2014 HAZİRAN 16 – Atatürk, Atatürkçülük ve Cumhuriyet Düşmanlığı
Atatürk, Atatürkçülük ve Cumhuriyet Düşmanlığı
Dış güçlerin dışarıdan, iç güçlerin içeriden yıkmaya çalışıp yıkamadıkları; Cumhuriyetimize ve onun kurucusu Büyük Kurtarıcı Atatürk ile veAtatürkçülük ile alıp veremekleri nedir?
Bu Atatürk düşmanlığı nereden geliyor?
Bu konuda okuduklarımı bir araya getirdim bu yazıda.
“Atatürk” ismi Cumhuriyet harcının suyudur; Çanakkale’dir, Kurtuluş Savaşı‟dır; şehit ve gazilerdir; özgürlük ve bağımsızlıktır; millî ruhtur; önder gücü “örgütlü halk ordusudur”.
Bu düşmanlığı anlamak için Osmanlı tarihine bakmak gerekir. Atatürk ve Atatürkçülük düşmanlarının atalarını Osmanlı tarihinde bulabilriz. Bu düşmanlığın ataları, her türlü yenilik ve gelişmeye karşı olan, şeyhülislam ve medrese kurumu, yeniçeri ve ilmiye (uluma) sınıfı, ahi loncaları, arasta esnafı ve buna benzerleri, her zaman ayaklanma ve isyan çıkarmışlardır. Patrona Halil, Kabakçı Kul Mustafa… 31 Mart… Hürriyet ve İtilaf Fırkası, Ahrar Fırkası, İkinci Grup… Bunların aslında Atatürk düşmanlığı Cumhuriyet düşmanlığıdır. Cumhuriyet, gericilik yuvası olan medreseleri, tekke ve zaviyeleri kapattığı, ilmiye sınıfını tasfiye ettiği için bunlar Cumhuriyet düşmanıdırlar. Şimdi bunlar Cumhuriyeti ve onu ayakta tutan tüm temelleri yıkmaya ve teker teker tasfiye etmeye çalışmaktadırlar.
Temel bir sosyolojik kavram olarak, her devrimin kendi karşı devrimini yarattığı bilinmektedir. Türkiye’de uzun zamandan beri yaşanan çelişki, Atatürk Devrimleri ile Karşıdevrim arasındadır. AKP yönetiminin atalarıda işte bu Osmanlı köklerinden gelen, Osmanlıyı tekrar mezardan kaldırıp hortlatmaya çabalamakta ve karşıdevrimin partisi olduğu için bu yaptıklarını yapmaktadır. Atatürk Devrimi, yeni bir Sevr’den korunmak için Türkiye’yi orta çağdan yeni çağa yani çağcıllığa (modernliğe) geçirmeye; Karşıdevrim ise, onu orta çağda tutmaya çalışıyor. Devrim şıklık ya da hoşluk olsun diye yapılmadı.
Türkiye Cumhuriyeti tarihi iki dönemden oluşuyor: Bilinen Atatürk Devrimi dönemi (1919 – 1950) ve Karşıdevrim dönemi (1950‟den bugüne kadar). Karşıdevrim şu temeller üzerinde kuruldu: Halkevleri ve Köy Enstitülerinin kapatılması, İmam Hatip okullarının açılması, öğretmenliğin 2. sınıf meslek haline getirilmesi. 1950‟den sonra CHP hiç iktidar olamadı, hatta daha doğrusu tek başına iktidar olamadı. Yaptığı muhalefet ise, zayıf ve şaşkın oldu. Atatürk Devrimini savunacak yerde, onu ayraç içine alıp Avrupa’dan sosyal demokrasi ideolojisini ithal ettiler. Partiler ve önderler değişse bile 1950‟den bu yana Karşıdevrimin “tek-parti” dönemini yaşıyoruz. AKP’nin karşıdevriminin hedefi şeriat diktatörlüğü, yani Türkiye‟yi İran‟a benzetmektir ki, gidişhatta bakıldığı zaman bu istikamette doğru hızlı adımlarla gittiğimizi götürülüyoruz ve epeyce de yol almışız bence. Batı emperyalizmi bu tip gelişmeleri zaten hep çok sevdi, hep alkışladı, hala da alkışlıyor ve destek oluyor. Kısacası Sevr Antlaşması ardından Rumeli’den kovulan Türklerin bu sefer Anadolu’dan da kovulmalarının planıdır yapılanlar.
