BELLETEN

CUMHURİYET TARİHİNDE BUGÜN


20 Ocak * 1921 Anayasası (Teşkilatı Esasiye Kanunu)

[expand title=”Oku ( Aç / Kapat )”]
20 Ocak 1921 Anayasası (Teşkilatı Esasiye Kanunu)
20 Ocak 1921’de, TBMM tarafından kabul edilen ilk Anayasa (Teşkilatı Esasiye Kanunu), TBMM’nin dokuz aylık çalışmasından ve uzun görüşmelerden sonra kabul edilmiştir. Bu Anayasa, dağılan ve yok olan Osmanlı İmparatorluğu yerine yeni bir devletin kuruluşunu hukuki yönden belirten ve varlığını sağlayan bir eserdir. Yeni Anayasa aynı zamanda milli egemenliği hakim kılan ve vatanın kaderine milli egemenliğin temsilcisi Büyük Millet Meclisi’nin el koymasını mümkün kılan ve onun meşruluğunu da tanıtan, hukuki ve siyasi değeri olan bir belgedir.20 Ocak 1921’de kabul edilen Anayasa, 23 asıl, bir de ayrı madde halinde iki kısım olarak düzenlenmiştir. Genel esasları kapsamaktadır. Anayasanın kısa oluşu, o devrin özelliğinden ileri gelmekteydi. Sadece olağanüstü şartları ve acil ihtiyaçları karşılamak için, kısa ve özel bir anayasa hazırlanmıştı. 20 Ocak 1921 Anayasası bir geçiş dönemi anayasası olarak, Milli Mücadelenin çok dinamik olağanüstü şartlarına uymakta ve demokratik niteliğinin yanı sıra ihtilalci karakterini de korumaktaydı. Anayasanın ruhunda ve mantığında kuvvetler birliği sistemi hakimdi. Milli iradeyi millet namına temsil eden tek yetkili organın, Türkiye Büyük Millet Meclisi olduğunu belirtmektedir. Başkansız bir Cumhuriyet kuran bu Anayasa ile milli irade Meclis tarafından tescil edilmekte ve yürütülmekte, böylece kuvvetler birliği esası, kuvvetlerin şuurlu bir merkezde toplanmasını ve tek bir iradeye bağlanmasını da şart kılınmaktadır.

20 NİSAN 1924 Anayasası

20 Ocak 1921 tarihli Anayasa (Teşkilatı Esasiye Kanunu) olağanüstü devrin, olağanüstü şartları içinde çıkarılmış dinamik bir dönemin anayasası idi. Daha sonra, şartlar değişmiş, Cumhuriyet ilan olunmuş, Türk devrimi aksiyon evresinden yeniden düzenleme, reformlar evresine yönelmişti. Yeni Türkiye’nin yeni bir Anayasaya ihtiyacı vardı. TBMM’nde çalışmalar ve müzakereler sonunda, 20 Nisan 1924’te 105 maddeden oluşan yeni Anayasa kabul edildi.

20 Nisan 1924’te kabul edilen yeni devletin ikinci Anayasası, Milli Mücadelenin kazanılmasından ve Cumhuriyetin ilanından sonra, demokrasi ilkesine değer veren bir anayasa olarak düzenlendi.

1924 Anayasası, dayandığı ilkeler bakımından, 1789 Fransız İhtilali’nden itibaren gelişen ferdiyetçi ve hürriyetçi hukuki ve siyasi ideolojiyi temsil etmekte ve aynı zamanda siyasi fikir akımlarının tarihi gelişmesinden de faydalanmaktadır. Bu Anayasa hazırlanırken, 1921 tarihli Anayasanın dayandığı temel esaslardan esinlenilmiştir. Milli egemenlik, tek meclis ve kuvvetler birliği ve meclisin üstünlüğü prensipleri, 1921 Teşkilatı Esasiye Kanunu’ndan alınmış ve geliştirilmiştir.

1924 Anayasası, egemenliğin yalnızca millete ait olduğu ve ancak TBMM tarafından kullanılacağı esasına uygun olarak hazırlanmıştır. Egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olması, ona bir diğer ilahi veya beşeri otorite ve makamın ortak olamayacağını kabul etmek demektir. Bu ilkeyle egemenliğin milli niteliği 1924 Anayasasında daha belirli bir şekilde ortaya çıkmıştır. Kayıtsız ve şartsız millet egemenliği düşüncesinden hareket eden Anayasanın siyasal sistemi, böylece devlet içinde Büyük Millet Meclisi tarafından temsil olunan; tek kuvvet, tek meclis ilkesine dayanmaktadır. 1924 Anayasası meclis hükümeti ile parlamenter hükümet sistemi arasında bir köprü görevi görmüştür. 1924 Anayasası, 1921 Anayasasından daha yumuşak bir kuvvetler ayrımına yer vermiştir. Milli egemenlik ve meclisin üstünlüğü sistemini geliştirmiş, Anayasa alanını daha geniş ve yaygın bir şekilde düzenlemiş, kamu özgürlüklerine geniş yer vermiştir.[/expand]


2 Şubat * Bursa Merinos Fabrikası

[expand title=”Oku ( Aç / Kapat )”]

Bursa Merinos Fabrikası
Sümerbank Merinos Yünlü Sanayi Dokuma Fabrikası, Türkiye’nin ilk sanayileşme atılımları çerçevesinde 1938’de Bursa’da hizmete girmiş tekstil fabrikasıdır. Önceleri sadece iplik üretirken 1944’te dokuma, 1946’da apre tesisleri ilave edilmiş; böylece Ortadoğu ve Balkanlar’ın en büyük entegre yünlü kumaş fabrikası olmuştur. Cumhuriyet tarihinin sembol işletmelerinden birisidir. 1960’larda Bursa şehrinin ekonomisine en önemli katkıyı sağlayan kurum haline gelen fabrika, 2004 yılında kapatıldı ve arazisi Bursa Büyükşehir Belediyesi’ne bedelsiz devredildi.

Temeli 28 Kasım 1935 tarihinde dönemin başbakanı İsmet İnönü ve İktisat Vekili Celal Bayar tarafından atıldı. Fabrikanın yapımını ünlü girişimci Nuri Demirağ üstlendi. 2 yılda yapımı tamamlanan fabrikanın açılışı 2 Şubat 1938 tarihinde gerçekleşti. Açılışı, devrin cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk yaptı.

Fabrikaya Merinos adı, devrin cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk tarafından verilmiştir. Atatürk, İktisat Vekili Celal Bayar’a Merinos ismine nasıl karar verdiğini şöyle açıklar.

“Güneş dili araştırmalarına göre, merinos öztürkçe bir kelimedir ve ince, uzunca yün anlamına gelir. İspanyaya giden İber Türkleriyle oraya intikal etmiş ve o Türklerle oraya giden koyunlar ve yünleri bu isimle anılmışlardır. Bu nedenle merinos bu fabrika için pek uygun bir isimdir.”

Cumhurbaşkanı Atatürk, Sümerbank Genel Müdürü Nurullah Esat Sümer tarafından kendisine sunulan fabrikanın altın anahtarını aldıktan sonra, fabrika içerisinde incelemelerde bulunmuş ve ardından onur defterinin ilk sayfalarına duygularını şöyle aktarmıştı:

“Sümer Bank Merinos Fabrikası, çok kıymetli bir eser olarak milli sevinci arttıracaktır. Bu eser yurdun, hususiyle Bursa bölgesinin endüstri inkişafına (gelişimine) ve büyük milli ihtiyacın giderilmesine yardım edecektir. Eserin başarılmasından Ekonomi Bakanlığını tebrik ederim. Sümer Bank Direktörlüğüne teşekkür ve fabrikayı gördüğüm gibi yüksek bilgi ve tam düzenli idarede direktörüne başarılar temenni ederim.”

16 bin 140 eğirme ve 7 bin katlama iğlik bir iplik fabrikası olarak üretimine başlayan Merinos Fabrikasına, önceleri sadece iplik üretirken 1944’te dokuma, 1946’da apre tesisleri ilave edilmiş, böylece Ortadoğu ve Balkanlar’ın en büyük entegre yünlü kumaş fabrikası olmuştu.

1960’larda Bursa şehrinin ekonomisine en önemli katkıyı sağlayan kurum haline gelen fabrika, 14 Kasım 2000 tarihinde Özelleştirme Yüksek Kurulu tarafından, kamu yararı göz önüne alınarak fabrikanın, toplam 314 bin 569 metrekarelik arazisi ve üzerinde bulunan taşınmazlarıyla birlikte, eğitim, halka açık kültür, sanat, spor ve rekreasyon amaçlarında kullanılması için Bursa Büyükşehir Belediye Başkanlığı’na bedelsiz devredilmesine karar verilmiş, 2004 yılında kapatılan fabrika Bursa Büyükşehir Belediyesi’ne devredilmişti.


Merinos, Bursa şehrinin soysal ve ekonomik yönden gelişmesine pek çok yönden öncülük etmiş; şehir halkının sosyal yaşamını değişik yönleriyle tanışmasına vesile olmuştu.
Merinos Fabrikası dahilinde kullanılan Kredi Fişleri

Fabrikada yer alan iki adet salonda ücretsiz sinema, tiyatro, konser gibi etkinlikleri düzenlenmiş; Merinos düğün salonunda binlerce evlilik töreni gerçekleşmiş, işci yemek salonunda ilk toplu sünnet uygulamaları yapılmış; çalışanların çocukları için Türkiye’nin ilk modern kreşlerinden birisi Merinos’ta hizmete girmiş; fabrika arsasında kurulan Merinos İlkokulu 50’li, 60’li, 70’li yıllarda Bursa’nın en önemli eğitim kurumlarından birisi olmuş;fabrikanın elektrik santrali şehrin elektrik ihtiyacının bir kısmını da karşılamıştı.

Bir mesai arası Merinos işçileri toplu halde

Fabrika ve arazisi Bursa Büyükşehir Belediyesine bedelsiz devredildikten sonra, 2007 yılında bir kültür merkezine dönüştürüldü ve arazisine yeni bir kongre merkezi inşa edilmiş ve bugün önemli iki yapının meydana getirdiği Atatürk Kongre ve Kültür Merkezi’ni içine alan Merinos Parkı, Bursa’nın önemli bir dinlenme alanı haline gelmiştir.


Atatürk Kongre ve Kültür Merkezi

Merinos Parkı, 208 bin m²’lik yeşil alanı ile Bursa için önemli bir kamusal rekreasyon alanı haline getirilmiş, park içerisinde açık hava etkinliklikleri için düzenlenen 16 bin m²’lik alanın yanı sıra birçok kafe, restoran ve sosyal tesis de açılmıştır. Bir zamanlar Bursa’nın elektrik ihtiyacına önemli oranda katkı sağlayan Merinos Fabrikası’ndaki elektrik santrali de restore edilmiş ve Bursa’nın ilk ve tek Enerji Müzesi olmuştur.

[/expand]


5 Şubat * Atatürk İlkelerinin ve Laiklik İlkesinin Anayasa’da Yer Alması

[expand title=”Oku ( Aç / Kapat )”]

Atatürk İlkelerinin ve Laiklik İlkesinin Anayasa’da Yer Alması

Atatürk ilkeleri 1924 Anayasası’nın ikinci maddesi, sonra da 1937 Anayasası’nın birinci maddesinde şu sırayla yer almışlardır:

1- Cumhuriyetçilik
2- Milliyetçilik
3- Halkçılık
4- Devletçilik
5- Laiklik
6- İnkılapçılık veya devrimcilik… (Atatürk bu iki deyimi de kullanmıştır).

Laiklik İlkesinin Anayasa’da Yer Alması

5 Şubat 1937
Atatürk’ün önderliğinde, ulusal egemenlik temeline dayalı olarak kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin hedefi, çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmak olmuştur. Bu amaçla, kuruluşundan başlayarak ilk on yıl içinde gerçekleştirilen Cumhuriyet devrimleriyle başta Eğitim Birliği ve Medeni Kanun’un kabulü olmak üzere laik hukuk sisteminin de yol haritası belirlenmiştir.

Demokrasinin, çağdaşlığın, insan haklarının ve özellikle kadının insan haklarının güvencesi olan laiklik ilkesinin ilk adımı 1924 Anayasası’nda değişiklik yapılarak 10 Nisan 1928 atılmış, “Türk Devleti’nin Dini, Dın-i İslamıdır” kuralı çıkarılmıştır.

Atatürkçü düşünce sisteminde laiklik, yalnızca din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasını öngören bir ilke değil, aynı zamanda dünya sorunlarına akılcı ve bilimsel bakış açısı getiren bir yaşam biçimidir.
5 Şubat 1937 tarihinde, 1924 Anayasasında yapılan değişiklikle yer verilen laiklik ilkesi, 1961 ve 1982 Anayasalarında da devletin değiştirilemez temel nitelikleri arasında yer almıştır.

Demokrasinin olmazsa olmaz koşulu olan laiklik ilkesi, kadının insan haklarının da güvencesidir.
Türk Üniversiteli Kadınlar Derneği olarak, laikliği zedeleyecek her türlü girişimin ülkemizi çağdaş uygarlık yolundan geriye götüreceğini görüyor ve özenle korumaya her zamandan fazla ihtiyaç olduğunu kamuoyuyla paylaşıyoruz.

Nazan Moroğlu
TÜKD Genel Başkanı

[/expand]


5 Şubat * Atatürk’ün Bursa Nutku

[expand title=”Oku ( Aç / Kapat )”]

Atatürk’ün Bursa Nutku

Şubat 1933’te Bursa’da Türkçe ezana tepki gösteren bir grup, ezanın yeniden Arapça okunması için valiliğe yürümüş, ancak olaylar büyümeden bastırılmıştır. Bir yurt gezi sırasında bu olayı haber alan Atatürk, 5 Şubat 1933’te Bursa’ya gelerek olaylar hakkında bilgi almış ve akşam Çekirge yolundaki bir köşkte “Bursa Nutku” diye bilinen konuşmasını yapmıştır.
İşte Bursa Nutku:
“Türk Genci, devrimlerin ve cumhuriyetin sahibi ve bekçisidir. Bunların gereğine, doğruluğuna herkesten çok inanmıştır. Yönetim biçimini ve devrimleri benimsemiştir. Bunları güçsüz düşürecek en küçük ya da en büyük bir kıpırtı ve bir davranış duydu mu, “Bu ülkenin polisi vardır, jandarması vardır, ordusu vardır, adalet örgütü vardır” demeyecektir. Elle, taşla, sopa ve silahla; nesi varsa onunla kendi yapıtını koruyacaktır.
Polis gelecek, asıl suçluları bırakıp, suçlu diye onu yakalayacaktır. Genç, “Polis henüz devrim ve cumhuriyetin polisi değildir” diye düşünecek, ama hiç bir zaman yalvarmayacaktır. Mahkeme onu yargılayacaktır. Yine düşünecek, “demek adalet örgütünü de düzeltmek, yönetim biçimine göre düzenlemek gerek”
Onu hapse atacaklar. Yasal yollarla karşı çıkışlarda bulunmakla birlikte bana, başbakana ve meclise telgraflar yağdırıp, haksız ve suçsuz olduğu için salıverilmesine çalışılmasını, kayrılmasını istemeyecek. Diyecek ki, “ben inanç ve kanaatimin gereğini yaptım. Araya girişimde ve eylemimde haklıyım. Eğer buraya haksız olarak gelmişsem, bu haksızlığı ortaya koyan neden ve etkenleri düzeltmek de benim görevimdir.”
İşte benim anladığım Türk Genci ve Türk Gençliği!”

[/expand]


13 Şubat * ŞEYH SAİT AYAKLANMASI

[expand title=”Oku ( Aç / Kapat )”]

Osmanlı Devletinden günümüz Türkiye Cumhuriyeti Devletine kadar ülkemizin doğu ve güneydoğusunda birçok isyan olmuştur. Bunlardan iki tanesi çok önemlidir.

  • Birincisi ŞEYH SAİT ayaklanması
  • İkincisi DERSİM ayaklanması

Şeyh Sait isyanının arkasında İngiltere vardı. İngiltere’nin amacı, bu ayaklanma sayesinde, Musul üzerindeki isteklerini Türkiye’ye kabul ettirmekti. Çünkü Kuzey Irak’taki petrol yataklarını kendi denetimi altına almak istiyordu.

“DİN ELDEN GİDİYOR” diye Şeyh Sait önderliğinde isyan çıkartıldı. İsyan bastırıldı. Ancak Musul ve dolayısıyla Musul ‘daki petrol yatakları İngilizlerin denetimine geçti.

1925’te gerçekleştirilen Şeyh Sait isyanına emperyalizme karşı olan hiçbir devlet kurum kuruluş ve kişi destek vermemiştir.

Çünkü şu gerçek apaçık biliniyordu. Mustafa Kemal’e karşı ilk olarak emperyalistler, ikinci olarak Feodal ağalar, üçüncü olarak sözde din adamları(!), dördüncü olarak ta liman şehirlerinin yabancı sermayeye bağlı ticaret burjuvazisi mücadele etmekteydiler.

Kimlerdi bu başkaldıranlar?

Osmanlının bile “TIMAR” sistemine dahil edemediği, aşiret reisleri, şeyhler, ağalar. Yani yargı da kendileri olan, vergiyi de kendileri toplayan, gençleri askere yollamayıp kendilerine muhafız yapan feodal beyler, derebeyleri.

Niçin ayaklanıyorlar?

Kendilerinin hakim olduğu ve yürüttüğü yeni düzen değişmesin diye.

İşin gerçeği tarihimizdeki bu ayaklanmalar ne Kürt yurttaşlarımıza ne de Alevi yurttaşlarımıza karşı yapılan bir hareket değildir.

Şeyh Sait, 13 Şubat 1925’te Ergani ilçesine bağlı Eğil bucağının Piran köyünde ilk defa isyana başlamıştır. Önce Genç ilinin merkezi Darhani’yi ele geçirmiş, bir alayı geri çekilmeye mecbur ettikten ve bir süvari alayını da pusuya düşürdükten sonra, Elazığ’ı almıştır. Daha sonra asiler, Diyarbakır’a yürüyerek şehri ele geçirmek istemişlerse de bundan bir sonuç alamamışlardır.
Olayın başlangıcında, Ali Fethi Okyar Hükümeti isyanı bölgesel ve çabuk bastırılacak bir olay olarak değerlendirmiştir. Ancak isyanın süratle yayılması; Diyarbakır, Elazığ ve Genç vilayetlerini içine alması ve genişlemeye başlamış olmasından ötürü hükümet bir ay süre ile bölgede sıkıyönetim ilan etmiştir. Olay, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’ni tehdit eden, inkılaplara karşı bir isyandır. Bükreş’te toplanan Hilafet Kongresinde Vahdettin taraftarları Türkiye’de suikastlar düzenleyerek ve isyan çıkararak karşı ihtilale teşebbüs kararı almışlardı. Karşı ihtilali hazırlamakla görevli ihtilal komitesi, ülke içinde gizli beyannameler dağıtıyor, gezici hocalar ve seyyar satıcılar eliyle devrim (inkılap) hamlelerini kötülüyor, hilafet lehine telkinde bulunuyordu. Hilafet komitesi, Şeyh Sait’le anlaşarak ihtilal hazırlığı yapmıştı.

I. Dünya Savaşı’nın sonucu Osmanlı İmparatorluğunun dağılması ile, Kürtler de bağımsızlık peşine düştüler. Bu amaçla kurulan, Kürt Teali Cemiyeti, İngiltere’nin mandası altında bağımsız bir Kürt Devleti kurmayı öngörüyordu. Bu cemiyet, Cumhuriyet’in ilanından sonra resmen dağıldı ise de, Kürt İstiklal Komitesi adı altında faaliyetine devam ediyordu. İsyan başladıktan sonra, Seyyit Abdülkadir, İstanbul’daki Kürtleri, silahlı bir irtica hareketine sevke teşebbüs etmiş, bu yolda planlar hazırlamıştır.

Şeyh Sait olayının ayrıca İngilizlerle de ilgisi vardı. Lozan’da halledilmeyen Musul sorununun 1924 yılında İstanbul’da toplanan İngiliz Konferansının sonuç vermemesi üzerine, Milletler Cemiyeti’ne götürülmesi gerekliydi. İngiltere bir taraftan Musul halkının Türkiye ile birleşmek isteğini önlerken, diğer taraftan da Türkiye dahilinde, isyan ve kargaşalık çıkararak Türkiye’nin siyasal istikrarını sarsmaya çalışıyordu. Bu sırada kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, kısa zamanda padişah taraftarı şeriatçı ne kadar muhalif varsa hepsini içine almıştı. Sıkı ve sert tedbirler alınması zorunluluğu ile Ali Fethi Bey (Okyar) Başbakanlık görevinden ayrılmış, yeni hükümeti İsmet Paşa kurmuştu. Güvenoyu alan yeni hükümetin ilk işi, isyan karşısında hükümete yetkiler veren Takrir-i Sükun Kanunu ve biri Ankara’da diğeri isyan bölgesinde olmak üzere iki tane İstiklal Mahkemesi kurulması hakkındaki kanunu, TBMM’nden çıkarmak olmuştur.

Takrir-i Sükun Kanunu, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Şeyh Sait isyanının ve diğer tehlikelerin ortaya koyduğu engelleri önlemek amacıyla 4 Mart 1925 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Önce iki yıl için çıkarılan kanun, iki yıl daha uzatıldıktan sonra 4 Mart 1929’da yürürlükten kaldırılmıştır. Yapılan planlı askeri harekat sonucunda isyancılar mağlup edildi ve elebaşları hemen yakalandı. Suçluların, İstiklal Mahkemesinde yapılan muhakemeleri esnasında, asilerin sözde dini ve şeriatı kurtarmak perdesi arkasında, memleketi parçalayıp bir Kürt devleti kurmak amacıyla harekete geçtikleri ve gizli bir şebeke teşkil ettikleri belirlenmiştir. Sonuç olarak, Şeyh Sait ve Seyyit Abdülkadir de dahil olmak üzere bütün elebaşılar idama mahkum edilmiş ve hüküm derhal yerine getirilmiştir.

Suçluların İstiklal Mahkemesi huzurunda yaptıkları itiraftan kesin olarak anlaşılmıştır ki Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın programında yer alan, dini fikir ve inanışlara hürmet edileceğine ve idarelerde yerinden yönetim (Adem-i merkeziyet) usulünün uygulanacağına dair hükümler ve parti mensuplarının bu hükümlere dayanarak yaptıkları propagandalar, ayaklanmayı tertip edenlerin işine yaradığı gibi, halka isyan cesaretini de vermiştir. Bu nedenlerle Doğu’da Diyarbakır’da bulunan İstiklal Mahkemesi, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kendi bölgesi içinde bulunan bütün şubelerinin kapatılmasına karar vermiş, Ankara’daki İstiklal Mahkemesi de, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası adına yapılan propagandalarda dinin ve dince mukaddes olan şeylerin, siyasal amaçlara alet edildiğini belirleyerek, bu Fırka’nın durum ve çalışma tarzı hakkında Hükümet’in dikkatini çekmiştir.

Diyarbakır ve Ankara İstiklal Mahkemelerinin kararlarını dikkate alan Cumhuriyet hükümeti, Takrir-i Sükun Kanununa dayanarak, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın bütün şube ve merkezlerinin kapatılmasına 3 Haziran 1925 tarihinde karar vermiştir.

1925 Şeyh Said isyanının Perde Arkasındakiler hakkında ayrıntılı bilgi için lütfen aşağıdaki İnternet kaynağına bakınız:

KÜRT SORUNU DOSYASI : Şeyh Said İsyanını Kim Neden Çıkardı ?

 

[/expand]


16 Şubat * Türk Hava Kurumu

[expand title=”Oku ( Aç / Kapat )”]

1925 yılında bugün (16 Şubat 1925) Ülkemizde havacılığı geliştirmek amacıyla, daha sonra “Türk Hava Kurumu” adını alan “Türk Tayyare Cemiyeti” kuruldu.

Mustafa Kemal, Dünya’da havacılığın hızla gelişeceğini sezinler. Türkiye’ninde bu alanda geri kalmaması ve Türk Havacılığının gelişip, güçlenmesini sağlamak amacıyla zaman geçirilmeden gerekli girişimleri Cumhuriyet’in ilanından 16 ay sonra 16 Şubat 1925′de başlatarak, Ankara’da Türk Tayyare Cemiyetinin kurulmasına önayak olur. Kuruluşun adı, harf devriminden sonra, Türk Hava Kurumu (THK) biçiminde değiştirilir.

Cemiyet’in kuruluş amacı; Türkiye’de havacılık sanayisini kurmak havacılığın askeri, ekonomik, sosyal ve siyasal önemini anlatmak; askeri, sivil, sportif ve turistik havacılığın gelişmesini sağlamak; bütün bunlar için gerekli araç ve gereci hazırlamak; personeli yetiştirmek ve UÇAN BİR TÜRK GENÇLİĞİ yaratmaktır.

“Türk Hava Kurumu” adını alacak olan “Türk Tayyare Cemiyeti” kuruldu.
(16 Şubat 1925)

Türk Hava Kurumu bu amacını gerçekleştirmek için 23 Nisan 1926′da Türk Havacılığının gereksinimi olan teknik personelin eğitilmesi amacıyla “Tayyare Makinist Mektebi”ni hizmete açtı. Aynı yıl Alman Junkers Tayyare Fabrikasıyla işbirliği yaparak “Kayseri Uçak Fabrikası’nı” kurdu. Alman Junkers lisansıyla A-19 ve A-20 uçaklarını üretti ve bu uçakların bakım ve onarımlarını yaptı. Fabrika, 1929 yılında Milli Savunma Bakanlığı ‘na devredildi.

Türk Hava Kurumu, uzun süren bir Kurtulus Savaşı’ndan yeni çıkmış, yorgun ve yoksul bir halkın, Türk Halkı’nın inanılmaz büyüklükteki maddi-manevi desteğiyle can buldu. Bu destekle ilk 10 yıl içinde 351 uçak satın alarak Türk Silahli Kuvvetleri’ne bağışladı.

Türk Hava Kurumu, 1927 yılında, havacılık faaliyetlerinin dünya çapında gelişmesini sağlayan ve sportif havacılık konusunda uluslararası boyutta en üst düzeyde organ olan Uluslararası Havacılık Federasyonu’na (FAI) üye olmak için başvurdu. 2 yıllık bir uğraşıdan sonra 1929′da FAI’ye tam üye oldu. Kurum o günden beri ülkemizi, hava sporları konusunda, yurt içinde ve yurt dışında başarıyla temsil etmektedir.

1931 yılında, Pilot Vecihi Hürkuş kendi atölyesinde ürettiği uçakla Ankara’dan havalanarak küçük bir Türkiye turu yapmayı başardı. 1932 yılında Cemiyet’in yurt dışında eğittiği mühendislerden Selahattin Reşit Bey ve ekibi motor ve pervanesi dışında tüm parçaları Türk malı olan ilk ulusal tipteki uçağımızın (MMV-1) prototipini üretti. Bu üretim bütün yurtta çok büyük heyacan yarattı.

1935′de alınan kongre (Genel Kurul) kararıyla Cemiyet’in ismi “Türk Hava Kurumu” (THK) olarak değiştirildi.

” İSTİKBAL GÖKLERDEDİR ! “

Bu, o yılların coşkusu içinde söylenen sadece bir çift güzel söz değil, aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti’nin önüne konulan bir hedef oldu. Bu amaçla 3 Mayıs 1935′de Türkkuşu kuruldu.Atatürk’ün yıllar boyu her gittiği yerde konuşmalar yaparak gençliğe vermek istediği havacılık aşkı, havacılık coşkusu, kısa sürede sonuca ulaştı ve gençler akın akın Türkkuşu’na koşmaya başladı. Kurum, Vatan göklerine aralarında Atatürk’ün manevi kızı ve dünyanın ilk kadın savaş pilotu Sabiha GÖKÇEN‘in de bulunduğu, birçok değerli eleman yetiştirdi.

Pespeşe açılan paraşüt, planör, motorlu uçuş ve model uçak okulları, 10 Temmuz 1936′da hizmete giren İnönü Planör Kampı, 1937′de açılan Etimesgut Motorlu Uçuş Kampı ve aynı yıl yapılan Ankara ve İzmir Paraşüt kuleleri, binlerce gencimizi biraraya getirdi. Havacılık öyle bir hızla gelişti ki, Türkkuşu Öğretmenlerinden pilot E.Âli Yıldız, 12 Haziran 1938 günü 14 saat 20 dakika süren bir planör uçuşuyla dünya rekoru kırdı. Öğrencisi Ziya Aydoğan isimli pilotumuz THK’nun İnönü Eğitim Merkezi’nden Kayseri’ye kadar, 466 Km.lik bir mesafeyi planörle uçtu.

