ÖNCE KİN, SONRA KAN!

Dünyada Ruanda diye bir yer var.

Orta Afrika’da; etrafı Uganda, Kongo, Burundi ve Tanzanya ile çevrilmiş garip bir toprak parçası… 12 milyon nüfusa ve 26.338 kilometrekare toprağa sahip, bizim Konya ilinden bile küçük garip bir devlet.

Önce Alman, sonra da Belçika sömürgesi olan bu küçük ülke; engebeli arazi yapısı nedeniyle “Bin Tepeli Ülke” diye de anılır. Aslında “Bin Tepeli Ülke”den daha çok, “Bin Dertli Ülke” denilse daha doğru olur.

Fakat Ruanda önemli. Çünkü dün Ruanda’da yaşananları ve Ruanda’yı anlamadan, bugün ülkemizde bizlere yaşatılmak istenenleri anlayamayız.

Esasen Belçika sömürgesiydi.

Derken baktılar ki, bu Ruandalılar “Ruanda’nın Ruandalılara ait olduğunu” savunmaya başlıyorlar ve sömürüye karşı başkaldırmaya niyetleniyorlar. Belçikalılar durur mu? Hemen harekete geçtiler.

Dışarıdan bakıldığında, aslında çok masumane gibi görülen bir şeyler yapıyorlardı.

Ne mi yaptılar? Ruandalılara sözde hangi ırktan olduklarını gösteren kimlikler dağıtmaya başladılar.

“E ne varmış bunda?” demeyin. Çünkü Belçikalılar; Ruandalıların ırklarını belirlerken öyle akla zarar yöntemler kullandılar ki, şaşmamak imkânsız.

Öyle DNA testi, şecere, tarih, kültür, akrabalık bağı araştırması falan değil. Yöntemleri çok daha basitti. Basit, ama şeytanca! Ruandalıların daha ince yapılı ve daha narin bir görünüşe sahip olanlarını, ince burunlularını, uzun boylularını, güzel ve yakışıklı olanlarını ve daha zengin olanlarını nüfusa “TUTSİ”  olarak kaydettiler. Şaka falan değil, şimdi sıkı durun. Ruanda’da sahip olduğunuz inek sayısı sizin ırkınızı belirleyen bir kıstas idi. Yani 10 inekten fazlasına sahipseniz “Tutsi”, 9 ve daha az ineğiniz varsa hoop oluveriyordunuz “HUTU”… Yani dün 10 ineğiniz vardı ve geceleyin birisi hastalanıp öldüyse, sabaha ırkınız değişmiş olarak kalkıyordunuz.

Yukarıda belirtilen Tutsi ölçütlerin dışında kalan halkın tamamı nüfusa Hutu olarak kaydedilmişti.

Alın size iki ayrı ırk!

Ne hazindir ki, yüzlerce yıldır aynı dili konuşan ve aynı kültürü paylaşan bu insanlar, yapay da olsa ayrılmışlar ve iki ayrı ırka bölünmüşlerdi. Yaşadıkları ilerde yaşayacaklarının yanında bir hiçti ve bu durum sadece bir başlangıçtı.

Çarklar işlemeye devam ediyordu. Nüfusa Tutsi olarak kaydedilenlerin genel nüfusa oranı %10, Hutu’larınki ise %90 idi.

Halkın %10’unu oluşturan Tutsi’leri üst sınıf olarak belirleyip Ruanda’yı rahatça yönetebilmek için iktidara getirdiler. İktidara getirilen Tutsi’lere sağlık ve eğitim hizmetleri başta olmak üzere her konuda öncelik ve ayrıcalık verdiler. Hutu’lar ise; artık azınlık bir üst sınıf tarafından yönetilen çoğunluk bir alt sınıftan ibaretti.

Alt sınıf olmak kimin hoşuna gider ki?

Tabi bu durum Hutu’ların da hoşuna gitmedi. Doğal olarak iktidarı azınlığa bırakmak istemediler. Bir yandan da, dışlanmışlık, horlanmışlık ve ezilmişlik duygularının etkisiyle içlerinde büyük bir kin biriktirmeye başladılar. Lakin bu kini Belçikalı efendilerine karşı değil, Tutsi’lere karşı biriktirdiler.

Sonunda Belçika’lılar bölgeden ayrılmaya karar verince, bu sefer de yönetimi yıllardır ezilmelerine ve horlanmalarına göz yumdukları Hutu’lara bıraktılar.

Ruanda artık özgürdü. Ama bu özgürlük; yapay olarak ırklara bölünmüş ve birbirine düşman edilmiş cahil bir halkın sahip olduğu sözde bir özgürlüktü!