Atatürk ve Atatürkçü çizgi, laikliği temel ilke olarak benimsediği için, onlara göre, dine karşı bir tutum içindedir. Oysa, çok bilinen şeyleri söyleyip geçmek bile, laikliğin aslında din(ler)in özgür bireyler tarafından seçilme ve benimsenme hakkının korunması; devletin görevinin herhangi bir dinin üstünlüğünü dayatmasını engellemek demek olduğunu; herkesin kendi inancını, kendi vicdanında, deruni bir biçimde yaşaması için hepsine eşit uzaklıkta ya da yakınlıkta durarak, her birinin (hepsinin) güvencesi olarak, hukuksal varlığıyla garantörlük görevini üstlendiğini herkese anlatabilir. Tabii, anlamak isteyene! Onlar dini temel alan bir sistem istiyorlar; Atatürk ve onun düşüncesinde olanlar ise Devlet‟i, herkesi kucaklayan, herkesin özgürlüğünü, inancını ve düşüncesini garanti altında tutmak isteyen, ulusal, (yani tüm ulusu diğer bir deyimle tabiiyeti, uyruğu kapsayan) uygulamalarla dünyaya, uluslararası ölçütlere uyumlu, çağdaş bir kimlik ve düzen peşindedir.
Din, bir inançtır. Hangisi olursa olsun, dinler kurallarını dayatır. Onlara karşı durmak demek, o dinle bağlarını koparmaya varabilecek bir yalnızlaştırmayla karşı karşıya kalmak demektir. Bunun için, kilise ile çatışmaları ve aforozu düşünmek bile yeter. Oysa, hukuk çerçevesinde işleyen bir devlet, bütün organlarıyla, yurttaşlarının her anlamda ve bağlamda özgürlüklerini öbür yurttaşların özgürlüklerinin sınırlarına kadar kullanmalarını sağlamakla yükümlüdür. Dinde “bağlanmak” ve onun tüm kurallarına uymak bir zorunluluktur. Devlet ise belli kurallar çerçevesinde işler ve bunun için anayasası, yasaları, kurum ve kuruluşları vardır. Dinde erk, kutsal olan Allah, peygamber ve onlar adına davrandıklarını savlayan kişilerdedir. Devlet’te ise bir aygıt söz konusudur. Bu aygıtı demokrasi kuralları içinde şu veya bu yönetebilir. Bazen de, gücü herhangi bir biçimde elinde bulunduran kişi ya da gruplar ya da şahıslar da bu aygıtı ele geçirip, laik kurallar içinde yürümesini sağlayabilirler. Çatışma bunun içindir.
Ancak, bizdeki dinciler açıkça din düzeni yanlısı görünmek istemezler ve ikiyüzlü davranarak demokrasi içinde din kurallarını egemen kılmak yolunda çaba harcarlar. Oysa bu, eşyanın tabiatına aykırı bir durumdur. Dinsel ya da dinci yönetim, varoluşu gereği, kendi kurallarını koyarak yürüyeceği için, yasalar zamanla geçersizleşir ya da değiştirilerek dinsel güdüme sokulur. Dinci anlayışla demokrasiyi uygulamak olanaksızdır. İşte sorun buradadır. Çağdaş ve hukuksal olan mı; dinin kurallarını yeniden dayatan, tutucu, bağnaz ve tapınma kurallarının sınırladığı bir çerçeve mi?