THK’nin planör eğitimleri için gerekli olan planörler, Kurum’un Akköprü Atölyesi’nden sağlanıyordu. Bu atölyede 1940 yılına kadar yüzlerce planör üretimi, motor ve planör onarımları yapıldı. 1940 yılı sonlarında ise Akköprü’de sınırlı bir kadroyla çalışan atölye fabrika haline getirildi ve burada İngiliz Miles Magister eğitim uçaklarının seri montajına başlandı.

1939-1941 yılları arasında 2nci Dünya Savaşı öncesinde Genelkurmay Başkanlığı’nın da isteğiyle Etimesgut Uçak Fabrikası kuruldu. 1944 yılında üretime başlayan ve çok geniş kapsamlı bir girişim olan Etimesgut Uçak Fabrikası’nda, Magister uçaklarının yanısıra, THK-1, 3, 4, 7, 9, 13 planörleri ile THK-2, 5 ve 10 tiplerinde eğitim, sağlık ve nakliye uçakları üretildi.

Ülkemizde küçük atölyelerin yaptığı motor imalat denemeleri bir tarafa bırakılırsa, ilk motor fabrikasının THK tarafından Gazi Orman Çiftliği’nde kurulduğunu söyleyebiliriz. Bu fabrikanın çalışmaları 1951 yılına kadar sürdü ve dönemin getirdiği koşullar nedeniyle aynı yıl Makina ve Kimya Endüstrisi’ne devredildi. Bu fabrika 1952′de tamamen kapatıldı, halen Türk Traktör Fabrikası olarak işletilmekte ve traktör üretimiyle ülke ekonomisine katkıda bulunmaktadır.

THK’nin 1925′ten bu yana havacılığın çeşitli dallarında yetiştirdiği Türk gençler sadece sportif faaliyetlere katılmakla kalmadı, yurt savunmasında da etkin rol aldı. Bunun en canlı örneğini 1974 Kıbrıs Barış Harekatı’nda görüldü. Hava İndirme Harekatına, o dönemde askerlik görevini parasütçü olarak yapan kurumun yetiştirdiği gençler teşkil ediyordu. Harekat esnasında kurumun uçak ve pilotlarına da önemli görevler verildi.

Özellikle 1980′li yıllardan sonra THK sportif havacılık konusunda, 1990 yılından sonra da uluslararası ilişkilerde büyük gelişmeler kaydetti. FAI Genel Kurul ve Komisyon toplantılarında etkili bir politika izlenerek THK ve Türkiye ön plana çıkarıldı. Mevcut olan planör, paraşüt, uçuş okulu ve model uçak okuluna ilave olarak 1996 yılında bünyesinde balon, yelkenkanat ve yamaçparaşütünün bulunduğu Çok Hafif Hava Araçları Okulu kuruldu.

1995′de Dünya Paraşüt Şampiyonası, 1996′da 1.Dünya Hava Oyunları Test Yarışmaları, 1997′de 61 ülkeden 3200 sporcu,hakem ve jüri üyesi ile yöneticilerin katıldığı 7 ayrı bölgede 16 havacılık dalında yapılan 1 nci Dünya Hava Oyunları başarı ile yapıldı.

Haziran 2000′de 6 dalda 1 nci Türkiye Hava Oyunları, Temmuz 2002′de ise 2 nci Türkiye Hava Oyunları, Haziran 2004′de 3 ncü Türkiye Hava Oyunları ile ulusal ve uluslararası havacılık tarihine silinmeyecek imzalar attı.


Atatürkçü Düşünce Derneği * Erdoğan KARAKUŞ Makale

Tarihte Bugün – 16 Şubat 1925: Türk Hava Kurumu kuruldu

THK Cumhuriyet Tarihinde Ulu Önder ATATÜRK tarafından kurulan ilk kurumdur. Mustafa Kemal 1911 tarihinde Bingazi(Libya)’de İtalyanlara karşı savaşırken bir saldırıyla İtalyanları denize dökmek üzeredir. Ancak ortaya İtalyanların keşif uçakları çıkar. Uçakların gürültülü bir şekilde alçaktan uçuşları atları ve develeri ürkütür. Saldırı kuvveti dağılır.Bir uçak aşağıdan açılan ateşle düşürülmesine rağmen saldırı başarısız olur. Mustafa Kemal çok üzülür.

Yıllar sonra 16 şubat 1925 tarihinde THK’nu kurarken havacılık hakkındaki görüşleri,Türk Ulusu’na en doğru yolu göstermektedir.

”Bundan sonra insanlığın hizmetine girecek en büyük gelişmeler havacılık alanında olacaktır. Hatta gün gelecek insanoğlu uzaya gidecek, başka dünyalara gidecek, Ay’ı ve benzer gezegenleri bile fethedecektir. İşte bu çağdaş savaşlar da göklerde üstün olan uluslar tarafından kazanılacaktır. Ey Türk Gençliği göklerdeki yerini en kısa zamanda almak zorundasın.yoksa o yeri başkaları alır. Vatanın bütünlüğü, milletin birlik ve istiklali elden gider. İstikbal göklerdedir.”

THK kurulduktan bir yıl sonra Kayseri’de uçak fabrikası kuruldu. Uçak makinist okulu açıldı. THK kendine özgü çeşitli uçak ve planör üretti. Anılan uçak ve planör örnekleri şu anda Ankara Paraşüt Kulesi yanındaki THK Müzesinde sergilenmektedir.

THK aynı zamanda pilot yetiştirmek için büyük bir gayret içindeydi. Yetiştirdiği en önemli pilotlardan birisi ATATÜRK’ün manevi kızı Sabiha GÖKÇEN’di. Çünkü Sabiha GÖKÇEN dünyanın ilk kadın savaş pilotuydu. Sabiha GÖKÇEN Dersim isyanını bastırma harekatına katılmak istedi. ATATÜRK bu isteği tedirginlikle karşıladı. Çünkü isyancı 5-6 aşiret 1850’li yıllardan beri İngilz-Fransız sömürgecilerden yardım alarak Osmanlı Devleti’ne karşı da çeşitli bahanelerle isyan etmişlerdi. Daha evvelki isyanlarında padişah aynı zamanda halife olduğundan dini bahane edememişler, başka bahaneler uydurmuşlardı. Şimdi Hatay’ın Türkiye’ye katılmasını önlemek için Fransızların teşvikiyle dini de bahane ederek isyan ediyorlardı. İsyancılar o güne kadar,onlara karşı olan 100’ü aşkın bölge aşireti, çevre köy ve kasaba halklarının, malına canına, ırzına hiç acımadan tecavüz etmiş,bazı karşı duran aşiretleri katletmişti. O güne kadar 30000 Dersim’li Dersim’i bu katliamcılar, soykırımcılar nedeniyle terketmişti. ATATÜRK çok sevdiği manevi kızının bu isteğini kıramadı. Ancak ona kendi tabancasını verirken şunu söyledi. ”Çocuk,sen şimdi,cani,soyguncu, soykırımcı, katliamcı, ırz düşmanı olan isyancılarla mücadeleye gidiyorsun. Eğer onların eline canlı geçme ihtimalin olursa, bu silahı beynine sıkacak, namusunu teslim etmeyeceksin.’ ‘Sabiha GÖKÇEN ”Hiç şüpheniz olmasın.”deyip söz vererek tabancayı almış, kırk uçaklık filonun kahraman bir pilotu olmuş, çok başarılı görevler icra etmişti.

ATATÜRK’ün ölümüyle sadece THK değil, Nuri DEMİRAĞ, Vecihi HÜRKUŞ gibi havacılık sanayisiyle uğraşan bütün kuruluşlar yıllar içinde büyük darbe yedi. ABD yardımları ve NATO’ya giriş darbeyi katladı. Bu darbe havacılık sanayisi olmayan ulusların bağımsızlığı da olmaz darbesiydi.

THK bütün bu olumsuz gelişmeler sonucu,devlet desteğinin çok azalmasına rağmen, dar bütçesiyle, havacılığı Türk Ulusu’na sevdirme gayretini devam ettirdi. Ücretsiz kurslarla binlerce gence havacılık sevgisi aşıladı. Türkiye’de ilk defa havadan tarımsal ilaçlama ve havadan yangınla mücadeleyi başlattı. Bu durum Türkiye’nin milyonlarca ağacını yangından kurtardı. Şu anda Türkiye’de havadan orman yangınlarıyla mücadelede en büyük kuruluş olarak görevine devam etmektedir.

2000’li yılların başından itibaren cankurtaran uçak hizmeti sunmağa başladı. Aynı zamanda organların süratle ihtiyaç olan yerlere ulaştırılması için havadan ulaştırma teşkilatı kuruldu. Bu suretle bir çok insanın hayatının kurtulması sağlandı.

THK’nun en büyük hizmetlerinden birisi de Türkiye’de tamamen havacılıkla uğraşan bir üniversitenin kurulmasıdır. 1990’lı yılların sonunda THK’nca kurulan Havacılık Üniversitesi Vakfı, 2000’li yılların başında THK’nun sorunları nedeniyle tasfiye edilmek üzereydi. Ancak zamanın yöneticileri bütün zorluklarına rağmen vakfı yaşattılar ve 2012 yılında THK’nun yılların birikimi mevcut olanaklarından da yararlanarak THK Üniversitesi kuruldu.

Ulu Önder ATATÜRK’ün kurduğu kurum ebediyen yaşasın. Ülkenin bağımsızlığının, bölünmez bütünlüğünün güvencesi olsun.

Erdoğan KARAKUŞ

[/expand]


17 Şubat * İZMİR İKTİSAT KONGRESİ

[expand title=”Oku ( Aç / Kapat )”]

23 Nisan 1920 de Ankara’da toplanan Türkiye Büyük Millet Meclisi, 2 Mayıs 1920’de 11 bakandan oluşacak hükümetin kurulması ile ilgili 3 numaralı kanunu kabul etmişti. Bu hükümette bir de İktisat Bakanlığı bulunmaktaydı.

Hükümetin programında mali ve ekonomik meseleler üzerinde önemle durulacağı da belirtilmişti. Ancak 1920-1922 yıllarında Türkiye, Kurtuluş Savaşı içinde bulunduğundan, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti’nin bu dönemdeki başlıca amacı yurdu istiladan kurtarmaktı. Savaşın gerektirdiği nedenlerle de, hükümet o sıralarda üretim ve endüstriye yatırım yapacak durumda değildi.

Ancak yönetici kadro zaferden sonra prensip olarak siyasi ve ekonomik bağımsızlığı öngörmüştü.

Lozan Konferansına ara verildiği sırada, İzmir İktisat Kongresi 1135 delege ile 17 Şubat ve 4 Mart 1923 tarihleri arasında toplandı. Kongre Mustafa Kemal Paşa başkanlığında Manisa temsilcisi Kazım Karabekir, Asım ve Fevzi Çakmak Paşalar ile Rus Büyükelçisi Aralof ve Azerbaycan Büyükelçisi İbrahim Abilof’un katılımları ile başlamıştır.

Kongre, yeni Türkiye’nin İktisat Politikasını belirlemek amacıyla toplanmıştır. Mustafa Kemal Paşa açış konuşmasında :

Yeni Türkiye’mizi layık olduğumuz düzeye eriştirebilmemiz için mutlaka ekonomimize birinci derecede önem vermek zorundayız. Çünkü; zamanımız tamamen bir ekonomi devresinden başka bir şey değildir.

Siyasi, askeri zaferler ne kadar büyük olurlarsa olsunlar ekonomik zaferlerle taçlandırılmamışlarsa, meydana gelen zaferler devamlı olamaz.

Ekonomi demek, her şey demektir, yaşamak için, mutlu olmak için, insan varlığı için ne lazımsa onların hepsi demektir. Ziraat demektir, ticaret demektir, çalışma demektir, her şey demektir.” demiştir.

Atatürk, bu Kongre’de ayrıcalık taşıyan yabancı şirketlerin millileştirilmesi üzerinde durmuş, gayri meşru rekabeti besleyen kapitülasyonlara son vermenin gerektiğini belirtmiş, ulusal görüşü iktisat politikalarına temel yapmanın zorunluluğu olduğunu söylemiştir. Kongre, iki haftalık bir çalışmadan sonra oybirliği ile kabul edilen ‘Misak-i İktisadi’yi yayımlayarak dağılmıştır.

Kurtuluş sonrası Türkiye’nin iktisadi bakış açısını belirleyen en önemli olay, İzmir İktisat Kongresi’dir. İzmir, Türk kurtuluşunun, bağımsızlığın simgesidir. Mustafa Kemal’in Ordusu, işgalci Yunan güçlerini yenilgiye uğratıp, 9 Eylül 1922’de İzmir’i işgalden kurtarınca, kent, siyasi kurtuluşun simgesi olur.

Ancak, 9 Eylül sonrası koşulları İzmir için çok ağırdır. İzmir büyük bir yangına sahne olmuş, bölgedeki bağ ve bahçeler sökülmüş, tarlalar yozlaşmış, ortalık harabeye dönmüştür. İktisat Kongresi’nin İzmir’de toplanması bir rastlantı değildir. İşgalin tüm ağırlığını hissetmiş, savaşın yıkımını yaşamış, iktisadi bakımdan çökmüş olan İzmir, İktisat Kongresi ile iktisadi kurtuluşun, kozmopolit ekonomik yapıdan ulusal ekonomik yapıya geçişin de simgesi olacaktır.

İzmir İktisat Kongresinde, Yeni Türkiye’nin ekonomik sorunları tartışıldı. Ayrıca, Lozan’da devamı istenen kapitülasyonlar ve diğer imtiyazların kabul edilmeyeceği ifade ediliyordu. Bu kritik devrede, ekonomik sorunları düzenlemek için kararlar alan İzmir İktisat Kongresinde savaşlardan yorgun çıkan halka, ekonomik yön vermek ve harap olan yurdu kalkındırmak için yapılması gerekenleri tespit etmek amaçlanıyordu. İzmir İktisat Kongresi sonunda; kongreye katılanlar oybirliği ile Misak-ı İktisadı kabul ederek, modern ve müreffeh Türkiye için canla başla çalışmaya and içti.

Tarım, sanayi, ticaret ve işçi kesimlerinden 1135 tem­silcinin katılımıyla toplanan bu kongrede, 12 madde­den oluşan “Misak- İktisadi (Ekonomi Andı)” kabul edildi.

İzmir iktisat Kongresi’nde üzerinde tartışılan konular şunlardır:

  • Ulusal endüstri kurulması Fabrika üretimine geçilmesi
  • Ulusal bir banka kurulması Kapitülasyonların kaldırılması (Ulusal bağımsızlığı sağlamanın temel koşuludur.)
  • Tekellere izin verilmemesi
  • Toprak reformunun yapılması
  • İşçi sendikalarının ve meslek örgütlerinin oluşturul­ması
  • Demiryolu yapımına önem verilmesi
  • Hammaddesi yurt içi kaynaklardan sağlanan alanlar­da üretime önem verilmesi
  • Aşar vergisinin kaldırılması
  • Hayvan hastalıklarıyla mücadele edilmesi
  • Kabotaj hakkının elde edilmesi
  • Gerekli eleman yetiştirecek eğitim okullarının açılması
  • Stratejik yatırımların devlet eliyle yapılması
  • Koruyucu gümrük vergileriyle sanayicinin korunması
  • Borsaların kambiyo merkezlerinin millileştirilmesi
  • Kredi olanaklarının artırılması
  • Köylere telgraf, telefon, sağlık ve ulaşım hizmetlerinin getirilmesi

İzmir – İktisat Kongresi Görüşler ve Değerlendirmeler * PROF. DR. ZEKİ HAFIZOĞULLARI

Giriş

İzmir – İktisat Kongresi, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin “köklerini “ bilmede, dünü anlamada, bugünü kavramada ve yarına bakmakta hala çok önemli ekonomik, toplumsal, siyasi ve hukuki bir belge olma niteliğini taşımaktadır.

Ancak, İzmir İktisat Kongresi, her nedense “hukuki bakımdan” hiç veya yeterince değerlendirilmemiştir1.

Gerçekten, Erzurum Kongresi, Sivas Kongresi her yıl şenliklerle anılırken, üzerlerine bilimsel toplantılar yapılırken, her nedense eş değerde olan İzmir İktisat Kongresine hakkettiği önem verilmemiş2, hatta kongrenin yapıldığı ev yıkılmış ve yerine düşünülmeden otopark yapılmıştır. Bu, İzmir İktisat Kongresine hiç veya yeterince değer verilmediğinin bir kanıtıdır. Fazla söze gerek yoktur. İşin vahametini anlamak için, Atatürk hakkındaki araştırmalarda İzmir İktisat Kongresine ne kadar yer verildiğine bakmanın yeterli olduğu kanaatindeyiz.

Oysa, Atatürk, …” Efendiler, Hey’et-i aliyenizin bugün akdedmiş olduğu İktisat Kongresi çok mühimdir. Çok tarihidir. Nasıl ki Erzurum Kongresi felaket noktasına gelmiş olan bu milleti kurtarmak hususunda Misak-ı Millinin ve Teşkilat-ı Esasiye Kanununun ilk temel taşlarını tedarik hususunda amil olmuş, müessir olmuş müteşebbis olmuş ve bundan dolayı tarihimizde, tarih-i millimizde en kıymetli ve yüksek hatırayı ihraz etmiş ise, kongreniz dahi milletin ve memleketin hayat ve halas-ı hakikisini temine medar olacak düsturun temel taşlarını ve esaslarını ihraz edip ortaya koymak suretiyle tarihte büyük namı ve çok kıymetli bir hatırayı ihraz edecektir… Bu kadar kıymetli ve tarihi kongrenizi küşüt etmek şerefini bana bahşettiğinizden dolayı hassaten arz-ı teşekkür ederim… Ve böyle bir kongreyi akdeden sizlersiniz. Bundan dolayı sizi şayan-ı tebrik görür ve tebrik ederim… Kongre kuşat edilmiştir efendim.” derlendirmesini yaparak, İzmir İktisat Kongresinin “memleketin hayat ve halas-ı hakikisinde” ne kadar çok önemli olduğunu açıkça ortaya koymuştur3-4.

“İzmir İktisat Kongresi tarihte ilk defa ihraz-ı mevki-i bülend edecek bir kongredir”5

İzmir İktisat Kongresi, burada, bir iktisat sistemi veya doktrini, bir mevzuat taslağı, bir tarih tezi, vs., olarak değil, ama sadece “memleketin hayat ve halas-ı hakikisini temine medar olacak düsturlar” bütünü olarak ele alınacak6 ve dolayısıyla zorlu bir Kurtuluş Savaşı içinde ve sonrasında “kan ve irfanla” biçimlenen “Türkiye Cumhuriyeti Devletinin” toplumsal, ekonomik, siyasi ve hukuki temel düzenlerinin niteliklerinin neden ibaret olduğu saptanmaya çalışılacaktır.

İzmir İktisat Kongresinin Yapıldığı Tarihi Dönem

İzmir İktisat Kongresi, 17 Şubat-4 Mart 1923 tarihinde toplanmıştır7. Bu tarihte Lozan Konferansı kesintiye uğramış, tabii “Cumhuriyet” henüz ilan edilmemiştir.

Amasya Tamimi nasıl kurtuluş Savaşını başlatan ve bu “savaş boyunca güdülen amaç ve esasların”8 hukuki temel metnini oluşturmuşsa9, İzmir İktisat Kongresi de, 29 Ekim 1923 tarihinde ilan edilen “Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ nin ve bu cumhuriyetin niteliğini oluşturan Devrimlerin temel metnini oluşturmuştur.

Gerçekten, Lozan Konferansında, tarihi eskiye giden bir ulusun siyasi-hukuki biçimi olarak doğan yeni bir Devletin bir kurtuluş savaşı ortamında oluşmakta olduğu görülmüş, bu devletin toplumsal, ekonomik, siyasi yapısının ne/nasıl olacağı sorusu zihinleri işgal etmeye başlamış, savaşı kaybeden devletler bu belirsizlikten yararlanarak üstüne üstlük bir de “baskın çıkmaya” çalışmışlardır10.

İşte, İzmir İktisat Kongresi, Lozan Konferansının dağıldığı, Türk Heyetinin konferansı terk edip yurda döndüğü, ulusal sıkıntıların “had safhada”‘ olduğu bir sırada, Kurtuluş Savaşının noktalandığı İzmir’de, ülkenin biç çok yerinden gelen, toplumu oluşturan sınıfları ve/veya “grupları” temsil eden 1135 delege ile toplanmıştır11.

İzmir İktisat Kongresinin, dünya kamuoyuna, bugün de geçerli, tek bir duyurusu olmuştur.

Uygar başka uluslar kadar uygarız.

“ Milletimiz mazisinden değil, artık istikbalinden mesuldür”12

Evreni Farklı Bir Algılama Biçimi Laik toplumsal düzen

Toplumlar, egemenliklerinin veya kendileri ile biçimlendikleri hukuk /devlet düzenlerinin maddi kaynağının, ya “beşeri irade” olduğu varsayımına ya da “ilahi irade” olduğu varsayımına dayandırmaktadırlar13.

Zaten bir üçüncü olasılık da mevcut bulunmamaktadır.

Bir toplum kendisinin veya kendisinin biçimi olan hukukunun maddi kaynağını ilahi iradede buluyorsa, tüm görünümleri ile birlikte o toplumun düzeni teokratik toplum düzenidir, o hukuk düzeni teokratik bir hukuk düzenidir. Buna karşılık, eğer bir toplum kendisinin veya kendisinin biçimi olan hukukunun maddi kaynağını beşeri iradede buluyorsa, tüm görünümleri ile birlikte o toplum düzeni laik toplum düzenidir, o hukuk düzeni laik bir hukuk düzenidir. Bir toplumun hukukunun maddi kaynağı esas olarak ilahi irade olmasına rağmen, o toplumda ilahi irade yanında egemenin onunla çatışmayan kurallara veya örfi kurallara da geçerlilik sağlanmışsa, toplumun düzeni, kiminin ileri sürdüğünün tersine14, laik toplum düzeni değildir, tersine tüm tezahürleriyle “teosantrik “, yani buyurma erki tanrı merkezli toplumsal düzendir.

Genelde kabul edildiği üzere, Osmanlı İmparatorluğunun Düzeni, teokratik [veya teosantrik] toplum düzenidir15. Gerçekten, Osmanlı Devleti “ saltanat-ı şahsiye ve en son beş on sene zarfında saltanatı meşruta esasına müsteniden idare-i hükümet “ etmiştir. “ Saltanat-şahsiyede her hususta yalnız tacidarların arzusu, emel ve iradeleri hakimdir “. “ Milletlerin arzu, emel, irade ve ihtiyaçları mevzubahis olmaktan uzaktır. Millet amal ve iradesinden tecerrüt etmiştir. Tacidarlar kendilerini Allah tarafından gönderilmiş bir şahsiyat-ı ilahiye farzederler. Etrafını alan menfaa4erestan padişahın zihniyet ve arzusunu bir lazime-i semaiye, bir lazime-i Kur’aniye gibi herkese telkin ederler. Bu telkinat karşısında birgün bütün halk, bu arzu ve iradelerin – bila muhakeme iradat-ı semaviye olduğuna kanı olur”16.

Amasya Tamimi, tarihimizde ilk kez, “Vatanın bütünlüğü, milletin istiklali tehlikededir… Milletin istiklalini gene milletin azim ve kararı kurtaracaktır” emriyle, buyurma erkinin, yani egemenliğin kaynağının millet olması, yani beşeri irade olması esasını kabul etmiş olmaktadır. Erzurum ve Sivas kongrelerinde daha da çok kökleşen bu düşünce, kaynağı beşeri irade olan bir kurucu iktidar17 olarak, Türkiye Büyük Millet Meclisini ve onun Hükümetini ortaya çıkarmıştır. Böylece, TBMM, “ kurucu iktidar “ olarak, Anayasasını yapıp hükümetini kurmakla, uluslararası hukukun bir süjesi olmuş, dolayısıyla “Devlet” olma kimliğini kazanmıştır. İşte, İzmir-İktisat Kongresinde, “ziraat, Sanayi, Ticaret ve İşçi zümreleri” temsilcileri ve konuşmacı veya yönetici olarak katılan TBMM Hükümeti temsilcileri, tek vücut olarak, henüz oluşmamış bulunan ve ileride oluşacak olan “kurulmuş iktidarın” [ki daha sonra ismi Türkiye Cumhuriyeti Devleti olacaktır] esasları kurucu iktidarca belirlenmiş olan temel niteliğinden vazgeçilemeyeceğine işaret etmektedirler18.

Gerçekten, “Misak-ı İktisadi Esasları”, 1. maddesinde “Türkiye, Milli hudutları dahilinde, lekesiz bir istiklal ile dünyanın sulh ve terakki unsurlarından biridir. “ ilkesini ilan ederken, 2. Maddesinde, “Türkiye halkı milli hakimiyetini, kanı ve canı pahasına elde ettiğinden, hiç bir şeye feda edemez, ve milli hakimiyete müstenit olan meclis ve hükümetine daima zahirdir.” ilkesini ilan etmiştir. Böylece, “egemenliğin kaynağının beşeri irade olması” ilkesi, sadece kurucu iktidarın ve onu temsil eden kişilerin değil, aynı zamanda o kurucu iktidarı doğuran halkın temsilcilerinin sesi olmuştur19.

Bu demektir ki, İzmir-İktisat Kongresi, kararlarında, oluşacak kurulmuş iktidarın, yani barış antlaşmasından sonra kurulacak Devletin temel biçimini kesin olarak belirlemiş olmaktadır. Kurulacak bu devlette, üç unsurundan, egemenlik unsurunun kaynağının “beşeri irade” olduğu , insan unsurunun “millet” olduğu, toprak unsurunun uğruna savaş verilen ancak henüz uluslararası bir antlaşma ile sınırları çizilmemiş olan “Anadolu topraklan” olduğu kabul edilmiştir. Esasen Lozan Konferansına katılan devletlere de bir mesaj veren İzmir İktisat Kongresi, kurulacak devletin düzeninin, en başta, “laik devlet”, “milli devlet “ ve bu iki ilkenin zorunlu sonucu olarak “cumhuri devlet düzeni20 olmasına işaret etmiştir21. Gerçekten, daha sonra, Türkiye Cumhuriyeti Devleti Anayasasının, , yani Teşkilatı Esasiye Kanununun, “Türkiye devleti bir cumhuriyettir” ( m.l ) , “ Hakimiyet bilakaydüşart milletindir” (m.2 ) temel ilkelerine yer vermiş olduğunu görüyoruz.

Hukukun kaynağının beşeri irade olması esasını, ayrıca, Atatürk’ün İzmir-İktisat Kongresini açarken yapmış olduğu konuşmada buluyoruz. Gerçekten, Atatürk, Teşkilat-ı Esasiye Kanunundan söz ederken, “…Bu devletin hayatında bila kayd-u şart hakimiyetin milletin uhdesinde kalacağını ifade eden kanundur “ , “…Bu kanun hâkimiyetin milletin uhdesinde kalabilmesi için halkın bizzat kendi iradesini şart kılan bir kanundur “ diyerek inatla Devletin temel düzeninin “ laiklik devlet düzeni “ olduğuna ve olması gerektiğine işaret etmiştir. Atatürk, “Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetinin milletten aldığı veçhile istiklal-i tam, ha-kimiyet-i Milliye umdelerine istinaden milleti zengin, memleketi mamur etmekten ibarettir “, “…Bu umde icabı bütün cihan bilmelidir ki, artık Türkiye halkı; hakimiyetini hiçbir şahıs ve makama veremez. Hakimiyet demek şeref demek, namus demek, haysiyet demektir. Bir milletten bu evsaf-ı medeniye ve insaniyetin terkini talep etmek onu insanlıktan çıkarmak demektir” düşüncesiyle, mevcut kurucu iktidarın ve bu iktidar eliyle ileride kurulacak kurulmuş iktidarın temelinin laik devlet düzeni olduğunu söylemektedir.

Görüldüğü üzere, devletin unsurundan biri olan egemenliğin kaynağının beşeri irade olması, yani millete ait bulunması, açıkçası laik devlet düzeni, bu düşüncede, sadece barış antlaşmasından sonra kurulacak “kurulmuş iktidarın” zorunlu bir şartı değildir, aynı zamanda Türk Toplumunun ulaşılması gereken bir “uygarlık düzeyi”, edinmesi zorunlu bir “insanlık” göstergesidir.

Misak-ı İktisadi Esasları

Özünü milli iradenin / millet iradesinin, yani beşeri iradenin oluşturduğu bir toplum/ hukuk/ devlet düzeninin kurulması çabaları, doğaldır ki siyasallaşarak uluslararası alemin bir üyesi, dolayısıyla uluslararası hukukun bir süjesi olmak sıfatını kazanan toplumun, bu öze oturan yeni bir içerik kazanmasını zorunlu kılmıştır. Bu husus, İzmir İktisat Kongresinde, “ Misak-ı İktisadi Esasları “ kavramıyla ifade edilmiştir22.