Daha önce emperyalistlerce desteklenen Tutsi’ler, kendilerine verilen iktidar erkini tekrar kazanabilmek için, 1990 yılından itibaren iktidardaki Hutu’lara saldırmaya başladılar. Hutu’lar ise yıllarca süren ezilmişlik ve dışlanmışlık hisleriyle intikam almaya hazırlanıyorlardı.

Yani plan ikinci aşamaya geçmiş ve iki halkın arasına sokulan kinden sonra kan da girmeye başlamıştı!

1994 yılına kadarki çatışmalarda, binlerce insan yok yere öldürülmüş ve yüz binlerce insan da mülteci konumuna düşerek ülkelerini terk etmek zorunda kalmışlardı.

Fakat yetmezdi.

1994 yılında Cumhurbaşkanı Habyyarimana’yı taşıyan uçağın düşürülmesi ve bu olaydan Tutsi’lerin sorumlu tutulması, bugün “Ruanda Soykırımı” diye anılan olayların işaret fişeği oldu. Bu olay üzerine şiddetlenen çatışmalarda; Nisan Ayı’ndan Temmuz Ayı ortalarına kadar, yani SADECE 100 GÜNLÜK BİR ZAMAN DİLİMİNDE TAM BİR MİLYON KİŞİ ÖLDÜRÜLDÜ!

Yalnızca bu kadar mı?  Ne yazık ki, hayır!

Dehşetin boyutu o kadar büyüktü ki, ölümlerin çoğu satırla doğrama yoluyla gerçekleşti. Hatta parası olan Tutsi’ler katillerine para vererek ateşli silahla öldürülmeyi bile seçebiliyorlardı. 1994 yılında nüfusu 7 milyon olan ülke insanlarının 1 milyonu satırlarla parçalanarak can verirken, 3 milyonu da mülteci oldu. Tam 500.000 kadına tecavüz edildi. Bunlar yalnızca resmi kayıtlara girdiği için bilinenleri, ya bilinmeyenleri? Şaşırmayın, çünkü aylık gelirin sadece 8-9 dolar olduğu, garip bir ülkeden bahsediyoruz.

İşte bir halk, bağımsızlığını kazansa bile; millet olmayı başaramaz ve Tutsi ve Hutu gibi alt kimliklere bölünürse, ne yazık ki sonuç büyük bir facia olabiliyor!

Unutmayalım ki, dünyanın her yerindeki emperyalistler, her zaman ulusal kimliğin karşısında olmuşlardır. Aynı soydan olan insanları bile, yapay olarak farklı etnik kimliklere bölmüşler ve daima “BÖL – PARÇALA – YUT” taktiğini uygulamışlardır.

Rusya’nın Türkistan’da yaptığı da buydu. Orta Asya’da Türklerin yaşadığı bölgenin adı Türkistan’dı. Çin’e yakın olanı Doğu Türkistan, Rusya ve Anadolu’ya yakın olan tarafı da Batı Türkistan…

Ve bu coğrafyada yaşayanların hepsinin ortak adı da TÜRK idi.

Onlara yeni ırk isimleri uydurdular, yeni lehçeler ihdas edip farklı farklı alfabeler dayattılar. Türk boylarının aslında ayrı birer millet oldukları yönünde, çok yönlü bir psikolojik harekât ve etkili bir propaganda yürüttüler.

Bugün ne durumdadır?

Özbek, Tatar, Kırgız, Kazak, Türkmen, Azeri… Ve bunların içinde bize en yakın olanı da Azerbaycan Türkleri değil mi?

Ama gelin görün ki, tarih bilincinden yoksun ve milli şuurdan uzak kalmış bir Azerbaycanlı kardeşimize bile diyorsun ki; “Sen de, ben de ikimiz de Türk’üz”. Adam diyor ki, “Hayır ben Azeri’yim”.

Emperyalistlerin, bu farklı ırklar ortaya çıkararak böl parçala ve yut projesi öyle başarılı olmuş ki; dininiz bir, diliniz bir, kültürünüz bir, tarihiniz bir, hatta kanınız ve geniniz bir ama buna rağmen “biz biriz” dedirtemiyorsunuz. Oysa gerçekleri bilenler ne de güzel biliyor. Azerbaycan Türklerinin Halk Şairi Bahtiyar Vahapzade bakın ne diyordu:

“Kurtlar olur çobanların koyunu,

İtten öğrenirse, kendi soyunu,

Azerilik komünizmin oyunu,

Azeri değiliz, Türkoğlu Türk’üz!”

Maalesef bu strateji uygulandığı her ülkede başarılı oldu.

Arap coğrafyasındakilerin neredeyse hepsi Arap ırkından değil mi? O zaman bu sınırları cetvelle çizilmiş Irak’ı, Suriye’si, Ürdün’ü, Lübnan’ı, Mısır’ı ve Arabistan’ı ne oluyor? Körfez savaşında Suudi Arap pilotları Amerikalılarla birlikte Irak’taki hem ırkdaşı hem de dindaşı olan insanları bombalamadılar mı?

