran, bu güne ve sonsuza kadar yaşamayı için her türlü özveriyi göstererek, her türlü engellerle karşılaşmasına rağmen Atatürk’ün tam bağımsızlık, yurtta barış ve dünya da barış, laik düzen, çağdaş yaşam ve Altı Ok ilkesinden ödün vermeden işlevini sürdüren Cumhuriyet Halk Partisi için çalışacağız. Geniş kitleleri bu konuda bilgilendirerek duyarlı hale getirmeye çalışacağız. Yapıcı eleştiri ve önerileri her zaman dikkate alacağız. Engellemeleri, karşı propagandaları da kendi küçük dünyaları ile baş başa bırakarak yolumuza devam edeceğiz. Toplumdan aldığımız olumlu sinyallerden, başarılı olacağımıza inanıyoruz. Gelişmelerden toplumu sürekli bilgilendirmeyi ihmal etmiyeceğiz.

Saygılarımla
Ali Ulutaş
27 Ocak 2015

Ali-Ulutas-Makale-Header

19 Ocak 2015 – Ali Ulutaş – Dostlara Yeniden Merhaba

Ali-Ulutas-Makale-Header

Bu yazıda siz değerli okurlarıma geçtiğimiz yakın günlerde yaşamakta olduğumuz ülkemiz Avustralya’da ve geldiğimiz baba yurdu olan Türkiye’de cereyan etmekte olan olayları birkaç örnekle özet halinde sunarak değerlendirmeye çalışacağım.

Birinci örnek, yaşamakta olduğumuz NSW’da siyasi faaliyet sürdürerek halen eyalette iktidar olan Liberal Partisinin eski Genel Başkanı ve Başbakanı olan Barry O’Farrell ile ilgilidir. Adı geçen şahısa önce bir iş adamı kendisine Değeri $3,000 olan bir şişe şarap ikram etmiş. Takriben 10 ay önce olay basına yansıyınca Başbakan inkar etmişti. Sonra medyada yapılan araştırmalarla Başbakanın şarabı alınca Gönderen şahsa bir teşekkür mektubunu yazdığı ve telefonla da konuştuğu ortaya çıkarılınca, Başbakan Başbakanlık’tan istifa ettiği gibi politik hayatını da sonlandırdı.

İkinci örnek, gene yaşamakta olduğumuz NSW eyaletinde Martin Place’de bir kahveyi basan ve kendisi ile birlikte iki suçsuz insanın ölümüne de sebep olan İran asıllı kişiye bu eyaletin muhalefet partisi olan İşçi Partisinin Başkanı ve geleceğin Başbakanı gözü ile bakılan John Robertson’un o olayın müsebbibi olan İran’lıya geçmişte bir referans mektubunu verdiği ortaya çıkınca geleceğin Başbakan adayı olan İşçi Partisinin Eyalet Başkanı sorumluluğunun ve yanlışını kabul ederek görevinden istifa ettiği gibi politik hayatını da sonlandırdı.

Bu iki olayda istifa ederek politik hayatlarını sonlandıran iki politikacı da ayrı ayrı yaptıkları açıklamalarında, kendi yanlışlarının yüzünden üyesi bulundukları siyasi partilerinin halk nazarında zarar görmemeleri, itibarlarını kayıp etmeleri için böyle davrandıklarını bildirmeleri idi. Bu politikada dürüstlüğün halen geçerli olduğunun da ispatı idi.

Üçüncü  bir olay da Queensland parlamentosunda Liberal Parti üyesi bir bayan Milletvekilinin ehliyetinin polis Tarafından iptal edilmesi idi. İlgili milletvekili daha önce aldığı trafik cezasını zamanında ödemediği için cezası arttırıldığı gibi ikinci defa ehliyeti iptal edilmiştir. İptal eden polis teşkilatıdır.

Şimdi bu olayları Türkiye’deki politikacılarımızla kıyaslayalım. Geçmişten günümüze kadar politikacı ve bürokratlardan bazılarının isimleri çeşitli yolsuzluklara karıştırılır. Çeşitli iddialarla belgeler açıklanır. Ama kimse yerinde kıpırdamaz, kıpırdatılmaz. Bazı güçler böyle zanlıları daima korurlar. Böyle olunca da yeni iddialar ortaya çıkar. Deniliyor ki bunlara dokunsalar ucu gider koruyanlara dokunur. Doğrumudur bilemiyorum. Ama iddialar böyledir.

Bazıları geçmişte görevden alınmışlardı. Yerleri değiştirilen görevliler de görülmüştü. Hatta bazı Politikacılar yüce divana da gönderilmişlerdi. Ceza alanlar olduğu gibi aklananlar da olmuştu. Ancak beyinlerde, vijdanlarda tatmin edici açıklama ve uygulama yaratılmamıştı. En son günümüzde icraatin başı olan AKP Hükümeti’nin Dört eski Bakanları ileri sürülen yolsuzluk iddiaları yüzünden Bakanlıklarından istifa ettirilmişlerdi. Soruşturmaları da önce yolsuzlukları araştıran komisyonda AKP li üyelerince oy çokluğu ile red edildi. Şimdilerde Mecliste görüşülmesi gerekirken durmadan görüşmeler ertelenmektedir. Görünen odurki görüşülse bile oy çokluğu ile gene red edilecektir.

Böyle olunca Türkiye’de kitlelerin temiz siyasete olan güvenleri sarsılıyor, bu giderek çeşitli mihraklarca da kullanılarak demokratik parlamenter sistem aleyhinde menfi propagandalara da neden oluyor. O zaman da ülke iç karışıklıklardan bir türlü kurtulamıyor.

Yapılması gereken ise, başta ismi böyle yolsuzluklara karışan kişiler, en başta içinde barındıkları siyasi partinin kendileri yüzünden yıpranmasını önlemek için görevlerinden ve politikadan ayrılarak bağımsız yargının karşısına çıkmaları ve ispatlarlarsa tezlerini, aklanmaları toplum içerisinde rahat gezmeleridir. Bunu yapmadıkları müddetce kendileri, aile bireyleri gelecek nesilleri hep böyle zanlı anılacaklardır. Partileri de onların yüzünden çok zarar görecektir.

Diyorum ki bağımsız yargı önünde aklanmak kadar güzel bir olay başka yerde görülmez.

Saygılarımla
Ali Ulutaş
19 Ocak 2015

Ali-Ulutas-Makale-Header

4 Ocak 2015 – Ali Ulutaş – Dostlara Yeniden Merhaba

Ali-Ulutas-Makale-Header

Bu yazıda Sydney Martin Place’de meydana gelen üzücü olayı gecikmeli olarak yazmak istedim. Gecikmeli diyorum çünkü sıcağı sıcağına yazılan yazılarda hissi davranmaktan kurtulunmuyor. İstedim ki ortam biraz durulsun, sis perdeleri açılsın ki gerçeğe yakın bir yorum yapabileyim.

Şimdi en başa dönelim. Kafeyi basan kişi İran uyruklu imiş. Medyadan öğrendiğim kadarı ile bu kişinin İran’da büyük dolandırıcılıklar yaparak Avusturalya’ya kaçtığı ve sığınmacılık pozisyonunun sonunda oturum aldığı açıklanıyor.İran’ın da bu kişinin iadesini talep ettiği ve Avusturalya yetkililerinin de bunu reddettiklerini medya açıklıyor. Ardından bu kişinin karısının öldürülme olayına ve daha birçok şuça ismi karışıyor,aldığı cezalardan da kefaletle dışarı çıkarıldığı anlaşılıyor.

Bir defa şu sığınmacı olayına bakalım. Belli dönemlerde çeşitli ülkelerden dünyanın gelişmiş ülkelerine, bu arada Avusturalya’ya da sığınmacı müracaatları olmuştur. Avusturalya makamları bunların iddialarının doğru olup olmadığını ne kadar sağlıklı araştırıyor, neye göre karar veriyor bilemiyorum. Ancak görüyoruz ki benzeri iddialarla sığınmacılığa başvuranların bazılarının istemleri red ediliyor, bazılarına da daimi oturma vizeleri veriliyor. Bu tür başvuruların sağlıklı sonuca bağlanmadığı kanısındayım.Bu konuda devlet organlarının daha geniş araştırmalarda bulunmaları en akılcı yöntemdir. Titiz davranılırsa ülkedeki iç güvenlik ve huzur daha iyi olur diye düşünüyorum. Hissi davranarak, ucuz acıma mantığıyla hareket edilirse ülkede iç huzur bozulur, tamiri de zor olur. Şunu da belirteyim, bu tür anarşik olaylara, uyuşturucu ve benzeri suçlara iştirak edenlerin derhal vizeleri iptal edilerek bir daha gelmemeleri koşuluyla geldikleri ülkelere gönderilirlerse bu iyi, caydırıcı bir sonuç doğurur. Bir de kimsenin basit nedenlerle ceza almalarına karşıyım. Ancak şuç işleyen birinin de kefaletle, bilmemneyle salıverilmesi böyle sonuçlara neden olur. Ceza giymiş ise cezasını ceza evinde tamamlaması gerekir. Kesin iyileşme halleri görülmeden hafifletici yöntemler uygulanmamalıdır.

Bir de olayda operasyona katılan güvenlik birimlerinin tutumlarını çok acemice buluyorum. Aylar öncesinden beri tv kanallarında tanıtımları yapılan lazer ışınlı, elektrik şokunu veren silahlar gösteriliyordu. Kafenin etrafında da keskin nişancıların yerleştirildiği açıklanmıştı. İlgili kişi kafenin penceresinin iç önünde tur atıp duruyorken keskin nişancılar neden o kişiyi hedef almadılar? Ya da içeride çalışan işçi ve müşterilerden fırsat bulanlar yanılmıyorsam mutfak kapısından kaçarak dışarı çıktılar. Aynı kapıdan çelik yelekli,lazerli tabancaları olan ekiplerden birkaçı içeri girip elektrik şokunu neden denemediler? Operasyonun şekli bu açıdan iyice sorgulanmalı ve güvenlik birimlerinin bu konudaki eğitim yetersizlikleri en kısa zamanda giderilmelidir diye düşünüyorum.

Devlet yetkilileri olayı tüm yönleriyle soğukkanlı bu durumla incelemeli ve gelecekte böyle hadiseleri, hiç arzu etmiyoruz ama,olursa da en akılcı ve en etkili yöntemlerle müdahale ettirmeliler diye düşünüyor ve öneriyorum.

2015 yılın da insanların daha insancıl, barışçı, sevecen, özgürlükçü olmaları dileğiyle herkesin yeni yılını kutlar,mutluluklar dilerim.

Saygılarımla
Ali Ulutaş
4 Ocak 2015

Ali-Ulutas-Makale-Header

24 Aralık 2014 – Ali Ulutaş – Dostlara Yeniden Merhaba

Ali-Ulutas-Makale-Header

Fetullah Hoca’nın “AKP ve Erdoğan bize yönelik yaptığı suçlamaları aynı ortamda itiraf ederek özür dilerse barışabiliriz” dedi.

Halk TV de Samanyolu TV temsilcisi diyor ki “Erdoğan’ın itiraf ederek özür dilemesi Cemaate attığı iftiralardan dolayı kul hakkının sahibine teslimi anlamındadır. Bunu yaparlarsa barışılabilinir, din de böyle belirtir” dedi.

Cemaate yönelik iftiralarının itirafı ile kul hakkı teslim edilirse, öncesinde birlikte iftiralarla, sahte delillerle, düzmece iddianemelerle, emir kulu olarak kullanılan özel yetkili mahkemelerle kumpaslar kurularak Ergenekon, Balyoz, Askeri Casusluk, Oda TV, İşçi Partisi, Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım, halkın oyları ile seçilen milletvekilleri’nin kul hakları ne olacak? Kul hakkı yalnız cemaat üyeleri için mi geçerlidir?

Ulusal Kanal da eski MHP li Başkan Yaşar Okuyan darbeleri açıklayıp eleştirirken “bunun Faşist bir diktatörlük” olduğu açıklıyor. Ama Mecliste eski Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün seçiminde eğitim sisteminin değiştirilerek 4+4+4 proğramının oylanarak kabulünde, tüm okulların
İmam-Hatip okullarına dönüştürülmesinde, türbanın kamu alanında serbest bırakılmasında, ilkokulların birinci sınıflarından itibaren din derslerinin zorunlu okutulmasında meclisteki oylamalarda MHP nin AKP ye verdiği desteği hiç eleştirmiyor.

Kim ne derse desin. 17-25 Aralık olayının ortakları, yani iddia edilen yolsuzluk, rüşvet, hırsızlıkların, tüm kumpas ve sahte davaların, intihar eden onurlu askerlerin, mağdur edilen askeri ve sivil personelin, babasını hapiste görerek dünyaları karartılan çocukların ızdıraplarına, dağılan yuvaların kul hakları ne olacak? Bunları yapanları mecliste, Bürokraside, medyada kim kimler bu güne kadar destek verdilerse tümü vebale ve işledikleri suça ortaktırlar. Suçları birbirlerinin üzerine yıkarak kimseler temize çıkamaz. Eğer bugün suçlanan cemaat suçlu ise “Ne istediler de vermedik” diyen bir icraatın Başbakanı, Hükümeti, Partisi, destekçileri tümüyle suçludurlar. Bu suçlardan aklanmanın yolu da tümünün bağımsız yargının önünde hesap vermeleri ile olur. Kuru laflarla, politik manevralarla kimse konuyu saptıramaz, unutturamaz. Tarih içerisinde bu yapılanların hesapları tek tek sorulacaktır.

Ortada oynanmak istenen oyun acaba şöyle mi sonuçlandırılmak isteniyor? Tüm suçları Zaman Gazetesi ile Samanyolu TV ye ve bu çevrelere yükleyerek be kamu oyunda da böyle bir algı yaratarak AKP temize mi çıkarılmak isteniyor? Kamu oyunda böyle bir endişe var.

Türkiye’de eskide yayınlanan bir reklam vardı. Deniliyordu ki; “Aslında yok birbirimizden farkımız, ama biz Osmanlı Bankasıyız”. Biz de diyoruz ki bunlar bugün kavga etselerde, birbirlerinden farkları yoktur. Ne yaptılarsa, ne yapıldıysa birlikte yaptılar. Suçu birilerinin üzerine yıkarak kimseler temize çıkmaz.

2011 de izinden dönerken uçak yolcularının içerisinde Güneydoğu Asya’ya turlarla gezmeye gelen Hoca efendinin taraflısı dersanelerinin bir grup öğretmenleri ile tanışmış ve bazı konularda tartışmıştık. “Bu yapılanların hesabı ulusalcı partilerin iktidarlarında sorulacaktır?” dediğimde, öğretmenlerden biri “Siz Ulusalcı bir Partinin iktidara gelebileceğini mi sanıyorsunuz? O günler geçti. Onlar bir daha iktidar olamayacaklar” demişti. Şimdi bakıyorum, demek ki Ulusalcı olunmayınca hırsızlıklardan, yolsuzluklardan, rüşvetten, iltimaslarlan her türlü hile ve hurdalardan ne mal alınıyormuş?