İzmir-İktisat Kongresinde alınan kararlara ve yapılan konuşmalara bakıldığında, “Misak-ı İktisadi Esasları” kavramıyla kastedilen şey, siyasallaşarak “ Devlet “ kimliği kazanmış Türk toplumuna sadece basit bir “ ekonomik model “ kazandırmak değildir, tersine tarihi tahlil ederek, laiklik baz olmak üzere, “Türkiye halkının” veya “yeni Türkiye Devletinin” toplumsal, ekonomik, siyasi ve hukuki temel yapılarını belirlemektir23.

Gerçekten. “ Bütün Türkiyenin Ziraat, Sanayi, Ticaret ve İşçi zümrelerinden müntehab bin yüz otuz beş murahassın iştirakiyle İzmirde in’ikat eden ilk (Türkiye İktisat Kongresi ) nin müttefikan kabul ettiği (Misak-ı İktisadi ) esaları “nın 2. Maddesinde, “ Türkiye halkı milli hakimiyetini, kanı ve canı pahasına elde ettiğinden, hiç bir şeye feda edemez, ve milli hakimiyete müstenit olan meclis ve hükümetine daima zahirdir “24 esasına yer verilerek, her çeşit toplumsal, iktisadi, siyasi ve hukuki “toplumsal oluşumun “ temelinin beşeri irade olmasını zorunlu kılmıştır.

Atatürk, “ Milletimizin halas-ı kat’ı ve hakikiye mazhar olabilmek için iki umdeye istinadın şart olduğunu anladı. Onlardan birincisi Misak-ı Millinin ifade ettiği ruh ve mana “, “ İkincisi: Teşkilat-ı Esasiye Kanunumuzun tesbit ettiği gayr-ı kabil tebeddül hakayık “. “ Misak-ı Milli, milletin istiklali tanımını temin eden ve bunun için iktsadıyatında inkişafına mani olan bütün sebepleri bir daha avdet etmemek üzere lağveden bir düsturdur”. “Teşkilat-ı Esasiye Kanunu…bu devletin hayatında bila kayd ü şart hakimiyetin milletin uhdesinde kalacağını ifade eden kanundur.” tesbitini yapmakta25, tam bağımsızlık temeline dayalı olarak, “Milli egemenlik” ile “iktisadi egemenlik” arasında mutlak bir “korelasyon” kurmakta ve “ Hakimiyeti-ı Milliye, Hakimiyet-ı iktisadiye ile tersin edilmelidir26” demektedir.

Gerçekten, Atatürk, “ Dahil olduğumuz halk devrinin, milli devrin milli tarihini de yazabilmek için kalemler, sapanlar olacaktır.”, “Bence halk devri, iktisat devri mefhumiyle ifade olunur. Öyle bir iktisat devri ki memleketimiz mamur, milletimiz müreffeh ve zengin olsun.27” ..” Öyle bir iktisat devri ki, artık milletimiz insanca yaşamasını bilsin…28”, “…iktisadiyat demek her şey demektir. Yaşamak için, mesut olmak için ne lazımsa bunların kaffesi demektir, ziraat demektir, ticaret demektir, say demektir, herşey demektir”, “…yeni hükümetimizin bütün esasları, bütün programları iktisat programından çıkmalıdır. Çünkü…her şey bunun içinde mündemiçtir..29” diyerek, “ iktisat devri “ terimini sadece toplumun “ekonomik düzenini” ifade etmek için değil, aynı zamanda toplumun toplumsal, siyasi, hukuki, vs. temel düzenlerini ifade etmek için kullanmıştır.

O halde, İzmir-İktisat Kongresinde, milleti temsil eden halk sınıflarının içinden ve onlar tarafından seçilmiş olan temsilcileri30, “Misak-ı İktisadi Esasları” adı altında, bir “kurtuluş savaşı “ sonunda siyasi kimlik kazanan ve hasımları karşısında barış masasına oturan bir toplumun, “beşeri irade” esas olmak üzere oluşacak ekonomik, toplumsal, siyasi ve hukuki temel düzenlerini tespite çalışmışlardır.

Devletin Siyasi Düzeni Milli Devlet

1921 Anayasası Kurtuluş Savaşına meşruiyet sağlayan milli irade ilkesini benimsemiş olmakla birlikte, savaş sonrasında oluşacak devletin niteliklerini açıkça belirlememiştir. İzmir İktisat Kongresinde, milli iradeye dayalı olarak oluşturulması tasarlanan devletin, “ulus devleti” veya “milli devlet” olması esası doğrulanmakla kalınmamış, bu konunun artık bir zorunluluk olduğu kabul edilmiştir ( Misak-ı İktisadi Esasları, m.2 ).

Gerçekten, Atatürk, “Teşkilat-ı Esasiye Kanunu Osmanlı İm-paratorluğunun, devletinin tarihe münkalib olduğunu idrak eden, onun yerine yeni Türkiye Devletinin kaim olduğunu ilan eden bir kanundur” “Bu devletin hayatında bila kayd-ü şarta hakimiyetin milletin uhdesinde kalacağını ifade eden bir kanundur”, “Türkiye halkı hakimiyetini hiçbir şahıs ve makama veremez” diyerek31, bir yandan ulus devletinin, milli devletin atılan temelinin korunması zorunluluğuna işaret ederken, öte yandan, örtülü olarak, ilerde devletin şeklinin “cumhuriyet” olması gereğine işaret etmektedir. Zaten, daha sonra, 1924 Anayasası, “Türkiye Devleti bir cumhuriyettir” hükmüne yer verecektir.

Ancak, bazılarının iddiasının tersine, “ulus ( = millet ) devleti” veya “milli devlet”‘ ile” Faşizm” ve “Nazizim” biribirine karıştırılarak İzmir İktisat Kongresi değerlendirilmemelidir. İzmir İktisat Kongresinde, ne Faşizmi, ne de Nazizmi çağrıştıran bir karara veya beyana rastlanmaktadır. Gerçekten, Kongre metinlerinde, hem “korporativizm”32 düşüncesine, hem de ari veya üstün ırk düşüncesine dayalı bir toplum/millet/devlet anlayışına yer verilmemiştir . “Devletçiliğin”, ileride de belirtilecek, korporativizm ile uzaktan yakından her hangi bir ilişkisi bulunmamaktadır3’ Üstelik, ne o günkü hukuk metinlerinden ne de daha sonraki hukuk metinlerinde “milletin nesnel anlayışına”, yani milleti üstün bir ırka veya belli tek bir ırka yahut belli birkaç ırka dayandırma anlayışına işaret eden bir hükme rastlanmaktadır. Türk hukuk düzeni, dün olduğu kadar bugün de, hangi ırktan veya inançtan olursa olsun, Türkiye Cumhuriyeti Devletine “vatandaşlık bağı” ile bağlı olan herkesi “Türk” saymakta ve kanun önünde eşit haklarla donatmaktadır34.

Öte yandan İzmir İktisat Kongresinde “imtiyaza” ve “sınıfçı”35 bir toplum/hukuk/devlet düzeni özlemine de rastlanmamaktadır. Misak-ı İktisadi Esasları, 11. maddede, “Türkler, hangi sınıf ve meslekte olurlarsa olsunlar, candan sevişirler”36 demektedir. Atatürk, Kongreyi açış konuşmasında, hem sınıf kavramını ideolojik anlamlarından farklı anlamakta, hem de bir tarih tezi olarak toplumda sınıf çatışması kavramını reddetmektedir. Gerçekten, Atatürk, “Bizim halkımızın menfaatleri yek-diğerinden ayrılır sunuf halinde değil bilakis mevcudiyetleri, muhassala-i mesaisi yekdiğerine lazım olan sınıflardan ibarettir. Bu dakikada Sami’lerinin çiftçilerdir, sanatkarlardır, tüccarlardır ve ameledir. Bunların hangisi yekdiğerinin muarızı olabilir. Çiftçinin sanatkara, sanatkarın çiftçiye ve çiftçinin tüccara ve bunların hepsine, yekdiğerine ve ameleye muhtaç olduğunu kim inkar edebilir” demektedir. Mahmut Esat Bozkurt, Kongredeki konuşmasında, devletin oluşturulacak yapısının asla ideolojik bir devlet yapısı olmayacağına işaret etmiştir’7.

Görüldüğü üzere, İzmir İktisat Kongresine hakim olan düşünce, demokrasi “minimum” olarak halkın kendinin koyduğu kurallarla kendini yönetmesiyse38, ülkenin koşullarına uygun demokratik bir devlet düzeni39 özlemidir. Öyle bir toplumsal-siyasi düzen olmalıdır ki, “Bugün mevcut olan fabrikalarımızda ve daha çok olmasını temenni ettiğimiz fabrikalarımızda kendi amelemiz çalışmalıdır, müreffeh ve memnun olarak çalışmalıdır. Ve bütün bu saydığımız sınıflar aynı zamanda zengin olmalıdır. Ve hayatın lezzet-ı hakikisini tadabilmelidir ki çalışmak için kudret ve kuvvet bulabilsin40

Milli İktisat

Osmanlı Devleti esas olarak “ Saltanat-ı şahsiye “ ve bunun zorunlu sonucu olarak her hususta yalnız buyuranların arzu, emel ve iradelerinin hakim olduğu toplumsal-siyasi bir düzendir41

Kuşkusuz , böyle bir toplumsal-siyasi düzende, bir milli iktisattan söz edilemez42.

Milli iktisat, ancak esaslarını millet egemenliği veya milli egemenlik esasında bulan toplumsal-siyasi düzenlerde söz konusu olabilir.

İzmir- İktisat Kongresini açış konuşmasında, Atatürk, bilinçli bir biçimde “halk .devri”, “milli devir”, “milli tarih”, “iktisat devri’“,”milli iktisat “, vs. kavramlarına yer verilmiş, bir kurtuluş savaşı içinde doğan ve biçimlenmekte olan “Devletin” ekonomik düzeninin “milli iktisat düzeni” olacağına işaret etmiştir43. Mahmut Esat Bozkurt, “Ben hakimiyeti mil-liyeyi, milli hakimiyet-i iktisadiye olarak anlarım. Böyle olmazsa ha-kimiyet-i milliye bir ( serab ) olur”44 demektedir. İzmir- İktisat Kongresi tutanaklarında, inatla “milli istihsali temin”, “madenleri kendi milli istihsali için işletmek”, “çocukları iktisadi misaka göre yetiştirmek”45, “dahili ve milli sanayi’in inkişafı”46, “ kabotajda hakk-ı istiklalimizin tamamen istimal edilmesi”47, “aşarın lağvı”48 ve “Türkiyede yaşayan bütün efrada şamil olmak üzere…bir vergi ihdas edilmişi”, “inhisar sisteminin ref i”49, “…tütün reji inhisarinin ilgası..50” vs. kavramlarına yer verildiği görülmektedir. O halde, bu demektir ki, Lozan Barışının akdine tekaüdüm eden İzmir İktisat Kongresinde, Devletin ekonomik temel düzeninin, mutlak surette “milli iktisat düzeni” olmasına karar verilmiştir.

İzmir İktisat Kongresi, milli iktisadı dizaynda, o gün cari olan belli bir ideolojiye veya belli bir ekonomi doktrinine itibar etmemiştir. Bu, kongrede alınan kararlardan çıkarılabildiği kadar, kongrede yapılan konuşmalardan da açıkça çıkarılabilmektedir. Gerçekten, Mahmut Esat Bey, konuşmasında, “ Biz iktisat meslekleri tarihinde mevcut mekteplerden hiç birine mensub değiliz. Ne ( Bırakınız, geçsinler, bırakınız yapsınlar ) mektebine, ne de sosyalist komünist , etatist veya himaye mekteblerinden değiliz” ….”zikrettiğim mekteplerden hiç birine mensub olmamakla beraber memleketimizin ihtiyacına göre bunlardan istifade etmeyi de ihmal etmeyeceğiz1’“ demektedir.

“ Yeni Türkiye muhtelit bir iktisat sistemi tatbik etmelidir. İktisadi teşebbüs kısmen devlet ve kısmen teşebbüs-i şahsi tarafından deruhte edilmelidir”52.

Ancak, “iktisadi teşebbüsün” kısmen devlet tarafından üstlenilmiş olması, bir faşizm kurumu olan ne kollektivizmin ne de korporativizmin kabul edildiği anlamına gelmektedir. Daha sonra bu düşüncenin esini olarak 1924 Anayasasına giren Devletçiliğin53, Mahmut Esat Beyin de belirttiği üzere, bu müesseselerle uzaktan yakından her hangi bir ilişkisi bulunmamaktadır.

Bu durumda, Yeni Türkiye Devletinin iktisadi temel düzeni, devletin “işletme bazında” ekonomik hayata girmesinin istenmesine rağmen54, o günün koşullarında oluşmuş, özünde kendine özgü bir “Pazar Ekonomisi” düzenidir55.

Gerçekten, bu yeni iktisadi düzende başta tekelin ve tekel sistemlerinin yeri yoktur56. Kimse yabancı sermayeye karşı değildir57, “..bizim memleketimiz vasidir. Çok say ve sermayeye ihtiyacımız var. Kanunlarımıza riayet şartiyle ecnebi sermayelerine lazım gelen teminatı vermeğe her zaman hazırız. Ecnebi sermayesi bizim say’imize inzimam etsin ve bizim ile onlar arasında faideli neticeler versin”.58 Ülke dahilinde ticaret tamamen serbest kılınmış, imtiyaz verilmesi şeklindeki tüm tekeller kaldırılmıştır.59 Aşar lağvedilmiş, “Türkiyede yaşayan bütün efrada şamil” modern bir vergi sisteminin getirilmesi kabul edilmiştir.60 Faiz sistemi o günün koşullarında ekonomisinin ihtiyaçlarına uygun hale getirilmiştir.61

Kısacası, İzmir iktisat Kongresi, kurtuluş savaşı vermiş bir ulusun, bünyesine uygun bir pazar ekonomisi düzeni temel olmak üzere, uygar dünya ile bütünleşme iradesini ifade etmektedir.

Milli Toplum

İzmir İktisat Kongresi, toplumu, “milli toplum” veya aynı şey “ulus toplumu” olarak algılamaktadır. Gerçekten, Misak-ı İktisadi Esasları’nın 2. Maddesinde “Türkiye halkının milli hakimiyetini canı ve malı pahasına elde etmiş olduğundan” söz edilmektedir . Atatürk, kongredeki konuşmasının birçok yerinde, “milletimizi temsil eden halk sınıfları”, “halkın sesi”, “milletimizin” , “Millet” , “Türk milleti”, “milli devir” , “halk devresi”, “Türkiye halkı”, “Millet meclisi”, “milli devrin milli tarihi”, vs. kavramlarına yer vermiştir62. Ayni ve benzer kavramlara sıkça diğer konuşmalarda ve kongre metinlerinde de rastlanmaktadır. Bu demektir ki, İzmir İktisat Kongresi, “milli hakimiyet” kavramı ile “Türkiye halkı” veya “Türk milleti” kavramı arasında zorunlu bir bağıntı kurmuş, dolayısıyla halen savaş içinde bulunan ve bir barış antlaşması sonunda kimliği belirlenecek olan Devletin insan unsurunun niteliğinin “millet”, “halk” olması esasını benimsemiştir.

Böylece, İzmir İktisat Kongresinde, bir yandan her çeşit “ümmetçi toplum” modeli reddedilirken, öte yandan “imparatorluk toplumu” modeli ve “halklar” veya “halkların kardeşliği “ esasına dayanan Marksçı -Leninci düşüncenin “proletarya toplumu” veya kollektivist toplum modeli de reddedilmiştir. Gerçekten, Atatürk, bir yandan “Tacidarlar kendilerini Allah tarafından gönderilmiş bir şahsiyet-i ilahiye farzederler” vs. 63 ifadesiyle Osmanlı İmparatorluğu ümmetçi toplum düzenine karşı çıkarken, dolayısıyla her çeşit ümmetçi toplum modelini açıkça reddederken, öte yandan “Bizim halkımızın menfaatleri yekdiğerinden ayrılır sunuf halinde değil bilakis mevcudiyetleri muhassala-i mesaisi yekdiğerine lazım olan sınıflardan ibarettir”64 diyerek, halklar kavramına dayanan proleter toplum modelini de reddetmektedir. Benzer düşünceler, farklı ifadelerle, diğer konuşmacıların konuşmalarında da yer almaktadır65.

Devletin insan unsurunun “millet” veya “ulus” veya “halk” olmasının başta gelen sonuçları, bir yandan “milli değerler” ve “ laik ahlak,6667” esasının benimsenmesi olurken, öte yandan “tevhid-i tedrisat” yani “eğitimde birlik” esasının, açıkçası “milli eğitim”68 esasının benimsenmesi olmuştur.

Gerçekten, “Misak-ı İktisadi Esasları”, 12. Maddesinde, Türk kadını ve kocası çocukları iktisadi misaka göre yetiştirir” derken, yaygın ve örgün eğitim dahil, toplumsal her tezahürde temel ilkenin milli hakimiyet esası (m. 3) olduğuna işaret etmiştir. Bu bağlamda olmak üzere, Misak-ı İktisadi Esasları, “Milli hudutlar dahilinde” bağımsızlığı, barışçılığı ve ilerlemeyi (m.l ) milli değer saymıştır. Türkiye halkının “milli hakimiyete müstenit olan meclis ve hükümetine daima zahir olması” (m. 2) , “ormanlarını evladı gibi sevmesi”( m.5 )69 vs., Misak-ı İktisadi Esaslarında milli değerler olarak ifadesini bulmuştur. Öte yandan, Misaki-ı İktisadi Esaslarında, m. 3,4,5, 6,7,9,10 ve 11., Türkiye halkının, milli hakimiyet esasına dayalı, laik/ evrensel ahlaki değerleri belirlenmiş, böylece daha barış görüşmeleri aşamasında Türkiye halkının, temsilcileri barış görüşmesine katılan halklar kadar uygar olduğuna, ve etik değerlere sahip bulunduğuna işaret edilmiştir.

İzmir iktisat Kongresinde, o güne kadar Türk toplumda cari “ümmetçi eğitim” düzeni yerine “milletçi eğitim” düzeni konulmuştur70. Gerçekten, İzmir İktisat Kongresinde, “Ziraat ve Maarif Meseleleri “ başlığı altında, milli toplumun ihtiyacı olan eğitimin temel esaslarına işaret edilmiştir: Tüm okullarda “sanayi ve ziraatın ameli olarak gösterilmesi” emredilmiştir. Böylece, herhalde ilk kez, salt ezberci ( = nazari ) bir eğitim sisteminden, uygulamalı ( =ameli ) bir eğitim sistemine geçilmiştir71. “ Her Livada birbirine yakın olan köyler için kafi arazisi olan leyli birer iptidai mektebi açılması ve bu mekteplerde iptidai derslerle beraber ameli ve nazari basit ziraat dersleri gösterilmesi”72 emredilerek “Yatılı Bölge Okullarının” temeli atılmıştır . Öte yandan “ Köylerdeki iptidai mekteplerin mutlaka beş dönümlük bir bahçesi ve iki ineklik fenni bir ahır ve kümesi yeni usul bir arılığı ve muallimler için iki odalı bir evi olması ve arazinin bir kısmı sebze ve bir kısmı çiçek bir kısmı da fidanlığa tahsis edilerek muallimlerin nezareti altında bizzat talebe tarafından idare edilerek masraf ve hasılatının köy muallimlerine ait olması ve bu suretle çocuklara ameli olarak çiftçiliğin öğretilmesi ve münevver zevatın da köylerde yerleşmesinin teşvik teşviki”73 emredilerek, “köyün kentleştirilmesi” düşüncesinin ve daha sonra “ Köy Okulu” ve “Köy Enstitüsü” eğitim düzeni74 adıyla ortaya çıkacak olan yeni bir milli eğitim düzeninin temelleri atılmıştır. Seyyar Ziraat Mektebi açılması, ahlaka aykırı olmamak kaydıyla yeni bir iletişim aracı olan sinemadan yararlanılması emredilmiştir75.

Öte yandan, “Asayişin temini için maarifin neşri ve cehaletin izalesi” emredilmiştir76. Bu bağlamda olmak üzere, “Köylerin toplu bulundurulması, gerek inzibatı temini ve gerek maarifin intişarı için pek ziyade faydalı bulunmuş”77 tur. Bu düşünce, bizce, her halde, daha sonra sıkça savunulan köyleri birleştirme, kentleştirme, vs. düşüncelerinin ve bunlardan biri olan “Köykent” düşüncesinin esin kaynağı olmuştur.

Toplumun ve devletin kurucu unsuru, Kelsenci bir ifadeyle “temel normu” olan “milli hakimiyet” esasının78 zorunlu bir sonucu olarak, İzmir İktisat Kongresinde din, Türk halkının kimliğini oluşturan milli bir değer olarak değil ama, sadece toplumsal yüce bir değer olarak algılanmıştır. Gerçekten, Türkiye halkının “mukaddesatını” saldırılara karşı korumayı vazife bilmesi, emredilmiştir79 ve “Türk dinine …düşman olmayan milletlere daima dosttur”80 denmiştir. Bu bağlamda olmak üzere, “Milletimiz mazisinden değil artık istikbalinden mesuldür”81 diyen Kongre Başkanı Kazım Karabekir, “…düşmanlarımız Türk milletini taassub ile it-tiham etmektedirler…Türk müteassıb değildir. Fakat dindar ve salabetlidir. Faydalı olan her yeniliği severek alır. Fakat bugün maarifin en son programlarını çizen en müterakki milletler bile mektep talebelerine yövmiye en az onbeş dakika incil-i şerif okuturken ve dini günlerde mabetlerini çoluk çocukla doldururken, bizim dinimize olan sadakatimizi taassubla,cehl ile ittiham etmek isteyenleri Türkün dinine, ahlakına, hatta yazısına kadar dil uzatanları da Türk oğlu insaniyete ve medeniyete davet eder “ diyerek, Kurtuluş savaşı içinde oluşan milli toplumun toplumsal yüce bir değeri olan kutsal dini yüceltmiş ve vazgeçilmezliğine işaret etmiştir.

Milli Hukuk

Milli hakimiyet kavramı ve hukuk arasında zorunlu bir bağıntı bulunmaktadır.

Beşeri irade tarafından konulmayan bir şey hukuk kuralı olmaz82. Zira, “ deney verisi” tek hukuk, kaynağı beşeri irade olan hukuktur83.

Madem İzmir İktisat Kongresi tek egemenin “millet” olduğunu kabul etmiştir, milletin/ ulusun / halkın hukuku, ister yazılı isterse örfi olsun, o milletin / ulusun / halkın iradesinin bir tezahürüdür84.

Madem “Türkiye halkı milli hakimiyetini…hiç bir şeye feda edemez…” ve madem Türkiye halkı hakimiyetini meclisi ve hükümeti eliyle kullanmaktadır, “Türk hukuk düzeni” Türk halkının iradesinin “kanun” biçiminde tezahüründen başka bir şey değildir85.

Tabiidir ki, milletin kendi serbest, hür iradesiyle yarattığı hukuk, milli hukuktur.

İzmir-İktisat Kongresi, milli toplum, milli iktisat, milli siyaset ,vs. olgularının içinde devindiği ortam olarak bir Kurtuluş savaşı içerisinde oluşmuş bulunan milli Devletin hukuk düzeninin, yani milli hukuk düzeninin oluşturulması projesidir. Gerçekten “ Bu yeni Türkiye’nin adına çalışkanlar diyarı denir”86 diyen Atatürk, “Türkiye İktisat Kongresi tarihte ilk defa ihraz-ı mevki-i bülend edecek bir kongredir. Ve sizler bu memleketin ihtiyacını, milletin ihtiyacını ve milletin kabiliyetini ve bunun karşısında dünyada mevcut olan çok kuvvetli iktisat teşkilatını nazar-ı dikkate alarak, alması lazımgelen tedbirleri kemal-i vuzuh ile teati ve tespit etmelisiniz. O tedbirler tatbik oldukça memleketimizin nurlara, feyizlere müstagrak olsun”87 demekte ve “Türkiye Büyük Millet Meclisi ve hükümetiniz tabii milletin amali dairesinde terakki ve teceddüde tamamen taraftardır. Bunun için mülk ve millete nafi ittihaz edeceğnayi tedbirleri memnuniyetle nazar-ı dikkate alacaktır”88 uyarısında bulunmaktadır.

Bu durumda, İzmir-İktisat Kongresi, Türkiye Cumhuriyet Devletinin ve daha sonra gerçekleştirilen devrimlerin ve özellikle hukuk devriminin gayri resmi olarak “meşruiyet” temelini oluşturmuştur89.

Varılan bu yargı kesinlikle abartılı değildir. Gerçekten, İzmir İktisat Kongresi, bir yandan tanın90, orman91, asayiş92, ulaştırma9-1, maliye ve vergi94 bankacılık, sigortacılık ve borsa95, ticaret, sanayi ve gümrük96, madenlerin işletilmesi97, tarım, ticaret ve sanayi odalarının kurulması98, işçi, işçilik ve işçi sendikaları99, ekonomi, tarım, ticaret ve sanayi eğitimi ve öğretiminin100 şartlarına ve imkanlarına göre temel esaslarını ve yönlerini belirlerken, öte yandan tüm bu faaliyetlerin içinde cereyan edeceği hukuk düzeninin temel esaslarını ve yönlerini belirlemeye çalışmış, dolayısıyla, en başta, “Ticaret kanunlarımıza nazaran hukuk-i medeniye ve ticariyemizin vikayesini amir mesail ve mevadın nazar-ı ihtimama alınmasını”101 emretmiştir.102 Her halde, bu emir, Devletin hukuk düzeninin, baştan sona yenilenmesi zorunluluğuna işaret etmektedir.

Kendilerine “Amele namıyla hitap edilmekte olan kadın ve erkek erbab-ı say, yani “Emekçiler” , “‘işçi” sıfatını, ilk kez İzmir İktisat Kongresinde kazanmışlardır10’. Kongrede, emek değerli kılınmış, işçilere, sendika kurma hakkı tanınmış, asgari ücret esası, sekiz saatten fazla çalıştırılmama yasağı getirilmiş, kadın içiler ve çocuklar esirgenmiş, fazla mesai ve ücretli tatil hakkı kabul edilmiş ve 1 Mayısın “Türkiye İşçileri bayramı” ilan edilmiştir104. Böylece, Türkiye İşçileri, emeğin temsilcisi olarak ilk kez İzmir İktisat Kongresinde ciddiye alınmış ve Türk toplum hayatında şerefli yerini almıştır105.

Kısacası, İzmir İktisat Kongresi, örtülü olarak, içinde o günün şartlarını karşılayan kendine özgü milli bir pazar ekonomisinin devindiği, egemenliğin veya hukukun kaynağını beşeri irade sayan bir hukuk düzenini oluşturma ihtiyacına, dolayısıyla cumhuriyetin ve bir hukuk devriminin zorunluluğuna işaret etmiştir.

Sonuç

İzmir İktisat Kongresi, Lozan barış görüşmelerinin kesintiye uğradığı bir sırada, Ziraat, Sanayi, Ticaret ve İş hayatının temsilcilerinin, yani halkın gerçekleştirdiği “mesaj” içerikli, “resmi” olmayan “siyasi” bir faaliyettir.

Bu büyük Kongrede, itçesine yapılan zalimane bir savaştan şerefle çıkan bir halkın, yani “yeni Türkiye’nin” savaşta oluşmuş bulunan ve barıştan sonra oluşacak olan “şekline” ve “içeriğine” işaret edilmiştir. Kısacası, tüm Dünyaya, yeni Türkiye’nin, temsilcileri vasıtasıyla halkının yaptığı, uygarlıkta yeri olan bir “resmi” sunulmak istenmiştir. İzmir İktisat Kongresi, Türk toplumunun ekonomik, toplumsal, siyasi ve hukuki tüm temel düzenlerinin kaynağını “milli hakimiyet” esasından, yani “beşeri iradeden” aldığına ve bu temel esasın mutlaklığına, vazgeçilmezliğine işaret etmiştir.

İzmir İktisat Kongresinde, ilk kez Milli devlet, Milli iktisat, Milli toplum, Milli hukuk düzenlerinin o günün şartlarına uyularak oluşturulması gereğine işaret edilmiştir. Ancak, Kongrede, “millilik” ile “milliyetçilik” asla birbirine karıştırılmamıştır.

Gerçekten bu bağlamda olmak üzere, İzmir İktisat Kongresi kendine özgü bir pazar ekonomisi düzeninin oluşturulması zorunluluğunu ortaya koymuş ve bunun o günün ortamındaki şartlarına işaret etmiştir. İzmir İktisat Kongresinde, şartlar gereği olarak devletin de ekonomik hayatta yer almasına işaret edilmiş olmakla birlikte, faşizm ve nazizme, salt liberalizme, sosyalizm veya komünizme itibar edilmemiştir.