Bir milletin parçalanmasının en kolay yolu içine tefrikayı sokmaktır. Yani ayrımcılığı ve kutuplaşmayı hortlatmak ve birbirine düşman edip araya kan sokmaktır!

Araya bir kez kan girdi miydi, artık orası en az bir asır iflah olmaz! Siz de istediğiniz gibi rahat rahat sömürürsünüz.

Bakın ne diyordu Mehmet Akif;

“Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez;

Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez.”

Emperyalist Amerika’nın Büyük Ortadoğu Projesi’nin BOP, genel hedefi de bölge jeopolitiğinin değiştirilmesi ve Balkanlaştırılmasıdır.

Balkanlaştırma derken, Yugoslavya’da öyle bir oyun oynandı ki, uzun yıllar boyunca yan yana ve barış içinde yaşayan farklı din ve etnik kökenden insanlar; önce dış güçler ve içeride de partiler tarafından kutuplaştırıldılar. Daha sonra bir futbol maçında fitili ateşlenen olaylardan sonra, her fırsatta birbirlerini boğazlar hale geldiler. Şimdi ortada bir Yugoslavya yok. Ama ABD’ye biat etmiş ve bir tür modern sömürge haline gelmiş tam yedi tane devletçik var.

Bugün Irak’ta ve Suriye’de oynanan oyunları PKK/PYD ve IŞİD gibi unsurların silahlandırılmasını ve pohpohlanmasını bu proje kapsamında değerlendirmek gerekmektedir.

Bölgemizde BOP’un işlemeye başlaması ile birlikte, ne yazık ki bu plan ülkemizde de uygulamaya konulmuştur. Lütfen gözlerinizi kapayın, 10 yıl öncesine dönün ve olanları bir düşünün…

• Türkiye’de etnik kimlik çalışmaları neden bir anda popüler oldu?

• Alt kimlik, üst kimlik tartışmaları neden en üst perdeden seslendirilir oldu?

• Ülkeyi yönetenler dahi, her fırsatta neden hep alt kimliklere vurgu yapar hale geldi ve neden bütün alt kimlikleri bir papağan gibi dile getirir oldu?

• Ülkenin her yerinde Kürtçe dil kursları, üniversitelerde Kürdoloji bölümleri ve Kürtçe televizyonlar neden art arda açılmaya başladı?

• Neden herkes “Ben Kürdüm, Çerkez’im, Arnavut’um, Ermeni’yim, Pomak’ım” demeye başladı?

• Türklüğe neden düşman olundu?

• T.C. ve Andımız neden kaldırıldı?

• Türk ordusuna neden kumpaslar kuruldu?

• Türk milliyetçiliği neden ayaklar altına alındı?

• Türkçülük aşağılanarak bölücülükle bir tutulurken, Kürtçülük neden yükselen bir değer haline getirildi?

• Türkçülükle İslam neden karşı karşıya getirildi?

• Türkiye Cumhuriyeti’ni kuranlardan neden ölesiye nefret edildi ve neden hatıralardan bile silinmek istendi?

• Neden ısrarla bölücü ve kutuplaştırıcı Rabia işaretleri kullanılır oldu?

• Dicle ile Fırat’ın arası; Blackwater, Global ve Black Hawk gibi isimler taşıyan karanlığın hayalet ordularıyla neden dolduruldu? Ordu derken, sayıları 25.000 – 30.000 bulan ve 10.000 – 15.000 dolar arası maaş alan, her türlü gelişmiş silah ve teçhizata sahip, tamamen profesyonellerden oluşan azılı bir yapıdan söz ediyoruz.

• Bir de tabi “Başkanlık Sistemi” olayı var. Durup dururken bu millete, Başkanlık Sistemi adı altında neden tek adamlık dayatıldı?

• Neden partili Cumhurbaşkanlığı gibi taraflı, ayırmacı ve kayırmacı bir sistem garabetine girildi?

Evet, bu başkanlık olayı önemli. Neden mi? Bakın CIA Eski Türkiye İstasyon Şefi Paul Bernard Henze, 2006 yılında Beyaz Saray’a sunduğu bir raporda ne diyor:

“Türkiye’nin bu şekliyle, Amerikan politikalarının yanında olacağından emin olamayız. Ülkeyi kuranlar, denetim mekanizmasını çok sıkı tutmuşlar. Hükümeti ikna ettiğimizde Meclis; Meclis’i ikna ettiğimizde, ordu; orduyu ikna ettiğimizde yargı karşımıza geçebiliyor. EĞER AMERİKA’NIN ÇIKARI TÜRKİYE’DE BİR FEDERAL DEVLET KURULMASI İSE mutlaka ve öncelikle yargı, ordu, Meclis ve hükümeti tek elde toplayan BAŞKANLIK REJİMİNE GEÇİLMELİDİR. BİR KİŞİYİ İKNA ETMEK, BİRBİRİNİ DENETLEYEN YAPIYI İKNA ETMEKTEN ÇOK DAHA KOLAY OLACAKTIR. Eğer o bir kişi Amerikan çıkarlarını yardım etmek konusunda tereddüt ederse, BİR KİŞİ ÜZERİNE KURULMUŞ YAPIYI YIKMAK, AMERİKA İÇİN SORUN OLMAZ.”