Şu bir daha ortaya çıkıyor ki, Ulusalcılar, devrimciler, demokratlar, namuslu liberaller hırsızlık yapmazlar, yolsuzluk yapmazlar, rüşvet almaz-vermezler. Adam kayırmazlar. Devlet mallarını, yani millet mallarını yerli ve yabancı işbirlikçilere peşkeş çekmezler ve çekilmesine seyirci kalamazlar. Politikalarını halkı uyutarak, dini duygularını sömürerek üretmezler. Emperyalistlere boyun eğmez, onların kirli oyunlarına teslim ve ortak olmazlar. Kendi vatandaşlarının demokratik haklarını kullanmalarını terörizm olarak değerlendirmezler. Çağdaşlığa, özgürlüğe yürüyüşlerinde asla geri adım atmazlar. Kur’an ayetleri ile ortada dolaşıp hırsızlık yapmazlar. Tarihte kim tarafından yapılmışsa yapılsın, yapılan hizmetleri çarpıtarak inkar etmezler.

Yani sözün kısası geçmişteki darbelerle devrimciler, demokratlar, ulusalcılar etkisiz hale getirildi. Meydan böylelerine bırakıldı. Bunların hali de ortadadır. Herkes ileriyi görsün ve değerlindermisini ona göre yapsın.

Saygılarımla
Ali Ulutaş
24 Aralık 2014

Ali-Ulutas-Makale-Header

17 Aralık 2014 – Ali Ulutaş – Dostlara Yeniden Merhaba

Ali-Ulutas-Makale-Header

15 Aralık 2014 sabahı internette gezinirken Türkiye’de Polisin zaman gazetesine baskın yaparak Ekrem Dumanlı’yı ve bir kaç kişiyi gözaltına aldıklarını öğrendim. Bu olayın bir kaç yönü vardır, açıklıyayım.

Batılı bir aydın olan Voltaire siyasal rakipleri göz altına alınınca der ki “sizin dünya görüşlerinize tamamen karşıyım. Ama bu farklılığımız sizin söz ve düşünce hürriyetlerinizi açıklamanızın engellenmesine savunuyorum anlamına gelmez. Söz, düşünce ve her türlü demokratik haklarınızı ve adil yargılanmanızı sonuna kadar savunacağım” demişti. Bu da Voltaire’i Voltaire yapan, dünyaya tanıtan, saygınlığını arttıran bazı sözlerindendi. Hala da o kişiye saygı duyularak her yerde tekrarlanır.

İşte bu anlamda kastedilen espiriye dayanarak biz de diyoruz ki kişilerin ve kurumların hak ve özgürlükleri kısıtlanamaz, yasaklanamaz, gasp edilemez. Kaçma ve delil karartma durumları haricindeki baskın ve tutuklamalar kabul edilemez. Varsa bir ihbar Cumhuriyet savcılıklarınca ifadeye çağrılmalılar. Çağrıya uymamaları halinde yakalama ve tutuklama emirlerinin verilmesi lazımdır. Normal hukuksal yol budur ve bu yola uyulmamaktadır.

Bir başka boyut geçmişte ordudaki emekli ve muazzaf askerlere, internet andıcı, balyoz hareketi, askeri casusluk davası, Oda tv, işçi parti yöneticileri, Merhume Prof. Türkan Saylan, gazeteci İlhan Selçuk, yazarlar Ahmet Şık ve arkadaşı, Prof. Haberal ve Fenerbahçe Futbol Kulübü başkanı Aziz Yıldırım’a yönelik gecenin Üçünde, Dördünde yapılan baskın ve gözaltıları AKP yönetimi ve bugün suçladıkları Paralel yapının elemanları birlikte hazırlanmış ve uygulamışlardı. Hatta Zaman Gazetesi yazarıyla, çizeriyle o tutuklamaları sonuna kadar sayfalarında destekleyici yayınlar yapmıştı. AKPye tüm güçleri ile destek veriyorlardı.

Sonra bir gün geldi, yaptıklarının ilerde kendi başlarını yiyeceğinin farkına varınca, işledikleri suçun içinden sıyrıla bilmek için büyük biraderin küçük biraderi haşlaması, suçu onun üzerine yıkarak kendisini temize çıkarmasını böyle senaryolarla uygulamaya çalışıyorlar. Ne yaparlarsa yapsınlar o saydığım gözaltı ve uzun tutuklamaların suçluları bu iki biraderdir. Birbirlerini yeseler de bu suçtan yargı önüne çıkmadan kurtulamazlar. Bir gün o yargı mutlaka çalışacaktır.

Ekrem Dumanlı özür dileyerek çıkması halinde ilk ziyaret edeceği kişilerin tutuklanmalarına sebebiyet verdiği gazetecilerin olacağını açıkladı. Bana göre geçmiş ola. O insanların çektikleri acıları, kaybolan yıllarını, ızdıraplı aile yaşamlarını nasıl tamir edecekler? İntihar eden onurlu askerleri nasıl hayata getirecekler? Uğradıkları maddi ve manevi zararları nasıl tamir edecekler? Sıra kendilerine gelince mi demokrasi havarisi kesiliyorlar? Yapılan asılsız ihparlarla bir nevi dağıtılan orduyu, itibarları zedelemeye çalıştıkları ordu mensuplarına ne diyeceklerdir?

Biz yaşamımız boyunca Türkiye ve dünyada her yerde hak ve özgürlüklerin kısıtlanmasının, yok edilmesinin karşısında olduk, yaşadığımız sürece de olmaya devam edeceğiz. Hak ve özgürlükler kişilere ve iktidarlara göre savunulmaz. İnsani değerlere, demokratik çağdaş yaşam için savunulur. Çağdaş bir yaşam için savunulur. Çağdaş, düşünebilen, sorgulayabilen, eleştirebilen, gerekirse protesto edebilen bir genç nesilin yetişmesi için savunulur. Bu günlerde yetiştirilmek istenen biatçı nesil hiç bir zaman onların arka bahçesi olmayacaktır. Dünyada bunun örnekleri çoktur. Türkiye’deki bu uygulamalar da son örnekleri olacaktır. Zaman her şeyin ispatıdır. Bekleyip göreceğiz.

Saygılarımla
Ali Ulutaş
17 Aralık 2014

Ali-Ulutas-Makale-Header

9 Aralık 2014 – Ali Ulutaş – Dostlara Yeniden Merhaba

Ali-Ulutas-Makale-Header

Bu sanal alem insanı rahat bırakmıyor. Içinde gezindikçe insan görüp özlediklerine inanamıyor. Bu başlığı şunun için böyle yazdım.

Türkiye Cumhuriyeti büyük bir devlettir. Onun Cumhurbaşkanı da büyük bir şahsiyettir. Her hareketi, her sözü her zaman ses getirir. Din şurasında söylediklerini dinledim. Hayret ettim. Adeta kendisinden önceki iktidarlar, özellikle Atatürk dönemindeki laisizmin kabulü ile adeta Anadolu insanı dininden, imanından uzaklaştırılmış. Kimse namazını eda etmemiş. Kurbanını kesip çevresine dağıtmamış. İmkanı olan hacca gitmemiş. Ya da cenazesini defn ederken İslami ritüeller uygulanmamış. Ezanlar okunmamış, camiler kapatılmış gibi bir imaj yaratmaya çalışıyor.

Halbu ki o dönemde camiler gürül gürül dolup taşmış. Ezanlar Türkçeleştirildiği için halk anlayarak, bilerek daha bir duygulanmış. Herkes her an ibadet gereklerini yerine getirirlermiş. İmkanı olanlar o zaman da kurbanlarını kesip dağıtırlarmış. Biz o tek Partili dönemin sonunda büyüdük. Görevimiz gereği Anadolu’nun çeşitli yörelerinin köylerinde ve şehirlerinde görev yaptık, ikamet ettik, her yöre halkı ile çeşitli sohbetler ettik. Ama kimseden inancın kısıtlanması, ibadetlerin yerine getirilmemesi ile ilgili bir kınama, eleştiri, şikayet işitmedik. Korkularından susmuşlar diyenlere şunu söyliyeyim. Yirmi yıllık öğretmenlik görevimin büyük bölümünü Sünni inancına bağlı vatandaşların arasında ve Sağcı Partilerin iktidarları dönemlerinde görev yaptım. Her türlü sohbet ve hatta bazen de siyasal tartışmalara katıldım. Ama inanca ve ibadete yönelik bir şikayet duymadım. Bir köyde bir gün köyün en fakir vatandaşlarından biri beni kınamak için “İnönü döneminde biz çarıktan başka bir şey giymiyorduk” diyince, yanımda o dönem Adalet Partisi ilçe yönetim kurulu üyesi o şahsa dönerek “Herkes kundura giyerken sen hala çoban lastiği ile geziyorsun, terbiyesizlik etme” diye tepki göstermişti. Halkın içerisinde ikicilik, ayırımcılık, bölücülük yoktu. Bu öğeler siyasal kadrolar tarafından ve halen katmerli olarak halka aşılanıyor. Toplum guruplara böldürülüyor, birbirlerine düşman hale getiriliyor. Düşünüyorum da böyle hareket eden iktidar bir gün içerde farklılıklardan dolayı büyük çatışmalar çıkarsa acaba iç barışı nasıl kuracaktır.

İşin özünü bir şiirle özetlemek istiyorum.

Evrende insanlık yaşayacaksa
Yaradılanı sev, yaradan için.
Bilimin yükünü yaşıyacaksa
Yaradılanı sev, yaradan için.

Savaşları bırak, barışa Yürü
Deneylerle uğraş olma bir sürü
Hurafe üstüne bilimi bürü
Yaradılanı sev, yaradan için.

Dünyayı yeşert ki hayat bulasın
İnsanları sev ki dosluk alasın
İkilikten uzak geri kalasın
Yaradılanı sev, yaradan için.

Kibirin fitnenin gitme yanına
Rüşvetle hırsızı takma şanına
Harama el atma yazık canına
Yaradılanı sev, yaradan için.

İnsan eğitmeye çoğalt okulu
Hurafeye karşı eğit akılı
Bilimin kilidi orda takılı
Yaradılanı sev, yaradan için.

Savaşlar felaket, zenginlik barış
Güzelliğe sevda çekmeye yarış
İkilikten ayrıl birliğe karış
Yaradılanı sev, yaradan için.

İşte Baba Ozan böylece yazar
Bozguncu olana her yerde kızar
Aşkın şarabıyla bazen de sızar
Yaradılanı sev, yaradan için.

Yaradanın aşkıyla yaradılanı sevmeyenler kimler olurlarsa olsunlar, inanıyor görünmeleri riyakarlıktır.

Saygılarımla
Ali Ulutaş
9 Aralık 2014

Ali-Ulutas-Makale-Header

4 Aralık 2014 – Ali Ulutaş – Dostlara Yeniden Merhaba

Ali-Ulutas-Makale-Header

Bu yazıda okurlarıma özet halinde Sevr barış antlaşmasını yazacağım. Herkes Sevr’in adını söyler de içeriğinde neler var bilmezler. Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşlarının bu antlaşma teklifini niçin red ederek tarihin çöplüğüne attıklarını ilgili maddeler okununca daha iyi anlaşılır kanaatindeyim. Şimdi ilgili tekliflere bakalım.

Sevr Antlaşması

Sevr’in emperyalist ve intikamcı niteliğini iyi anlamak için tamamını okumak gerek. Kısıtlayıcı, yasaklayıcı, tehdit edici, şaşırtıcı pek çok maddesi var. Bazı genel hükümleri Görelim.

  1. Antlaşma Müttefiklerin istediği gibi uygulanmazsa, İstanbul Osmanlı Yönetimi’nden geri alınacak.
  2. Doğu Trakya (Edirne, Kırklareli, Tekirdağ, Gelibolu) Gökçeada, Bozcaada, Yunanistan’a verilecek İzmir bölgesi (İzmir, Kuşadası, Tire, Ödemiş, Manisa’nın batısı, Akhisar, Kırkağaç, Soma, Foça, Ayvalık, Burhaniye) Osmanlı egemenliği altında kalacak ama bu hakkı Yunanistan kullanacak. Yerel yönetim beş yıl sonra, Millet’ler Cemiyeti’nden, bu bölgenin Yunanistan’a bağlanması istenebilecek.
  3. Kuzeydoğu’da 1914’ten önceki sınır geçerli olacak. Artvin, Erzurum’un Kuzeydoğu’su ve Iğdır’a kadar Kars. Türkiye dışında kalacak.
  4. Doğu Anadolu’da Ermenistan ve aşamak olarak Kürdistan kurulacak.
  5. Güneyde Cehyan, Osmaniye, Dörtyol, İskenderun, Antakya, Maraş’ın Güney’i, Gaziantep, Urfa, Mardin, Cizre, Suriye’ye verilecek.
  6. Osmanlı Devleti, sınırları dışında kalan bu topraklar üzerindeki bütün haklarından vazgeçecek.
  7. Boğaz’lar (bütün kıyıları ile Marmara Denizi) bölgesi, özel bütçesi, teşkilatlı, bayrağı, polisi olan yarı devlet niteliğindeki bir karma kurulun egemenliğinde olacak.
  8. Bu bölgedeki tüm istikamlar yıkılacak ve silahsızlandırılacak. Bu bölgede bulunan ve Top ulaşımına elverişli bütün demir ve karayolları kullanılmaz hale getirilecek. Türkiye’nin bu bölgede telsiz ve telgraf istasyonu kurması yasaklanacak. Boğaz’lar bölgesi askeri amaçla, yalnız İngiltere, Fransa ve İtalya tarafından kullanılacak.
  9. Jandarma 35,000, kara kuvvetleri 15,000 kişi ile sınırlı olacak. Ancak gönüllüler askere alınacak. Boğaz’lar bölgesindeki Türk jandarması Müttefikler arası işgal komutanlığına bağlı olacak. Subay ve Er’lerin sayısı, Birliğin bulunduğu kesimdeki Müslüman olan ve olmayan nüfusa oranlı olarak belirlenecek. Silah, cephane, askeri araç ve gereç yapımı, ithali ve ihracı, Müttefikler arası Askeri Denetim Kurulu’nun denetimine bağlı olacak. Zırhlı tank ve araç yapımı yasaklanacak. Seferberlik ilanı yasaklanacak.
  10. Deniz Kuvvetleri kurulması yasaklanacak. Balıkçılık ve Polis hizmeti için en fazla 7 gambot, 6 torpidobot kullanılabilecek. Öteki bütün askeri gemiler yokedilecek. Yavuz zırhlısı Müttefiklere teslim edilecek. Türkiye’nin savaş ve denizaltı gemisi yapması ve edinmesi yasaklanacak. Deniz Kuvvetlerine alınacak Subay ve Er’lerin sayısı, Müttefikler arası Deniz Kuvvetleri Denetleme Kurulu kurulunca saptanacak.
  11. Hava Kuvveti kurulması yasaklanacak.
  12. Bütün Kapitülasyonlar (ticari ayrıcalıklar) yararlanacakların sayısı arttırılmış olarak sürecek. Adalet rejimi Müttefiklerce yeniden saptanacak. Soy, dil ve din azınlıkları, bağımsız ve denetimsiz olarak, diledikleri kadar İlk, Orta ve Yüksekokul açabilecek ve kendi dillerinde eğitim yapabilecekler.
  13. Osmanlı Maliyesi, Müttefiklerce seçilecek bir Maliye Kurulu’nun denetimi altında olacak.
  14. Mondros Andlaşması’nın, galiplere stratejik yerleri, Doğu illerini, ayrıca Toros tünellerini işgal ve haberleşmeyi denetleme hakkı veren maddeleri sınırsız olarak yürürlükte kalacak.