İzmir İktisat Kongresinde, kimi zaman açık kimi zaman örtülü olarak, “yeni düzeni” kuracak, koruyacak ve geliştirecek ve bu düzenin cereyanına imkan verecek, teokrasiden arındırılmış, kaynağını beşeri iradede bulan ve milli toplum, milli devlet, milli iktisat gereklerini sağlayan yeni bir hukuk düzeninin oluşturulması zorunluluğuna işaret edilmiştir.

Böylece, İzmir İktisat Kongresinde, bir yandan temsilcileriyle barış masasına oturduğumuz uluslara muhteşem bir kurtuluş savaşı içinde doğan, gelişen, kökleşen ve tüm kurum ve kuruluşlarıyla biçimlenen bir bir ulusun ve onun egemen ifadesi olan Devletin “kimliği” hakkında uyarılarda bulunulurken106, öte yandan ileride kurulacak olan “Cumhuriyetin” ve yapılacak olan devrimlerin, özellikle Türk Hukuk Devriminin “meşruiyet” temeli oluşturulmuştur.

Kısacası, İzmir İktisat Kongresi, sözünde saklı ilkeler bakımından, Türk ulusunun dünü, bugünü, aynı zamanda yarınıdır107


** Bu konferans, Atatürk Kültür Merkezi adına, 4 Kasım 1999 tarihinde Türk Dil Kurumu Konferans Salonu’nda.yerilmiştir.

1 İzmir İktisat Kongresi hakkında bkz., Afetinan, İzmir İktisat Kongresi, 17 Şubat – 4 Mart 1923, Atatürk Kültür Dil ve Tarih Kurumu Türk Tarih Kurumu Yayınları, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1989: Ökçün, Türkiye İktisat Kongresi, SBFY., 1968; Aydemir, Tek Adam Mustafa Kemal, 3.Cilt, 1922-1938, Remzi Kitabevi, Beşinci Baskı, İstanbul, 1975, 368 vd.; Mumcu, Tarih Açısından Türk Devriminin Temelleri ve Gelişimi, Ankara,1973,s. 169 vd.; Ersoy, Çalışma Hürriyetine Karşı Suçlar, Ankara, 1973, s.69; Alibeyov, Türkiye Cumhuriyeti’nin İktisadi Tarihinin Atatürk Dönemi, Atatürk Araştırma Merkezi, Üçüncü Uluslararası Atatürk Sempozyumu. 3-6 Ekim,1995- Gazi Magusa, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, cilt. 1, Ankara 1998, s.527 vd.

2 TRTK., Şubat 1999 yılında, İzmir İktisat Kongresinin, ilk kez yaptığı bir televizyon programında önemini belirtmiş. İzmir İktisat Kongresinin yapılmış olduğu binanın yıkılmış ve yerine otopark yapılmış olduğu haberini vermiştir. İzmir İktisat Kongresinin yapıldığı binayı yıkmış, yerine otopark yapma başarısını göstermiş bulunuyoruz. Bugün, hiç olmasa, otoparka bir tabela koyarak, o yerde

İzmir İktisat Kongresinin yapıldığına işaret edelim ve böylece bu güzel eseri bizlere bırakan atalarımıza olabildiği kadar minnet duygularımızı ifade etmiş olalım.

3 Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerinin tik Türkiye İktisat Kongresindeki İftitahi Nutukları, Afetinan, İzmir İktisat Kongresi, Ankara, 1989 s. 69.

4 Aydemir, Türkiye Cumhuriyeti Devleti Tarihinde en az Misak-ı Milli kadar önemli olan Misak-ı İktisadi Esasları m “ ..bir iş ve inşa siyasetinin ana hatları olmaktan ziyade, devrin havasına uyan bazı saf heyecan belirtilerinden temennilerden ibaret kaldı “ biçiminde değerlendirmiştir (Age., s. 369 ). Yazarın bu düşüncesine katılmamız mümkün değildir. Biz işin “künhünün” kavranmadığı kanaatindeyiz. İzmir İktisat Kongresi, kongre metinleri ve konuşmacıların değerlendirmeleriyle birlikte değerlendirildiğinde, aşağıda görüleceği üzere, onun mükemmel bir biçimde bir “iş ve inşa siyasetinin” ana hatlarını oluşturduğu görülür.

5 Gazi Mustafa Kemal, s.65.

6Aydemir, öyle sanıyoruz ki, İzmir İktisat Kongresini, sadece bir iktisat tezi olarak algılamaktadır ( Age., s.371 ). İncelememizden de ortaya çıkacağı üzere, İzmir İktisat Kongresi, salt bir iktisat görüşü değildir, tersine yeni Türkiye’nin temellerini oluşturan, bizce bugün de geçerli olan ve kendisinden vazgeçilemeyen, halkın gayri resmi sesinin ifadesi tarihi bir belgedir.

7 İzmir İktisat Kongresinden sonra Ülkemizde 2. İktisat Kongresi 2-7 Kasım 1981 tarihinde yapılmıştır. Ancak, değerli bilim ve siyaset adamımız Hocamız, Prof. Dr. Orhan Oğuz, bir özel sözlü açıklamasında, 1948 yılında, İstanbul Ticaret Odasının önderliğinde, Eminönü Halkevinde. Kendisinin de Eskişehir delegesi olarak katıldığını, dolayısıyla asıl ikinci iktisat kongresinin o kongre olduğuna

işaret etmiştir. Tabii, bu tespiti araştırmak tarihçilere düşmektedir.

8 Gerçekten, Amasya Tamimi, 1. maddede, “Vatanın bütünlüğü.milletin istiklali tehlikededir”

derken uluslararası hukukun tanıdığı bir zaruret hali veya meşru müdafaa halinin varlığını tespit etmekte, 2. maddede İstanbul Hükümetinin üzerinde bulunan mesuliyetin icabını yapmadığına işaret etmekte,” dolayısıyla 3. maddede “Millettin istiklalini yine milletin azım ve kararı kurtaracaktır” diyerek, Anadoluda yaşayan halkının bir “millet olarak” meşru müdafaa hakkının doğduğunu söylemekte, böylece uluslararası hukukun koyduğu meşrutiyet temellerine bihakkın oturduğunda kuşku bulunmayan Türk Kurtuluş Savaşını başlatmış olmaktadır. Bu hukuk temeli üzerine “Erzurum Kongresi”, “Sivas Kongresi” yapılmış, 23 Nisan 1920 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi toplanmış, bu yüce meclisin Hükümeti, uluslararası hukukun kurallarına uygun olarak, Kurtuluş Savaşının idaresini üstlenmiştir. “Türkiye” adı da ilk kez “Türkiye Büyük Millet Meclisinde” resmen yer almış (Afetinan, Age., s. 8), böylece Anadolu topraklarında oturan halkın egemen iradesini ifade eden, yeni bir Devlet ortaya çıkmış olmaktadır.

9Atatürk’ün 24. Nisan.1920 tarihide T.B.B.M’sine sunduğu önerge: “ Meclisin temsil ettiği

milli iradeyi, vatanın mukadderatına hakim tanımak esasdır. T.B.M.Meclisi’nin üstünde bir kuvvet mevcut değildir” . Zikreden, Afetinan, Age., s.8

lOAfetinan. Age., s. 10 vd.

11Afetinan,Age.,s.l2,19.

Ancak , burada, Kongar’ in Kongreye çağrılan ve katılan delegelerin niteliklerine ilişkin “ Kongre, o günkü toplumsal ve ekonomik yapı içinde işlev ve güç sahibi kişileri bir araya getirmiştir. Böylece “eşraf’, “ayan”, tüccar ve özellikle İstanbul ticaret çevreleri güçlerini bir kez daha kanıtladılar. Kongre hükümete, bu grupların çıkarlarına uygun öneriler yaptı” (İmparatorluktan Günümüze Türkiyenin Toplumsal Yapısı, 3. Basım, Bilgi Yayınevi, Ankara 1979. s.259) şeklindeki değerlendirmesine katılmıyoruz.

Bir kere Kongreye “işçi” sınıfının kadınlı erkekli temsilcileri de katılmış ve Kongrede “ İşçi Grubunun İktisadi Esasları”( Aterinan, Age., s. 51) o günün şartlarında bir “başyapıt” olarak tespit edilmiştir. Öte yandan, işçiler dışında çağrılan “çiftçi”, “tüccar” ve “sanayi” grubunun temsilcilerinin sadece ve özellikle “esrar’ ve “ayan arasından seçildiğine dair her hangi bir kayda ve iddiaya rastlanmamıştır. Üstelik, Yazar, muteber bir kaynağa giderek düşüncesinin kanıtını da göstermemiştir. Oysa, Atatürk, “ Sizler doğrudan doğruya milletimizi temsil eden halk sınıflarının içinden ve onlar tarafından müntehab olarak geliyorsunuz’ ( Gazi Mustafa Kemal Paşa, s. 57 ) değerlendirmesini yapmıştır.

12Afetinan, Age., s. 17,89

13Hirş, Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi, Ankara,1949, s.400 vd. Gözler, Hukuka Giriş, Ekin Ki-tabevi, Bursa, 1998, s.34 vd., 188 vd. Ayrıntılar için ayrıca bkz. Hafızoğulları, Laiklik İnanç. Düşünce ye İfade Hürriyeti, Us-A, Ankara,1997; İD. Laiklik, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, Üçüncü baskı, Ankara. 1999.

14 Çağatay, Laiklik ve Din İlişkileri, Atatürk Araştırma Dergisi,! 998,sayı 12,s. 357 vd.

15 Arsel, Teokratik Devlet Anlayışından Demokratik Devlet Anlayışına, Ankara,!975, s. XVIII : “Atatürk Türkiyesi ile birlikte, ilk kez, bir İslam ülkesinde, egemenliğin kökeninin Tanrı değil toplum (halk-millet beşeri iradesi) olduğu” düşüncesi ortaya çıkmıştır. Kapani, Politika Bilimine Giriş, Ankara. 1983, s. 54; Arsal, Teokratik Devlet ve Laik Devlet, Tanzimat I, Yüzüncü Yıldönümü Münasebetiyle,

İstanbul, 1940, s.80; Okandan, Umumi Amme Hukuku, İstanbul, 1976. s.194 vd.; Mumcu, Tarih Açısından Türk Devrimlerinin Temelleri ve Gelişimi, İstanbul, 1981, s.7; Mosca, Storia della dottirine politiche.Bari, 1966, s.22.

16 Gazi Mustafa Kemal, s. 61.; Mahmut Esat.., s.74 : “Hakimiyet gerek asri hukukta ve gerek milli ve dini hukukiyatımızda doğrudan doğruya millete ait bulunduğundan sultanlar, halifeler milletin iradesinden arzusundan bir karış ileri geçmek hak ve selahiyetini haiz değildirler. Bunun hilafına hareket eden tacidarlar Türk milleti nezdinde ya başlarını kaybederler veya ar-ı firarı irtikab ile mem

leketi terkeder ve giderler”.

17 Konu hakkında bkz., Gözler, Pouvoir Constituant. Ekin Kitabevi, Bursa, 1999.

18 “ Hakimiyet bila kaydü şart milletindir. İdare usulü halkın mukadderatını ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir” (m.l) “icra kudreti ve teşri salahiyeti milletin yegane ve hakiki mümessili olan Büyük Millet Meclisinde tecelli ve temerküz eder” ( 2 ) “ Türkiye Devleti Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur ve hükümeti “Büyük Millet Meclisi Hükümeti” unvanını taşır “ ( m.3 )

20.1.1337 (1921) tarih ve Kanun no:85 kanun numaralı Teşkilatı Esasiye Kanunu ( Kili – Gözübüyük, Türk Anayasa Metinleri,Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, s.91.

19 Gerçekten, Atatürk “Sizler doğrudan doğruya milletimizi temsil eden halk sınıflarının içinden ve onlar tarafından müntehab olarak geliyorsunuz. Bu itibarla memleketimizin halini, ihtiyacını, milletimizin elemlerini ve emellerini yakından ve herkesten daha iyi biliyorsunuz. Sizin söylediğiniz sözler, alınması lüzumunu beyan edeceğiniz tedbirler, halkın lisanından söylenmiş telakki olunur ve

bunun için en büyük isabetlere malik olur .Çünkü halkın sesi, hakkın sesidir” demektedir. Gazi Mustafa

Kemal, s. 57.

20Gözler, Hukuk Açısından Monarşi ve Cumhuriyet Kavramlarının Tanımı Sorunu, AÜSBFD.,Cilt.54,Ocak-Mart 1999,No.I,s. 51 vd.

21Burada, Kongar’ın, “Bir açıdan İzmirde toplanan Türkiye İktisat Kongresi, Osmanlılardan devralınan toplumsal ve ekonomik yapının onaylanması anlamını taşıyordu” ( Age., s.59) biçimindeki değerlendirmesine katılmak mümkün değildir.

Bir kere, Osmanlı toplumunda, toplumun siyasallaşmış biçimi olarak devletin bir unsuru olan egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğunu söyleyen bir düşünceye, bir mevzuata, resmi veya özel bir belgeye veya uygulamaya asla rastlanmamaktadır. Oysa, İzmir- İktisat Kongresinde, altıyüz yıllık Osmanlı tarihide hiç bilinmeyen ve Kurtuluş savaşının, yani savaş içinde biçimlenen bir hukuk düzeninin “meşruiyet” temeli, açıkçası “temel normu” olan toplumsal, ekonomik, siyası, hukuki bir ilke, yani “milli egemenlik” ilkesi inatla tekrar edilmekte (Mustafa Kemal Paşa, 63 vd. ), dolayısıyla toplumun ve onun siyasal örgütü olan Devletin tüm kurum ve kuruluşları bu ilkeye göre biçimlendirilmeye çalışılmaktadır.

Milli hakimiyet ilkesi, her halde ayrıca “sosyolojik” bir değerdir.

Böyle olunca, Osmanlı toplumu ile milli egemenlik esas olmak üzere biçimlenmekte olan “yeni Türkiye” toplumunu, “Türkiye halkını” eş veya benzer görmek her halde mümkün olmamak gerekmektedir.

Öte yandan, İzmir-İktisat Kongresinde alınan hiçbir kararda, Osmanlı teokratik- feodal toplum / hukuk/ devlet düzenini yeniden yapılandırmayı öngören tek bir hükme bile rastlanmamaktadır. Tersine, İzmir- İktisat Kongresinde, millet/ ulus egemenliğine dayalı yeni bir toplumsal düzen arayışına gidilmiştir. Gerçekten, Atatürk, “… Milletimiz…o dakikadan itibaren milli bir devre girdi; bir halk devresinin mebdeini kurdu..” ( Mustafa Kemal Paşa.., s. 62 ) şeklindeki tespitiyle bizi doğrulamaktadır. Aynı sonuç için ayrıca bkz., Afetinan , Age., s. 4 vd.,9 vd., 12 vd.

22Afetinan,Age.,s,19.

23 Gerçekten, kongre başkanı Kazım Karabekir Paşa, ( 4-3 Pazar Günü Öğleden Evvel Saat Onbir Buçukta Manisa Sanayi Murahhası ve Kongre Reisi Kazım Karabekir Paşa Hazretlerinin İrad Ettikleri Hitam Nutku, İzmir iktisat Kongresi, s. 90 ) “…Kongre Hey’et-I Umumiyesinin müttefik karariyle tesbit ve kabul olunan misak-ı iktisadi ise siyasi, ahlaki .içtimai lekesizliği temin eden iktisadiyatımızın temeli olup iktisat aleminde milletimizin kendini mücehhez bulundurması için müttefikan verilmiş bir ahittir “ açıklamasıyla varılan bu sonucu doğrulamaktadır.

24 İzmir İktisat Kongresi, s. 19.

25 Gazi Mustafa Kemal Paşa..,s. 63.

26 Gazi Mustafa Kemal Paşa.., s.64

27 Gazi Mustafa Kemal Paşa.., s. 64

28 Gazi Mustafa Kemal Paşa.., s. 65

29 Gazi Mustafa Kemal Paşa.., s. 68.

30 Gazi Mustafa Kemal Paşa.., s. 57

31 Gazi Mustafa Kemal Paşa, s.63.

32 Encyclopedia Garzatnti, Milano 1962, s.375.

33 Özer, Mukayeseli Hukuku Esasiye Dersleri, Ankara, 1939, s.492 : “Devletçilik- Devlet menafi ini her şeyin fevkinde tutmak ve iktisadi hayata devletin müdahalesini kabul ve verdiği direktifleri tatbik etmek manasındadır “.

34 1924 Teşkilatı Esasiye Kanunu, m. 88: “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle (Türk) itlak olunur “. “ Her Türk hür doğar, hür yaşar… “(m.68 ) “Türkler kanun nazarında müsavi dir..”..Her türlü zümre, sınıf, aile ve fert imtiyazları mülga ve memnudur ( m.69 ), KiIi-Gözübüyük,Age.s. 128, 124.

35 İmtiyazcı ve sınıfçı toplum/hukuk/deylet düzeni kavramı, ünlü ceza hukukçusu Mantovani’ den uyarlanarak kullanılmıştır. Bkz., Mantovani, Diritto pénale, Padova, CEDAM- Casa Editirice Dott. Antonio Milani, 1979, s.15 vd. Burada imtiyazcı toplum/hukuk/devlet düzeni terimiyle burjuvazinin çıkarları esas olmak üzere oluşmuş olan toplum/hukuk/devlet düzenlerine, sınıfçı toplum/hukuk/ devletdüzeni terimiyle proletarya ve çıkarları esas olmak üzere oluşmuş olan toplum/hukuk/devlet düzenlerine işaret edilmek istenmiştir.

36 Misak-ı İktisadi Esasları, İzmir İktisat Kongresi, s.20.

37 Başkumandan Gazi Paşa Hazretlerinin Nutk-ı İftitahillerini Müteakib İktisat Vekili Mahmut Esat Efendinin İrad Ettikleri Nutuklar, İzmir İktisat Kongresi, Afetinan, s. 76.

38 Duverger, çoğulcu demokrasinin ileri/yüksek bir endistürileşme düzeyine karşılık geldiğini ifade etmektedir (Introduzione alla politica, Laterza, Bari,1966, s. 125 ). Bu doğruysa, henüz endüstiri topumu aşamasına ulaşmamış bir toplumda bugünkü gelişmişliği ile demokratik bir toplumsal düzeni düşünmek her halde yanlış olur. Unutmamak gerekir ki “demokrasi” salt bir “durum” değil ama, bir sü

reçtir, bir devinimdir.

39 Afetinan. Age., s. 4.

40Gazi Mustafa Kemal Paşa., s. 68

41 Gazi Mustafa Kemal Paşa… s. 61

42 Mahmut Esat… s. 72,73.

43 Mustafa Kemal Paşa.., s. 61,62,64

44 Mahmut.Esat, s.73.

45 Misak-ı İktisadi Esasları,m.4,5,12.

46 Tüccar Grubunun Esasları, Gümrük siyaseti, İzmir İktisat Kongresi, m.I.

47 Tüccar Grubunun Esasları, Ticaret-i Bahriye Meselesi, İzmir İttisal Kongresi, m.1.

48 Çiftçi Grubunun İktisadi Esasları, Aşar Melesi, m. 1,2.

49 İzmir İktisat Kongresi,40

50 Çiftçi Grubunun iktisadi Esasları, Reji Meselesi, İzmir İktisat Kongresi, m. 1 2.

51 Mahmut Esat., s.76

52 Mahmut Esat..3-76

53 1924 Anayasası, 5.2.1937 -3115 s Kanun ile değişik m. 2, Kili- Gözübüyük, Age.,s.l 11.

54 Mahmut Esat.., s. 76 “ Hulasa bazı hussatta iktisadiyatımız devletleştirme usulünü takip edecek, bazı hususatta iktisadi teşebbüslerini şahsi teşebbüse terkedecektir”.

55 Aydemir, Age., s.369, 371 : “…yeni Türkiye genel olarak, Batı manasında liberal bir ekonomi düzenine yönelecekti’ . ‘“Görülüyor ki İzmir İktisat Kongresinde liberal bir iktisadi gelişmenin esasları savunuldu”.

56 Tüccar Grubunun Esasları, İnhisar Sisteminin Ref i. 40.

57 Mustafa Kemal Paşa.65

58 Mustafa Kemal. Paşa.65

59 İşçi Grubunun İktisadi Esasları. m. 27

60 Çiftçi Grubunun İktisadi Esasları, Aşar Meselesi, İzmir İktisat Kongresi, s. 24

61 itibari Teşkilat ve Teshilatı, m.2, “ 4-Murabaha Nizamnamesinin fahiş faizlerle ve türlü.türlü namlarla halktan gayri meşru menafi teminine mahal bırakmayacak kuyud ile tadil ve tatbiki “ , İzmir İktisat Kongresi,s.41-2.

62 Mustafa Kemal Paşa, passim.

63 Mustafa Kemal Paşa..s.61

64 Mustafa Kemal Paşa., s.68

65 Mahmut Esat.^.76.

66 Bkz., Acar, Laik adalet kavramı, ABD., 1996/2.

67 Misak-ı İktisadi Esaslarının 6. Maddesinin koyduğu milli değerler ve ahlaki değerler konusunda Aydemir ( Age.., s. 369 ) gibi düşünmüyoruz. Aydemir, ö.maddede yer verilen ahlak anlayışının – ki “dini inanca dayanan bir ahlak sağlamlığı” nitelemesine yer vermiştir- dini bir ahlak anlayışı değil “laik bir ahlak anlayışı” olduğu kanaatindeyiz. Bu maddede yer alan “Taassuptan uzak dindarana bir salebet her şeyde esasımızdır” sözü, Aydemirin söylediğinin tersine, “her şeyde bağnazlıktan uzak “dinin bütün buyruklarına uyan adama yakışır” bir sağlamlıkta” davranmak anlamınagelmektedir, çünkü “dindarana” sözcüğü burada “benzetme” ve “zarf değerindedir.

68 Ülkemizde “Milli eğitim” ile “Milliyetçi eğitim” birbirine karıştırılmıştır. Gerçekten, ulus devletinin, kendi insan unsurunu oluşturan “vatandaş kişiye” milli duygular ( yurtseverlik duygusu ) vermesi ödevi vardır. Kurtuluş savaşını yapanlar, kuşkusuz, katıksız milliyetçilerdir. Ancak, bu katıksız milliyetçiler, ırk esasına dayalı bir devlet değil, “milli devlet” / “ulus devleti” kurmuşlardır. Milli devlette, ulus devletinde, milli eğitim, en azından bugün “çoğulcu eğitim” düzenidir.

69 Çiftçi Grubunun İktisadi Esasları, Orman Meselesi, İzmir İktisat Kongresi, s. 27

70 Misak-ı İktisadi Esasları, m. 5-12.

71 Çiftçi Grubunun İktisadi Esasları, Ziraat ve Maarif Meselesi, m.2,4.

72 Çiftçi Grubunun İktisadi Esasları, Ziraat ve Maarif Meselesi, m.3.

73 Çiftçi Grubunun İktisadi Esasları, Ziraat ve Maarif Meselesi, m.6.

74 Köy Okulları ve Köy Enstitüleri kuruldukları dönemde ülkede büyük hizmet görmüş, ancak daha sonra “yoz siyasi tartışmaların’’ konusu olmuş, dolayısıyla Demokrat Parti iktidarı döneminde kapatılmışlardır. 27 Ocak 1954 tarih ve 6234 sayılı Köy enstitüleri ile ilköğretim okullarının birleştirilmesi hakkında Kanun, Tasarının verilme tarihi. 12 Haziran 1952, Görüşme tarihi. 27 Ocak 1954,

Düstur. Üçüncü tertip, cilt,35/1954, Başvekalet Matbaası, Ankara 1954.

75 Çiftçi Grubunun İktisadi Esasları, Ziraat ve Maarif Meselesi.m.9

76 Çiftçi Grubunun İktisadi Esasları, Asayiş Meselesi, m. 1.

77 Çiftçi Grubunun İktisadi Esasları, Asayiş Meselesi, m.2.

78 Misak-ı İktisadi, m.2 : “Türkiye halkı milli hakimiyetini canı ve kanı pahasına elde ettiğinden, hiç bir şeye feda edemez “.

79 Misak-ı İktisadî, m.6.

80 Misak:ı İktisadi., m.9

81 İzmir İktisat Kongresi,s. 89.

82 Gözler, Hukuka Giriş, s.34 vd. İD. Anayasa Normlarının Geçerliliği Sorunu, Ekin Kitabevi, Bursa, 1999, s. 39 vd.: “Norm insan iradesi tarafından konulan bir şeydir.Dolayısıyla beşeri irade ta rafından konulmayan bir şey norm olamaz”.

83 Hafızoğulları, Ceza Normu, Normatif Bir Yapı Olarak Ceza Hukuku Düzeni, İkinci baskı, Us-A Yayıncılık.., Ankara 1996.S.3-4.

84Thon, Norrma giuridicac diritto soggetivo.Trad. Dell’ A. Levi, padova, 1951. s. 11 vd.

851921 Teşkilatı Esasiye Kanunu, m.7; 1924 Teşkilatı Esasiye Kanunu. İkinci Fasıl, Vazifei Teşriye, m.9 vd.

86 Mustafa Kemal Paşa..,s.65

87 Mustafa Kemal Paşa..£.65

88 Mustafa Kemal Paşa., s.65

89 Gerçekten, Atatürk, “ Sizler doğrudan doğruya milletimizi temsil edin halk sınıflarının içinden ve onlar tarafından müntehab olarak geliyorsunuz…Sizin söyleyeceğiniz sözler beyan edeceğiniz tedbirler, halkın lisanından söylenmiş telakki olunur. Çünkü halkın sesi , hakkın sesidir “demektedir (Mustafa Kemal Paşa..,s.57 ).

9ü İzmir İktisat Kongresi. Çiftçi Grubunun İktisadi Esasları, Ziraat ve Maarif Meselesi, m.1-9, Ziraatta Hayvanat Meselesi, m. 1-18, Çiftçiliğe Ait Bazı Meseleler, m.1-18, Ziraatle Makine Meselesi, m.1-8.

91 İzmir İktisat Kongresi, Misak-ı İktisadi Esasları, .n.5. Orman Meselesi, nı.l-9.; Tüccar Grubunun Esasları, Ormanlar Meselesi, m. 1-15.

92 İzmir İktisat Kongresi, Asayiş Meselesi, m.1-14.

93 İzmir İktisat Kongresi, Yollar Meselesi, m..1-9: Vcsait-i Muhabere Meselesi, 1-7

94 İzmir İktisat Kongresi, Çiftçi Grubunun İktisadi Esasları, Reji Meselesi, m.1-2, Aşar Meselesi, m.1-2; Tüccacar Grubunun Esasları, İnhisar Rejiminin Refl; Temettü Vergisi, m.l; İtibari Teşkilat ve Teshilalı, m. 1-4.

95 İzmir İktisat Kongresi, Çiftçi Grubunun İktisadi Esasları, Ziraat Bankası.ve İtibar-ı Zirai Mes’eleleri. m.1-6.: Tüccar Grubunun Esasları, Bankalar, m.1-5, Kambio ve Borsa İşleri, m.1-6, Ti-caret-ı Bahriye Meselesi, m.l-24, Gümrük siyaseti, m. I. A, B,C, Gümrük Muamelatı, m.l-5; Sanayi Grubunun. İktisadi Esasları. Gümrüklerde Himaye Usulü jıı. I, A,B,C,D.

96 İzmir İktisat Kongresi. Sanayi Gurubunun İktisadi Esasları. Teşvik-i Sanayi Kanunu Hakkında. m.2.A,B,C.D.E,F,G,H; İşçi Grubunun İktisadi Esasları,m.27.

97 Tüccar Grubunun Esasları, Madenlerin İşletilmesi, m.1-9.

98 İzmir İktisat Kongresi. Çiftçi Grubunun İktisadi Meseleleri. Çiftçiliğe. Ait Bazı Maddeler,m.5; Tüccar Grubunun Esasları. Ticaret Odaları, A,B,C,D,E ; Sanayi Grubunun İktisadi Esasları, Sanayi Odaları A,B,C,D,E,F.

99 İzmir İktisat Kongresi, İşçi Grubunun İktisadi Esasları, m. 1-34. .

1.00 İzmir İktisat Kongresi, Tüccar Grubunun Esasları, Tedrisat-ı İktisadiye, m.1-4; Çiftçi Grubunun İktisadi Esasları, m.9; Sanayi Grubunun İktisadi Esasları. 5-Tedrisat-ı Sınaiye. A.B.C.D.