Ülkemizde BOP’un değirmenine su taşıyan birileri, bütün bunları ne yazık ki bilinçli olarak yaparken, her devrin adamı olanlar ise bu rüzgâra kolayca kapıldılar. En üzücü olanı da, bazı akademisyen ve aydınlarımızın, hiç farkında olmadan bu değirmene su taşımış olmalarıdır.

Önce kin, sonra kan; önce kutuplaştır, sonra savaştır projesi de diyebileceğimiz bu kanlı proje; maalesef ki, (kısmen de olsa) bizde de başarılı olmuştur!

Türkiye’deki giderek artan ve keskinleşen kutuplaşmayı da bu gözle okumak lazımdır. Yoksa halkın bir karpuz gibi ikiye bölünmüş olmasını nasıl açıklayacaksınız?

Evet, ülkemizin bölücü terörle ilgili gerçekten hayati sorunları vardır. Ancak milletimizi hiç olmadığı kadar kutuplaştıran ve neredeyse birbirine düşman eden asıl etken terör sorunu değil, kutuplaştırıcı siyaset iklimidir. Bu noktayı da dikkatlerden kaçırmadan düşünmeli ve olayları doğru okumalıyız.

Ne yazık ki, bu kinli ve kanlı proje; uygulayıcılarını biraz fazlaca uğraştırsa da, yavaş ilerlese de, kabul edelim ki bizde de başarılı olmuştur!

Lakin bizim için, HALA BİR ÇIKIŞ YOLU VARDIR ve bu emperyalist tuzağı kuranların başına geçirebilmek için hala daha bir şansımız bulunmaktadır.

Evet kutuplaştık!

Evet, aramıza kin girdi!

Ama HENÜZ ARAMAZA KAN GİRMEDİ…

Yani köprüden önce son çıkıştayız!

Bu çıkış ise en şanlı, en namlı ve en kutsal olan TÜRK kimliğine sarılmaktır.

Tek adamlığa değil parlamenter sisteme sarılmaktır.

Paçavralardan medet ummak değil, ay yıldızlı al bayrağa sarılmaktır.

Demokrasiye sarılmaktır.

Yandaşlığı ve kandaşlığı bir kenara bırakarak, daha onurlu olan eşit vatandaşlığa sarılmaktır.

Mezhepçiliği ve tarikatçılığı terk ederek yalnızca Allah’ın ipine sarılmaktır, kardeşliğimize sarılmaktır.

Binlerce yıldır bizi bir arada tutan kültürümüze, tarihimize, örfümüze ve dilimize sarılmaktır.

Atatürk’e ve onun kurduğu çağdaş Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne sarılmaktır.

Ve gerekirse bu uğurda çocuklarımız ve torunlarımız için, kefen niyetine al bayrağa sarılmayı göze almaktır!

Yoksa maazallah kin giren araya bir de kan girerse!

Onun için, Partili Cumhurbaşkanlığı ve başkanlık gibi tek adamlığa çıkan saçmalıklardan vaz geçilmeli, parti devleti ve parti egemenliği değil, milli egemenlik ihya edilmelidir.

Milli bilince sahip millet evlatları çok daha fazla çalışmalı ve toplumu bölenleri değil, birleştirenleri iktidara getirmelidir.

Unutulmamalıdır ki, eğer aramıza bir kan girerse… Ruanda örneğinde yaşananlar, yaşanacakların yanında hiç kalır! Semeresini de emperyalistler alır.

Son sözüm ise; bizi de adeta Tutsi ve Hutu olarak ayırmaya çalışan dış düşmanlarımız ile içerideki işbirlikçi hainlere olacaktır.

Bizi de Tutsi ve Hutu olarak ayırmaya çalışan sizlere lanet olsun. Ama bilin ki, bizler asla sizin istediğiniz gibi Tutsi ve Hutu olmayacağız.

Ve bizler, ne modernleşmiş Yezitlere ne de çağın Nemrutlarına asla geçit vermeyeceğiz.

Çünkü bizler;

muhtaç olduğumuz kudreti damarlarımızdaki asil kandan alan Büyük Türk Milleti’yiz.

Comments are Closed