Özetle maddeler böyle. Bu maddeleri rahmetli Saygın insan Turgut Özakman’ın Vahidettin, Mustafa Kemal ve Milli Mücadele kitabından aldım. Hele hele Mustafa Kemal’i Vahidettin büyük paralarla Anadolu’ya göndermiş yalanı ile toplumu kandırmaya çalışan yalancıların iddialarına karşın herkesin bu kitabın okumalarını tavsiye ederim.

Bu Antlaşma ile Anadolu insanları Osmanlı’nın şahsından tamamen köleleştirilmek isteniliyordu. Devlet tamamen yok ediliyordu. İşte tüm bunlara karşın Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşları tüm olanaksızlıklara, imkansızlıklara, düşmanlıklara rağmen, yeni ve büyük mucizeler yaratarak ülkeyi kurtarmaları ve ilgili Antlaşmaları çöpe atmalarını emperyalistler unutmamışlar ve şimdilerde yerli uşakları vasıtasıyla yeniden denemeye kalkışmaktadırlar.

Şunu kimse unutmasın. Anadolu’da Kuvvayı Milliye ruhu maya tutmuştur. Bu mayayı atmaya kimsenin gücü yetmiyecektir. Anadolu insanı emperyalizme yem olmayacaktır. Ülkedeki yurtsever güçler harekete geçince kimseler önlerinde duramayacaktır. Bu böyle bilinmelidir.

Saygılarımla
Ali Ulutaş
4 Aralık 2014

Ali-Ulutas-Makale-Header

Korkunun bedeli yok-sunluk! – Gürol SÖZEN

AAKM Makale - Hurriyet - OmerCan Banner 2013.v3

Korkunun bedeli yok-sunluk! – Gürol SÖZEN

Korku!.. “Yaşadığımız dünyada en göze çarpan şey, çoğu insanların, her çeşit inanç sahipleri dışında, gelecekten yoksun olmalarıdır. Geleceğe el atmayan, gelişme, iyileşme umudu olmayan bir hayatın ne değeri olabilir? …

“İnsanlar arasında sürüp gelen uzun diyalog bitti. İnandırılamayan bir adamdan elbet korkulur,” diyor Albert Camus; S. Eyüboğlu ve Vedat Günyol’un çevirdiği Denemeler kitabındaki “Korku” adlı yazısında.

Doğada varlığı sürdüren her canlının korkusu ise, avda avlanmak. Çiçekse, çimense; ezilmek. Ağaç ise, çürümek; bir de insanoğlu tarafından yok edilmek. Oysa biz kocamanlar!

Korkuyoruz: Hayatın sonsuzluğundan korkuyoruz.

Korkuyoruz: Kendi gerçeğimizden, bu toprakların sonsuz bereketinden, geçmişin gücünden korkuyoruz. Yani bizden binlerce yıl önce bu toprakları paylaşıp, ekip biçenlerin yarattıkları uygarlıklardan korkuyoruz.

Korkuyoruz: Bilgiden, bilgelerden, sanat-tan, sanatçılardan, yazarlardan, doğrulardan korkuyoruz. Kıpırdayan her şeyden korkuyoruz.

Korkuyoruz: Yeşeren, çiçeklenen doğadan korkuyoruz. Kuşlardan, kelebeklerden, güneşten korkuyoruz.

Korkuyoruz: şiirden, şarkılardan, masallardan, seslerden, giysilerden, çıplaklıktan, aydınlıktan korkuyoruz.

Korkuyoruz: Kırmızının renginden, mavinin derinliğinden, bulutun ve yağmurun sesinden korkuyoruz.

Korkuyoruz: Sözcüklerden, soru ve ünlem işaretinden korkuyoruz. Hiçbir parantezin açılmasını istemiyoruz. Dip notlarından korkuyoruz.

Korkuyoruz: Kendimizden korkuyoruz. Her şeyi biliyorum sanıp saklanmak da korkunun, güvensizliğin bir parçası değil mi?

Korkuyoruz: Okuduklarımızdan, yazdıklarımızdan, birlikte söylediğimiz türkülerden, dillendirdiklerimizden korkuyoruz.

Evet! Kendimizden, akrabamızdan, komşumuzdan, kapımızı çalandan korkuyoruz.

Oysa, hiçbir zaman, korku sanatı yaratamaz. Düşünceyi, erdemi, onuru besleyip yeşertemez…

Korku, bir imparatorluğa dönüşse de hiçbir çağa egemen olamaz.

Bilelim ki, her karanlık, aydınlıkla yer değiştirmek zorundadır. Yoksa, yarattığımız karanlık, kendi dehlizlerimizde, kendi dehlizlerimizin zifiri karanlığına gömülür. Çünkü̈ bu topraklarda, on binlerce yıldan beri karanlık, aydınlıkla yer değiştirmiştir hep.

Bu topraklarda on iki bin yıldan beri var olan gerçek; sanatın, bilimin ve düşüncenin özgürlüğü̈, evrenselliğidir.

Hangi koşul içinde olursa olsun doğadan esinlenip, doğayı yorumlayanların tek umudu; bu nedenle, lacivert gökyüzü̈ altında şiirin, şarkının, öykünün, masalın ve destanların birbiri peşi sıra binlerce yıldan beri özgürlük ve onur adına var olduğunu belgelemekti. Kuşkusuz bu uzun serüvende ihanetler de, savaşlar da, yokluk ve yoksullukla kuşatılmış saltanatlar da hüküm sürdü. Ama bir farkla: Ulus olma bilinci ve onurunu yitirmeden. Her mevsim kendini yenileyen doğa en büyük öğretiydi. Doğanın ihaneti hiç görülmedi: kuşlar, çiçekler, sular bunun tanığı.

Ya insanoğlu?

Her şeyi ile ama her şeyi ile yozlaşmaya, didiklenmeye, parçalanmaya başlayıp kimliğini yitiren büyük bir imparatorluktan Cumhuriyeti yani adam olmayı, onuru ve çağdaş düşünceyi, evrenselliği yakalayıp yaratan, kurtuluş adına soluğu verenler yani şimdi kim vurdu ya mı gitti?

Bu yokluğun, yoksulluğun bir adı olmalı!

Bir başka soru: Mustafa Kemal ve arkadaşlarının ve Anadolu halkının direnci ile yeniden aydınlanan on iki bin yıllık uygarlıkta bunca irin nasıl birikebildi?

Yeryüzü̈ coğrafyasının hiçbir yerinde birbiri peşi sıra var olup göçen, olağanüstü̈ sanat eserleri bırakıp birbirinden etkilenen toprak dilimi yok.

Farkında mıyız? Tek gerçeğimiz „cehl‟ cüppesi mi yoksa?

YaĢanılan varlık içinde nemenem bir yok-sulluk?

Gelecekten yoksunluğa doğru elcağızımızla mı sürükleniyoruz?

Peki, biz neyiz?

Ve ne işe yararız?

 

 

Büyük İnsan Atatürk – Öner YAĞCI

AAKM Makale - Hurriyet - OmerCan Banner 2013.v3

Büyük İnsan Atatürk – Öner YAĞCI

“Biz, batı emperyalistlerine karşı yalnız kurtuluş ve bağımsızlığımızı korumakla yetinmiyoruz. Aynı zamanda, batı emperyalistlerinin, güçleri ve bilinen araçlarıyla, Türk milletini, emperyalizme araç olarak kullanmak istemelerine engel oluyoruz. Bununla, bütün insanlığa hizmet ettiğimize inanıyoruz.” diyen Mustafa Kemal Atatürk, bir büyük insandır.

Kimi insanlar vardır, içinde oldukları toplumların sorunlarıyla ve gelecekleriyle ilgili düşünceler üretirler, bu düşüncelerini eyleme dönüştürmeye çaba gösterirler. Büyük insanlardır onlar. Onları büyük insan kılan, düşüncelerinin o toplumun dokusuna ve o toplumun da içinde olduğu dünyanın gerçeklerine uygun olmasıdır. Tabii ki o toplumun dokusu ya da dünya gerçekliği uygun olsa da bir başka gerçeklik daha karşısına dikilir onların: O toplumun ve o dünyanın egemenleri…

Egemenler, benimsedikleri ve uyguladıkları yaşam biçiminin, düzenin değişmesine izin vermezler, düzenlerini korumaya, düzenlerini değiştirmek isteyen yeni düşüncelere karşı direnmeye, yeni düşüncelerin yeşermesinin ve eyleme geçmesinin önüne engeller koymaya çalışırlar. Büyük insanlar onlardır ki, gerçekleştirilmesi güç bile olsa, düşüncelerini hayata geçirmek, egemenlerin engellerini aşmak ve direnişlerini kırmak için ömürlerini verirler. Bir bilim, sanat adamının, bir toplumsal kahramanın veya siyaset adamının da büyüklüğünün ölçütünü̈, toplumunun ve insanlığın yaşamının güzelleştirilmesi doğrultusundaki düşüncelerinde ve bu düşünceleri gerçekleştirmek için verdiği savaşımdaki tavrında, kısacası ömründe aramak gerekir. Bu tavır, insanlık tarihinde birçok örneğinin görüldüğü̈ gibi kimi kez bilim uğruna yaşamını hiçe saymayı; kimi kez, Tevfik Fikret gibi Hak bellediğin yolda yalnız gideceksin demeyi; kimi kez Mustafa Kemal Atatürk gibi hakkında verilen ölüm fermanlarına karşın savaşımını sürdürmeyi; kimi kez yaratma özgürlüğünün önündeki engelleri aşmak için olmadık zulümleri göğüslemeyi, örneğin Nâzım Hikmet gibi vatan haini ilan edilmeyi ve yıllarca hapishanelerde kalmayı göze almayı gerektirebilir.

Bu tavır, düzenin savunucularının sunduğu dünya nimetlerini geri çevirmeyi; yoksunluklar içinde bir yaşama mahkûm edilmeyi, sürgün edilmeyi, idam edilmeyi, yakılmayı getirebilir. Kimi kez zafere ulaşmayı başarsa da kimi kez yenilgiyle, düş kırıklığıyla, ihanetle sonuçlanan bir savaşım olabilir büyük insanların savaşımı; ama hiçbir zaman son bulmaz; onlar, düşüncelerini gerçekleştirmek ve başarıya ulaşmak için sürekli atılımda bulunmak, sürekli yeni hedefler belirler ve bu hedefleri gerçekleştirmek için çaba gösterirler. Büyük Tarihin her döneminde, dünya coğrafyasının her toprağında, yaşamın her alanında büyük insanların büyük savaşımlarına rastlamak mümkündür. Böyle olmasaydı insanlığın özgürlük savaşımı sürebilir miydi?

İnsan, dününü doğru öğrenip doğru değerlendirirse, geleceğine doğru attığı adımları güçlü olur. Ansiklopediler, kütüphaneler, kitaplar, dergi ve gazete koleksiyonları, arşivler, yazıya dökülmüş anılar, sanatın her dalından, zamanı aşarak dünden getirmiş olduğu yaratılar, insana dününü öğreten bellektir. Tarihte, kimi zaman Olympos’taki tanrılar, kimi zaman imparatorlar, krallar, hükümdarlar, sultanlar, çarlar, şahlar, führerler egemen olmuştur insanlara. Bu nesnelerle olan savaş, insan olabilme ve uygarlığa ulaşma savaşıdır. Başlangıcı mitoloji de olsa Gilgameş, Prometheus, Spartaküs gibi büyük insanların toplumlarına ve dünyaya kattıklarının insanı güzellediği yadsınamaz. Yeni çağlara kadar Leonardo da Vinci, Shakespeare, Cervantes, Hayyam, Dante, Goethe, Montaigne gibi; yeni çağlarda William Wallace, Robin Hood, Garibaldi, Geronimo gibi öncülerin yaşamı hâlâ güzelleştirmelerinin gizi büyüklüklerinden olsa gerektir. insanlığa kanla ölüm dolu yüzlerce savaş ve iki Dünya Savaşı armağan etmesine karşın, bu savaşlarla dünyaya egemen olmak isteyenlere karşı mücadele eden Zapata, Panço Villa, Lenin, Dimitrov, Lumumba, Mao, Che Guavera, Fidel Castro, Ho çi Minh, Nelson Mandela gibi büyük insanların varlıklarıyla güzelleşen bir 20. yüzyıl yaşadı insanlık. Bunlar ve bunlara eklenen zincirler, toplumların, insanlığın belleğini oluşturuyor. Ortak kültür mirası ve ortak bellektir bu. Günümüzde, bu belleğin silinmeye çalışıldığı, silindiği bir dönemi yaşıyoruz. Tüm toplumlar ayrı ayrı ve bir bütün olarak, belleksiz bir toplum olmaya zorlanıyor; çünkü belleksiz toplumlar soru sormazlar, sorgulamazlar, araştırmazlar, merak etmezler, adaletsizliklere tepki göstermezler; böyle olunca da dünyaya egemen olmak isteyenler muratlarına ererler. Adına ne dense densin, tarihin her döneminde toplumlar dünyaya egemen olmak isteyen güçlerin benzeri dayatmalarıyla karşılaştılar ve günümüzdeki küresel emperyalizmin bu dayatmalarına karşı da toplumlar direnmek zorundalar. Bu zorunluluğun yerine getirilmesinde insanlığın tarihi vazgeçilemez bir savaşım birikimi, deneyimi olarak ortak mirasıdır. İnsanlığın büyümesinde, her ne kadar tarihi kahramanlar değil toplumlar yaratıyor olsa da, o toplumlara yön veren, önderlik eden, doğru hedefler sunan, o toplumları doğru hedef doğrultusunda örgütlendiren büyük insanların var oluşu kaçınılmaz bir gerçekliktir.

Büyük toplumlar, büyük insanlarıyla, büyük önderleriyle vardırlar. Her toplumun hem kendi toplumsal birikiminden hem de insanlığın mirasından yararlanarak ve o mirasa yeni yöntemler, yeni hedefler, yeni örgütlenmeler katarak kendisine ve dünyaya yönelik dayatmalara karşı direnmesiyle büyür insanlık. Kimi toplumların kendilerine önder bellediği kişiler hem onları hem dünyayı felakete sürüklemişlerdir ve tarih, en barbar örneği Hitler başta olmak üzere böyle örneklerle doludur. Günümüzde de dünyaya yeni düzenler verme heveslerindeki önderlerin neler yaptıklarını tüm dünya ibretle izliyor. Dünyayı egemenliğine alma iştahıyla tüm toplumlara ve değerlere saldıran küresel emperyalizmin dayatmaları karşısında toplumlar, direnişleri kendi değerlerine, kendi büyüklüklerine, kendi önderlerine sahip çıkamadıkları için başarılı olamamaktadırlar.