101 İzmir İktisat Kongresi, Tüccar Grubunun Esasları, Kavanin Ahkam-ı Ticariyenin Islah veTadili,m. İve ayrıca 2, A.B.CT.D,E: Şirketler, m.1-5.

102 Osmanlı İmparatorluğu Tanzimat döneminde, Kırım savaşı sonrasında Paris Anlaşmasınıimzaladıktan sonra (1856 ) yurda dönen Ali Paşa, hemen işe başladı ve gerekli kanunları vücuda getirmeye çalıştı. Bu bağlamda olmak üzere, Fransız Ceza Kanununu çevirterek 1856 yılında, bir padişahfermanıyla, Osmanlı Devletinin Ceza Kanunu olarak yürürlüğe koydurdu. Fransız’ Kara ‘Ticaret Kanununu aynı şekilde çevirterek Türk Ticaret Kanunu olmak üzere yürürlüğe koydurdu. Bir Deniz Ticaret Kanunu düzenleyerek yürürlüğe koydurdu. Ali Paşa Fransız Medeni Kanununu da çevirtip aynı usullerle Türk Medeni Kanunu olarak yürürlüğe koymak isterken Cevdet Paşa gibi bazı ricalin etkisiyle bundan vazgeçti. Ve.’Mecellei Ahkamı Adliye adıyla Fıkıhtan alınma yarı bir kanunu medeni vücuda getirmeye başladı” (Özer. Age.,s.386 ) .Bilindiği üzere. Mecelle, “kanun” sıfatı kazanmamış ve yani bir Kanun olarak hiç yürürlüğe “girmemiştir. Öte yandan, belirtilen bu kanunların tatbiki için bazı önemli kuruluşlar oluşturuldu. Örneğin, “Divanı Ahkamı Adliye” adıyla bir tür Adalet Bakanlığı oluşturuldu. Nizamı mahkemeler üç derece üzerine kuruldu. Fransız hukuk ve ceza muhakemesi usullerinden önemli hükümler tedvin olundu. O vakte kadar cari olan eyalet sisteminden vilayet idari taksimatına geçildi..

Şurayi Devlet oluşturuldu. Ancak, Ali Paşa Şurayi Devletten amaçladığını elde edemedi ( Özer., Age., 387 ). Görüldüğü üzere, Osmanlı İmparatorlu döneminde derme-çatma bir “iktibas” olgusu gerçekleştirilmiş, böylece Devletin hukuk düzeni yeniden oluşturulmaya çalışılmıştır. Ancak , bu ba-şarılamamış, İmparatorluk, Birinci Dünya Harbi sonunda hukuki yıkılmıştır. Yeni Türkiye yıkılan İmparatorluğun mevzuatını “tevarüs “ etmiş, ancak böylesine çarpık bir mevzuatla her halde fazla bir yol alamayacağını görüldüğü içindir ki, İzmir İktisat Kongresinde, en başta yukarıdaki hükmün konulması ihtiyacı duyulmuştur.

103 Bu konuda, Kongar’ın “ Mustafa Kemal ve arkadaşları Türkiye’ deki işçi sınıfının kol- lektivist bir ekonomiyi destekleyecek ölçüde gelişmediği gerekçesi ile, bilinçli olarak sosyalist olmayan bir kalkınma yöntemi seçmişlerdi ( Age., s. 260 ) değerlendirmesine katılmıyoruz. Bir kere, bizzat Atatürk, yukarıda da belirtildiği üzere, sermaye yokluğundan değil, tersine özünden ötürü “ sınıf kavgası” anlayışına, yani korporativızme dayalı toplumsal bir düzenin “yene Türkiyede mümkün olabileceğine inanmadığını, açıkça ifade etmiştir ( Mustafa Kemal Paşa., s. 68 ). Aynı düşünce, inatla ve daha açık bir biçimde, İktisat Vekili Mahmut Esat Bey tarafından da vurgulanmıştır (Mahmut Esat..,s.76)…

Öte yandan, İzmir- İktisat Kongresinde, çiftçiye ve işçiye verilen değer ve bunun sonucu olarak alınan kararlar karşısında ( İzmir- İktisat Kongresi, iktisat Esaslarımız, Çiftçi Grubunun İktisadi Esasları; İşçi sınıfının iktisadi Esasları ), Kongar’ in “Toplantıda toprak reformu ve grev hakkı gibi konular tartışılmazken , özel girişimci çabalarıyla sermaye biriktirmesini sağlayıcı önlemler örgütlendi “ değerlendirmesine katılmamız mümkün değildir. Elbette, doğrudur, İzmir- İktisat Kongresinde, konuşulan “ esaslı” konularla karşılaştırıldığında sadece “tali” olan grev hakkı ve toprak reformu konuları konuşulmamıştır. Burada, her halde, insaflı olmak gerekir, çünkü “yeni Türkiye ‘ nin düzenine ilişkin “asli’ konular karşısında, daha savaştan kurtulamamış bir ulusun tek düşüncesi, o günler sadece “tali” olmaktan öteye geçmeyen grev hakkını ve toprak.reformunu tartışmak olamazdı.

104 İzmir iktisat Kongresi, İşçi Grubunun İktisadi Esasları, m.1,4.6,7,8, 11,14

105 Gerçekten, Kongreye davet edilen “işçi kadınlar murahhassı Rukiye Hanım” ( İzmir İktisatKongresi, s. 85 ) aynen şunları söylemiştir: “Milli inklabımız memleketimizde memleketimizde mevcut bütün müstahsillerin murahhaslarından mürekkeb bu muazzam kongrenin toplanmasını mümkün kılmıştır. Bugünlere erişirken biz kadın işçilerini de fevkalade bir sahada görüyoruz. Bizleri bu kongreye davet eden Büyük Millet Meclisi Hükümeti erkanına ve bilhassa Gazi Mustafa Kemal Paşa hazretlerinebiz kadınlar samimi teşekkürlerimizi takdim ederiz”“Türkiye’de “memleket işlerine kadınların da iştirak etmesi ilk defa vukubuluyor. Bu şerefin bize müyesser olması kalplerimizi ferah ve gurur hissiyle doldurdu. Kongre, iktisadiyatımızın temelini teşkil eden işçi sınıfının meşru haklarını tanıdı. Bu netice kadın işçileri namına şayab-ı şükrandır”….”Yaşasın Türk işçi ve köylüleri, yaşasın Türk işçi kadınlığı”Görüldüğü üzere, İzmir İktisat Kongresinin ne kadar muhteşem bir .eser olduğun anlamak için sadece Rukiye Hanımın bu sözlerini anlamak becerisini göstermek yeter. İzmir İktisat Kongresi, “yeni Türkiye’ de, sadece Türk işçisine verilen değeri yansıtmamakta, aynı zamanda kadının erkeğe eşitliğinin ve kadının ilk kez “kamu hayatına” gerçek anlamda katılmasının tarihi bir belgesi olmaktadır.

106 Mustafa Kemal Paşa.. s. 66-8 : “ Mazide, Tanzimat devrinden sonra ecnebi sermayesi Müstesna bir mevkie malikti, devlet ve hükümet ecnebi sermayenin jandarmalığından başka birşey yapmamıştır. Her yeni millet gibi Türkiye buna muvafakat edemez. Burasını esir ülkesi yaptırmayız…son söz olarak demiştim ki memleketimizi artık esir ülkesi yaptırmayız. Nazar-ı dikkatinizi celbetmiş olan

konferansın son müzakeratı bu nokta ile alakadardır. Lozan konferansının talike uğraması aynı mesele ve noktadan münbaistir. Ordularımız en büyük bir zaferi ihraz etmişler ve meşyi-ı muzafferanesini tevkif edecek hiçbir mania mevcut değildir. Böyle bir zamanda İtilaf devletleri Hukuk-i tabiiye meş-ruamızı müzakerat ile tastik edeceklerini, müzakerat ile halledeceklerini söylediler ve bizi konferansa

davet ettiler…Muhatablarımız hukukumuzu tastik etmiş olmadı…Konferanstaki muhataplarımız bizimle Uç dört senelik değil, Uçyüz ve dörtyüz senelik hesabatı rü’yet ediyorlar ve hala muhatablarımız Osmanlı Devletinin tarihe karıştığını ve bugün bunun yerine yeni Türkiye’nin mevcudiyetini, bunu kuran milletin cok azimkar, imanlı ve celadetli olduğunu, istiklali tanım ve hakimiyet-i milliyesinden zerre kadar fedakarlık yapmayacağını hala anlayamamışlardır…bu millet istiklal-ı tanımının temin edildiğini görmedikçe yürümeye başladığı yoldan bir an tevaffıık etmeyecektir…bizi sulha kavuşturmaktan ineneden esbap doğrudan doğruya esbabı iktisadiyedir, mülahazat-ı iktisadiyedir….iktisat demek her şey demektir…”

107 Gerçekten, varılan bu sonucun doğruluğu. Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanınca. TBMM açılışında, açıkça doğrulanmış bulunmaktadır. Cumhurbaşkanı Sayın Süleyman Demirci1 in Türkiye Büyük Millet Meclisi’ nin 21’ inci Dönem İkinci Yasama Yılının Açılışında Yaptıkları Konuşma, Ankara. 1999 : “ Türkiye, teokratik bir devlet değildir ! laik bir devlettir ! “ Laiklik demokrasinin de inanç ve ibadet hürriyetinin de temeli ve teminatıdır”. “Türk vatandaşı, laik cumhuriyetle Müslümanlığı bağdaştırmıştır “ (s.19 ) . “Mirasçısı olduğumuz imparatorluğun tarih sahnesinden çekilmesi ve onun küllerinden Türkiye Cumhuriyetinin doğuşu da ulus-devletin dünyaya yayılmaya başladığı tarihi dönemde gerçekleşmiştir”…” Eğitimde ve hukukta modernleşme arayışına girilmiştir” ( s. 15 ) …. “Demokrasi, kendini savunmaktan mahrum bir rejimin adı olamaz “ (s.16)…”Bulunduğumuz bölgede, devraldığımız tarihi şartlar ve coğrafyanın dikte ettirdiği bazı olumsuzluklar, bizim ayakta durabilmemiz için, demokratik, üniter ve laik devleti, mutlaka korumamızı gerektiriyor “ ( s. 17 )

Kaynak: http://www.atam.gov.tr/dergi/sayi-46/izmir-iktisat-kongresi-gorusler-ve-degerlendirmeler

[/expand]


17 Şubat * Aşar (Öşür) Vergisinin Kaldırılması

[expand title=”Oku ( Aç / Kapat )”]

Büyük zaferin kazanılmasından önce, Mustafa Kemal Paşa, 1 Mart 1922 tarihinde TBMM’yi açış konuşmasında köylü ve tarım sorunlarına eğilmiştir. “Türkiye’nin gerçek sahibi ve efendisi, gerçek üretici olan köylüdür. O halde, herkesten daha çok refah, mutluluk ve servete hak kazanmış ve layık olan köylüdür.” Atatürk, İzmir İktisat Kongresi’nde yaptığı konuşmada tarımın önemi üzerinde durmuş; “Kılıç kullanan kol yorulur, fakat saban kullanan kol, her gün kuvvetlenir.” değerlendirmesini yapmıştır.
Köylünün en büyük sıkıntısı, aşar veya öşür denilen mahsulünün onda birini vergi olarak ödemesiydi.

Tarımsal Alanda Yenilik ve Düzenlernelerin Yapılması: 17 Şubat 1925 tarihinde Aşar (Öşür) vergisi kaldırıldı. Böylece köylü ağır ve sıkıntılı bir vergi sisteminden kurtulmuş oldu ve köylünün ekonomik durumu iyileştirildi. (Halkçılık ilkesi ile ilgilidir).

1933 yılında “Yüksek Ziraat Enstitüsü” kuruldu: Amaç, modem ve bilimsel yöntemlerle tarımsal üretimi ve ürün kalitesini arttırmak ve tarımsal hastalıklarla mücadele “Tarım Kredi Kooperatifleri” kurularak çiftçiye kredi imkanı sağlandı.

“Ziraat Bankası” nın köylüye verdiği krediler arttırıldı.

“Tohum lslahı” yapıldı. Traktörle yapılan  modern tarım teşvik edildi.

Veteriner Fakültesi” açılarak hayvan hastalıklarıyla mücadele edildi.

Tarım ve sağlık alanında görülen gelişmeler Halkçılık ilkesi doğrultusundadır.

1925’te çıkarılan başka bir kanunla Hükümet, köylüyü topraklandırmak amacı ile bedelini yirmi yılda ödemek üzere toprak dağıttı. Ziraat Bankası, küçük çiftçilere kredi kolaylıkları tanımakla ve faiz haddini düşürmekle yararlı hizmetler yaptı. Kooperatifçiliğe önem verildi. Tarım Kredi Kooperatifleri, Ziraat Okulları ve Yüksek Ziraat Enstitüsü açıldı.

Köylüye yararlı olmak ve yardım sağlamak amacı ile tohum ıslah istasyonları, numune çiftlikleri açıldı. Traktör kullanımı teşvik edilerek, ucuz alet ve makina dağıtımı yapıldı. Atatürk çiftlikler kurarak ve modern yöntemler uygulayarak çiftçilere örnek oldu.

[/expand]


17 Şubat * Türk Medeni Kanunun Kabulü

[expand title=”Oku ( Aç / Kapat )”]

Devlet yapısı laikleştirilirken, hukuk kuralları içinde laikliğe aykırı olanları atıp akla ve mantığa uygun olanları almak gerekiyordu. Hukuk düzeninin temeli medeni hukuktur. Osmanlı İmparatorluğu döneminde hukuk işleri din kurallarına göre yönetilmekte olduğundan, çağdaş toplumlar düzeyine erişmek isteyen Türk toplumunun temel ihtiyaçlarının, söz konusu hukuk yapısıyla karşılanamayacağı ortaya çıkmıştı. Tanzimat Dönemi’nde hazırlanan Mecelle, bazı yenilikler getirmekle birlikte, Türk toplumunun gereksinimlerine tam manasıyla cevap vermekte yeterli olamıyordu. Osmanlı Devleti’nde hukuk alanında var olan ikilikleri kaldırmayı hedefleyen Türkiye, Lozan Antlaşması ile yabancı mahkemeleri kapatarak hukuksal anlamda da bağımsızlığını zedeleyen bu durumdan kurtulmuştu. Ancak Medeni Hukuk anlamında Müslümanlar Mecelle ile gayrimüslim Türk vatandaşları da kendi dinlerine göre bu ilişkilerini düzenlemekteydi. Bu durum Patrikhaneye de hukuksal yetkiler tanımakta ve ülkedeki hukuk ve toplumsal birliğin oluşmasını engellemekteydi. Cumhu­riyet kadroları toplumun yaşamını laik esaslara göre düzenlemek gerekiyordu. Bu sebeple

  • kişilerin hak ve borçları,
  • aile kurumu, işleyişi ve sona ermesi,
  • mülkiyet ilişkileri,
  • miras sorunları,
  • kiralama, satın alma, ödünç verme, vb.

ilişkiler açısından, gerçek bir Medeni Kanuna ihtiyaç vardı. Bu nedenle İsviçre Medeni Kanunu örnek alınarak hazırlanan Medeni Kanun, 17 Şubat 1926’da TBMM’de kabul edilerek, yürürlüğe kondu. Bunu, öbür temel yasalar ile, ceza hukuku alanındaki boşlukları gideren Ceza Kanunu’nun kabul edilip (1 Mart 1926) yürürlüğe konması izlemiştir.

17 Şubat 1926’da kabul edilen Medeni Kanun’un getirdikleri özetle şunlardır:

  • Kadına, meslek seçme özgürlüğü tanındı.
  • Çok eşlilik yasaklandı, tek eşlilik ilkesi Kadına da boşanma hakkı tanındı.
  • Miras bölüşümünde cinsiyet ayrımına son verildi.
  • Evlilik resmi nikah şartına bağlandı. Böylece aile kuru­mu devlet güvencesi altına alındı.
  • Din ve mezheplere· göre uygulanan özel hukuk anlayışına son verilerek hukuk birliği sağlandı. (Cemaat mah­kemeleri kapatılarak.)
  • Patrikhane’nin dünya işleri ile ilgili yetkilerine son veril­ (Lozan Antlaşması’na göre, azınlıklar medeni hukuk kapsamına giren konularda kendi geleneklerini sürdürüyorlardı.)
  • Mahkemelerde kadın erkek ayrımına son Şahitlikle cinsiyet ayrımı kaldırıldı.
  • Çocukların iyi yetiştirilmesi amacıyla aileye görev ve sorumluluklar yüklendi.
  • Türk Medeni Kanunu’yla hukuk birliği sağlanmış;  laik toplum ve kadın hakları konusunda önemli bir adım atılmıştır. Özellikle kadınlara verilen hakların,  Halkçılık ilkesi ile de bağlantısı vardır.

[/expand]


19 Şubat * HALKEVLERİ AÇILMASI

[expand title=”Oku ( Aç / Kapat )”]

Halkevleri, halka yeni Türkiye’nin hedeflediği çağdaş medeniyet seviyesine ulaşma amacına uygun bir eğitim vermeyi hedefleyen yaygın eğitim kurumlarıdır.

19 Şubat 1932’de resmen açılan halkevleri, Atatürk’ün direktifleriyle kurulmuş ve kısa zamanda Türkiye’nin dört bir yanına yayılmış çok önemli bir kültür kurumudur.

Ankara’da yapılan açılış töreninde Atatürk teşebbüsün amacını şöyle açıkladı: “Gençlik, gelişen ve yetiştiren bir çalışmanın içinde yaşatılmalıdır. Millet, şuurlu, birbirini anlayan, birbirini seven, ideale bağlı bir halk kitlesi halinde teşkilatlandırılmalıdır. En kuvvetli ders vasıtalarına yetişkin muallim olduklarına malik olmak kafi değildir. Halkı yetiştirmek, halkı bir kitle haline getirmek için ayrıca bir milli halk mesaisinin tanzimini ihmal etmemeliyiz.

CHF (Cumhurieyt Halk Fırkası), 1931 Kogresinde parti tüzüğünün 72. Maddesi F fıkrasında parti idare heyetlerine Halkevi açma yetkisi verilmiştir. 19 Şubat 1932’de Ankara Halkevi ile birlikte toplam 14 Halkevi açılarak Halkevlerinin kültürel alandaki uzun koşusu başlamıştır. CHF Genel Sekreterliğinde Halkevleri Bürosuna bağlı olarak çalışan Halkevleri dokuz kolda faaliyet göstermişlerdir.

Dil, Edebiyat, Tarih, Güzel Sanatlar, Temsil (Tiyatro), Spor, Sosyal Yardım, Halk Dershaneleri ve Kurslar, Kütüphanecilik ve Yayın, Köycülük, Müze ve Sergi kollarında yetişkinlerin eğitimi, HalkKültürünün açığa çıkarılması, derlenmesi ve korunması, halkın aydınlatılması, günlük yaşamın modernleştirilmesi etkinliklerini yürüterek Türkiye’nin çağdaşlaşmasına katkıda bulunmuşlardır.

Halkevleri çalışmaları Cumhuriyet Halk Fırkasının parti programındaki ilkeler doğrultusunda yürütülmüştür. Bu kurumlar 1932-1951 yılları arasında Türkiye’nin toplumsal ve kültürel tarihinde önemli roller oynamıştır. Başta Atatürk olmak üzere, dönemin önde gelen devlet adamları zaman zaman halkevleri çalışmalarına bizzat katılmak suretiyle bu kurumları desteklemişler, böylece geniş halk kütlelerinin halkevlerinde yapılan faaliyetlere katılımını sağlamışlardır.

Halkevlerinin çalışmalarından birkaç örnek;

Köycülük Şubesi

Köylülerin sıhhî, medenî, bediî gelişme ve ilerlemesine, köylü ile şehirli arasında karşılıklı sevgi ve bağlılık duygularının kuvvetlenmesine çalışmak, çevre köylere geziler düzenlemek, köylüyü okutmaya çalışmak, hasta köylülerin şehir sağlık merkezlerinde muayene ve tedavilerini sağlamak, harp malulü köylülerle şehit köylülerin aile ve yetimlerini koruma ve bunların kasabadaki resmî işlerini kolaylaştırmak bu şubelerin aslî görevleri arasındadır.

Halkevlerinin faaliyetlerini sürdürdüğü dönemde Türkiye nüfusunun dörtte üçünden fazlası köylerde oturmaktaydı. Bu yüzden halkevleri faaliyetleri içinde köycülük ihmâl edilmemesi gereken bir faaliyet sahası olmuştur. Halkevlerinin bu konudaki temel prensibi “memleketi aslî ve asil unsurundan: köyden tanımaya başlamak”tır. Çalışmalarını bu ilkeden hareketle sürdüren halkevleri köyün sıhhî, sosyal ve bediî gelişiminin sağlanmasına önem vermiştir. Aralarında doktor, veteriner, öğretmen, mühendis vb. mesleklere sahip kişilerden kurulan halkevi köycüler komitesi civar köylere inceleme gezileri düzenlemiş, yeni planlar dahilinde modern köyler oluşturmaya çalışmıştır. Bazı halkevleri civarda bulunan köyleri, “örnek köy” seçerek, bu köylerin her türlü sorunuyla ilgilenmiştir. Örneğin İzmir Halkevi Karşıyaka’ya bağlı Örnek Köy’ünü model almış, bu köy için modern bir köy planı çizmiş ve köyün kuruluşunun ve gelişiminin bu plan dahilinde yapılmasını sağlamıştır. Halkevi köycülerinin hiçbir karşılık beklemeksizin köyün bayındırlık, temizlik, sağlık ve ziraat işleri ile ilgilenmesi, köylerde okuma odası açmaları, dünyada olup bitenler hakkında köylüyü bilgilen-dirmeleri gibi faaliyetleri dikkate değer çalışmalardır.

Müze ve Sergi Şubesi

Halkevi müzesi ve sergiler grubu olmak üzere ikiye ayrılan bu şubenin müze grubunun faaliyet sahası şunlardır: Çevredeki tarihî eser ve abidelerin iyi korunması hususunda resmî makamları aydınlatır. Bulunduğu yerde resmî müze varsa onları zenginleştirmeye, yoksa bunların kurulmasına çalışır. Tarihî eserlerin ve üzerindeki yazıların fotoğraflarını alır. Tarihî kıymeti olan eski yazılar, ciltler, tezhipler, divanlar, minyatürler, çiniler, halılar ve nakışlar gibi millî kültür vesikalarıyla eski millî kıyafetler ve diğer millî etnografya vesikalarını toplamaya çalışmak suretiyle mahallî müzelerin zenginleşmesini sağlar. Sergi Grubu ise çevrede ve memleketin diğer taraflarında bulunan sanatkârların eserlerinin teşhir edilmesini sağlar. Bu sanatçıların istedikleri eserleri sergiler açmak suretiyle halka tanıtır. Başlangıçta Müze ve Sergi Şubesi olarak açılan bu şube daha sonra, Tarih ve Müze Şubesi adı altında faaliyetlerini sürdürmüştür

Halkevi tarih ve müze kolları kendi bölgelerindeki tarihî eser ve anıtların incelenmesine, kaybolmaya yüz tutan millî etnografya vesikalarının aranıp bulunmasına, yerel müzeler kurulmasına, kurulmuş olanların zenginleşmesine çalışmıştır. Bu komiteler tarihî geziler düzenlemiş, halkın tarih bilincini geliştirmeye gayret etmiştir. Birçok halkevi topladığı eserlerle kendi müzesini kurmuş, civardan toplanan tarihî eserler şehirdeki devlet ve halkevi müzelerinde koruma altına alınmıştır. Halkevlerinin müzeciliğe dair yaptığı neşriyat da bu kurumların önemli çalışmalarındandır. “Halkevleri Türk Tarih Kurumunun kurulması ve Türk Tarih tezinin ortaya atıldığı bir dönemde Türk Tarih Kurumunun Anadolu’daki yardımcı kolları olarak tanımlanmıştır. Bu yüzden yapılan tüm araştırma ve tetkikler raporlar halinde kuruma gönderilmiştir”. Serap Taşdemir’in de belirttiği gibi, tarih komiteleri çalışmalarını Türk Tarih Tezi ışığında sürdürmüş, tarihe dair araştırmaları yayımlamıştır. Türk Tarih Tezi’ni geniş kitlelere anlatmak için konferanslar düzenlemişler; tarih ve dil ile ilgili işlerin millî varlığın temeli olduğu görüşünden hareketle, bünyelerinde tarih arşivleri oluşturmuş, yöredeki tarihî eserleri toplamış ve gönderdikleri belgelerle Türk Tarih Tezi’ne önemli katkıda bulunmuştur.

HALK EVLERİNİN KAPANIŞI

14 Mayıs 1950’de Demokrat Parti’nin ezici bir çoğunlukla iktidara gelmesiyle, halkevlerinin durumu tamamen sarsılmış, Demokrat Parti ödenek yokluğu gerekçesiyle 18 Haziran 1950’de ilk olarak Londra Halkevi’nin faaliyetlerini durdurmuştur. Bu tarihten sonra kamuoyunda halkevleriyle ilgili tartışmalar daha da artmıştır. Nitekim Demokrat Parti milletvekilleri tarafından Türkiye Büyük Millet Meclisine sunulan “Halkevlerinin ve Bazı Halk Partisi Gayri Menkullerinin Hazineye İadesi Hakkındaki Kanun Lâyihası” 9 Ağustos 1951 tarihinde açık oylamaya sunulmuş ve lâyiha, mecliste bulunan 365 milletvekilinden 362’sinin olumlu oyuyla geçmiştir. Yasa 11 Ağustos 1951 tarihli Resmî Gazetede yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. Bu yasa sonucunda halkevleri binalarına ve binalardaki mallara resmen el konulduğu ve bunlar hazineye iade edildiği için halkevleri de fiilen çalışamaz hale gelmiş, başka deyişle kapanmıştır. Burada halkevlerinin kuruluşunun yasayla değil de talimatnameyle yapılmış olmasının kapanmayı kolaylaştıran bir etken olduğunu belirtelim.

[/expand]


3 Mart * Hilafet’in, Şer’iye ve Evkaf Vekâleti’nin (219) kaldırılması ve öğretimin birleştirilmesi kararı

[expand title=”Oku ( Aç / Kapat )”]

NUTUK’dan:
Bu yazışmadan sonra harp oyunu dolayısıyla İsmet Paşa ve Millî Savunma Bakanı bulunan Kâzım Paşa da İzmir’e gelmişlerdi. Genel Kurmay Başkanı Fevzi Paşa da zaten orada bulunuyordu. Hilâfetin kaldırılması gereğinde görüşlerimiz birleşmişti. Aynı zamanda Şer’iye ve Evkaf Vekâletlerini de kaldırmak ve öğretimi birleştirmek kararında idik.

1924 yılı Martı’nın birinci günü Meclis’in tarafımdan açılması gerekiyordu. 23 Şubat 1924 günü Ankara’ya dönmüştük. Burada da gereken kimselere kararımı bildirdim. Mecliste bütçe görüşmeleri yapılıyordu. Hanedan’ın ödeneği ile Şer’iye ve Evkaf Vekâletleri’nin bütçeleri üzerinde durulmak gerekiyordu. Arkadaşlarımız bu maksada göre görüşme ve tenkitlere başladılar. Görüşme ve tartışmalar devam ettirildi.1 Mart günü, Büyük Millet Meclisi’nin beşinci çalışma yılı dolayısıyla verdiğim nutukta, şu üç noktayı özellikle belirttim:

1 — «Millet, Cumhuriyet’in bugün ve gelecekte bütün saldırılardan kesin ve ebedî olarak korunmasını istemektedir. Milletin isteği, Cumhuriyet’in denenmiş ve olumlu sonuçları görülmüş olan bütün esaslara bir an önce ve tam olarak dayandırılması şeklinde ifade edilebilir.»

2 — «Millet kamuoyunda tespit edilen eğitim ve öğretimin birleştirilmesi ilkesinin bir an önce uygulanmasını gerekli görüyoruz.»

3 — «Müslümanlığın, yüzyıllardan beri yapılageldiği üzere bir siyaset vasıtası olarak kullanılmaktan kurtarılmasının ve yüceltilmesinin şart olduğu gerçeğini de görmüş bulunuyoruz.»

2 Mart günü Parti Grubu toplantıya çağrıldı. İşaret ettiğim bu üç konu ortaya atıldı ve görüşüldü. İlkeler üzerinde anlaşmaya varıldı. 3 Mart günü, Meclis’in birinci oturumunda, Başkanlığa gelen evrak arasında şu önergeler okundu:

1 — Şeyh Saffet Efendi ile elli arkadaşının, hilâfet’in kaldırılması ve Osmanlı Hanedanı’nın Türkiye dışına çıkarılması ile ilgili kanun teklifi.