Dikkat edilmeyen ve fazla konuşulmayan birşey de, Cumhuriyet devrimi gerçekleşirken karşı devrimin zaten Meclis’in içinde olmasıydı. Atatürk Devrimlerinin daha adı bile konmamışken, temelleri atılan devrimlerin karşı devrimleri ta o zamanda mevcut idi. Tarih henüz 30 Ağustos 1922’de, Büyük Savaş’ın hazırlıkları yapılırken, Keçiören’de, Refet Paşa’nın evinde, Rauf Bey (Orbay) “Saltanat ve hilafet makamına vicdanımla ve duygularımla bağlıyım… Bizde ulusu ve kamuoyunu elde tutmak güçtür. Bunu ancak, herkesin erişemeyeceği kadar yüksek görülmeye alışılmış bir makam sağlayabilir. O da, saltanat ve hilafet makamıdır.‟ dememiş miydi? Zafer kazanıldıktan sonra, 1 Kasım 1922’de saltanatın kaldırılması kararı Meclis‟in özel komisyonunda görüşülürken, komisyon üyesi hocalar, hilafetin saltanattan ayrılamayacağını, din kurallarına dayanarak iddia etmiyorlar mıydı? Bunun üzerine, Mustafa Kemal söz alarak, “Efendiler, egemenlik ve saltanat hiç kimse tarafından, hiç kimseye bilim gereğidir diye, görüşme ve tartışma ile verilmez. Egemenlik, saltanat, kuvvetle, kudretle, zorla alınır…” de-medi mi? Komisyon Başkanı Hoca Mustafa Efendi bu sözler üzerine, “Af edersiniz efendim, biz konuyu başka bakımdan ele alıyorduk, açıklamalarınızla aydınlandık” dedikten sonra, bu önemli devrim Meclis‟in karma komisyonunda kabul edilmedi mi? 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilan edilince, Mustafa Kemal’in kimi en yakın arkadaşı sanılanlar, İstanbul gazetelerine, ”beklenmedik bir durum, konuyu Cumhuriyet kelimesi bakımından ele almak doğru değildir. Erken ilan edildi” diyerek karşı çıkmadılar mı? Daha sonra, Cumhuriyet rejimine karşı durup, çalışmadılar mı? Saltanatın kaldırılmasından birkaç ay sonra, bu kararı içine sindiremeyen Millet Meclisi üyesi Şükrü Efendi “İslam Halifeliği ve Büyük Millet Meclisi” adıyla yayınladığı kitapta, ”Halife Meclis’in, Meclis halifenindir.” diyerek TBMM’nin halifenin bir danışma Meclisi olduğunu ve yeni seçilen halifenin de Devlet Başkanı olduğunu belirtmemiş miydi?
1950’de iktidara gelen Demokrat Parti, ilk hükümet programında, “halk tarafından kabul edilen ve halk tarafından kabul edilmeyen devrimler” diyerek Atatürk devrimlerini resmen ikiye bölmedi mi? Daha sonra gelen sağcı iktidarlar, daha fazla oy toplayabilmek için, daha fazla “imam hatip ortaokulu ve lisesi”, daha fazla “Kuran kursu” olmalıdır diyerek bunların sayısını binlere ve on binlere çıkarmadılar mı? Atatürk, “Yaşamda en gerçek yol gösterici ilimdir, fendir.” derken; çağdaş bir toplum, laik bir Cumhuriyet yaratmak isterken; gerçekler din kurallarındadır diyenler giderek etkinleşmedi mi? Köy enstitüleri kapatılmadı mı? Halkevlerinin kapılarına kilit vurulmadı mı? Demokrasi, sadece sayısal çoğunluk, sadece sandık olarak kabul edilmiyor mu? Eleştirel akıl yerine, dinsel doğmalar giderek ön plana çıkarılmadı mı? Bu koşullarda Atatürk düşmanlığı nereden geliyor sorusu, böylece tarihsel ve sosyolojik açılardan yanıtlanmış oluyor. Burada sorulması gereken soru da şudur: Bu koşullarda daha başka nasıl olabilirdi ki?
Sorun “isim” değil, ismin yaptıklarından “öncesi ve sonrasıdır”, iktidar partisi “buz dağının” görünen kısmıdır…
Öncesinde, padişahlık döneminde hükümdar, Müslüman toplum gözünde, şeriat yasalarını uygulayan, Yaradan’ın imparatorluk sınırları içerisindeki temsilcisidir. Bu yasalar, “O’nun” son elçisiyle gönderdiği kutsal kitabın bizden istedikleri demektir. Bu yasaların uygulanmasında, tarikat, mezhep, cemaat liderleri ve kadılar etkindirler.
Sonrasında, cumhuriyetin yasaları geçerlidir; “insan”, “Yaradan’la”, kendi vicdanında buluşur. Bu bir devrimdir; padişah, şeyhülislam, kadı, hacı, hoca, şeyh, şıh yoktur; kutsal kitap kişisel ihtiras ve çıkarlar adına yorumlanamayacaktır; bu, bir güç kaybıdır ve kabul edilemez.