Bizim tarihimiz de Dede Korkut’la başlayan, Nasrettin Hoca, Yunus Emre, şeyh Bedreddin, Mimar Sinan, Pir Sultan Abdal gibi büyük insanların varlığıyla güzelleşerek 20. yüzyılda yeni büyük insanlarını sundu yaşama.

Mustafa Kemal Atatürk adının, Nâzım Hikmet’e, Aziz Nesin’e uzanan kahramanlar zinciri, insanlığın toplumsal direnişinin ve belleğinin 20. yüzyıl Anadolu’sunda bayraklaşan simgeleridir. 21. yüzyılın başlarında dünyanın ve ülkemizin içinde bulunduğu zor koşullardan kurtulması için belleğindeki ve tarihindeki büyük insanlara çok gereksinmesi var. Bu noktada, yaşadıklarımız karşısında neler yapmak gerekir sorusunun yanıtını en kolay verecek bir toplumuz; çünkü yakın tarihimiz bize ve insanlığa bir büyük insanı, Mustafa Kemal Atatürk’ü armağan etmiş. şanslıyız, çünkü 20. yüzyılın bize armağan ettiği bir büyük insanın çocukları, mirasçılarıyız.

Yolumuzu aydınlatan Mustafa Kemal Atatürk var, onun mirası, onun yarattığı ulusal bilincimiz, onun kurduğu Cumhuriyetimiz var. Onun düşüncelerini, eylemlerini, tarihimizdeki yerini, yarattığını, mirasını biliyoruz. Mustafa Kemal Atatürk’ü biçimleyen 20. yüzyılın başlarında Osmanlı’nın içinde bulunduğu parçalanma kıskacından kurtulmak isteyen ve devleti çıkmazdan ve yıkılıştan kurtarmak için çaba gösteren aydınların dünyada yaşanan olayları doğru şekilde kavrayamadıkları ve Batıcılık Yurtseverlik ikilemi içinde oldukları bir dönemde yiğitçe giriştikleri bir yurt savunması savaşımı vardı. Dış ve iç düşmanlara karşı dönemin aydınları özverinin en yüce örneğini göstererek bir yandan bilinçlenmeye çalışıyor, bir yandan da savaşıyorlardı.

Namık Kemal’in ve Tevfik Fikret’in şiirleriyle ilk gençliğini bu koşullarda yaşayan Mustafa Kemal Atatürk, imparatorluğun en gelişmiş merkezlerinden biri olan Selanik’te, ne yapılması, ne zaman yapılması, nasıl yapılması gerektiği sorularını kafasında açıklıkla yanıtlayan bir asker aydın olarak topraklarımızda bir büyük insanın yetişmekte olduğunun haberini vermişti. 23 yaşındayken Harp Akademisindeki öğrenci arkadaşlarına, “Yıkılmakta olan imparatorluktan yeni bir Türk Devleti çıkarmalıyız.” diyerek hedefini belirliyor; siyasal ve idari düzenin değişmesinin, ordunun yeniden yapılandırılmasının, savunulması olanaksız topraklardan çekilerek Türklerin yaşadığı yerlerin kesin olarak savunulmasının zorunluluğunu düşünüyor ve bu düşüncelerini yaşama geçirmenin yollarını arıyor; güvendiği arkadaşlarına, “köhnemiş olan bu çürük yönetimi yıkmak, milleti hâkim kılmak ve vatanı kurtarmak için, sizi göreve davet ediyorum.” diyerek onları örgütlenmeye çağırıyordu. Yurt sevgisinin biçim verdiği düşüncelerini geliştirmek için sürekli okuyor, araştırıyor, bilincini artırıyordu. 1914‟te askeri ateşe olarak bulunduğu Sofya’da: “Benim vatana hizmet yolunda yararı olacak ve görevlerimi başarmada bana canlı bir iç rahatlığı verecek büyük düşünceleri başarmak istiyorum; yaşantımın temel ilkesi budur. Onu çok genç yaşımda edindim ve son nefesime kadar ona bağlı kalacağım.” diyor ve bu sözünü yaşamı boyunca tutuyordu. Onu büyük insan yapan bu özellikleridir. Daha sonra giriştiği, 19 Mayıs 1919‟da başlayıp ölümüne kadar sürdürdüğü ulusal kurtuluş, bağımsızlık, cumhuriyet ve ardı ardına gelen devrimlerle süren adımlarında hep aynı yurtseverlik, hep aynı kararlılık vardı. Düşündüklerini hayata geçirmenin ustası olarak Mustafa Kemal Atatürk, gerçekleştirdikleriyle uyuyan bir ulusu uyandıran, kimliksizleştirilen, köleleştirilmek istenen bir ulusu özgürlüğe kavuşturan ve bu ulusun bağımsız devletini kurarak onu onurlu bir geleceğe yönlendiren bir önder oldu. Yurt sevgisine kattığı bilgisiyle, doğru önderlik ve doğru örgütleme anlayışıyla sürdürdüğü savaşıma kattığı uzağı görebilme ve kararlılığıyla o, bir yandan Türk ulusunun yeniden yaratıcısı olurken, bir yandan da gerçekleştirdiği ulusal kurtuluşla ve sürekli devrimciliğiyle emperyalizmin zulmü altında inleyen tüm Doğu halklarının kurtuluş meşalesini yakan büyük devrimcisi oldu 20. yüzyılın. Bir ulusun uyanışını ve bağımsızlık temelinde yükselen Cumhuriyetimizi kurup bize emanet eden bir büyük insanın gerçekleştirdiklerini adım adım yok etmeye çalışanlara karşı onu sahiplenmek, onun emanetini geleceğe taşımak sorumluluğu, aynı zamanda insan olma sorumluluğudur. Çağa damgasını vurmuş bir öndere sahip olmanın onuru ve kıvancıyla başı dik yaşaması gereken insanların, ne yazık ki yıllardır izlenen politikalarla bataklığa sürüklenmesi, tüm değerlerinin olduğu gibi Mustafa Kemal Atatürk’ün düşüncelerinin ve gerçekleştirdiklerinin de zihinlerinden silinip atılması gibi aşağılatıcı gerçeklik yaşanıyor ülkemizde. Bu gerçeklik, onu anlayan, onun değerinin bilincinde olan ve ona, onun devrimlerine karşı izlenen politikalar ve uygulamalarla yıllardır baskı altında tutulan, ezilen insanları daha bir kamçılamalıdır. İşbirlikçi politikalar izleyen siyasetçilerin, medyanın, aydın müsveddelerinin, emperyalist odaklardan beslenen sivil toplum örgütlerinin etkilediği insanları içinde bulundukları kıskaçtan kurtarmak için gereken gücümüzün olduğuna inanmalıyız. Bu güç, toprağımızın Mustafa Kemal Atatürk gibi bir büyük insanı yaratan gizil güçtür. Onun düşünceleri, önderliği, örgütleyiciliği karşımıza dikilen belalardan kurtulmamız için izlenmesi gereken yolu apaçık gösteriyor. Bu yol, “azim ve kararlılıkla” emperyalist kuşatmalara, dayatmalara karşı çıkılması ve bağımsızlık temelinde, insan onuruna yakışır, laik, ulusal değerlerinin bilincinde olan ve onları yücelten, halktan yana, devrimci cumhuriyetin savunulması yoludur.

Ülkemizin, son yıllarda bir yandan dünyayı yeniden biçimlendirme projeleri yapan büyük emperyalist güç ABD’nin, bir yandan da 40 yıllık masal olarak yağmadan pay almak isteyen Avrupa Birliği’nin dayatmalarıyla ve her iki dayatmaya omuz veren yerli işbirlikçilerinin yıllardır süren çabalarıyla ve özellikle de korkunç boyutlara ulaşan “aydın” kirlenmesiyle getirildiği durum, yurtseverlik damarını sürdüren aydınlarımızca çeşitli açılardan sürekli gündeme getiriliyor. Sömürgeleşen, oltada balık olan, bataklığa sürüklenen, bıçağın ucunda olan, yağmalanan, sivil örümceğin ağında olan, bitmeyen oyun oynanan, Sevr kıskacında olan, ahtapotun kollarında olan… gibi tanımlamalarla Türkiye’nin içine sürüklendiği kaosa dikkat çeken, bu kaosun nedenlerini anlatmaya ve çözüm yollarını ortaya koyma çabasıyla kaleme alınan bu kitaplar, Mustafa Kemal Atatürk’ün emanetini bugünlere aktarma sorumluluğunun aydın çığlıkları olarak Türk insanınca okunmayı ve öğrenilenler doğrultusunda davranışların geliştirilmesini bekliyor. Zaman, bir “Büyük İnsan” olan, Türk ulusunun yeniden yaratıcısı ve 20. yüzyılın büyük devrimcisi Atatürk’ün düşünceleri ve eylemleri doğrultusunda davranma ve onun emanetine sahip çıkma zamanıdır.

Bazı saptamalar yapalım: 20. yüzyılda insanlığın baş belası olan ve kötülüklerini 21. yüzyılda da sürdüren emperyalizmin, sömürüye dayanan bağımlılık ilişkilerine gereksinmesi vardır. Emperyalizm var olduğu sürece, emeğin sömürülmesine karşı ve özgürlük için savaşanların ona karşı bağımsızlık düşüncesi ve eylemiyle donanmaları bir zorunluluktur… İnsanlığın sömürüye karşı savaşımında kapitalizm ve emperyalizm dönemindeki en önemli düşünsel ve eylemsel ideolojisi olan sosyalizm, kendisini var edebilmek için öncelikle emperyalist bağımlılık ilişkilerini yok etmek zorundadır. Bunu görmezden gelen bir sosyalist düşünce ya da eylem düşünülemez… Emperyalizme karşı bağımsızlık temelinde yükselmeyen bir savaşımın demokrasiyi, insan haklarını, özgürlüğü, sosyalizmi gerçekleştirmesinin olanaksızlığından hareketle, bu saptamalarla ilgili tavırların, günümüz Türkiye’sinde bir insanın bulunduğu noktayı belirleyen bir turnusol kâğıdı olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz… Mustafa Kemal’in düşüncesi ve eylemi, emperyalizme karşı bağımsızlık temeli üzerinde yükselen bir düşünce ve eylemdir. Emperyalist bağımlılık ilişkilerinin yok edilmesini temel alan bu düşünce ve eylem, emperyalizmin zayıflatılmasını sağlayarak, emekten ve özgürlükten yana olanların güçlenmesini sağlamıştır… Küreselleşme ve Yeni Dünya Düzeni terimleriyle kendini maskeleyen günümüz emperyalizmine karşı özgürlük ve bağımsızlık savaşımını zorunlu gören devrimcilerin, kendilerini bu düşünceler temelinde tanımlamaları gerekir… Günümüzde, kendisini küreselleşme ve Yeni Dünya Düzeni kavramlarının arkasına gizleyen emperyalizm çağının yurtsever devrimcisi olan Mustafa Kemal, sömürünün ortadan kaldırılması ve kardeşçe, eşitlikçi bir yaşamın kurulması için düşünce üreten, örgütlenen ve eylemler gerçekleştiren sol’un, sosyalist solun, devrimcilerin kendisini tanımlaması için bir fırsattır… Bir de şunu ekliyorum: Mustafa Kemal Atatürk, emperyalizm karşısında Türk aydınının aymazlığına karşı tam bağımsızlık düşünüşünün savunucusu ve eylemcisi olan bir önderdir. Bu düşünüş ve eylem se, kaynağını özgürlük isteminden, eşitlik isteminden, sömürünün yok edilmesi isteminden alan yurtseverliğin ve sürekli devrimciliğin ta kendisidir… Bu saptamalar, yaşamdaki tüm ekonomi politikalarıyla; eğitim, bilim, dil, kültür, iletişim politikalarıyla çoğaltılabilir ve sonuçta ülkemizin kanatan gerçeği apaçık ortaya çıkar. Bu gerçek, düşünceleri ve gerçekleştirdikleriyle devrimci Mustafa Kemal’in hâlâ yok edilemediği gerçeğidir. Mustafa Kemal Atatürk’ün adının üstünde fırtınalar koparılmasının, herkesin sahiplenir görünmesinin ama aslında onun ve gerçekleştirdiklerinin yok edilmesi için hesaplar, programlar yapılmasının asıl nedeni, onun düşüncesinin ve eyleminin aynı doğrultuda olması, yani dediğinin adamı olmasıdır. Dediklerine ve yaptıklarına bakıldığında görülense, kararlı bir yurtseverlik, ulusunun özgürlüğü, bağımsızlığı ve dogmaların egemenliğinden kurtarılması yolunda sürekli devrimlerle dolu olan bir savaşımdır. Düşünceleriyle ve eylemleriyle bu savaşıma karşı olanların Atatürkçülüğü; düşünceleriyle ve eylemleriyle toplumlarının belleğinde silinmez izler bırakan bir bilgenin başka bir yöntemle unutturulamayacağı, yenilemeyeceği içindir. Yaşamlarında, onun düşüncelerinin ve eylemlerinin tersini yapanların onun yolunda olduklarını söylemeleri; o, başka bir yöntemle yıpratılamayacağı Devlet eşittir Kemalizm yanılsamasından kurtulmak gerekir. Onun ölümünden sonraki devlet politikaları, yarım yüzyıldır “soğuk savaş” denilen bir illet politikadır. Savaşa sürükleyen politikalar, yurtta ve dünyada barış özleminin çağrıcısı olan Mustafa Kemal’e nasıl mal edilir? Yarım yüzyıl önce başlayan ABD eliyle demokrasinin gelmesi politikasının mimarı o mudur? Küçük Amerika olma düşlerini o mu kurmuştur?