2 — Siirt Milletvekili Halil Hulki Efendi ve elli arkadaşının Şer’iye ve Evkaf Vekâleti ile Erkan-ı Harbiye Vekâleti’nin (220) kaldırılması ile ilgili kanun teklifi.

3 — Manisa Milletvekili Vâsıf Bey ve elli arkadaşının, eğitim ve öğretimin birleştirilmesi ile ilgili önergeleri.

Başkanlık kürsüsünde oturan Fethi Bey: «Efendim, birçok imzalarla gelen bu kanun tekliflerinin hemen görüşülmesi ile ilgili önergeler vardır. Yüksek oyunuza sunacağım» dedi ve bu tekliflerin ilgili komisyonlara gitmeden hemen görüşülmesini oya koyarak, kabul edildiğini bildirdi. İlk itiraz, Kastamonu Milletvekili Halit Bey’den geldi. Görüşmeler sırasında Halit Bey’e bir iki kişi daha katıldı. Tekliflerin lehinde uzun konuşmalar yapan birçok değerli konuşmacılar kürsüye çıktı. Önerge sahipleri dışında, rahmetli Seyyit Bey’in ve İsmet Paşa’nın ilmî ve inandırıcı konuşmaları her zaman için okunmaya değer. Bu konuda yapılan görüşme ve tartışmalar beş saat kadar sürdü. Saat 18.45′te görüşmeler bittiği zaman, Türkiye Büyük Millet Meclisi, 429, 430 ve 431′inci kanunlarını çıkarmış bulunuyordu.

Bu kanunlara göre «Türkiye Cumhuriyeti’nde millet işleriyle ilgili kanunları yapma ve yürütme yetkisi Türkiye Büyük Millet Meclisi ile onun kurduğu hükûmete verildi»; «Şer’iye ve Evkaf Vekâleti kaldırılmış» oldu.

Türkiye içindeki bütün bilim ve öğretim kurumlarıyla, bütün medreseler Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlandı. Halife, görevinden uzaklaştırıldı ve hilâfet makamı kaldırıldı. Uzaklaştırılan Halife ve tarihten izi silinmiş Osmanlı hanedanının bütün mensuplarına Türkiye Cumhuriyeti ülkesinde oturma hakkı süresiz olarak yasaklandı.


İnternet üzerinden Avustralya Atatürk Kültür Merkezi web sitemizden Nutuk okuyabilirsiniz.

NUTUK * https://ataturk.org.au/nutuk/

[/expand]


3 Mart * Halifeliğin Kaldırılması

[expand title=”Oku ( Aç / Kapat )”]

İslam dünyasında Halifeler aynı zamanda devlet başkanı idiler. Bu durum demokrasi kurumları ile ve özellikle de demokratik hukuk devleti anlayışıyla büyük bir çelişki teşkil ediyordu. Diğer taraftan Halifelik makamının Osmanlı sınırları dışındaki insanlarla da ilgili yetkilerinin olması halifenin dış politika ile aktif şekilde ilgilenmesine neden olmaktaydı.Yine bu yetkiler Osmanlı padişahına başka ülkelerde yaşayan Müslüman toplulukların haklarını korumak için ayrı bir yükümlülük getirmekteydi.Bu durum öncelikle iç düzeni sağlamak ve milli değerlere bağlı bir toplum yapısı ve devlet düzeni kurmak isteyen TBMM’nin faaliyetlerinin zora sokmaktaydı.

II. TBMM inkılap yanlılarının çoğunlukta olduğu bir meclisti fakat yenilik karşıtı olan muhalefet grubu daha güçlü olabilmek için halife ile yakın bir ilişki içerisinde olmaya ve bu makamı politika malzemesi yapmaya çalışmaktaydı.Yeni rejim karşıtları ve diğer muhalefet grupları için halifelik bir sığınma makamı haline gelmişti.Ülke dışından Türkiye’ye gelen politikacıların eski alışkanlıklarında etkisiyle halifeye önem vererek Onu ziyaret etmeleri bu makamın siyasi yetkisinin tartışılmasına neden olmuş,TBMM’nin faaliyet alanına giren davranışları tepki çekmiştir.

Bütün bunlar TBMM’nin halifelik makamının yetkilerinin kesin ve net bir şekilde kaldırılarak lavedilmesini gerekli kılmıştır.

Halifeliğin Kaldırılmasının Nedenleri

  • Saltanatın kaldırılıp cumhuriyetin ilan edilmesinden sonra halifeliğin yetkilerinin belirlenme ihtiyacının doğması ve halifeliğin bir sembol haline gelmiş olması
  • Halifelik makamının TBMM’nin üzerinde gibi hareket etmesi ve görünmesi
  • TBMM tarafından halifeliği onaylanmış olan Abdülmecid Efendi’nin devlet başkanıymış gibi davranması
  • Halifeliğin cumhuriyet rejimine ve laikliğe aykırı bir kurum olması
  • Yeniliklere karşı olan muhalefet grubunun en önemli dayanağının halifelik makamı olması

Bu nedenlerden dolayı halifelik makamı tartışılmaya açılmıştır. Halifeliği TBMM’nin bünyesinde tutabilmenin mümkün olmadığı görülünce kaldırılması kararlaştırılmıştır.3 Mart 1924’te alına bir kararla halifelik kaldırılmış buna bağlı olarak bazı düzenlemeler gerçekleştirilmiştir.

Halifeliğin Kaldırılmasının Sonuçları

  • Laikliğe geçiş süreci hızlanmıştır.
  • Ulusal egemenlik anlayışı güçlenmiştir.
  • Yapılacak inkılâpların gerçekleştirilmesi kolaylaşmıştır.
  • TBMM’deki muhalefetin etkisi azalmıştır.
  • Halifeliğe bağlı kurumlarda yeni düzenlemeler gerçekleştirilerek bu kurumların TBMM’nin denetimine girmesi sağlanmıştır.
  • Ümmetçi devlet anlayışından ulusçu devlet anlayışına geçiş süreci hızlanmıştır.
  • Saltanatın kaldırılmasına rağmen hala etkisini sürdürmeye çalışan Osmanlı hanedanının bu duruma son verilmiştir.

[/expand]


3 Mart * TEVHİDİ TEDRİSAT KANUNU (EĞİTİM BİRLİĞİ KANUNU)

[expand title=”Oku ( Aç / Kapat )”]

Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile eğitim birliği bir sistem olarak benimsenmiş bulunmaktadır. Yeni Türkiye’nin kültür hayatında çok önemli bir aşamayı başarıya ulaştıran Tevhid-i Tedrisat Kanunu, aslında büyük bir kültür hamlesidir. Eğitimin birleştirilmesi ile, özellikle 19. yüzyıl sonlarından beri Türkiye eğitiminde görülen medrese ve okul (mektep) diye devam eden ikililiğe son verilmiştir. “Tevhid-i Tedrisat Kanunu” ile öğretim ve eğitim birliği sağlanarak milli kültür birliğine yönelmek istenmiştir. Öğretim ve eğitime milli ve laik bir karakter veren Tevhid-i Tedrisat Kanunu, milli gelişme tarihinde daima büyük yer tutacak bir inkılabın da adı olmuştur.

3 Mart 1924 tarihli Tevhid-i Tedrisat Kanunu, öğretim ve eğitimin birliğini sağlamakla beraber medreselerin de kaldırılmasını sağlamıştır. Keza 3 Mart 1924 tarihli, Şer’iye ve Evkaf Vekaletlerinin kaldırılmasına dair kanunla da, vakıfların bağlı bulunduğu vekalet (bakanlık) kaldırıldığından ve Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun üçüncü maddesi ile de Şer’iye ve Evkaf Vekaleti bütçesinde mektepler (okullar) ve medreseler için ayrılan ödenek Maarif Vekaletine (Milli Eğitim Bakanlığına) devredildiğinden, medreselerin kaderini tayin Maarif Vekaletine bırakılmıştır.

2 Mart 1926’da kabul edilen, “Maarif Teşkilatı Hakkında Kanun” Tevhid-i Tedrisat (Öğretimin Birleştirilmesi) Kanunun ilkelerinin ışığı altında eğitim hizmetlerini düzenlemiştir. Devletin izni olmadan hiç bir okulun açılmayacağını öngören Maarif Teşkilatı Hakkında Kanun aynı zamanda çağdışı bütün derslerin okul müfredat programlarından kaldırılmasını da sağlamıştır.

MADDELER :

Kanun No :430 Kabul Tarihi :3.3.1340 (1924) R.Gazete’de Yayımı :6.3.1340 (1924) Sayısı :63

  • Madde 1-Türkiye dahilinde bütün müessesatı ilmiye ve tedrisiye Maarif Vekaletine merbuttur.
  • Madde 2- Şer’i ve Evkaf Vekaleti veyahut hususi vakıflar tarafından idare olunan bilcümle medrese ve mektepler Maarif Vekaletine devir ve raptedilmiştir.
  • Madde 3- Şer’iye ve Evkaf Vekaleti bütçesinde mekatip ve medarise tahsis olunan mebaliğ Maarif bütçesine nakledilecektir.
  • Madde 4- Maarif Vekaleti yüksek diniyat mütehasısları yetiştirilmek üzere Darülfünunda bir İlahıyat Fakültesi tesis ve imamet ve hitabet gibi hidematı dineyinin ifası vazifesi ile mükeelef memurların yetişmesi için de ayrı mektepler küşat edecektir.
  • Madde 5-Bu kanun neşri tarihinden itibaren terbiye ve tedrisatı umumiye ile müştegil olup şimdiye kadar Müdafaai Milliyeye merbut olan askeri rüşti ve idadilerle Sıhhiye Vekaletine merburt olan darüleytamlar,bütçeleri ve heyeti talimiyeleri ile beraber Maarif Vekaletine raptolunmuştur.Mezkür rüşti ve idadilerde bulunan heyeti talimiyelerin ciheti irtibatları atiyen ait olduğu ve Vekaletler arasında tahvil ve tanzim edilecek ve o zamana kadar orduya mensup olan muallimler orduya nispetlerini muha-faza edecektir. (637 sayılı 22.4.1941 Tarihli kanunla eklenen fıkra). Mektebi Harbiyeye menşe teşkil eden askeri liseler bütçe kadroları ile Müdafaai Milliye Vekaletine devrolmuştur.
  • Madde 6-İşbu kanun tarihi neşrinden muteberdir.
  • Madde 7-İşbu kanunun icrayı ahkamına İcra Vekilleri Heyeti memundur.

İlamların ve matbu muamelat cetvel ve defterinin 1929 Haziran iptidasına kadar eski usulde yazılması caizdir.Verilecek tapu kayıtları ve senetleri ve nufus ve evlenme cüzdanları ve kayıtları ve askeri hüviyetve terhis cüzdanları 1929 Haziranı iptidasından itibaren Türk harfleriyle yazılacaktır.

  • Madde 4- Halk tarafından vaki müracatlarda eski arap harfleriyle yazılı olanlarının kabülü 1929 Haziranının birinci gününe kadar caizdir.1928 senesi kanunun evveli iptidasından itibaren Türkçe hususi,resmi levha,tabela,ilan,reklam vesinema yazıları ile kezalik Türkçe hususi,resmi bilcümle mevkut,gayrı mevkut gazete,risale ve mecmuaların Türk harfleriyle basılması ve yazılması mecburidir.
  • Madde 5- 1929 Kanunusanisi iptidasından itibaren Türkçe basılacak kitapların Türk harfleriyle basılması mecburidir.
  • Madde 6- Resmi ve hususi bütün zabıtlarda 1930 Haziranı iptidasına kadar eski Arap harflerinin stenografi makamında istimali caizdir. Devletin bütün idare ve müeseselerinde kullanılan kitap,kanun,talimatname,defter,cetvel,kayıt ve sicil gibi matbuların 1930 Haziranı iptidasına kadar kullanılması caizdir.
  • Madde 7-Para ve hisse senetleri ve bonolar ve esham ve tahvilat ve pul ve sair kıymetli evrak ile hukuki mahiyeti haiz bilcümle eski vesikalar değiştirilmedikleri müddetçe muteberdirler.
  • Madde 8-Bilumum bankalar,imtiyazlı ve imtiyazsız şirketler,cemiyetler ve müesseselerin bütün Türkçe muamelatına Türk harfleri tatbiki 1929 Kanunusanisinin birinci gününü geçmez. Şu kadar ki halk tarafından mezkûr müeseselere 1929 Haziranı iptidasına kadar eski Arap harfleriyle müracaat vaki olduğu taktirde kabul olunur. Bu müesseselerin ellerinde mevcut eski Arap harfleriyle basılmış defter,cetvel katolog, nizamname ve talimatname gibi matbuaların1930 Haziranı iptidasına kadar kullanılma-sı caizdir.
  • Madde 9-Bütün mekteplerin Türkçe yapılan tedrisatında Türk harfleri kullanılır Eski harflerle matbu kitaplarla tedrisat icrası memnudur.
  • Madde 10-Bu kanun neşri tarihinden muteberdir.
  • Madde 11-Bu kanunun ahkamını icraya İcra Vekilleri Heyeti memurdur.

Bu kanun; 1982 Anayasası’nın ‘İnkılap kanunlarının korunması’ başlığı altındaki 174.maddeyle, güvencesi altında saydığı kanunlar arasında yer almıştır.

[/expand]


4 Mart * TAKRİR-İ SÜKUN KANUNU

[expand title=”Oku ( Aç / Kapat )”]

Takrir-i Sükun Kanunu, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Şeyh Sait isyanının yarattığı tehlikelerin ve olağanüstü şartların ortaya koyduğu engelleri önlemek amacıyla, 4 Mart 1925 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Önce iki yıl için çıkarılan Kanun, iki yıl daha uzatıldıktan sonra, 4 Mart 1929’da yürürlükten kaldırılmıştır.
Takrir-i Sükun Kanununun çıkarılması ile ilgili Atatürk’ün Nutuk’da yaptığı açıklama şöyledir;

Takrir-i Sükun Kanunu’nun ve İstiklal Mahkemelerini istibdat vasıtası olarak kullanacağımız fikrini ortaya atanlar ve bu fikri aşılamağa çalışanlar oldu. Biz, olağanüstü sayılan ve fakat kanuni olan tedbirleri, hiçbir vakit ve hiçbir suretle, kanunun üstüne çıkmak için, vasıta olarak kullanmadık, aksine memlekette düzen ve güvenlik kurmak için uyguladık; devletin hayat ve bağımsızlığını temin için kullandık. Biz o tedbirleri milletin medeni ve sosyal gelişmesinde istifadeli kıldık. Bu sebeple, biz her vasıtadan, yalnız ve ancak, bir görüşten istifade ederiz. O görüş şudur: Türk Milletini, medeni dünyada layık olduğu yere yükseltmek ve Türk Cumhuriyetini sarsılmaz temelleri üzerinde, her gün, daha ziyade kuvvetlendirmek. Ve bunun için de, istibdat fikrini öldürmek.


İnternet üzerinden Avustralya Atatürk Kültür Merkezi web sitemizden Nutuk okuyabilirsiniz.

NUTUK * https://ataturk.org.au/nutuk/

[/expand]


8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü Kutlu Olsun

[expand title=”Oku ( Aç / Kapat )”]

8 Mart “Dünya Emekçi Kadınlar Günü” Kutlu Olsun!

Bu gün… Yanı tam da tarihlerin her yıl tekerrür ettiği bu gün… “Dünya Emekçi Kadınlar Günü”

8 Mart 1910..

New York

Tekstil firmasında çalışan işçiler daha iyi çalışma koşulları, iş gücü ve eşit haklar talepleri olan emekçi kadınlar şehrin çeşitli semtlerinde büyük bir yürüyüş düzenler. Her yıl bu katılımcı sayısı bir önceki eylemlere göre artışa geçmektedir. 1908’de düzenlenen eylemde 40.000 tekstil işçisi kadın katılır.

1910…

Clara Zetkin’in önerisiyle sosyalist kadın enternasyonali, 8 mart’ı “Dünya Emekçi Kadınlar Günü” olarak kutlamaya karar verir.

1911 yılında başlayan 8 Mart etkinlikleri;

Danimarka, İsviçre, Avusturya ve Almanya da gerçekleştirilir.
Gösterilerin hemen sonrasında 25 Mart 2011’de gömlek fabrikasında yangın çıkar…
İş verenleri tarafından zorla çalışmaları için fabrikaya kilitlenen emekçi kadınlar kaçamayarak o alevler içinde can verirler… O günü manşetlere yansıtan dehşet  olayın bir “skandal” olarak tarihe geçmesidir.
..
Birleşmiş Milletler’de 1975’te ” Dünya Kadınlar Günü” olarak ilan etmiştir.
Velhasıl… Günün anlam ve önemi:
KADIN
Değerli üstad… Nazım Hikmet’in kaleminden…

kimi der ki kadın; uzun kış gecelerinde yatmak içindir.
kimi der ki kadın; yeşil bir harman yerinde dokuz zilli köçek gibi oynatmak içindir.
kimi der ki; ayalimdir. Boynumda taşıdığım vebalimdir.
kimi der ki; hamur yoğuran…
kimi der ki; çocuk doğuran…

ne o, ne bu, ne döşek, ne köçek, ne ayal, ne vebal
o benim kollarım bacaklarım başım
yavrum, annem, karım, kızkardeşim
hayat arkadaşımdır…

..diyebilen, kadir kiymet bilen bireyler olalım. Hayat denilen şu fani dünyada nedir ki alıp veremediğimiz, özümüzde yitirdiğimiz !

Dilerimki:

MUTLU SONLARLA; 365 gün, 6 saat KUTLU OLSUN!

[/expand]


12 Mart * İstiklâl Marşı’nın Kabulü ve Mehmet Akif ERSOY’u Anma Günü

[expand title=”Oku ( Aç / Kapat )”]

İSTİKLAL MARŞI’NIN KABULÜ

23 Nisan 1920 günü Meclis açılmış. İstiklal harbi başlamış. Ordularımız, Anadolu’yu işgal edenlerle savaşıyor. Yunan ordusu Ankara yakınlarına kadar ilerlemiş. Meclis bu ortamda, yeni kurulan Türk Devleti için bir İstiklal Marşı hazırlatmak istiyor. 1920 yılı sonlarında bu amaçla bir şiir yarışması açılıyor.

Katılımcılara 6 ay süre veriliyor.

İstiklal Marşı yarışmasına bu süre içerisinde tam 724 şiir gönderiliyor. O zamanki adıyla Maarif Vekaleti, yani Milli Eğitim Bakanlığı, bu şiirleri değerlendirmek için bir komisyon kuruyor. O dönemin Türkiye’sinde iletişim olanaklarının neredeyse sıfır olduğu bir ülkede yarışmaya katılan 724 şiir tek tek okunuyor, içlerinden 6 şiir elemeyi geçip Meclis Matbaası tarafından bastırılıyor ve milletvekillerine dağıtılıyor.

Ayrıca kazanan şiir için 500 lira ödül var. O zaman için çok büyük bir para.

O sırada Maarif Vekili olan Hamdullah Suphi (Tanrıöver), Ankara’ da yaşayan ve aynı zamanda milletvekili olan ünlü şairimiz Mehmet Akif (Ersoy)’ dan da bir şiir istiyor.

Bunun üzerine Mehmet Akif Bey “Ben mebusum (milletvekiliyim), müsabakaya katılmam. Ayrıca bir şiir yazıp size veririm” diyor.

Evinde yazmaya başlıyor ve “Kahraman ordumuza” ithaf ettiği şiir bittiğinde, Maarif Vekaleti’ ne teslim ediyor.

Böylece yarışmaya 7. şiir de katılmış oluyor.

Müsabaka sonuçlanıyor. Mehmet Akif Bey’ in şiiri Meclis kürsüsünden Maarif Vekili Hamdullah Suphi Bey tarafından büyük bir coşkuyla okunuyor.

Büyük tezahürat ve alkışlar arasında ve oybirliği ile İstiklal Marşı olarak kabul ediliyor.

Tarih 12 Mart 1921.

İstiklal Marşı şiiri kabul edildikten hemen sonra, kürsüden bir kez daha okunuyor ve bütün milletvekilleri bu kez ayakta dinliyor. Meclis yetkilileri birkaç gün sonra Mehmet Akif Bey’ e 500 liralık para ödülünü vermeye geliyorlar. Almayı reddediyor.

“Ben müsabakaya girmedim. Bu para benim hakkım değildir ve bana ait değildir” diyor.

Meclis yetkilileri ısrar ediyor. “Bu parayı kasamızda tutamayız. Siz alın, isterseniz bir yere bağışlayın” diyorlar.

Mehmet Akif Bey bunun üzerine parayı alıyor ve hastanede yatmakta olan gazilerimize bağışlıyor.


İSTİKLAL MARŞI’NIN ŞAİRİ

Mehmet Akif Ersoy 1873 yılında İstanbul’da doğdu. 27 Aralık 1936’da aynı kentte vefat etti.

Mehmet Akif ilköğrenimine Fatih’te Emir Buharî mahalle mektebinde başladı. Maarif Nezareti’ne bağlı iptidaîyi ve Fatih Merkez Rüştiyesi’ni bitirdi. Bunun yanı sıra Arapça ve İslami bilgiler alanında babası tarafından yetiştirildi. Rüştiye’de “Hürriyetçi” öğretmenlerinden etkilendi. Türkçe, Arapça, Farsça, ve Fransızca bilgisiyle dikkati çekti. Mekteb-i Mülkiye’nin idadi (lise) bölümünde okurken şiirle uğraştı. Edebiyat hocası İsmail Safa’nın izinden giderek yazdığı mesnevileri şair Hersekli Arif Hikmet Bey övgüyle karşıladı.

Babasının ölümü ve evlerinin yanması üzerine mezunlarına memuriyet verilen bir yüksek okul seçmek zorunda kaldı. 1889’da girdiği Mülkiye Baytar Mektebi’ni 1893’te birincilikle bitirdi. Ziraat Nezareti (Tarım Bakanlığı) emrinde geçen yirmi yıllık memuriyeti sırasında veteriner olarak dolaştığı Rumeli, Anadolu ve Arabistan’da köylülerle yakın ilişkiler kurma olanağı buldu. İlk şiirlerini Resimli Gazete’de yayımladı. 1906’da Halkalı Ziraat Mektebi ve 1907’de Çiftçilik Makinist Mektebi’nde hocalık yaptı. 1908’de Dârülfünûn Edebiyat-i Umûmiye hocalığına tayin edildi. İlk şiirlerinin yayımlanmasını izleyen on yıl boyunca hiçbir şey yayımlamadı.

1908’de II. Meşrutiyet’in ilanıyla birlikte Eşref Edip’in çıkardığı Sırat-ı Müstakim ve sonra Sebilürresad dergilerinde sürekli yazılar yazmaya, şiirler ve çağdaş Mısırlı İslam yazarlarından çeviriler yayımlamaya başladı. 1913’te Mısır’a iki aylık bir gezi yaptı. Dönüşte Medine’ye uğradı.

Bu gezilerde İslam ülkelerinin maddi donatım ve düşünce düzeyi bakımından Batı karşısındaki zayıflıkları konusunda görüşleri pekişti. Aynı yılın sonlarında Umur-u Baytariye müdür muavini iken memuriyetten istifa etti. Bununla birlikte Halkalı Ziraat Mektebi’nde kitabet ve Darülfünun’da edebiyat dersleri vermeye devam etti. İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne girdiyse de cemiyetin bütün emirlerine değil, sadece olumlu bulduğu emirlerine uyacağına dair and içti.

I. Dünya Savaşı sırasında İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin gizli örgütü olan Teşkilât-ı Mahsusa tarafından Berlin’e gönderildi. Burada Almanların eline esir düşmüş Müslümanlar için kurulan kampta incelemeler yaptı. Çanakkale Savaşı’nın akisini Berlin’e ulaşan haberlerden izledi. Batı uygarlığının gelişme düzeyi onu derinden etkiledi.

Yine Teşkilât-ı Mahsusa’nın bir görevlisi olarak çöl yoluyla Necid’e ve savaşın son yılında profesör İsmail Hakkı İzmirliyle birlikte Lübnan’a gitti. Dönüşünde yeni kurulan Dâr-ül Hikmetül İslâmiye adlı kuruluşun başkâtipliğine getirildi.

Savaş sonrasında Anadolu’da başlayan ulusal direniş hareketini desteklemek üzere Balıkesir’de etkili bir konuşma yaptı. Bunun üzerine 1920’de Dâr-ül Hikmet’teki görevinden alındı. İstanbul Hükümeti Anadolu’daki direnişçileri yasa dışı ilan edince Sebilürresad dergisi Kastamonu’da yayımlanmaya başladı ve Mehmet Akif bu vilayette halkın kurtuluş hareketine katkısını hızlandıran çalışmalarını sürdürdü.

Nasrullah Camii’nde verdiği hutbelerden biri Diyarbakır’da çoğaltılarak bütün ülkeye dağıtıldı.

Burdur mebusu sıfatıyla TBMM’ye seçildi. Meclis’in bir İstiklâl Marşı güftesi için açtığı yarışmaya katılan 724 şiirin hiçbiri beklenilen başarıya ulaşamayınca maarif vekilinin isteği üzerine 17 Şubat 1921’de yazdığı İstiklal Marşı, 12 Mart’ta birinci TBMM tarafından kabul edildi. Mehmet Akif Ersoy 27 Aralık 1936’da İstanbul’da öldü.

Mehmet Akif’in 1911’de 38 yaşında iken yayımladığı ilk kitabı Safahat bağımsız bir edebi kişiliğin ürünüdür. Fransız romantiklerinden Lamartine’i Fuzuli kadar, Alexandre Dumas Fils’i Sâdi kadar sevdiğini belirten şair, bütün bu sanatçıların uğraşı alanlarına giren manzum hikâye biçimini kendisi için en geçerli yazı olarak seçmiştir. Ancak, sahip olduğu köklü edebiyat kaygısı onun yalınkat bir manzumeci değil, bilinçle işlenmiş ve gelişmeye açık bir şiir türünün öncüsü olmasını sağlamıştır. Mehmet Âkif’in şiir anlayışı Batılı, hatta o dönemde Batı’da bile örneklerine az rastlanacak ölçüde gerçekçidir.

Konuşma diline yaşlandığı için kolayca yazılıvermiş izlenimi veren şiirleri biçime ilişkin titiz bir tutumun örnekleridir. Hem aruzdan doğan bağların üstesinden gelmiş, hem de şiirin bütününü kapsayan bir iç musiki düzenini gözetmiştir.

Dilde arılaşmadan yana olan tutumunu her şiirinde biraz daha yalın bir söyleyişi benimseyerek somutlukla ortaya koymuştur. Mehmet Akif geleneksel edebiyatın olduğu kadar, Batı kültürünün değerleriyle etkileşimi kabul eder, ancak Doğu’ya ya da Batı’ya öykülenmeye şiddetle karşı çıkar.

Çünkü her edebiyatın doğduğu toprağa bağlı olmakla canlılık kazanabileceği ve belli bir işlevi yerine getirmedikçe değer taşımayacağı görüşündedir. Gerçekle uyum içinde olmayı her şeyin üstünde tutar.

Altı yüzyıllık seçkinler edebiyatının halktan uzak düştüğü için bayağılaştığına inanır. İçinde yaşanılan toplumun özellikleri göz önüne alınmadan Batılı yeniliklere öykünmenin doğrudan doğruya edebiyata zarar vereceği anlayışına bağlı kalarak “Sanat sanat içindir” görüsüne karşı çıkmış, “Libas hizmetini, gıda vazifesini” gören bir şiiri kurma çabasına girişmiştir. Bu yüzden toplumsal ve ideolojik konuları şiir ile ve şiir içinde tartışma ve sergileme yolunu seçmiştir. Bütün çıplaklığıyla gerçeği göstermekteki amacı okuyucusunu insanların sorunlarına yöneltmektir.

Bu kaygıların sonucu olarak yoksul insanların gerçek çehreleriyle yer aldığı şiirler Türk edebiyatında ilk kez Mehmet Akif tarafından yazılmıştır. Mehmet Akif şiirinin yaşadığı dönemde ve sonrasında önemini sağlayan bu gerçekçi tutumudur. Bu şiirde düş gücünün parıltısı yerini gözle görülür, elle tutulur bir yapıya bırakmıştır.

Şairin nazım diline bu dilin özgül niteliğini bozmaksızın elverişli olduğu gelişmeyi kazandırması, aruz veznini yumuşatmayı, başarmasıyla mümkün olmuştur.

Bu aynı zamanda Türkçe’nin şiir söylemedeki olanaklarının ne ölçüde geniş olduğunu göstermesi demektir.

Mehmet Akif dilin toplumsal kimliğini öne çıkarmış, üslupta öz günlük ve kişiselliğe ulaşmıştır. Yenilikçi bir şair olarak, yaşadığı dönemde görülen ölçüsüz yenilik eğiliminin bozucu etkilerine, ölçüsü işleviyle bağlantılı bir şiir kurmak suretiyle sinir çekmeye çalışmıştır.