Bu, kişiye yönelik bir “düşmanlık” değildir; kaybedilmiş olan gücün yeniden kazanılması, cehalet aracılığıyla teslimiyetin yeniden egemen olmasıdır. Seçilen isim, temsil ettiği değerler bütünü doğrultusunda “hedefin adıdır”; bunun gerçekleşmesi için maddi ve manevi alanlarda cihat gereklidir. Bunun adı da gericiliktir.
Benzer durum “bölücü feodal zihniyet” için de geçerlidir. Kan emici bin yıllık feodal zulüm “özgür ve eşit yurttaş” kabul edemez. Aşiret egemenliğinin sona ermesi ve sömürünün bitmesi, toprak reformu, bu zalimlerin sıradan yurttaş olmaları sonucunu doğuracaktır; zulmün adı “töredir”, cezası ölümdür, baskıya dayanamayıp kaçan ana da olsa, kardeş de olsa, gittiği yerde bulunur, öldürülür; köyler basılır, kadınlar, yaşlılar, bebeler öldürülür; sonra da “böyle yapmasaydık bizi ciddiye almazlardı” denir. Bu çağ dışı zihniyetin de son yıllarda aynı“hedefi” seçmesi ve saldırması bu nedenledir. “Feodalizm ve Gericilik”, “şer ve savaşın” adlarıdır, geçmişte de aynı zaman dilimleri içerisinde harekete geçmişlerdir, aynen bugün olduğu gibi, aynı kaptan “şer içerler”. Bu kap bugün BOP kabıdır, bu tarihî bir fırsattır, bir daha ele geçmez ve bu fırsat değerlendirilmelidir.
Tümur Selçuk’un dile getirdiği gibi; “BOP emperyalizmdir, sömürüdür. Dünyada birkaç ailenin başı çektiği Güç ve Para Tarikatının (GPT) ve ona salkımlanmış bir takım asalak tüccar ve politikacının oluşturduğu, sıkıntılı ülkelerin siyasî ve ekonomik özgürlüklerini kısıtlayan ve kendi çıkarları doğrultusunda yönlendiren bir “şer ve savaş” yapılanmasının Orta Doğu planıdır.
(GPT) kendisine hizmet edecekleri seçer. Genelde kendi bünyesinde yetişmiş olanları ya da toplumun bir biçimde peşine takıldığı, yahut takılabileceği isimleri belirler, bunların zayıflıklarını kullanarak sömürü hedefine ulaşmaya çalışır. Güney Amerika ülkelerinde böyle olmuştur, ülkemizde de böyle olmuştur ve olmaktadır. Bunun için, din, etnik köken ve siyasi görüş alanları, kullanılabilirlikleri ölçüsünde makbuldürler. En geçerli kavram slogan “DEMOKRASİ”dir! Medyamızda “demokrasiden” bolca söz edenleri yakından izlemek ve ana maksatlarını sezmek gerekir.”
Toplumsal hareketler boşluk kabul etmez. Cumhuriyet devrimlerine “özünde” sahip çıkamayıp bunu hayata geçirememiş toplumlarda, aydın da, cahil de aynı ölçüde pay sahibidir, hadi cahil bir ölçüde bağışlanabilir, ama aydın asla. Özel günlerde bayrak sallayıp şiirler okuyarak ya da “andımızı”, “çarpık” bir eğitim sistemini süslemek için ezberletmekle laik cumhuriyet korunamaz ve gelişemez. Maddî ve manevî yoksulluklara sahip çıkarak, dertlinin ayağına kadar giderek derdine planlı, programlı ve örgütlü bir biçimde el atmasını bilememiş ve çağdaş anlamda aydınlatamamış olan “ göstermelik” bir cumhuriyet anlayışı ve uygulamalarının oluşturduğu büyük boşluğu “şer ve savaş erbabı” kurnaz ve hazırlıklı bir biçimde doldurmuştur. Kredi kartı denen “çağdaş kelepçelerimize” olan aşkımızı, hayallerimizi satın almaya yarayan sevdamızı terk edecek gücü bulmadan, “onurumuzdan başka kaybedecek bir şeyimiz kalmadı” deyip “dik durmadan” bu belaları aşmak mümkün değildir.
Saygılarla,
Ömer Can Şirikçi
omercan.sirikci@ataturk.org.au
Avustralya Atatürk Kültür Merkezi