Bugünkü AB ve IMF politikalarının uyduluğunun temellerini o mu atmıştı? Bu politikaları Kemalizm bellemenin, ondan nefret ettirmeyi amaçlayanların ekmeğine yağ sürmek olduğunu unutmamalıyız. Düşüncenin temeli olan dil ve eğitim politikalarının Kemalizm düşmanı olduğunu anlamamak için saftan öte bir şey olmak Bazı saptamalar yapalım: 20. yüzyılda insanlığın baş belası olan ve kötülüklerini 21. yüzyılda gerekir. Ülkeyi tarikatlardan, şeyhlerden, müritlerden kurtaran mı odur, yoksa onların ülkesi yapan mı? Sivas katliamına, Hizbullah’a uzanan radikal dinciliği onun politikaları mı beslemiştir, yoksa emperyalizmin “yeşil kuşağı’nın uşaklarının izlediği politikalar mı?.. Bir de şunları ekleyelim: Mustafa Kemal’i devrimci bir önder kabul etmeyen, demokrasiyi ve özgürlüğü Batı’dan, emperyalistlerden bekleyen, tarikatları sivil toplum örgütü Sonuç olarak ne mi demek istiyorum? Mustafa Kemal’in düşünce ve eylemine katılmayan, karşı olan yöneticilerin yıllardır onu sahiplenir görünmesiyle bir yanılsama yaşanmaktadır ülkemizde. Onun ölümünden sonra ülkemizi yönetenlerin büyük çoğunluğunca, onun adına, onun düşünceleriyle hiç uyum içinde olmayan, onun düşüncelerinin karşısında olan adımlar atıldı. Ama elli yıldır ondan nefret ettiremediler. Çünkü onun açtığı aydınlık yolda yetişen genç devrimciler, genç Cumhuriyetçiler, 1940‟lı yıllarda faşizme karşı barış ve özgürlük

savaşımında olgunlaştılar. Onların öğrencileri, emperyalizme karşı yeniden ulusal Kurtuluş Savaşının bayrağını açan Denizleri, Mahirleri yetiştirdi; 68 kuşağının devrimcilerini. Daha sonraki kuşağın genç devrimcileri ise, emperyalist politikaların uygulanmasına engel olan bir toplumsal muhalefeti örgütlemeyi başarmaya doğru adımlar atınca, 12 Eylül denilen amansız bir yok etme kampanyasıyla karşılaştılar. 12 Eylül, 1940‟ların ortalarında Atatürk adına başlatılan alçaklıkların doruğa çıkmasından başka bir şey değildir. Yakın tarihimizin bütün kötülükleri, sinsi bir politikayla onun adına yapılmış; onun adı ikili anlaşmalardan tahkim yasalarına, IMF ve Dünya Bankası dayatmalarına alkış tutmaktan özelleştirmelere, Susurluk çetelerinden hortumculuklara, emperyalist jandarmalıktan savaş çığırtkanlığına, bağımlılık ilişkilerinden dinsel dogmaların egemenliğine uzanan bir zincirle kirletilmek istenmiştir. Onun ölümünden sonra, en başta tam bağımsızlıkla ilgili olmak üzere uygulanan politikaların bugün geldiği nokta, ne yazık ki Mustafa Kemal’i doğuran koşullarla kuşatıldığımız gerçeğidir. işte bu gerçeğin onun söyledikleriyle karşılaştırılması: O, “Biz batı emperyalistlerine karşı yalnız kurtuluş ve bağımsızlığımızı korumakla yetinmiyoruz.” deyip ekliyordu: “Aynı zamanda, batı emperyalistlerinin, güçleri ve bilinen araçlarıyla, Türk milletini, emperyalizme araç olarak kullanmak istemelerine engel oluyoruz. Bununla, bütün insanlığa hizmet ettiğimize inanıyoruz.” Günümüze bakmak yetmiyor mu? Kore serüveninden sonra, başbakanın, üstelik yıllar boyu has bir Atatürkçü ve demokratik sol bilinen bir politikacının “Amerika’nın ikna olması bizim için yeterlidir.” demesi, başka nasıl açıklanır. İnsanlığa hizmet bu mu? Bu mu tarihten ders almak ve Atatürkçülük? O, “Ne kadar zengin ve refah içinde olursa olsun, bağımsızlıktan yoksun bir ulus uygar insanlık karşısında uşak durumunda kalmaktan öteye gidemez.” diyordu 80 yıl önce. Yaşadığımızın IMF’ye, Dünya Bankası’na, ABD’ye, AB’ye uşaklıktan farkı var mı? O, tam bağımsızlığın yaşamın her alanında “tam bağımsızlık ve tam özgürlük” olduğunu, herhangi bir alanda bağımsız olmayan bir “ulus ve ülkenin gerçek anlamıyla bütün bağımsızlığından yoksun” olduğunu söylerken; “Hangi bağımsızlık vardır ki yabancıların öğütleriyle, yabancıların planlarıyla yükselebilsin?” derken ufkun arkasına bakıp bugünleri mi gördü? Özellikle özelleştirme ve IMF politikalarının onursuzlaştırdığı bugünler için mi “Bağımsızlığın tamlığı ancak mali bağımsızlıkla mümkündür” demişti. Onun dediklerine doğru diyenler, “ulusun bağımsızlığını gene ulusun kesin ve dirençli kararı kurtaracaktır.” düşüncesini yaşama geçirmek için ellerinden geleni yapmalıdırlar, çünkü bir de ne demişti o: “…Başlattığımız devrim bir an bile durmayacaktır.”

Atatürk’teki İnsan – Dr. Agâh Oktay GÜNER

AAKM Makale - Hurriyet - OmerCan Banner 2013.v3

Atatürk’teki İnsan – Dr. Agâh Oktay GÜNER

Türkiye’mizde, son yıllarda, sadece zevksizlik örneği acayip kıyafetler görmedik. Aynı zamanda, bazı düşmanlıklar icat edildi. Bunların başında Cumhuriyet düşmanlığı ve Atatürk düşmanlığı geliyor. Bir Türk düşmanının, mesela bir Yunanlının, bir İngiliz’in, bir Fransız’ın Atatürk’e düşman olmasını çok rahat anlıyorum. Ama nüfus cüzdanında T.C. vatandaşı yazan bazı adamların, onun bağımsızlık savaşı ile hür şartlara kavuşturduğu Türkiye’de, bu vatanın nimetleriyle yetişerek, onun kurduğu eğitim kurumlarından nasip alarak nasıl olup da ona düşman olabildiğini anlamakta zorlanıyorum. “Nankörlük bütün insanların nasip alacağı bir sonsuzluk pınarıdır.” diyen feylesof ne kadar doğru söylemiş!

Kim ne derse desin, Atatürk Türk milletinin lideridir. Ona yapılan bütün hücumların temelinde millet çadırının orta direği olan Atatürk’ü yıkma hedefi vardır. Ancak bu büyük millet bu oyunlara gelmeyecek ve kendi evladına, kendi büyük insanına benim en büyük iftiharım: “Türk olarak yaratılmamdır” diyen bu soylu şuur sahibi yiğidine sahip çıkacaktır.

Çocukluğundan itibaren Mustafa Kemal’de çok şuurlu bir millet ve vatan sevgisi vardır. Bu sevgi ona, millete, vatana, devlete bağlı olmak ve hizmet etmek şuuru vermiştir. Bu şuurla, hizmet yolunda kendisini yetiştirmek için, gece gündüz okumuş, kendisini geliştirmiştir.

Samimi Adam

Onun karakterinde hiç değişmeyen çizgi mutlak samimiyettir. Dünyaca ünlü biyografi yazarı Emil Ludwig; “Kendisi hakkında yazacağı yazıya malzeme toplamak için çocukluğuyla ilgili fevkalade işaretler taşıyan hatıralarını sordu. Aradığı O’ndaki irsi ve şahsi fevkalade özelliklerdi. Yanında olan çocukluk arkadaşı ve sözünü hiç çekinmeyen Nuri Conker’e döndü: “Nuri, bu tarih üstadına lütfen benim çocukluk anılarımı anlat”. Conker rahatça: “Kovalamaca, askerlik, kaydırak oynar, yazın mısır tarlasında karga avlardık. Onun farkı biz gevezelik eder veya uyuklarken kitap okumasıydı” dedi.

Atatürk, Alman tarihçisine döndü: “Hakikat işte budur. Bende insanlar üstünde meziyet aramaya kalkışmasın. Doğuşumdaki tek fevkaladelik, Türk olarak dünyaya gelmemdir”. Onun çocukluğu çeşitli psikolojik darbelerle geçmiştir. Kendisinden sonra dünyaya gelen ve vefat edince Osmanlı geleneğiyle evin bahçesine defnedilen iki küçük kardeşinin çok küçük yaşta ölümleri O’nu çok üzmüştü. Selanik’i seller altına alan yağmurlardan sonra Ali Rıza Bey’in bahçesini de sular işgal eder. Gece aile uyanır. Ne görsünler? İki yavrularının kefenli cesedi sular üstünde yüzüyor…

Mustafa Kemal’in çocukluk sevgisi, küçük Ülkü’ye olan zaafı, okuttuğu fakir ve kimsesiz çocuklar, hep o onarılmaz; kardeş kaybı yarasının, şuur altındaki elem dolu hatırasının kabuk bağlayan ifadesidir.

Çocukluğunun ikinci büyük elemi, Balkan komitacılarının babası Ali Rıza Bey’in kereste deposunu ateşe vermesidir. Kereste deposundan yakındaki ormana sıçrayan ateşler, ne yazık ki, ormanı da yakar kül eder. Babasının ölümü tam bir darbedir. Annesinin mirastan hemen hiç denecek kadar pay alması ölümün acısını birkaç kere katlamıştır.

O’nun yapısında, çocukluğundan itibaren; tespit ettiği her meseleyi kendi meselesi bilmek ve çözüm yolu aramak vardır. O, ilgi duyduğu ve sorumluluk hissettiği her konuya çözüm getirmekle kendisini adeta görevli saymıştır. Ayrıca, bir asker olmasına rağmen, askerlik dışındaki dünyayı da takip etmiştir. Zamanın dünyada meydana getirdiği değişmeleri, değişen talepleri dikkatle araştırmıştır.

Çocuk, genç, olgun yaştaki Mustafa Kemal’in çekirdeği aynıdır. Kişiliğinin çelik çizgileri çocukluğunda belirmeye başlamış, genç yaşlarda teşekkül etmiştir.

Bunun en canlı delili, fotoğraflarıdır. Ömrünün hiçbir devrinde, derbeder, özensiz, dikkatsiz bir fotoğrafı yoktur.

Önemli bir yabancı konuk, Atatürk’ün ziyaretinde; dayısının çiftliğinde karga kovaladığından bahseden satırlara rastlandığını, üzüntü duyduğunu ifade edince Mustafa Kemal, “hayır doğrudur” demiştir. O, önce kendisine, sonra dış dünyaya karşı samimi adamdır.

Bu konu ile ilgili olarak, Falih Rıfkı Atay “Çankaya” kitabının 18. sahifesinde şöyle der: “Devlet Başkanlığı zamanında bir misafirinin bu tarla bekçiliği hikâyesinin: “Aman efendim, Estağfurullah!” gibi bir inanamazlık göstermesi üzerine: “Evet öyledir, ben de herkes gibi doğdum, büyüdüm. Doğuşumda bir ayrıcalık varsa, Türk oluşumdan ibarettir” demişti.

Aynı olayı Münir Hayri Egeli; “Atatürk’ten bilinmeyen hatıralar” adlı eserinde şöyle ifade ediyor: “Atatürk, kendisinin insanüstü varlık olduğunu söylemelerini hiç hoş karşılamazdı. Çocukluk arkadaşı Nuri Conker’in sert şakalarını büyük bir neşe ile dinler ve hepimizin önünde tekrarlatırdı.

Bir gün sofrada ismini zikretmek istemediğim bir zat:

Paşam, demişti, kim bilir çocukluğunuzda ne müstesna bir insandınız. Kim bilir, ne harikulade hatıralarınız vardır.

Atatürk güldü ve Nuri Conker’e döndü:

Nuri anlatsın, dedi.

Nuri Bey her vakit ki latifeci diliyle:

Bakla tarlasında karga çobanlığı ederdi, cevabını verdi. Deminki suali soran zat, lafın bu mecrayı almasından fena halde ürktü. Suali ortaya attığına bin kere pişman oldu:

“Aman efendimiz” diyecek oldu. Atatürk hemen sözünü kesti:

“Bana insanlar üstünde bir doğuş atfetmeye kalkışmayınız. Doğuşumdaki tek fevkaladelik, Türk olarak dünyaya gelmemdir.” Türk olarak doğmak, Türk olduğunu bilmek ve bunu sorumluluğunun duyarak gerekeni yapmak… İşte Atatürk’teki İnsanın özü budur. İleride bu ilke devletin eğitim felsefesi olacaktır. Çocukluğunda ilk ağırlıklı kararı, annesinin bütün ısrarına rağmen okul tercihinde olmuştur. Askeri okulu seçmesi, direnmesi çok önemli bir karakter özelliğidir.

Mustafa Kemal’in hürriyet ve istiklal aşkı dediği bu duygu, O’nun, ömrünün her aşamasında takip ettiği şaşmaz çizgidir.

Nitekim, bir konuşmasında aynen şöyle diyor: “Hürriyet ve istiklal benim karakterimdir. Ben, milletimin en büyük ve ecdadımın en kıymetli mirası olan istiklal aşkı ile dolu bir adamım. Çocukluğumdan bugüne kadar, ailevi, hususi ve resmi hayatımın her safhasını yakından bilenlerce bu aşkım malumdur. Bence bir millette; şerefin, haysiyetin, namusun ve insanlığın vücut ve beka bulabilmesi mutlaka o milletin hürriyet ve istiklaline sahip olmasıyla kaimdir. Ben şahsen, bu saydığım vasıflara çok ehemmiyet veririm ve bu vasıfların kendimde mevcut olduğunu iddia edebilmek için milletimin de aynı vasıfları taşımasını esas şart bilirim.

Bu ölçülerin karakterini yoğurduğu Mustafa Kemal, babasını çok küçük yaşta kaybetti. Annesinde iki sevgiyi birden yaşadı. Annesine çok değer verirdi, saygı gösterirdi. Anne, oğlu için daima duadaydı. O, cepheden cepheye koşarken, anne Zübeyde Hanım daima Kur’an okutur, dinler ve dua ederdi.

Yaveri Cevat Abbas Gürer şu hatırayı naklediyor: “Çankaya’da ana oğul görüşmelerinin birinde şahit olduğum bir vaziyeti kıymeti hudutsuz olan Bayan Zübeyde’nin faal zekâsının bir numunesi olarak arz edeceğim: “Atatürk, anasının elini öptü, Bayan Zübeyde oğluna elini uzatırken coşkun sevgisinin gözlerine toplanan bütün ifadesiyle Atatürk’ü bağrına basmak istiyordu. O’nu kucakladıktan sonra aziz Türk milletine eşsiz bir halaskar kahraman veren ana olmak itibariyle gururlanmalı idi. Fakat böyle olmadı; bahtiyarlığı gülen şirin yüzünden oku nurken o büyük Türk anası kolları arasından uzaklaşan ciğerparesinin elini tuttu:

Atatürk: Ne yapıyorsun anne? dedi. Elini çekmek istedi. Bayan Zübeyde, sükûnetle ve kat’i bir ciddiyetle:

“Ben senin ananım, sen benim elimi öpmekle bana karşı olan vazifeni yapıyorsun. Fakat sen vatanı ve milleti kurtaran bir devlet reisisin. Ben de bu aziz devletin bir ferdiyim ve onun tab’asıyım. Elini öperim” cevabını verdi.

Evet, O’nun yapısında bir insanın annesine elini öptürmesi düşünülemez. Ancak annesinin eşsiz sevgisi O’nu öylesine sihirli bir güçle çevirmişti ki… Annesine olan saygı ve sevgisi onun kadın anlayışını çevrelemişti. Ayrıca, kadın saygıya layık bir varlıktır. Kurtuluş Savaşı’nın yiğit, fedakâr kadınları Atatürk’ün Kadın Hakları mücadelesinin bayrağı olmuştur.

Terbiye Meselesi

Mustafa Kemal daima Türk kimliğini aramış, milli kimlik sancısı hiç dinmemiştir. Cumhuriyetin ilanından sonra geldiği Samsun’da, 1924 yılında, bir çay ziyaretinde beyan ettiği fikirler bugün de geçerliliğini koruyor. Dini terbiye ve milli terbiye ayrımı yaparken çok önemli bir tespiti ifade ediyor…

Meclis’te olduğum zamanlarda şahsen sempati duyduğum bir arkadaşım, adeta mensup olduğu partinin felsefesini özetliyordu.