TÜRKİYE CUMHURİYETİ İSTİKLAL MARŞI

Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;
O benimdir, o benim milletimindir ancak.

Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilal!
Kahraman ırkıma bir gül! Ne bu şiddet, bu celal?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helal…
Hakkıdır, hakk’a tapan, milletimin istiklal!

Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!
Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım.
Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.

Garbın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar,
Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar,
‘Medeniyet!’ dediğin tek dişi kalmış canavar?

Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma, sakın.
Siper et gövdeni, dursun bu hayasızca akın.
Doğacaktır sana va’dettiği günler hakk’ın…
Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.

Bastığın yerleri ‘toprak!’ diyerek geçme, tanı:
Düşün altında binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehit oğlusun, incitme, yazıktır, atanı:
Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı.

Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?
Şuheda fışkıracak toprağı sıksan, şuheda!
Canı, cananı, bütün varımı alsın da hüda,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda.

Ruhumun senden, ilahi, şudur ancak emeli:
Değmesin mabedimin göğsüne namahrem eli.
Bu ezanlar-ki şahadetleri dinin temeli,
Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli.

O zaman vecd ile bin secde eder -varsa- taşım,
Her cerihamdan, ilahi, boşanıp kanlı yaşım,
Fışkırır ruh-i mücerred gibi yerden na’şım;
O zaman yükselerek arşa değer belki başım.

Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilal!
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helal.
Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlal:
Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır, hakk’a tapan, milletimin istiklal!

 Mehmet Akif ERSOY


Turkish National Anthem – Independence Hymn (English)

Fear not! For the crimson flag that proudly waves in these dawns, shall never fade,
Before the last fiery hearth that is ablaze within my nation burns out.
And that, is the star of my nation, and it will forever shine;
It is mine; and solely belongs to my nation.

Frown not, I beseech you, oh thou coy crescent,
But smile upon my heroic nation! Why the anger, why the rage?
The blood we shed for you will not be worthy otherwise;
For freedom is the absolute right of my God-worshipping nation.

I have been free since the beginning and forever will be so.
What madman shall put me in chains! I defy the very idea!
I’m like the roaring flood; powerful and independent,
I’ll tear apart mountains, exceed the heavens and still gush out!

The lands of the of the West may be armored with walls of steel,
But I have borders guarded by the mighty chest of a believer.
Recognize your innate strength! And think: how can this fiery faith ever be killed,
By that battered, single-toothed monster you call “civilization”?

My friend! Leave not my homeland to the hands of villainous men!
Render your chest as armor! Stop this disgraceful rush!
For soon shall be come the day of promised freedom…
Who knows? Perhaps tomorrow? Perhaps even sooner!

See not the soil you tread on as mere earth,
But think about the thousands beneath you that lie without even shrouds.
You’re the noble son of a martyr, take shame, hurt not your ancestor!
Unhand not, even when you’re promised worlds, this paradise of a homeland.

What man would not die for this heavenly piece of land?
Martyrs would gush out if you just squeeze the soil! Martyrs!
May God take all my loved ones and possessions from me if he will,
But may he not deprive me of my one true homeland for the world.

O Lord, the sole wish of my heart is that,
No infidel’s hand should touch the bosom of my temple.
These adhans, the shahadah of which is the base of the religion,
Shall sound loud over my eternal homeland.

Then my tombstone – if there is one – will a thousand times touch its forehead on earth (like in salah) in ecstasy,
O Lord, tears of blood flowing out of my every wound,
My corpse will gush out from the earth like a spirit,
And then, my head will perhaps rise and reach the heavens.

So flap and wave like the dawning sky, oh glorious crescent,
So that our every last drop of blood may finally be worthy!
Neither you nor my nation shall ever be extinguished!
For freedom is the absolute right of my ever-free flag;
For freedom is the absolute right of my God-worshipping nation!

 Mehmet Akif ERSOY

[/expand]


18 Mart * 1915 Çanakkale Deniz Zaferi

[expand title=”Oku ( Aç / Kapat )”]

Çanakkale Savaşları iki safhadan oluşur:

A- 19 Şubat-18 Mart tarihleri arasında vuku bulan deniz savaşları

B- 25 Nisan 1915-9 Ocak 1916 tarihleri arasında yaşanan kara savaşları

Müttefikler, Çanakkale’yi geçmek için hazırladıkları planı 19 Şubat 1915’te uygulamaya başladılar. Saldırının başlama tarihi olan 19 Şubat öylesine seçilmiş bir tarih değildi. Bu tarih daha önce yaşanmış olan tarihî bir olayın yıldönümü idi. 1807 yılında Osmanlı Devleti Rusya ile savaşıyordu ve İngiltere Rusya ile müttefikti. Bu sebeple Rusya’ya yardım etmek üzere donanma gönderilmişti. Amiral Duckwort komutasındaki İngiliz donanması Çanakkale önüne gelerek 19 Şubat’ta Boğazı savunan Türk muhafızlarının gafletinden faydalanıp Boğazı geçmiş ve İstanbul önüne gelmişti. Yaklaşık bir ay Adalar civarında demirleyerek İstanbul’u tehdit etmiş ancak Osmanlı Devletinin aldığı tedbirler sayesinde bir şey yapamayacağını anlayan donanma çareyi kaçmakta bulmuş, bu sefer hazır bekleyen Boğaz muhafızlarının mukabelesiyle karşılaştığından bir miktar zayiatla kendini Çanakkale Boğazı dışına atabilmişti.

Çanakkale Savaşlarında tarihi olayları ve sembolleri kullanmaya özen gösteren müttefikler işte Amiral Duckwort’un Boğazı geçtiği gün saldırıyı başlatmışlardı. Yine tarihe bir gönderme olarak ilk mermiyi Agamemnon zırhlısına attırmışlardı. Bilindiği üzere Agamemnon Homeros’un İlyada destanında Truva’ya saldıran ve hile ile Truva’yı ele geçiren Yunan kralıdır. Müttefiklerde savaş boyunca, kendilerini İlyada destanının Truva’yı zapta gelen kadim Yunan ordusu ve tabii ki Türkleri de Truvalı olarak görme fantezileri görülmüştür. Hatta bu durum Türk tarafını da etkilemişti. Yeni Mecmua‘da yayımlanan bir makalede bu münasebetle şöyle bir cümle vardır: “Truva bir hayaldi, Çanakkale gerçek!”Bu durum daha sonra da sürmüştü; 31 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi aynı Agamemnon zırhlısında imzalanmıştı.

Amiral Carden komutasındaki 100’e yakın büyük küçük gemiden oluşan müttefik donanması 19 Şubat’ta harekete geçti. Esasında müttefikler Boğazı kolayca geçeceklerini ümit ediyorlardı. Churchill’e göre İngiliz donanması Boğaz’da görününce Türkler topları bırakıp kaçacaktı. Hatta o kadar emindiler ki İngiliz Cook Seyahat Şirketi İstanbul’a tur bile organize etmişti.

12 zırhlı savaş gemisi tarafından Çanakkale Boğazı’nın Anadolu ve Rumeli yakalarındaki giriş istihkâmları bombardıman edildi. 25 Şubat’a kadar havaların kötü gitmesi sebebiyle saldırıya ara verildi. O gün yeniden giriş istihkâmları topa tutuldu ve Seddülbahir ve Kumkale’deki tabyalarımız susturuldu.

25 Şubat-18 Mart tarihleri arasında mayın tarama ve Boğaz’ın orta bölümündeki seyyar ve sabit bataryaların susturulması için mücadele ettiler. Bu dönemde 4 Mart’ta Seddülbahir ve Kumkale’ye birkaç yüz asker çıkarılarak buradaki topların tamamen tahrip edilmesi amaçlandı. Ancak karada bekleyen Türk askerinin şiddetli mukabelesi üzerine zayiat vererek gemilere alındılar. Özellikle Seddülbahir’e çıkan düşman askerlerini karşılayan müfrezenin içinde bulunan Bigalı Mehmet Çavuş’un kahramanca hareketi, daha savaşın en başında Türk askerinin cesaret ve kahramanlığını göstermesi açısından büyük akis uyandırmıştır.

15 Mart’ta Amiral Carden rahatsızlığını beyan ederek görevden affını istedi ve 16 Mart’ta Amiral De Robeck komutanlığa getirildi. İngiliz hükümetinin bir an önce sonuca gidilmesi yönünde baskıları üzerine 18 Mart’ta son ve kat’i hücuma karar verildi.

Türk tarafında ise bu tarihe kadar cesaret ve inatla fevkalade bir mukavemet yapılmaktaydı. Silah gücü bakımından kıyas kabul edilmeyecek derecede zayıf olunduğu bilinmesine rağmen bütün imkânlar seferber edilerek karşı konulmaktaydı.

Buna rağmen müttefik donanmanın Çanakkale’yi geçmesi ihtimali de göz ardı edilmiyordu. İstanbul’da bunun için bazı hazırlıklar yapılmıştı. Marmara sahillerine toplar yerleştirildi ve tahkimat yapıldı. İstanbul sonuna kadar savunulacaktı. Ancak padişahın ve saray halkının Çanakkale geçildiği takdirde Konya’ya nakledilmesi, hükümetin de Eskişehir veya Bursa’ya nakli planlandı. Bunun için Haydarpaşa’da iki tren bile hazırlandı. Bu sırada Beylerbeyi Sarayı’nda tutulan II. Abdülhamid, Bursa’ya nakli için padişah V. Mehmed Reşad’ın bu konudaki iradesini tebliğe gelen Dahiliye Nazırı Talat ve yanındaki heyete red cevabı vermiş ve “Biraderim hazretlerine söyleyiniz ecdadımız Fatih Sultan Mehmed İstanbul’u alırken Bizans imparatoru surlarda savaşarak can verdi. Ben ondan daha az haysiyetli değilim. Hiçbir yere gitmiyorum, ecdadımızın şerefi namına istirham ederim kendisi de gitmesin” demiştir.

18 Mart günü düşman, içinde Queen Elizabeth gibi en son model gemilerin de bulunduğu 18 zırhlıdaki büyük çapta 316 topuyla, bizim kıymet ve kudretçe daha zayıf özelliklere sahip büyük çaplı sadece 73 topumuza karşı saldırıya geçti. Bu bir çeşit yüzer kalelerle sabit kalelerin savaşı olacaktı. Askeri otoriteler yüzer kalelere şans vermekteydi.

Saat 11’de başlayan savaş, akşam 18’e kadar devam etti ve düşmanın üç zırhlısının batması, üçünün havuza alınacak derecede hasar görmesiyle kuvvetinin üçte birini kaybetmiş bir halde geri çekilmesiyle sonuçlandı.

Bu savaşta gemilerin amansız ateşleri altında büyük bir cesaret ve fedakârlıkla savaşan Türk topçusunun hizmeti her türlü takdirin üstündedir. Vazifesini kutsal bilen Türk askerinin savaşa nasıl bir imanla motive olduğunu Seyit Onbaşı’nın şahsında görürüz. Seyit Onbaşı o gün vinci bozulan topa 215 kiloluk mermiyi mucizevi bir şekilde sırtlayıp götürmüştür.

7/8 Mart’ta Nusret tarafından dökülüp düşmanın fark edemediği ve 18 Mart’ta düşmanın iki zırhlısını batıran mayınlar da savaşın sonucuna büyük ölçüde tesir etmişti.

Savaşın sonunda bizim toplam 3 subay, 22 er şehidimize ve 2 subay, 59 er yaralımıza, kullanılamayacak derecede hasar görmüş birkaç topumuza karşılık, düşmanın 3 zırhlısı, büyük küçük 70-80 topu ve bu zırhlılardan sadece Fransız Bouvet zırhlısının 600’ün üstünde mürettebatı zayi edilmişti. Düşmanın 5 zırhlısı esaslı derecede ağır maddi zarar ve insan kaybıyla saf dışı kalmış, diğer gemilerinin tamamı da az çok zarar görmüş, bir hayli torpido, muhrip batırılmış veya yaralanmıştı.

18 Mart’ta Osmanlı ordusu çok önemli bir zafer kazanmıştı. Bu zaferin önemi düşman donanmasının hezimete uğratılarak püskürtülmesinin yanı sıra uzun süredir savaşlarda alınan yenilgilerden sonra gelen bu zaferin ordu ve milletin maneviyatını ve moralini yükseltip kendine olan özgüvenini yeniden kazanmasını sağlamış olmasıdır. Bu moral ve özgüven daha sonra yapılacak olan kara savaşlarının kazanılmasında şüphesiz çok etkili olmuştur.

Muzaffer Albayrak
Tarihçi – Yazar

Kaynak: http://canakkale.tubitak.gov.tr/?q=content/19-şubat-1915-18-mart-1915-çanakkale-deniz-savaşları

[/expand]


1 Nisan * Ölçülerde Değişiklik Kanunu

[expand title=”Oku ( Aç / Kapat )”]

1 Nisan 1931 tarihinde çıkarılan 1782 Sayılı Kanunla, eski ağırlık ve uzunluk ölçüleri değiştirilmiş; arşın, endaze, okka, çeki gibi hem belirli olmayan hem de bölgelere göre değişen eski ölçüler kaldırılmıştır. Medeni ölçü sayılan onlu yönteme uygun, metre ve kilogram gibi uzunluk ve ağırlık ölçüleri kabul edilmiştir. Uzunluk ve ağırlık ölçülerinde yapılan bu değişiklikler, ülkede ağırlık ve uzunluk ölçülerinde tek bir sistemin uygulanmasını sağladığı gibi uluslararası ticari ilişkilerde de yararlı olmuştur.

Uzunluk ve Ağırlık Ölçülerindeki Değişiklikler:

1928 yılında yapılan bir değişiklikle milletlerarası rakamlar kabul edildi 1931′de kabul edilen bir kanunla eski ağırlık ve uzunluk ölçüleri değiştirildi Eskiden kullanılan arşın, endaze, okka gibi ölçü birimleri kaldırıldı Bunların yerine uzunluk ölçüsü olarak metre, ağırlık ölçüsü olarak kilo kabul edildi Uzunluk ve ağırlık ölçülerinde yapılan bu değişikliklerle ülkede ölçü birliği sağlandı.

  • Zaman Ölçülerinde Yapılan Değişiklikler
  • Takvimde Değişiklik
  • Atatürk’ün Ölçülerde Yaptığı Yenilikler Takvim, Saat, Ağırlık ve Uzunluk

Osmanlı zamanında kullanılan uzunluk ölçüleri genellikle endaze, parmak, arşın, adım, ayak ve kulaç olarak sıralanabilir. Osmanlı döneminde 60 cm. veya 65.cm uzunluğa eşit olan endaze, parmak ucundan omuza kadar uzunluğu ifade eden ve ortalama 75,8 cm. kabul edilen arşın ile adım, ayak, kulaç gibi uzunluk ölçüleri kullanılıyordu. Bu ölçüler standart ölçüler değildi. Hele adım, ayak, kulaç gibi ölçülerle sıhhatli bir iş yapmak hiç mümkün değildi. Bunların yerine 26 Mart 1931 tarih ve 1782 sayılı kanunla modern dünyanın kullandığı metre sistemi kabul edilmiştir. Artık uzunluk ölçümü milimetre, santimetre, desimetre, metre, dekametre, hektometre, kilometre ile ifade edilecektir.

Osmanlı zamanında kullanılan ağırlık birimi ise en yaygın itibari ile dirhemdi.Ağırlık ölçülerine gelince bu gurubun temel birimi dirhem idi. Dirhem Mısır’da 3,0889 gram, İstanbul’da 3.207 gram idi. 400 dirhem bir okkayı oluşturuyordu. İstanbul için bir okka 1,282 gram ağırlığı ifade etmekte idi. Diğer şehirlerde okkada küçük farklılıklar görülebiliyordu. Okka yerine vakiyye ve kıyye tabirleri de kullanılıyordu. 44 okka bir kantarı, 4 kantar da bir çekiyi ifade etmekte idi ki, bu hesaba göre, 1 kantar 56,408, 1 çeki de 225,632 kilograma karşılık geliyordu. Ancak sonradan 195 okka yani 250 kilogram 1 çeki denildi. Bir başka ağırlık ölçüsü olan batman ise aynı zamanda yüzey ölçüsü olarak da kullanılmış, farklı ülkelerde farklı zamanlarda farklı standartları ifade etmiştir. Altın ve kıymetli taşların ölçümünde kullanılan temel birim ise de kırattır. Kıratın alt ve üst birimleri ve bunların birbirlerine oranları şu şekildedir. 1 3/7 (Bir tam üç bolü yedi) dirhem bir miskali oluşturur. Miskalin 1/4’üne denk, dengin 1/4’üne kırat, kıratın 1/4’üne buğday, buğdayın 1/4’üne fitil, fitilin 1/ 2’sine nakir, nakirin 1/2’sine kıtmir, kıtmirin 1/2’sine zerre denilirdi.

1782 sayılı kanun ağırlık ölçülerinde de batı standartlarını hakim kılmıştır. Artık ülke içinde ve dışındaki alış-verişlerde miligramdan tona kadar uzanan modern dünyanın ölçü sistemi esas alınacaktır. Kuyumculukta ise yeni şekli ile 2 desigram ağırlığa tekabül eden kırat da kullanılabilecektir.

Hacim ölçüleri ile tartılan hububat cinsi ticari emtiada ise kile, şinik, tas, ölçek vb. ölçü birimleri kullanılmakta idi. Bu ölçümlerin kendi içerisinde bile tutarlılıkları yoktu. İstanbul kilesi ortalama 25 kilo, ibrail kilesi 100 kilo idi. Kilenin küsuratına kutu denilirdi. 8 kutu 1 İstanbul kilesini teşkil ederdi. Kilenin 1/4’üne de şinik adı verilirdi43. 26 Mart 1931 tarihli kanunla sıvı maddelerin hacim ölçümlerinde litre sistemi getirilmiştir. Bu sistemde mililitreden kilo litreye kadar uzanan bir dereceleme sistemi mevcuttur. Katı ve gaz maddelerin hacimlerinin ölçülmesinde ise milimetreküpten kilometreküpe kadar uzanan bir sistem getirilmiştir.

Osmanlı Devleti’nde tarla, bahçe gibi arazilerin yüzey ölçümünde dönüm ve çiftlik tabirleri kullanılmıştır. Bir çiftlik arazi verim durumuna göre 60 ile 150 dönüm arasında değişebiliyordu. Dönüm adım hesabı ile tespit edilirdi. Orta adımlarla eni ve boyu 40 adım olan araziye dönüm denilirdi. Ölçüler kanunu ile yüzey ölçüsü olarak metrekareden kilometrekareye kadar uzanan bir sistem getirilmiştir.

Ölçülerde değişiklik geç kalınmış bir düzenleme idi. Gelişen dünyada çok önceleri bu uygulamaya geçmek gerekiyordu. Nitekim, kanun çıkmadan üç yıl önce Bursa belediyesi belediye sınırları dahilinde metre cinsinden ölçülerin kullanılması mecburiyetini getirmişti47. Ölçüler kanunu sayesinde ülke içerisinde ölçülerle birlik sağlandığı gibi dış ticaret de kolaylaşmıştır. Genellikle bu yeni sistem halkımız tarafından kabul görmüştür. Ancak kırsal kesimde hâlâ teneke ile tahıl tartmak, bidon ile süt satmak, arşın ile kumaş ölçmek gibi uygulamaların devam ettiği görülmektedir. Bunda insanların kültür eksikliği, önemsememe ve alışkanlıklarını bırakamamalarının da rolü vardır. Ayrıca, kolaycılık ve ekonomik sıkıntılar da bunda önemli bir etkendir. Zira, herkes her yerde bu ölçü aletlerini kolayca elde edememektedir. Ücretsiz ve temini kolay ilkel ölçü birimleri tercih edilebilmektedir. Ancak, halkın okuma-yazma oranı, kültür seviyesi ve ekonomik düzeyi yükseldikçe bu tür uygulamalar azalacaktır.

Ölçülerde Yapılan Yenilikler ve Değişiklikler
Tarih: 1 Nisan 1931
Ülkede ağırlık ve uzunluk ölçülerinde tek bir sistemin uygulanmasını sağlamak ve uluslararası ticari ilişkileri kolaylaştırmak için; Arşın, endaze, okka, çeki gibi hem belirli olmayan hem de bölgelere göre değişen eski ölçüler kaldırılmış,
Onlu sisteme uygun, metre ve kilogram gibi uzunluk ve ağırlık ölçüleri kabul edilmiştir.

Eski Ağırlık Ölçü Aletleri ve Birimleri
Eskiden kullanılan ölçü aletlerinde olan Ağırlık ölçü birimlerinin aşağıda tam listesini görebilirsiniz.Eskiden kullanılan fakat günümüzde yerini son model teknolojik Ağırlık ölçü aletlerine bırakan bu alan ölçü aletlerinden bazıları ise günümüzde hala telaffuz edilmektedir.

Eski Ağırlık Ölçü Birimleri
1 okka (kıyye) = 400 dirhem = 1282,945 gr (1280 gr)
6 kıyye = 1 batman = 7,544 kg
44 kıyye = 1 kantar = 100 ludre = 56,320 kg
4 kantar = 1 çeki = 176 kıyye = 225,798 kg
1 kg = 312,5 dirhem = 0,781257 kıyye (okka)
1 kg = 0 okka + 311 dirhem + 12,5225 kırat
1 tonilato = 1000 kg = 4 çeki + 1 kantar + 37,4 okka
1 tonilato = 17 kantar + 31 okka + 183 dirhem
1,5 dirhem = 1 miskal = 4,8 gr
1 dirhem = 4 dünük = 3,2 gr
1 dünük = 4 kırat
1 kırat = 4 bakray = 1/24 misgal
1 bakray = 4 fitil
1 fitil = 2 nekir
1 nekir = 2 kıtmir
1 kıtmir = 2 zerre

Eski Alan Ölçü Birimleri
1 arşın (zirai) ²= 0,57417 m²= 4 ayak²
1 dönüm (yeni) = 2500 m²
1 dönüm (büyük) = 2720 m²
1 dönüm (atik) = 4 evlek = 1600 zirai² = 918,672 m² (bir kenarı 40 arşın (zirai) olan kare)
1 atik evlek = 400 arşın²= 229,668 m²
1 yeni evlek = 100 m²
1 cerip = 3600 zirai²= 2067,012 m²
1 ayak² = 144 parmak²= 0,14354 m²
1 parmak² = 144 hat²= 0,00099751 m²
1 hat² = 144 nokta²= 0,000006927 m²
1 çarşı arşın² = 0,46240 m²
1 urup² = 0,007225 m²
1 kirah² = 0,0018062 m²
1 endaze² = 0,422500 m²
1 urup² = 0,0066015 m²
1 kirah² = 0,0016504 m²

1 parmak = 12 hat = 0,03157 m
1 hat = 12 nokta = 0,00263 m
1 nokta = 0,00022 m
1 kulaç = 2,5 zirai =1,895 m (ip boyu, su derinliği, kuyu derinliği vb. için)
1 kara mili = 2500 zirai = 1895 m (kara yolculuğundaki mesafeler için)
1 fersah = 3 mil = 7500 zirai = 5685 m
1 berid (menzil) = 4 fersah = 12 mil = 30900 arşın = 22740 m
1 merhale = 2 berid = 45480 m
1 çarşı arşını = 8 rubu (urup) = 0,680 m (kumaş için)
1 rubu = 2 kirah = 0,085 m
1 kirah = 0,0425 m
1 endaze = 8 rubu (urup) = 0,650 m

[/expand]


6 Nisan * Anadolu Ajansı’nın Kurulması

[expand title=”Oku ( Aç / Kapat )”]

Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün talimatlarıyla, Kurtuluş Savaşı’nın ilk yıllarında “Anadolu’nun sesini dünyaya duyurmak” amacıyla 6 Nisan 1920 yılında kuruldu.

Kurtuluş mücadelesinin verildiği dönemde üstlendiği kritik görevle Cumhuriyet tarihi içinde özel bir yere sahip Anadolu Ajansı, Milli Mücadele’nin başladığı süreçte, bağımsızlık mücadelesini tek ve güçlü bir kanaldan hem yurda hem de dünyaya duyurmayı başarmanın haklı gururunu taşıyor.

Anadolu Ajansı’nın tarihi, Türk Basın Tarihi, Türk Edebiyatı Tarihi için de önem taşımaktadır. Türk basınının gelişmesine öncülük eden Yunus Nadi Abalıoğlu, Ruşen Eşref Ünaydın, Falih Rıfkı Atay gibi kalemler, Halide Edip Adıvar, Yakup Kadri Karaosmanoğlu gibi Türk Edebiyatının önemli yazarları ve araştırmacıları ve daha niceleri, Anadolu Ajansının kuruluşundan itibaren kurumda görev aldılar, onun gelişmesi için uğraş verdiler.

Anadolu Ajansı, Türk dış politikasının, Türkiye’nin sosyal, ekonomik ve günlük yaşamının da tanığıdır. O yüzden AA’nın haberleri ve fotoğrafları, bütün araştırmacılar için birinci elden kaynak niteliğini taşımaktadır.

AA’nın kuruluş serüveni

Anadolu Ajansının kuruluşu, “milli mücadelenin dönüm noktası” denilebilecek zor günlerine denk düşüyor. İşgal sonrası İstanbul’da kalınmayacağını gören bazı aydınlar, Milli Mücadele’ye katılmanın yollarını araştırıyor.

AA’nın kuruluş serüveni de tam bu süreçte, İstanbul’un işgaliyle bazı aydınların İstanbul’dan Anadolu’ya gelişleri aşamasında gerçekleşiyor. İstanbul’un 16 Mart 1920’de işgal edilmesinden 5 gün sonra yola çıkan Yunus Nadi (Abalıoğlu) ile Halide Edip’in (Adıvar) bulunduğu iki kafile, 31 Mart’ta Geyve’de buluşuyor. Akhisar İstasyonu’nda verilen mola sırasında iki aydın, “Ankara’ya gider gitmez bir ajans teşkilatı kurulmasını” görüşüyor.

Yunus Nadi ve Halide Edip, ajansın adı konuşulurken, “Türk”, “Ankara” ve “Anadolu” seçenekleri arasından “Anadolu Ajansı”nda birleşiyorlar.

Tarihi genelge

Halide Edip ve Yunus Nadi’nin de bulunduğu heyet, 1 Nisan’da Ankara’ya ulaşıyor. Yunus Nadi’nin ifadesiyle, “4 veya 5 Nisan akşamı” Mustafa Kemal Paşa’nın karargahı Ziraat Mektebi’nde yemekten sonra Anadolu Ajansının kurulmasından söz açılıyor. Bu konuşmanın ardından Anadolu Ajansının kuruluşu, 6 Nisan 1920’de gerçekleştiriliyor.

Mustafa Kemal Paşa, Milli Mücadele’nin ateşini tutuşturduğu bütün yurda gönderdiği tarihi genelgeyle Anadolu Ajansının kuruluşunu duyurmakla kalmıyor, girişilen mücadelenin iç ve dış kamuoyuna duyurulmasının önemine de işaret ediyor.

Mustafa Kemal Paşa imzalı Anadolu Ajansının kurulduğuna ilişkin genelge, günümüz Türkçesi ile şöyle:

“İslam’ın canevi olan Osmanlı Saltanatı merkezinin düşman işgaline geçmesi, bütün ülke ve ulusumuzun en büyük tehlikeyle karşılaşması sonucu olarak bütün Rumeli ve Anadolu’nun giriştiği ulusal ve kutsal savaşım sırasında, Müslüman kişilerin iç ve dış en doğru havadisle aydınlanmalarının zorunlu bir gereksinme olduğu önemle göz önüne alınmış, bunun sonucu, burada en yetkili kişilerden oluşan bir özel kurul yönetiminde, ‘Anadolu Ajansı’ adı altında bir kurum kurulmuştur. Anadolu Ajansının en hızlı araçlarla vereceği havadis ve bilgi, aslında Temsilciler Kurulumuzun belgeli ve asıl kaynaklarının sonucu olacağı için bu ajans bildirimlerinin oraca ve özellikle Müdafaa-i Hukuk örgütümüzce dahi seçilecek caddelere ve toplanılacak yerlere asılması, dağıtımı, dahası bucak ve köylere dek ulaştırılması yolunda olabildiğince çok yayınlanabilmesi için ivedili düzenlemeler yapılması, sonucundan da bilgi verilmesi önemle rica olunur.”