“Benim vatanım namazını kıldığım yerdir.” Bu zihniyette olan arkadaşların Türkiye’ye neler kaybettiklerini yakından gördüm ve yaşadım. Ben elemli tespitlerde benimle birleşen Milli Selamet Partili bazı arkadaşlarımın milli şuur uyanıklığını şükranla yad ediyorum.

1924 senesi yazında, Samsun’da verilen bir çay ziyafetinde söz söyleyenlerin arasında Kılıç Dede İlkokulu öğretmenlerinden Mehmet Behçet Efendi adında bir zat da vardı. Bu sarıklı hoca efendi, tabii kendi tahsil alanının büyüklüğünü belirterek, bütün felaketlerin, bu ilme değer verilmemesinden ileri geldiğini iddia etmiş, sözlerini Kur’an’dan ayetler okuyarak ve bunları yine kendine göre tefsir ederek kuvvetlendirmeye çalışmıştı.

Atatürk, konuşmasının sonunda, hoca efendinin mütalaasına ve bu vesile ile belki ilk defa olarak, umumi terbiye konusuna temas ederek demişti ki; “Arkadaşlar; bugün eriştiğimiz netice, şüphe yok ki, çok memnunluk ve umut vericidir. Fakat bu memnuniyeti korumak, umutları gerçekleştirmek için bundan sonra dikkat edilecek noktalar da çoktur. Son olarak söz söyleyen hoca efendinin beyanları vesilesiyle arz edeyim ki; bunların arasında en önemli, en esaslı nokta terbiye meselesidir. Terbiyedir ki, bir milleti hür, müstakil, şanlı ve yüksek bir topluluk halinde yaşatır yahut bir milleti kölelik ve sefilliğe sürükler.

“Efendiler; terbiye, güdülen hedef ve gayelere göre çeşitlenir. Mesela dini terbiye, milli terbiye, milletlerarası terbiye. Ben burada, yeni Türkiye Cumhuriyet’inin yeni nesle vereceği terbiyenin milli terbiye olduğunu, kesin olarak ifade edeceğim. Diğerleri üzerinde durmayacağım. Yalnız işaret etmek istediğim manayı, kısa bir misal ile açıklayacağım. Yeryüzünde 300 milyonu aşan Müslüman vardır; bunlar ana, baba ve hocalardan terbiye ve ahlak dersi almaktadırlar. Fakat esefle görülen gerçek nokta şudur ki, bu yüz milyonlarca insan toplulukları şunun veya bunun esaret ve zillet zincirleri altındadır. Aldıkları manevi terbiye, onlara, esirlik zincirlerini kırabilecek insanlık meziyetini verememiştir, veremiyor; çünkü terbiyenin hedefleri milli değildir.

“Efendiler; milli terbiyenin ne demek olduğunu bilmekte artık bir suretle karışıklığa yer vermemelidir. Milli terbiye esas olduktan sonra da onun dilini, usulünü, vasıtalarını da milli yapmak, münakaşası kabil olmayan bir zaruret olur. Genç dimağları, milli terbiye ile geliştirmeye ve yükseltmeye çalışırken, bir yandan da onları; paslandırıcı, uyuşturucu, hayali bir takım fazla şeylerle doldurmaktan dikkatle çekinmek lazımdır.

“Efendiler; genç neslin dimağları yorulmadan her şeyi kavramaya elverişli bir halde gerçeklerle bezenmelidir.”

Atatürk “Milli şuur” konusunda çok ısrarlıdır. Millet olmak, millet olmanın şuuruna ermek bu yolda çile çekmek, kan dökmek her türlü fedakârlığı omuzlamak, omuzlanan fedakârlıkları, çekilen çileleri unutmamak gerekir. Bunlar kolay işler değildir. Bedel ister!

Nitekim Falih Rıfkı Atay’ın naklettiği bir görüşme bu konuda çok ibret vericidir:

Bir gün bir Müslüman devletinin delegesi Ankara’da Atatürk’e gelmiş:

Bizim milli hareketin de reisi olur musun?” diye sormuştu.

Atatürk: “Bu mücadelede ne kadar asker feda edersiniz?” diye sorunca:

“Efendim, mutlaka kan dökülmesine ihtiyaç var mı?” demişti.

Atatürk: “O millet ne zaman hürriyetini almak için iki üç milyon kurban vermeye razı olursa, reislik meselesinin o vakit düşünüleceğini” söylemişti.

Mustafa Kemal, insan doğmanın, insan gibi yaşamanın büyük baht olduğuna inanmıştır. Ancak, O, Türk insanı olmakla iftihar duyar. Türk’ün değerini, büyüklüğünü çocuk yaşta idrak etmiştir. Kendisi şöyle diyor; “Şair Mehmet Emin Yurdakul’u ilk defa manastır lisesindeyken okudum. “Ben bir Türk’üm dinim cinsim uludur, sinem özüm ateş ile doludur,” mısraı ile başlayan manzumesi bana milli benliğimin gururunu tattıran ilk ifadeler olmuştur.”

Bir ömür boyu bulunduğu her görevde, O, Türk insanının destanlardaki, savaşlardaki, yükseliş ve yıkımlardaki yüce direniş karakterini bu karakterin temeli olan inanç, iman, milli mukaddesatın ve hepsinin özü olan Türk Kültürü’nü araştırmıştır. Asla ilgi duyduğu hiçbir bilgiyi hiçbir yerden hazır istememiş, bizzat kendisi okumuş, araştırmış ve ulaştığı sonuçları ilim adamlarıyla tartışmaya açmıştır. Atatürk’ün yaverliğini yapmış Muzaffer Kılıç ve Halil Nuri Yurdakul yetişme dönemine ait özelliklerini şöyle anlatıyorlar: “Atatürk’ün boyu 1.74 cm idi. Kilosu 7074 arasında değişmiştir. Yüz rengi yanmış pembe, alnı çok geniş, kaşları çok gür ve kalkıktı. Elmacık kemikleri hafif çıkık, dudakları ince, saçları altın sarısı, gözleri mavi, göğsü kabarık, omuzları geniş, elleri ince ve zarifti.

“Çok canlı, çok hareketli, yerinde duramayan yapıda, çok ciddi bakışlı, kararlı ve müthiş itimat veren davranışlar içinde idi.

“Çalışkanlığı, zekâsı, kibarlığı, mertliği ve dürüstlüğü, hiç kimseden çekinmeden, her şeyi herkesin yüzüne söylemesi ta ilkokul hayatından beri bilinmektedir.

“Sigara ve kahveyi çok severdi. Günde 10-15 fincan kahve ve 40-50 sigara içtiği olurdu.

“Kumardan hoşlanmaz, kumar düşkünü olanlara nasihat ederdi. İçkiyi kesin olarak gündüz almaz, gündüz içenlere de müthiş kızardı. Kendileri de içki masasında çok uzun süre kalmasına karşın, az içki içerlerdi. Ciddi askeri ve politik meseleler konuşulacağı günlerde kesin olarak içki almazlar ve o işe o kadar konsantre olurlardı ki, yemek ve uyku saatleri akıllarına bile gelmezdi. “Uyanınca derhal kalkar, kahve ve sigara içerken bütün gazetelere göz atar, sonra banyo yapıp tıraş olur, giyinip salona inerlerdi. Çok temiz giyinirler; bazı sıcak günlerde 23 defa banyo yaparlardı.

“Sakarya Harbi’nin en kritik günlerinde bile ve bütün yokluklara karşın ne yapıp edip tıraş olmuş, iki teneke su ısıttırıp çadırın içinde banyo yapmışlardır.

“Hiç yemek meraklısı değillerdi. Sabahları hiçbir şey yemez, sadece kahve ve sigara içerdi; öğle üzeri bir iki dilim ekmek, peynir, ayran veya limonata alırlardı. “En çok sevdiği kuru fasulye ve pilavdı. Bunu her akşam yemekte ister, bazen yatarken bile yerlerdi. Bunun dışında peynirli omlet, etli bamya yemeklerini sever, meyvelerden de kavunu tercih ederlerdi.

“Misafirlerini, bazen köşkün dış kapısına kadar uğurlar, herhangi bir sebeple onları kırmışsa, mutlaka özür dilerdi.

“Bulunduğu yerlerde emniyet önlemleri alınmasından hiç hoşlanmazlardı. Bazen etrafındaki emniyet önlemlerini emir verip kaldırtır ve “bu asil millet bana ne kurşun atar, ne de attırır” derlerdi.

“Fakat bizler O’nu korumak için her türlü önlemi alırdık. Bütün gittiği yerlerde polis teşkilatı ayrı, gizli emniyet ayrı ve muhafız alay komutanlığı ayrı önlem alırdı. Hatta birçok defalar birbirimize hüviyet sorduğumuz zamanlar olmuştur.

“Ayrıca, Atatürk’ün yakın arkadaşları Nuri Conker, Ali Kılıç, Salih Bozok devamlı olarak silah taşırlardı.

“Atatürk’ün uykusu fevkalade hafifti. Çanakkale’de olsun, Sakarya’da olsun, bütün harplerde, yatağına ceketini çıkarıp elbisesi ile uzanırdı. Çadıra birimizin girmesi ile hemen gözünü açar; “Bir şey mi var çocuk?” diye sorardı. Bizlerin herhangi bir haberi, telgrafı vs. varsa, onu iletirken yatağından hemen doğrulup onu alırdı. Eğer önemli bir haberse, hemen ayağa kalkar, ceketini giyip hazırlanırdı.

“Reisicumhur olduktan sonra Çankaya’da ve diğer kaldığımız yerlerde ise, kapıyı tıklamamızla hemen uyanır ve aynı suali sorarlardı. Eğer görüşülmesi gereken ciddi bir durum varsa, “Bir dakika bekle çocuk” der ve pantolonunu giyip üzerlerine robdöşambrlarını alır; sonra bizleri kabul ederlerdi.”

Çocukluğunda başlayan ve yükselen bir çizgi takip eden özelliği ise methedilmekten, yüzüne karşı iltifatlardan asla hoşlanmamasıdır. Bu çizgide devamlı olarak şöyle demiştir: “Zafer ancak inanmış bir kadronun önderliğinde milletle bütünleşerek elde edilebilir.” Bu çizgideki ölçüyü son nefesine kadar korumuştur. Falih Rıfkı Atay Çankaya’da bir akşam yemeği sırasında Atatürk’ün sigarasından iki nefes aldıktan sonra masadakilere, teker teker süzüp, “ben öldükten sonra bu millet ne diyecek?” sorusunu yöneltince (F. R. Atay hepimiz dalkavukluk derecemize göre Atatürk’e bir sıfat uydurduk diyor) kimimiz Tanrı, kimimiz mürşit, kimimiz lider, kimimiz üstün adam dedik. Sabırla dinledi, bir nefes daha sigarasından içti ve “etrafına böyle p.., p….. toplanmasaydı, milletine daha çok hizmet edecekti” diyor. Bu gerçekçi bakış, ne yazık ki, çok az siyaset önderinde görülür. Avrupalı krallar, ressamlara portrelerini yaptırırken daima bir at üstünde, ellerindeki mızrakla, ağzından alevler saçan bir ejderhayı öldürürken çizdirmişlerdir. Hükümdar, efsanevi yaratıkları dahi öldüren adamdı. Gazi Paşa öğrencilik yıllarında, ordu saflarında, meclis başkanlığı ve cumhurbaşkanlığı dönemlerinde daima “Zafer milletindir” demiştir. Mustafa Kemal’de Hitler’deki ihtişamı görmeyiz. Napolyon ve İskender’in şahsiyetlerini şekillendiren “dünya fatihi olmak” ihtirasını da bulmayız. Kendini onlara benzetenlere şiddetle karşı çıkmıştır. Bunun bütün dikkati mensup olduğu Türk milletine hizmet etmek ve o milleti layık olduğu yüksekliğe kavuşturmaktır.

Kendisinin psikolojik dünyasını inceleme gayreti içerisinde olan araştırmalardan birisi “Osmanlının yasından Atatürk’ün Türkiye’sine” adlı çalışma çok değişik bir değerlendirme yapar:

“Eğer bir anne yas içinde ise ve çocuğuna iyi annelik yapmıyorsa fena bir kadın olduğu için değil, çektiği acı sebebiyle çocukta bilinç dışı fantezi dediğimiz „onarıcı olmak ile ilgili‟ bir durum gelişir. Bilinç dışı fantezi gelişmiş bir düşünce değildir. Çocukluk algıları, duyguları ve düşünce kalıntılarıdır. Çocuk, bunları düşünmez, sadece hisseder. Onarıcı olmakla ilgili bilinç dışı fanteziyi kelimelerle ifade edersek, şöyle bir cümle ortaya çıkar: “Ben annemi onarayım, onun yasını ortadan kaldırayım, o zaman annem benim için daha iyi annelik yapar”. Bilinç dışı fantezi, kişinin hayat tarzını bütün yaşamı boyunca etkiler. Mesela Atatürk’ün hayatına baktığımız zaman onun onarıcı şuur altı karakter yapısının bütün ömrüne hâkim olduğunu görürüz.”

Atatürk’ün bir gazetecinin “İlk hatıranız nedir?” sorusuna verdiği cevap çok önemlidir. “Annem beni, ilahiler okunan dini törenle okula göndermek istiyor. Ama ben askeri okula gitmek istiyorum. Babam “oğlum önce annenin dilediğini yerine getirelim, sonra senin istediğini düşünürüz” dedi.” Böylece önce annesinin dileği yerine getirildi. Sonra babasını kaybettiğini yukarıda ifade etmiştik. Kendi iradesi ile eğitim hayatını değiştirdi. Çocukluğundan itibaren Mustafa Kemal’de bağımsız yaşama ve bağımsız karar verme iradesini görüyoruz. Annesine saygısı mükemmeldir; ancak geleceği ile ilgili karar vermek bahse konu olunca, çelik bir irade ile çocuk yaşta o kararı uygulamayı bilmişti.

Mustafa Kemal’in çocuk sevgisi, ağaç sevgisi, hayvan sevgisi şaşılacak güzellikler taşır.

Meclise gider gelirken Ulus’ta bulunan Osmanlı Bankası binasının hizasında bir iğde ağacı vardır. Onu mutlaka sabah ve akşam ziyaret eder. Bazen konuşur. Bir gün, meclis çıkışı, ağacın yerinde olmadığını görür, “Nerede benim ağacım?” diye sorar. İşçiler “Yolu genişletiyoruz, kestik.” derler. Hemen arabasına biner ve hıçkıra hıçkıra ağlar. Bu olayı televizyonda anlatmak isteyen rahmetli Nezihe Araz’a, yöneticiler “Atatürk ağlamaz, çıkarın bunları” der. İşte bütün sıkıntı buradadır. Atatürk insan değil mi, niye ağlamasın, niye sevmesin ve neden, niçin gerekirse nefret duygusuna sahip olmasın? Ancak Atatürk’ü put yapanlar, O’nu taştan ve tunçtan heykellerde donduranlar, O’na birkaç damla gözyaşını bile çok görmüştür. Türkiye’nin büyük talihsizliği de işte buradadır. Atatürk, Çankaya’da Ankaralıların hediye ettiği mütevazı bağ evinde oturmaktadır. Mimar Hikmet Bey’in anlattığına göre; bağ evinin alt katında tadilat işi yapılırken, köşkün yanına bir çadır kurulur. Atatürk ve Latife Hanım o çadırda kalırlar. Atatürk Köşkü denilen bütün binaları geziniz, hepsinin çok mütevazı yapılar olduğunu görürsünüz. Bu, Çankaya’daki köşk için de geçerlidir, Yalova’daki ve Florya’daki köşk için de geçerlidir. Söğütözü’ndeki, kendi tabiriyle, kulübesi için de doğrudur. Çok sevdiği tay, ruam hastalığına tutulur. Bu atlar ve insanlar için öldürücü olan hastalığa yakalanan hayvanlar öldürülür. Toprağa gömülür, üstüne kireç dökülür. Bunu işiten Atatürk veterinerlerin bütün karşı koymalarına rağmen, eline eldiven giyer ve öldürülmeden önce sevgili tayına, okşayarak, veda eder. Köpeği hastalanır, ölür. Çok üzüldüğünü gören köşk kadrosu köpeği ilaçlar, içini samanla doldurur, masasının yanına korlar.

Ne acı ki, biz bütün bunları vatan çocuklarına verecek bir eğitim sistemini kuramadık. Halbuki Atatürk’teki insanı; ağaç sevgisiyle, hayvan sevgisiyle, insan sevgisiyle vatan çocuklarına anlatmış, öğretmiş olsaydık, Türkiye, Türk eğitim sistemi çok daha verimli olurdu. Vatan çocukları “insan Atatürk’ü gönülden sever ve benimserdi.

Ne yazık ki, Atatürk’teki İnsan, görülmemiş, görülmek istenmemiş, vatan çocuklarına öğretilmemiştir. Kendisiyle yapılan bir görüşmede “İki kuruşum olsa, bir kuruşuyla kitap alırdım” diyor. Devamlı okuduğunu görüyoruz. Bugün Anıtkabir’de bulunan kütüphanesinde binlerce eserin altını çizerek okuduğu görülür. Bu bitmek ve tükenmek bilmeyen okuma sevgisi, Mustafa Kemal’in devamlı araştırmak ve öğrenmek isteyen yapısını hiç terk etmemiştir.

Çanakkale kara savaşlarının en şiddetli olduğu demlerde 19. Tümen komutanıdır, karargâhı Aydos Tepesi’ndedir. Madam Corinne’e yazdığı mektupta şöyle diyor; “Aziz Corinne, savaş bütün çetinliği ile devam ediyor. Bulunduğum mevkide 24 saat ölümle kucak kucağa yaşıyoruz. Başımın üstünden insan kolu, başı, bacağı, gövdesi uçuyor. Toplar ve diğer silahlar ara vermeden ölüm kusuyor. Bu mektubumu size getiren arkadaşıma lütfen bir roman listesi hazırlayıp veriniz. O, bu kitapları satın alıp bana getirecek. Ben gaz fenerinin ışığında siperde onları okuyarak unuttuğum insani güzellikleri hatırlayacağım.”

şimdi düşünelim; ölüm kalım mücadelesinde, siperde kitap okumayı düşünmek… İşte Mustafa Kemal’deki her dem diri olan, kültürlü olma iradesinin ifadesi budur.

Mustafa Kemal, çocukluğundan itibaren yöneten, yönlendiren bir karakter yapısına sahiptir. Selanik’te, gençlik yıllarında, arkadaşlarıyla görüşürken onların bazılarını Vali, bazılarını Paşa, bazılarını müfettiş yapar. Arkadaşlarından birisi sorar: “Peki sen ne oluyorsun da bizi bu görevlere getiriyorsun?” der. Mustafa Kemal, “Ben o yetki ve güce sahip olacağım mevkide bulunacağım” diye cevap verir.”

Mustafa Kemal’in hiç şüphesiz ihtirasları vardır, ihtiras sahibidir. İhtiras sahibi olmasa bu ölçüde başarılı olması düşünülemez. Ancak, ihtiraslarını en güzel şekilde tarif eden yine kendisidir. 28 Şubat 1914 yılında Sofya’dan Madam Corinne’e yazdığı mektupta aynen şöyle diyor:

“Benim ihtiraslarım var, hem de pek büyükler; fakat bu ihtiraslar, yüksek mevkiler işgal etmek veya büyük meblağlar elde etmek gibi maddi emellerin tatminine taalluk etmiyor.

“Ben bu ihtiraslarımın gerçekleşmesini, vatanıma büyük faydalar dokunacak, bana da liyakatle ifa edilmiş bir vazifenin canlı iç rahatlığını verecek büyük bir fikrin başarısında arıyorum. Bütün hayatımın prensibi bu olmuştur. Ona (bu büyük fikre) çok genç yaşımda sahip oldum ve son nefesime kadar da onu muhafaza etmekten geri kalmayacağım.”

Madam Corinne, Avusturyalı saray doktorunun kızıdır. Mustafa Kemal ile birlikte kurmay yüzbaşı olan bir arkadaşı, bu kıza âşık olur. Evlenmeye karar verir. Yakın arkadaşı Mustafa Kemal’i ve bir diğer arkadaşlarını daha alarak kızı istemeye giderler. Kızın babası sarayda doktordur ve bu izdivaca razı olur, evlenirler. Fakat Yüzbaşı Balkan Harbi cephesinde görevlendirilir. Katıldığı ilk çatışmada alnına isabet eden bir kurşunla şehit düşer. Mustafa Kemal, fevkalade üzülür, aileyi teselli eder. Madam Corinne’e veda ederek İstanbul’dan ayrıldığı zaman devamlı mektuplaşmak, Mustafa Kemal’in Fransızca veya Almanca yazacağı mektupları Corinne’in tashih (düzelterek) ederek O’na göndermesine karar verirler. Bu mektuplaşma yıllarca devam eder. İrtibatın Mustafa Kemal Cumhurbaşkanı olduktan sonra kesildiğini, Corinne’in, eski dostundan; bir şey isteyen insan durumuna düşmemek için fevkalade dikkatli ve ölçülü bir sessizliğe çekildiğini biliyoruz. Eski dostluklara vefa gösteren Mustafa Kemal, ne yazık ki, bütün araştırmalarına rağmen Corinne’e ulaşamamıştır.

O’nu hiç terk etmeyen vefa duygusuyla İzmir Körfezi’ni seyrederken; “Rauf kardeşim, bir daha Selanik’i görmek kısmet olacak mı?” der. Bir ömür boyu Mustafa Kemal’i milli kimlik hassasiyeti içerisinde ağaca, çocuğa ve bütün canlılara karşı sevgi dolu bir insan olarak görüyoruz. Bir bataklıktan ibaret olan Atatürk Orman Çiftliği arazisini orman yapacağım dediğinde buna hiç kimse ihtimal vermez ama, Mustafa Kemal, daha doğrusu Gazi Paşa bu çetin işi başarır. Sonunda ümidini kırmak isteyenlere yemyeşil çiftliği gösterir ve der ki; “İstemesini bilirseniz, toprak size her şeyi verecektir”.

Yolunuz Yalova’ya düşerse, mutlaka Yürüyen Köşkü görünüz. Atatürk’ün adını taşıyan Yalova’daki köşk, Florya’daki köşk günümüzün binaları yanında çok mütevazı yapılardır. Bu çok güzel minicik yapılar, yakın tarihimiz açısından çok zengin, ibretli hatıralarla doludur.

Çocukluğunun; cayır cayır ağaçların yandığı, evlerinin yanındaki ormanın kül olduğu gece Mustafa Kemal’in tükenmeyen ağaç sevgisinin de başlangıcıdır. Bütün bir ömrü cephelerde geçen kumandan, fırsat bulduğu her dem, ya ağaç diktirmiş ya da ağaçları koruyucu tedbir almıştır.

Yalova’daki köşk inşaatı devam ederken Köşk’ün deniz iskelesi de tamamlanmıştır. “Efendim şu yandaki ağacın dalı tehlike arz ediyor, bu sebeple binaya doğru uzanan bu dalı izninizle keseceğiz” denince; Gazi Paşa “asla” demiş ve benim talimatımı bekleyin. İstanbul’a dönmüş, bir süre sonra Yalova’ya yeni bir kadro, teknisyenler ve malzeme ile dönmüştür. Bu malzeme binanın altına yerleştirilecek onu ağaçtan dört beş metre açığa taşıyacak demir borular ve bu işi yapacak demir raylar ve aletlerdir.

Yalova Belediyesi’nin himmetiyle “Yürüyen Köşk” işi, şimdi büyük duvar panolarıyla sergileniyor. Binanın altının oyulması boruların yerleştirilmesi ve nihayet yapının kaydırılarak ağaçtan 56 metre uzağa taşınması bugün rahatça takip edilmektedir. Onun iradesi ağacın dalını kesmeden binayı nakletmeyi başarmıştır. Bu iş bittiğinde, iskele ayrı yerde, bina ayrı yerdedir. Köşksüz iskele, iskelesiz köşk günümüzde müze olarak ziyaret ediliyor. Görenler sevgi ve iradenin bu yalın güzelliğine hayran kalıyor.

İhtiras Çiçekliği

Bizim tarihimiz, ne yazık ki, ihtirası aklının önünde giden sivil ve asker devlet adamlarımızın millete biçtiği çile, felaket ve ölüm gömlekleriyle şekillenir. Gandi: “İhtirasları alt etmek, silah kuvvetiyle dünyayı hüküm altına almaktan daha çetindir” diyor. İhtirası bu haliyle doymak bilmeyen bir canavara benzetenler elbette haklıdır. Eğer, ihtiras ve aşk aklın kontrolünde ise, büyük işlerin kanatları olur. Aksi halde, felakete götürür. Voltaire: “İhtiraslar, geminin yelkenlerini şişiren bir rüzgâr gibidir. Bazen gemiyi batırdığı olur ama, onsuz gemi yerinden kıpırdayamaz” diyor. Elbette hareket için ihtiras elzemdir. Yeter ki, ihtiraslarımızı iyi birer hizmetkâr olarak kullanmasını bilelim. İhtiraslarımız efendimiz olduğu zaman netice felakettir.

Mustafa Kemal’i ihtiras sahibi olmakla itham eden Enver Bey’e “Mustafa Kemal Harbiye Nezareti Müsteşarı olmak istiyor. Ne dersiniz?” denildiğinde, Enver Bey; “Mustafa Kemal’i müsteşar yapsak bakan olmak ister, bakan yapsak başbakan olmak ister, başbakan yapsak peygamber olmak ister, peygamber yapsak Allah olmak ister” diyerek karşı çıkar. Enver Bey’in ihtirasları Mustafa Kemal’den az mıdır? Hatta bu konuda yapacağımız bir tarihi kıyaslama, ne yazık ki, Enver Bey’in lehine olmayacaktır.

şimdi bu felaket tablosunu bizim tarihimiz açısından aralayacağım.

Sene 1683. Padişah 4. Mehmet Edirne’den Avusturya seferine bu yılın 17 Muharrem Pazar günü hareket eder. (İ. H. Danişmend İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi c.3 sf.452) Hükümdar Belgrat’ta kalır, Serdarı Ekremlikle sefer memur olan Veziri Azam Merzifonlu Mustafa Paşa ordunun başında hareket eder.

Stuhlweissenburg=İstoni Belgrat harp meclisinde Viyana muhasarasına karar verilmesi için toplantı yapılır.

Burada Serdarı Ekrem ile Reisül Küttap Mustafa Efendi, doğrudan doğruya Viyana üzerine yürümek fikrini müdafaa ettikleri halde, Kırım Han’ı Murat Giray ile Budin Beylerbeyi Arnavut Koca İbrahim Paşa bu sene Yanık ve Komran kalelerinin fethini, Tatar ordusunun Avusturya’yı tahrip ederek, kuvvetten düşürmesini savunur. Koca İbrahim Paşa, devamla, İstanbul’dan gelecek büyük toplarla ertesi sene Viyana üzerine gidilmesinin uygun olacağını müdafaa etmiş, ancak Merzifonlu ise, İbrahim Paşa’ya “Sen bunamışsın” diyerek hakaret etmiştir.

Muhasara sırasında pek çok olay yaşanmış ve ne yazık ki, Viyana Kalesi’nin düşmesine çok az bir zaman kala İbrahim Paşa “Zaferi kazanırsa beni yaşatmaz” diyerek askerlerini geri çekip cepheden ayrılmıştır.

Kırım Han’ı Murat Giray’a verilen görev, kaleyi takviye için gelen düşman ordusunun taş köprüden geçmesine engel olmaktır. Ne yazık ki, düşman Tuna Köprüsü’nden geçerken Kırım Han’ı askerleriyle bir tepeden seyreder ve hocasının bütün ikazlarına rağmen, “Bırak, bizim kadrimizi bilsinler” cevabını verir. Düşman ordusunu Alaman Dağı eteklerinde karşılayacak sonra onları arkadan kuşatacak olan Tatar gücü, tam manasıyla ihanet eder. Polonya Kralı Jean Sobieski 12.000 zırhlı süvarisiyle Merzifonluya cephe gerisinden saldırma imkânına kavuşur. İşte, size bir ihtiras çiçekliği. Merzifonlu ihtirasına kurban gitmese, bunamışsın dediği İbrahim Paşa’yı dinlese, bu kadar acı bir mağlubiyete uğraması mümkün değildi. Koca İbrahim Paşa ve Kırım Han’ı Murat Giray “bizi harp meclisinde azarladı” diyerek Merzifonlu’yu düşman karşısında yalnız bırakmasalar, ihtiraslarını aşıp devlet ve milletin beklediği hizmeti yerine getirseler, böylesine acı bir mağlubiyeti, milletimiz yaşamak zorunda kalmayacaktı. Bilindiği gibi, Viyana bozgununun faturası milletimize çok pahalıya mal olmuştur. Başta Macaristan olmak üzere Dalmaçya ile Mora elden çıkmış ve Arnavutluk’ta, Bosna’da, Kuzey Yunanistan’da birçok mühim mevkiler düşman eline geçmiş ve o muazzam devlet, artık küçülmeye başlamıştır. Bu devamlı toprak kaybediş ve mağlubiyetler bizi 15 sene 9 ay 25 gün Avusturya ile savaş halinde tutmuş, Karlofça Antlaşmasının imzalanmasıyla Avrupa Hıristiyanlığına karşı Türk azamet ve heybeti artık sönmeye başlamıştır. İşte, bir insanın “Kanuni Sultan Süleyman’ın yapamadığını ben yaparım” ihtirası Cihan İmparatorluğu’nu sona doğru sürükleyen ağır bir darbe olmuştur.

Kendisine karşı tezi savunan şahsiyete “sen etehlemişsin (bunamışsın)” diyen sesin yankılanışını 1915 yılında Kafkas Cephesinde Enver Bey’in ağzından duyuyoruz. Bilindiği gibi, Enver Bey binbaşıdır, Balkan komitacısıdır. Kaç değerli şahsiyeti kurşunlamış ve Babı Âli baskınıyla Harbiye Nazırı olmuştur. Bahriye Nazırlığına gelen Binbaşı Cemal Bey’e vekâlet eder ve onu Generalliğe terfi ettirir. Cemal Bey’de Enver Bey’e vekâlet eder, o da onu Paşa yapar. Devletin başına sadrazam olarak, posta memuru Talat Bey de paşa unvanıyla geçer. Ancak bunların unvanlarının ve omuzlarının paşa olması, kafalarının ve idraklerinin paşa olduğu manasına gelmez. Nitekim Cemal, Kanal Harekâtıyla on binlerce memleket evladını çöllerde kurban eder, Sarıkamış’ta askeri teftiş ettikten sonra Harp Meclisini toplayan Enver Bey masa üzerine planlarını açar. 3. Ordu Komutanı Hasan İzzet Paşa “Buralarda kış mevsiminde yapılacak bir taarruzun başarıya ulaşma şansı yoktur. Taarruz harekatını ilkbahara bırakalım. Askerin bir bölümünün ayağında çarık, bir bölümünün ayağında takunya var” itirazı Enver Bey’i gazaba getirir. “Paşa sen bunamışsın! Git istirahat et..” der ve görevden azleder. Ordu komutanlığını da uhdesine alır. Şan ve şöhret hırsı uğruna 80.000 vatan evladı Allahuekber Dağları’nda donarak ölür. İstanbul basını sıkıyönetim altındadır. Hepsi “Enver Paşa’nın Sarıkamış Zaferi” diye gazetelerine manşet atar, Enver Bey İstanbul’a döner. Şimdi Atatürk’e gelelim. Mustafa Kemal Paşa da ihtiras sahibidir. Ancak ihtirasları aklının gerisindedir. Milli Mücadele’nin Büyük Taarruz kararını günlerce süren hazırlıkların sonunda alınca ordu komutanlarına çok gizli kaydıyla bildirir. Bu şifreli telgraflarda kolordu komutanlarına bile haber verilmemesi talimatı vardır. 2. Ordu Komutanı Yakup Şevki Paşa, bu emri alınca hemen cevap yazdırır: “Böyle bir taarruzun nisan ayında yapılması doğru olmaz. Havalar yağmurlu, etraf çamur içinde olur. Ulaşım ve erzak temini fevkalade zordur. Hâlbuki ecdadımızın daima tercih ettiği gibi ağustos ayı, taarruz için fevkalade uygundur. Her taraf kuru ve ulaşım kolay olur. Zapt edilen bölgelerdeki üründen askere yetecek kadar yiyecek bulmak da çok kolay olur. Ayrıca makineli tüfeklerimiz de yeterli sayıda değildir. Mutlaka her bölgeye en az bir makineli tüfek verilmelidir. Yoksa bu şartlarda taarruz başarısız olur.” Cevap Ankara’ya kurye ile yollanır. Aradan dört gün geçer. Sabahın dördünde ordu binasının önünde bir motor sesi duyulur. Gelen Mustafa Kemal Paşadır. Önce trenle, sonra da otomobille yolculuk ederek Bolvadin’e, İkinci Mustafa Kemal ile Yakup Şevki Paşa baş başa taarruzu tartışır. Akşam yemeğinden sonra, yine baş başa, sabaha kadar haritalar üzerinde tartışmaya devam ederler. Sabaha karşı dört sularında Atatürk, Ankara istikametine doğru yola çıkar. Atatürk, Ankara’ya varınca, ordulara ve batı cephesine bir şifre gönderir. Şifrede; “İkinci ordu komutanının teklifleri uygun görülmüş, eksikliklerin tamamlanması için gerekli yerlere emir verilmiş ve taarruz tarihi ertelenmiştir,” diyerek Yakup Şevki Paşa’nın önerilerine uyulduğunu açıklamıştır. “Atatürk ihtiras sahibidir” diyenlere Yakup Kadri Atatürk adlı kitabında şöyle cevap veriyor: “Mustafa Kemal’de ilk gençlik günlerinden beri bir ihtiras sezenler yanılmamışlardır. Fakat bu ihtirasın cinsinde yanıldılar. Onu hodbin bir ikbalperest sanıyorlardı.

“(….) Eğer böyle olsaydı… Dumlupınar zaferini kazandıktan sonra, Lozan Muahedesini elde ettikten, yani Türk milletini hanedan ve hilafetin hıyanetine ve istiklale kavuşturduktan sonra isteseydi… sultanlık tacını, hatta… isterse hilat (kaftan) giyerdi. Türklük ve İslamlık dünyası böyle bir hareket, gasıplık telaki etmek şöyle dursun, belki istiyor ve bekliyordu.”

Birinci Dünya Savaşı esnasında, Balgat cephesinde ordumuza esir olan İngiliz generali Tawsend, 1922 yılının haziran ayında Adana yoluyla Konya’ya gelmiş ve Akşehir’deki karargâhından gelen Başkomutan Atatürk’e mülaki olmuştu. İki Generalin bir gece, kurtuluş mücadelemiz ve dünya vaziyeti hakkında yaptıkları uzun konuşma esnasında Tawsend, Atatürk’e “Sizi Napolyon’a benziyorsunuz” demiş. Atatürk bu benzetilişi reddetmiş ve “Napolyon arkasına bir sürü muhtelif milliyetteki insanı toplayarak macera aramaya çıktı, bunun içindir ki, yarı yolda kaldı. Ben bir anadan, bir babadan gelen kardeşimle kendi vatanımı kurtarmak davası yolundayım ve muhakkak muvaffak olacağım” cevabını vermiştir.

O gece sabaha karşı, büyük bir hayranlık içinde Atatürk’ten ayrılan Tawsend’ın refakatine memur Türk subayına “Ben şimdiye kadar 15 hükümdar ve cumhurbaşkanı ile hususi ve resmi konuşmalar yaptım. Bu geceki kadar ezildiğimi hatırlamıyorum; Mustafa Kemal’de bir ruh kudretinin esrarı var” dediği de meşhurdur.

Mustafa Kemal’in temel fikri; Orta Asya’dan itibaren devletler kuran, çok yüksek medeniyet örnekleri sergileyen Türk Milleti’nin iki güçlü ordu ile dünya üzerinde layık olduğu yeri alacağıydı. Nitekim tarih bize Türklerin bu başarı hamlesini defalarca sergilediğini gösteriyor. Mustafa Kemal’i memlekete hizmet yolunda, o günkü şartlarda bir ayağı orduda bir ayağı komitacılıkta olan subay rolünden ayırarak tamamen hukukun içinde olmaya iten temel ayrılış çizgisi, İttihat ve Terakki Partisi’nin memlekete verdiği zararlardır. Bu parti hukuk ve kanun tanımaz tavrıyla devletin temellerine dinamit koymuştur. Ehliyetsiz, tecrübesiz, komitacı kadrolar Alman emelleri uğruna devleti ve milleti bitiren işlere girmiştir. Artık M. Kemal için hukukun içinde olmak temel dikkattir. Nitekim Milli Mücadele’de; hükümete M. Kemal Hükümeti değil “Ankara Büyük Millet Meclisi Hükümeti” diyecektir. O’na göre memleketin iki orduya ihtiyacı vardı. 1. Kültür ordusuydu. Bu ordu öğretmenler, ilim, fikir ve araştırma adamlarından meydana geliyordu. Bu düşünen kafalar milli felsefeyi yoğurarak milli hedefleri tespit ve tayin edeceklerdi. 2. Ordu ise Türk silahlı kuvvetleridir. Bir milletin silahlı kuvvetlerini teşkil eden komuta kademesi, yüksek ahlak ve fazilet duygularıyla teçhiz edilmiş olmalıdır. Nitekim bizim İstiklal Savaşımız böyle güzide bir kadronun eseridir. Biz zaferi ebetteki Mehmetçiğin eşsiz fedakârlığına borçluyuz. Ancak, o yüksek vasıflı asker; bilgili, dirayetli, tecrübeli, karar gücüne sahip komutanlar elinde zafere yürümüştür. Milli Mücadele’nin komuta kadrosu 12 yıl örs ve çekiç arasında dövülmüş, şahsiyeti çelikleşmiş generallerdi. Mustafa Kemal Paşa Atatürk olma yolunda ilerlerken O’nu fevkalade kararlı ve inançlı görüyoruz. Hiçbir zaman tereddüt etmiyor. Ürken atından düştüğü zaman, üç kaburga kemiği kırılmıştır. Ankara’da kaburga kemiklerini saran doktorlar kesin istirahat der, Ama O, meclisteki bozuk sesleri düzelttikten sonra tekrar cepheye koşar. Dizlerinde şiddetli romatizma vardır, ağzında 17 çürük diş taşımaktadır. 22 gün 22 gece Sakarya Savaşı sürer, diş ağrılarını dindirebilmek için rakı ile gargara yapar. İnsaf ile düşünelim; 16 sene yamçı ile toprak üstünde yatan adam, romatizma olmaz da ne olur? Dişçiye gidecek zaman mı bulmuştur? 16 yıl savaş şartlarında ne kadar uyudunuz diye sormayanlar, niye dişçiye gitmedi diye zekâ seviyelerini sergileyen sorular sorabilirler. Hele hele “Mareşal sabahlara kadar Kur’an okurken, Mustafa Kemal’in elinde rakı şişesi vardı” diyenler acaba O’nun diş ağrılarını çekseler ne yaparlardı? İktidar olunduktan, inkılâplar başladıktan sonra, yolları Gazi Paşa’dan ayrılanlar hatıralarında, “Mustafa Kemal olmasa biz Milli Mücadeleyi yapamazdık, ama biz olmasak O, Milli Mücadeleyi yapardı” diye yazmaktadır. Mustafa Kemal, yurt çapında tanınmasını Çanakkale kara savaşlarındaki başarısına borçludur. Anafartalar Grup Komutanı olarak inisiyatif gücünü sonuna kadar kullanması ve cephenin gerektirdiği kararları bütün sorumluluğu üzerine alarak vermesi O’nu generalliğe yüceltmiştir. O, bir gece de general olmamış, sorumluluk alarak, ön safta çarpışarak, Türk Ordusu’nun içindeki Almancılarla boğuşarak başarıya yürümüştür.

Milli Mücadele’ye başladığı zaman, milletin ona verdiği isim Sarı Paşa’dır. Sarı Paşa milletin sevgilisi, adeta gözbebeğidir. O’nun yetiştiği, 16 yıl cepheden cepheye koştuğu zaman, kapitalist-emperyalist sistemin merhamet siz ve insafsız bir biçimde dünyayı, güçsüzleri sömürdüğü zamandır. Gazi Paşa bu tablo karşısında milli bir siyaseti, milli devleti ve milli ekonomiyi üçayaklı bir siyaset hedefi olarak tespit etmiş, bunun gerçekleşmesi yolunda durmaksızın mücadele vermiştir. Milli Devlet ideali O’nu bütünüyle kuşatmıştır. O, ideal uğruna ölmekten daha zor olduğunu biliyordu. Milli devlet bünyesinde tespit ettiği tehditlerin hepsini, milletin hayatında, vakti geldiğinde patlayacak saatli bombalat olarak gördü. Nutku dikkatle okursak, azınlıklar ve patrikhane konusundaki ufuk zenginliğine ve derinliğine hayran kalırız. O’nun için Türk Milleti tarihini doğru ve iyi bilmeliydi. Bir büyük köy olan Ankara’ya dev gibi (Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi)ni kurması bu şuurun ifadesidir. Bir ömür boyu üç doğruyu gerçek kılmak için çalıştı: “Doğru dil, doğru tarih ve doğru din”. Dil Kurumu, Tarih Kurumu, düşüncelerini zamanın ötesine taşıyacak teşebbüslerdir. Ayrıca, ekonomi politikası, devletçilik anlayışıyla tam bir olgunluğa erişmiştir. Denk bütçe, adaletli vergi sistemi, bütün milli kaynakları israf etmeden harekete geçiren ekonomi stratejileri, O’nun temel ekonomik görüşleridir. Dış politikada Balkanlar ve Ortadoğu’yu esas alan batı ile Rusya ile karşılıklı hak ve menfaatlere ağırlık veren çok başarılı dış siyasetin mimarı olmuştur. “Atatürk’teki İnsan” sabırla ve çalışmayla, milletin büyük hedeflere ulaşacağına inanan insandır. O’nun için Türk Dünyası bir ideal ufuktu. Türk Ocağı’nı Türk’e ve Türk Dünyası’na verecek bir insan yetiştirme kurumu olarak düşündü. Türk Ocağı binasının her taşında Mustafa Kemal’in dikkati vardır. “Türk işçileri çalışacak, Türk süsleme sanatları ve kubbe mimarisi asla ihmal edilmeden inşaat tamamlanacaktır.” Mimar Hayreddin Bey o günlerin heyecanını ve Dua Tepe’ye konan bu mimari şaheserinin inşaat aşamalarını mükemmel bir hafızayla anlatır.

Atatürk’teki İnsanı tanıyalım. O insanı tanıdıkça Atatürk’ü daha çok sevecek ve O’nun dilinden düşürmediği Hz. Mevlana ve Hacı Bektaş’ta zirveleşen tasavvuf anlayışı içindeki ışık dolu gönlünün güzelliğini göreceğiz. Şu mısralar bu gönlün ışıklı akisleridir: “Fıtratta tekâmül ezelidir; bu kemale Tevrat ile, İncil ile, Kur’an’la inandım.” Atatürk’ün yıllarca riyaseti cumhur musiki şefliğini yapmış emekli Binbaşı Hafız Yaşar Okur, O’nun manevi dünyasını çok namuslu bir biçimde anlatıyor. “Bayramlarda, kandil günlerinde, değil içki içmek, sarayın önünden içki arabası geçemezdi” diyor. Çanakkale zaferinin yıldönümünde İstanbul’un en meşhur hafızları, hocaları O eşsiz kahramanlar için O’nun talimatıyla mevlit okuyorlar. Hafız Yaşar Bey kahraman bir asker vefat ettiği zaman “hazır hatmin var mı Yaşar Bey? Git merhumun evinde bir hatim duası oku derdi” diyor. Tekke ve dergâhları kapatan kanun çıktığı zaman İsmet Paşa’ya “Konya Mevlevi dergâhını hemen müze yapın” talimatını vereni taltif eden O’dur. Hayatta iken 14 defa Konya’ya gitmiş ve her seferinde Hz. Mevlana’yı ziyaret etmiştir. O’nun Türk ruhuna en uygun ve en coşkun İslami yorumu yaptığına inanıyor ve Mevlana’yı daima hürmetle yâd ediyordu. Mustafa Kemal’deki İnsana yapılan zulüm tarihte emsalsiz denecek kadar insafsız ve merhametsiz olmuştur. Milletinin büyüklüğüne inanmış, O’nu yeniden diriltecek zafer sırlarını çözmüş olan Mustafa Kemal’deki o yüce ve eşsiz iradeli, mağlubiyet tanımayan insana dikkat edip, O’nun şahsiyetini idrak edebildiğimiz, anlayabildiğimiz ölçüde yarınlar bizim olacaktır.