İlk büro

Halide Edip, Anadolu Ajansının ilk bürosu olarak da kullanılan, Milli Mücadele’nin ilk karargahı Ziraat Mektebinin, Ajans için ayrılan bölümünü şöyle tasvir etmiştir:

“Ankara’ya geldiğimin beşinci günü, büyük sofaya açılan dar ve uzun odalardan biri bana ayrıldı. Burası bir nevi büro haline sokulmuştu. Buranın eşyası, büyük bir yazıhane, dosya raflar, sandalye ile beraber iki masa, bir de eski yazı makinesinden ibaretti. Ben İngilizce gazetelerin siyasete kaçan kısımlarını tercüme eder, Mustafa Kemal Paşa’nın katibi Hayati Bey’in getirdiği telgraflar arasında, Anadolu Ajansı veya Hakimiyeti Milliye gazetesi için lazım olan parçaları keser, bundan başkada Mustafa Kemal Paşa’nın diğer muhaberatına ait yazıları hazırlardım.”

İlk bülten

Günün zor şartları altında kurulan Anadolu Ajansı, ilk haberlerini servis etmeye 12 Nisan 1920 tarihinde başlar. İlk bülten şu şekildedir:

“Devlet Merkezimizin düşman işgali altına geçmesi üzerine Anadolu ve Rumeli’nin Müdafaa-i Hukuk azim ve kararlılığı içinde yiğitçe harekete geçtiği şu sıralarda, din ve vatan kardeşlerimizin en doğru haber ve bilgiler alabilmelerini sağlamak için kurulan Anadolu Ajansı, bugünden itibaren göreve başlıyor. Bugün alınan haber ve bilgilerin oralarda da mümkün olduğu kadar fazla kimse tarafından okunup bilinmesi gereğini arz ve açıklamaya yer yoktur. Bu amaçla oralarda dahi özel örgütler meydana getirerek, her gün vereceğimiz bilgilerin telgrafhane kapılarında siyah levhalar üzerine yazılması ve yeterli araç olan yerlerde basılması, yayınlanması ve dağıtılması, nahiyelere ve hatta köylere kadar gönderilmesi hususlarının yerine getirilmesini hepinizin vatan ve millet sevgisinden ve yardımlarından rica ederiz. Bu başlangıçtan sonra, bugünkü son bilgiler aşağıdadır…”

İlk bültende, memleketin içinde bulunduğu durum ortaya konmuş, bu çerçevede Anadolu Ajansının kuruluş amacına yer verilmişti. Bültende, Anadolu Ajansı bültenlerinin dağıtımının taşıdığı önemden bahsedilmiş, yine ajans bültenlerinin dağıtımı için bir dağıtım ağı kurulması ve bunun düzenli şekilde işletilmesinin gerekliliği vurgulanmıştı. İlk bültende hem yurt içinden, hem yurt dışından haberlerin yer alması da dikkati çekiyor.

Kuruluşu resmi bildirgelerle tüm yurda duyurulmaya çalışılan Anadolu Ajansının bu tarihten sonra Anadolu’daki ulusal bağımsızlık mücadelesinin gerekçeleri, gelişme yönü ve diğer unsurları hakkında halkın en doğru iç ve dış haberlerle aydınlatılması yönünde haber vermesi amaçlanmış, bunda da başarılı olunmuştu.

Mustafa Kemal’in AA’ya gösterdiği ilgi

Mustafa Kemal, AA’nın yurt çapında etkinlik kazanması ve işleyişiyle de yakından ilgilendi, çünkü milli mücadelenin propagandasının büyük önem taşıdığına inanmıştı.

Mustafa Kemal, bu amaçla AA’nın kuruluşunu duyurmakla yetinmemiş, başta Ajans bültenlerinin ulaştırılması konusu olmak üzere çeşitli yazışmalar yapmış, uyarılarda bulunmuştu. Bekir Sami Bey’in komutanı olduğu 56’ncı Tümen Komutanlığına, 12 Nisan 1920’de çektiği telgrafta, İstanbul’daki durum hakkında alınacak güvenilir bilgilerin Anadolu Ajansına esas olmak üzere sürekli olarak bildirilmesini istemişti. Mustafa Kemal, 18 Nisan 1920’de Anadolu Telgraf Merkezine gönderdiği genelgede ise Anadolu Ajansı bültenlerinin bazı yerlere gönderilmediği yolunda şikayetler aldığını belirtmiş, bu hizmetin telgrafçılarca destekleneceği ve çabuklaştırılacağına şüphe duymadığını kaydetmişti.

Mustafa Kemal, genelgesinde, Anadolu Ajansı haberlerinin iletilmesinde doğabilecek kusurların “vatan suçu” oluşturabileceğine de dikkati çekmiştir.

Yayın ilkeleri

Anadolu Ajansı bültenleri hazırlanırken, bugün olduğu gibi geçmişte de yayın ilkelerine sıkı sıkıya bağlı kalınmıştır. Kurtuluş Savaşı süresince, milli birliği tehlikeye düşürecek kışkırtmalar ve yalanlara karşı milleti uyanık tutmak, ulusal mücadeleyi bağımsızlığa ulaştıracak karar ve hareketleri zamanında halka bildirmekle işe başlayan AA, halka doğru haber vermek yolunda çalışmalar yapmış, Büyük Millet Meclisi’nin aldığı kararları halka ileterek, halk-hükümet bütünleşmesinin sağlanmasına önemli katkı vermiştir.

Muhabir: Duygu Yener

Kaynak: https://aa.com.tr/tr/gunun-basliklari/anadolu-ajansi-97-yasinda/790121

[/expand]


10 Nisan * Anayasadan “Türk Devleti’nin Dini, Dın-i İslamıdır” kuralı çıkarılması

[expand title=”Oku ( Aç / Kapat )”]

Atatürk’ün önderliğinde, ulusal egemenlik temeline dayalı olarak kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin hedefi, çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmak olmuştur. Bu amaçla, kuruluşundan başlayarak ilk on yıl içinde gerçekleştirilen Cumhuriyet devrimleriyle başta Eğitim Birliği ve Medeni Kanun’un kabulü olmak üzere laik hukuk sisteminin de yol haritası belirlenmiştir.

Demokrasinin, çağdaşlığın, insan haklarının ve özellikle kadının insan haklarının güvencesi olan laiklik ilkesinin ilk adımı 1924 Anayasası’nda değişiklik yapılarak 10 Nisan 1928 atılmış, “Türk Devleti’nin Dini, Dın-i İslamıdır” kuralı çıkarılmıştır.

Atatürkçü düşünce sisteminde laiklik, yalnızca din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasını öngören bir ilke değil, aynı zamanda dünya sorunlarına akılcı ve bilimsel bakış açısı getiren bir yaşam biçimidir.

5 Şubat 1937 tarihinde, 1924 Anayasasında yapılan değişiklikle yer verilen laiklik ilkesi, 1961 ve 1982 Anayasalarında da devletin değiştirilemez temel nitelikleri arasında yer almıştır.

TBMM tarafından kabul edilen ilk anayasa 20 Ocak 1921’de yürürlüğe girdi. 1921 Anayasası, değişen ve gelişen ihtiyaçları karşılamaya yetmeyince, anayasanın esas prensiplerine sadık kalmak şartıyla, 20 Nisan 1924 tarihinde, 491 sayılı kanunla ikinci bir anayasa kabul edildi. Bu anayasada “Devletin dini, İslam dinidir” maddesi 10 Nisan 1928’deki değişiklikle kaldırıldı ve laiklik ilkesi 1937’de anayasaya girdi.

Laiklik ilkesinin Anayasa’ya girmesi

Özdemir İnce’nin Hürriyet’te laiklik ilkesinin anayasaya girişini anlattığı ve 5 Şubat 2010’da yazdığı “Laiklik ilkesinin Anayasa’ya girmesi” başlıklı yazısından bir kısım şöyle:

1) İlk Osmanlı anayasası olan Kanunu Esasî 23 Aralık 1876’da, Islahat Fermanı’nda olduğu gibi bir Hattı Hümâyun ile ilan edildi.

Madde 11- Devleti Osmaniye’nin dini İslam dinidir.

Bununla birlikte, aynı maddede, halkın asayişine ve genel ahlaka aykırı olmamak koşuluyla bütün inanışlar serbesttir ve Devletin koruması altındadır, denilmektedir.

2) 1921 Anayasası olan Teşkilatı Esasiye Kanunu’nda devletin diniyle ilgili bir madde bulunmamaktadır.

3) 29 Ekim 1923 tarihli, “Teşkilatı Esasiye Kanunu’nun Bazı Maddelerinin Değiştirilmesine Dair Kanun” ile din Anayasa’ya girmiştir.

Madde 2- Türkiye Devletinin dini, Dini İslam’dır, Resmi lisanı Türkçedir.

4) 1924 Anayasası’nda devletin dininin, İslam dini olduğu belirtilmiştir. Hilafetin Anayasa’dan önce kaldırılmış bulunmasına, Anayasa’nın kendisinin de laik olmasına karşın, koşullar böyle bir kuralın Anayasa’da yer almasını gerektirmiştir. Kuralın Anayasa’nın 2. maddesinden çıkartılması ancak 10 Nisan 1928’de yapılan Anayasa değişikliği ile olabilmiştir.

5) 5 Şubat 1937’de yapılan değişiklikle, 2. maddeye, Devletin temel nitelikleri olarak Cumhuriyet Halk Partisi’nin programında yer alan altı ok, “Türkiye Cumhuriyeti Cumhuriyetçi, Halkçı, Devletçi, Laik ve İnkılapçıdır” biçiminde girmiştir.

6) 1961 Anayasası Madde 2: Türkiye Cumhuriyeti, insan haklarına ve ‘Başlangıç’ta belirtilen temel ilkelere dayanan, milli, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir.

7) 1982 Anayasası Madde 2: Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir.

Madde 4: Anayasa’nın 1’inci maddesindeki Devletin şeklinin cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm ile, 2’nci maddesindeki Cumhuriyetin nitelikleri ve 3’üncü maddesi hükümleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez.

Madde 174: Anayasa’nın hiçbir hükmü, Türk toplumunu çağdaş uygarlık seviyesinin üstüne çıkarma ve Türkiye Cumhuriyeti’nin laik niteliğini koruma amacını güden, aşağıda gösterilen inkılap kanunlarının, Anayasa’nın halkoyu ile kabul edildiği tarihte yürürlükte bulunan hükümlerinin, Anayasa’ya aykırı olduğu şeklinde anlaşılamaz ve yorumlanamaz.

[/expand]


12 Nisan * Türk Tarih Kurumu Kuruluşu

[expand title=”Oku ( Aç / Kapat )”]

“Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan, yapana sadık kalmazsa değişmeyen hakikat, insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır.” K. Atatürk

Atatürk, milletimizi ve dünyayı eski bir tarih anlayışından, yeni bir tarih görüşüne götürmek ve bu yolda araştırmalar yapmak için, 12 Nisan 1931’de Türk tarihi ile Türkiye tarihi konularında araştırmalar yapmak ve yayımlamakla yükümlü, tüzel kişiliği olan kamu kuruluşu, Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti’ni (Türk Tarih Kurumu) kurmuştur.

Atatürk, Türk Tarih Tezi diye bir tez ortaya atılmıştır. Kültür alanında yeni bir tarih görüşünün ifadesi olan bu teze göre; Türk milletinin tarihi şimdiye kadar yazıldığı gibi yalnız Osmanlı tarihinden ibaret değildir. Türk’ün tarihi çok daha eskidir ve temasta bulunduğu milletlerin medeniyetleri üzerine etki etmiştir.

Osmanlı Devletinin ümmet tarihi anlayışından, Türk milletinin kendi tarihine kavuşması, millet tarihi anlayışını kabul etmesi zorunlu idi. Millet tarihi anlayışını gerekli kılan özel sebepler de vardı.

Bunlar :

  1. Türklerin sarı ırktan olduğuna dair dünyada yazılmış olan yanlış bilgiler.
  2. Türklerin sarı ırktan gösterilmesinin bir sonucu olarak medeni kabiliyet ve istidattan yoksun olduğu yolundaki hatalı görüş ve iddialar.
  3. Türk toprakları üzerinde yabancıların tarihi iddiaları.

Aleyhimizde kullanılan silah, hep gerçeğe aykırı şekilde yazılan, değiştirilen tarih idi. Tarihimizi gerçek yapısı ile ortaya koymak, Türklük ve ata yurdu hakkında gerçek tarihi bilgileri dünya kamuoyuna duyurmak, Türk Tarihi araştırmalarının amacı idi.

23 Nisan 1930’da Türk Ocakları VI. Kurultayımda, Türk Tarih Encümeni (1925’ten önce Tarih-i Osmani Encümeni) yerine Türk Tarihi Tetkik Heyeti adlı bir komisyonun kurulması kararlaştırıldı; komisyon 4 Haziran 1930’da çalışmaya başladı. 1931’de Türk Ocağı kapatılınca, bu komisyonun yerine tüzel kişiliği olan Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti oluşturuldu (15 Nisan 1931).

Tüzüğünün 1. maddesine göre “Türkiye Cumhuriyeti Reisi Gazi Mustafa Kemal Hazretlerinin himayesinde ve Ankara’da çalışan ilmi bir cemiyet” olan kurumun amacı Türk tarihi ile Türkiye tarihini ve bunlarla ilgili konulan incelemek, elde edilen sonuçları da her türlü yoldan yaymaktı. Kurum Türkiye ve Türk tarihi iie ilgili ana kaynakları saptayacak ve inceleyecek, bu konularda telif ve çeviri bilimsel yapıtlarla dergiler yayımlayacaktı. Yeni buluş ve görüşlerin ortaya konması ve tartışılması için kongreler düzenlemek, kazı ve araştırmalar yoluyla yeni belgeler sağlamak da kurumun çalışma alanı içindeydi. Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti’nin adı 3 Ekim 1935’te Türk Tarih Kurumu olarak değiştirildi.

Türk Tarih Kurumu ilk tarih kongresini 1932’de topladı. Bunu her beş yılda bir toplanan kongreler izledi; bu kongrelerde çok sayıda özgün bildiriler sunuldu. Kurum 1935’ten sonra yoğun arkeolojik araştırmalar da yürüttü. Gerçekleştirilen 54 ayrı kazıyla Anadolu tarihinin erken dönemlerine ilişkin çok önemli bilgilere ulaşıldı. TTK yayıncılık alanında da 111 ayn dizi oluşturdu. 1983’e değin 400’ü aşkın kitap yayımladı. Kurum ayrıca üç ayda bir Belleteni, altı ayda bir de Belgeler adlı bilimsel araştırma ve bildiri dergileri çıkardı. Türk Tarih Kurumu Kitaplığı, Ankara’da Milli Kütüphane’den sonra en zengin kütüphane durumuna geldi.

1980’deki 12 Eylül Harekâtı’ndan sonra Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu’nun oluşturulması (Ağustos 1983), TTK’nın da bu kuruma bağlanması kararlaştırıldı.

Kaynak: Türk Tarih Kurumu

[/expand]


15 Nisan * Türk Tarihi Tetkik  Cemiyeti

[expand title=”Oku ( Aç / Kapat )”]


Türk tarihini bilimin en yeni verilerine dayanarak yeniden incelemek ve Türkiye’nin dünya medeniyetine olan katkısını meydana çıkarmak amacıyla, Nisan 1931’de Atatürk’ün teşvikiyle Ankara’da Türk ocakları Merkez heyetine bağlı olarak kuruldu. Kurum tüzüğünün amaç maddesi şöyledir “Kurumun amacı Türk Tarihi ile Türkiye Tarihi’ni ve bunlarla ilgili konuları inceleme ve elde edilen sonuçları her türlü yolla yaymaktır”. Kurum belli başlı dünya bilim kurumlarına üyedir ve 220’den fazla akademi, üniversite ve bilim kuruluşuyla kitap ve dergi değişimi yapar. Atatürk, Türk Tarih Kurumunun daha çok bir akademi niteliği taşımasını, üye sayısının sınırlı tutulmasını istemiştir. Kurum 16 üye ile kuruldu. Daha sonra üye sayısı 41 ile sınırlandırıldı. Kurum üyeleri Eskiçağ, Ortaçağ ve Yeniçağ adları altında üç uzmanlık koluna ayrılarak çalışmaktadır.

Türk Tarih Kurumu Atatürk’ün eseridir. Türk ulusunun büyüklüğüne ve üstün uygarlık yeteneklerine içten inanmış olan Atatürk, onu en uygar milletlerin düzeyine çıkarmak için önce tarihini bilmesi ve bunun içinde onu ilk kaynaklardan kendisinin araştırarak öğrenmesi gerektiğine inanıyordu. Atatürk’ün direktifleriyle, 16 üye tarafından, 15 Nisan 1931′ de “Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti” adı altında kurulan Kurum’un adı 3 Ekim 1935’te Türk Tarih Kurumu’na çevrildi.

[/expand]


19 Nisan * Sanayi ve Maadin Bankası Kuruluşu

[expand title=”Oku ( Aç / Kapat )”]

19 Nisan 1925 tarihli 633 sayılı kanunla, kurulan banka, 1 Mayıs 1925 tarihinde çalışmalarına başlamıştır. Sanayi ve Maadin Bankası, devletin sanayi ve maden üretiminin geliştirilmesinde ve doğrudan doğruya görev almasına olanak veren ilk kuruluş olmuştu. Kalkınma bankası tipinin ilk örmeklerinden olan bu bankanın kurulması ile devlet, Türk bankacılığında işletmecilik yönü ağır basan, bir banka türü oluşturmuş bulunuyordu.

Sanayi ve Maadin Bankası yeni gelişmeye başlayan sanayi teşebbüslerine kredi vermek ve bu teşebbüslere karşı düzenleyici rol oynamak gibi önemli görevleri bulunmaktaydı.

Bankanın 1926 yılının başında, sermayesi 6.147.137.-TL’dir. Sermayenin 2.000.000.-TL nakit, geri kalan kısmı taşınmaz mallardan oluşmaktadır. 1930 yılında sermayenin tamamı ödenmiş durumdaydı.1

Sanayi ve Maadin Bankası, Hereke, Feshane, Bakırköy Mensucat Fabrikalarını ve Tosya Çeltik Fabrikasını kontrolü altında tutmuştu. Ayrıca Bünyan ve Isparta iplik fabrikalarına, Maraş Çeltik Fabrikasına, Malatya ve Aksaray Değirmen ve Elektrik Şirketlerine, Kütahya Çini Fabrikasına ve Yalvaç Sanayi-Ticaret Şirketine ortak olmuştu.2

Bu banka faaliyetlerini daha çok kendi işletmelerinde yoğunlaştırdığı ve öz kaynakların sınırlı olması, yabancı kaynaklarda da önemli bir gelişme olmaması sonucu, kuruluş anında devraldığı işletmeler ve sermayesine katılan iştirakler dışında özel kuruluşlara sanayi kredisi sağlamakta bir etkinlik gösterememiştir.3

Sanayi ve Maadin Bankası 1932 yılında elinde bulunan fabrikaları Sanayi Ofisine devretmiş olup, sadece sanayi kredisi verme işlemleri yapabilmek içinde, 7 Temmuz 1932 tarih, 2064 sayılı kanunla kurulan Türkiye Sanayi ve Kredi Bankası’na devredilmiştir. 1933 yılında Sümerbank’ın kurulmasıyla birlikte Sanayi Ofisi’nin elinde bulunan fabrikalar bu yeni kurulan fabrikaya devredilmiştir.

  1. A. Gündüz Ökçün, Türkiye İktisat Tarihi Semineri, “1900-1930 tarihleri arasında A.Ş. olarak Kurulan Bankalar,” s. 442.
  2. F. Ergin, a.g.e., s. 51.
  3. Ö. Akgüç, a.g.e.,s. 158.

Kaynak: Atatürk Döneminde Bankacılık Sistemine ve Gelişimine Genel Bir Bakış, Derya Bozoklu, ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 55, Cilt: XIX, Mart 2003

[/expand]


19 Nisan * Türkiye Şeker Fabrikaları

[expand title=”Oku ( Aç / Kapat )”]

Türkiye Şeker Fabrikaları Kuruluş ve Tarihçesi

Türkiye’de Şeker Fabrikaları kurulması amacıyla Osmanlı İmparatorluğu zamanında (1840-1899) ve ondan sonraki yıllarda bazı teşebbüsler olmuştur. Ancak bu teşebbüslerden hiçbirisi uygulama alanına konulamamış ve bir istek olmaktan ileri gidememiştir.

Şeker Fabrikaları kurma teşebbüslerinin gerçekleşebilmesi ancak, Büyük Önderimiz ATATÜRK’ün kurduğu Cumhuriyet döneminin sağladığı geniş imkanlar sayesinde olabilmiştir. Bu istikametteki ilk ciddi teşebbüs Uşak’lı Molla Ömeroğlu Nuri (Şeker) adında bir çiftçi tarafından başlatılmıştır.

Uşak’ta mahalli birçok müteşebbisin iştiraki ile 19.4.1923 tarihinde 600.000 TL sermaye ile kurulan “Uşak Terakki Ziraat T.A.Ş.” 6.11.1925 tarihinde ilk Şeker Fabrikası’nın temelini atmış ve fabrika 17.12.1926 tarihinde işletmeye açılmıştır.

Uşak’ta Şeker Fabrikası kurma çalışmaları devam ederken yine aynı yıllarda İstanbul’da da özel şahısların ve bazı milli bankaların iştiraki ile 14.6.1925 ‘de 500.000 TL sermayeli “İstanbul ve Trakya Şeker Fabrikaları T.A.Ş.” kurulmuştur. 22 Aralık 1925 tarihinde Alpullu Şeker Fabrikasının temeli atılarak onbir ayda fabrikanın montajı bitirilmiş ve 26.11.1926 tarihinde fabrika işletmeye açılarak ilk Türk şekerini üretmiştir.

1933 yılına kadar ülkemizin şeker ihtiyacı bu iki fabrikanın üretimi ile kısmen karşılanmıştır. Bu iki fabrika ile pancar tarımında ve şeker fabrikası işletmesinde hayli tecrübeler edinilmiş olduğundan yeni şeker fabrikaları kurulması gerekli görülmüştür.

Milli bankalarımızdan bazılarının ortaklığı ile iki şirket teşekkül ettirilmiş ve bunlardan “Anadolu Şeker Fabrikaları T.A.Ş.” 5.12.1933 tarihinde Eskişehir Şeker Fabrikasını işletmeye açmıştır.

Diğer bir şirket olan “Turhal Şeker Fabrikası T.A.Ş.” de 19.10.1934 tarihinde Turhal Şeker Fabrikası’nı işletmeye açmıştır.

Cumhuriyetin kuruluşundan sonra, tarımı dayanak alan bir kalkınma hamlesi ile işe başlanmış, devlet eliyle yaratılmaya çalışılan burjuvazi kanalıyla da tarımsal hammaddeye dayalı sanayi kurulması için çaba gösterilmiştir. 1929 yılına kadar bu politikaları esas alan Cumhuriyet, yaşanan 1929 dünya bunalımının etkisi ve özel sektörün bu yükü kaldıramayacağının anlaşılmasından sonra devletçiliği benimseyen politikaları merkezine alıp uygulamaya başlamıştır.

1929 yılına kadar uygulanan ekonomi-politikaların karşılığı olan 8 Nisan 1925 gün ve 601 sayılı “Şeker Fabrikalarına Bahşolunan İmtiyaz ve Muafiyet Hakkında Kanun”u çıkararak özel kesimi sanayi yatırımlarına yönlendirmeyi hedeflemiştir.

Bu yasayla özel kesime oldukça önemli olanaklar sağlanmıştır. Kanunla;

  • Birbirine komşu beş ilin sınırını aşmamak ve bölge gereksinimini karşılayacak şekerpancarının sürekli yetişmesine elverişli büyüklükte bir alanı kapsamak üzere, Ticaret bakanlığının saptayacağı bölgeler içinde, 25 yıl süreyle şeker fabrikaları kurma ve işletme hakkı veriliyordu.
  • Bu fabrikalar belirtilen süre içerisinde 1913 tarihli Teşviki Sanayi Kanununun sağladığı kolaylıklardan yararlandırılacaktı.
  • Üretilen şekerden 8 yıl süre ile istihlak vergisi alınmayacak, üretilen pancarın şeker fabrikalarına satılması koşuluyla, pancar ekim alanları arazi vergisinden bağışık tutulacaktı.
  • Fabrikalara kömür ve kireç sağlayan ocaklardan herhangi bir resim alınmayacak, fabrika kuracaklara hazine topraklarından bedelsiz olarak 1-5 ha’lık alan tahsis edilecek, fabrikalara gelen hammaddeler ya da üretilen ürünler kamu taşıtlarınca 1/3 oranında indirimli taşınacak, fabrikada çalışanlardan 10 yıl süreyle “temettü vergisi” alınmayacaktı.
  • Yalnız bu yasadan yararlanmak isteyen kişi ve kuruluşlar, şeker fabrikası kurabilecek ve işletebilecek sermayesi ve personeli olduğunu kanıtlamak zorunda olacaklardı.

Bu yasanın sağladığı olanaklar sonucunda öncelikle Uşak ve Alpullu fabrikalarının, ardından Eskişehir ve Turhal fabrikalarının temeli atılmış, ilk şeker 26 Kasım 1926 yılında Alpullu’da üretilmiştir.

Uşak Şeker Fabrikası: Sanayi ve Maadin Bankası, Çekoslovak Skoda Şirketi ve özel kişiler tarafından 600 bin lira sermaye ile oluşturulan” Uşak Terakki Ziraat Türk Anonim Şirketi”nce kurulmuştur. Yapımı Çekoslovak Skoda Şirketi tarafından üstlenen fabrikanın temeli 6 Kasım 1925 tarihinde atılmış,ilk üretim 17 Aralık 1926 gerçekleşmiştir. Uşak Şeker Fabrikası’nda dikkati çeken iki durum vardır. Birincisi fabrika ortaklarından birisi başka bir ülke şirketinin olması diğeri ise sektördeki deneyimsizlik nedeniyle kurak bir alana fabrikanın kurulmasıdır. Bu yanlış, sektörde kurak yere fabrikanın kurulmamasını pratikte gösterdiğinden yapılan yanlıştan doğru bulunmuştur.

Alpullu Şeker Fabrikası: 500 bin lira sermayeyle oluşturulan “İstanbul ve Trakya Şeker Fabrikaları Türk AŞ. tarafından kurulmuştur. Türkiye’de ilk şeker üreten fabrikamızdır. Hisse dağılımı yüzde 68 T. İş Bankası T.C. Ziraat Bankası ve Trakya illerinin Özel İdareleri yüzde 10 ve Trakya köylülerinin dahil olduğu özel şahıslar ise yüzde 22 oranındadır. Fabrika, Almanya kökenli Maschinenfabrik Buckau R. Wolf Şirketi tarafından kurulmuştur. 22 Aralık 1925 yılında temeli atılmış 26 Kasım 1926 yılında işletmeye açılmıştır.

20 Aralık 1930’da Atatürk fabrikayı ziyaret etmiştir. Büyük kurtarıcı Cumhuriyetin ilk fabrikası kabul edilen Alpullu Şeker Fabrikası’nı zevk ve gururla gezdikten sonra Şeker sanayi hakkındaki düşüncelerini anı defterine şöyle yazmıştır:

“Alpullu Şeker Fabrikası’nı gezdim. Gördüğüm vaziyetten çok memnun kaldım. Müessesenin daha tevsii etmesini ve şimdiye kadar olduğundan fazla muvaffak olmasını dilerim. Memleketimizin her müsait mıntıkasında şeker fabrikalarının çoğalması ve bu suretle memleketin şeker ihtiyacının temini mühim hedeflerimiz arasında tanınmalıdır.”

Gazi Mustafa Kemal

Eskişehir Şeker Fabrikası: 1933 yılında Anadolu şeker fabrikaları T.A.Ş tarafından 3 milyon sermaye ile kurulmuştur. Sermaye dağılımı şöyle oluşmuştur. Yüzde 51’i T. İş Bankası, yüzde 24.5’i T.C. Ziraat Bankası,yüzde 24.5’i Sanayi ve Maadin Bankası koymuştur. Fabrikayı Alpullu Şeker Fabrikası’nı kuran,daha sonra Turhal Şeker Fabrikası’nı da kuracak olan Alman şirketi tarafından kurulmuştur. Fabrikanın temeli 1 Şubat 1933’te atılmış aynı yıl 5 Aralık 1933 yılında işletmeye açılmıştır.

Turhal Şeker Fabrikası: Daha önce Sivas’ta kurulması kararlaştırılmış olan fabrikanın, Uşak Şeker Fabrikası’ndaki kazanılan deney sonucunda Turhal’da kurulması kararlaştırıldı. Fabrikayı Türkiye İş Bankası ve Ziraat Bankası toplam 3 Milyon sermaye ve eşit hisseyle kurmuşlardır. Fabrikanın temeli 7 Ekim 1933 yılında atılmıştır.

Uşak fabrikası dört özel şirket tarafından kurulmuştu. Yanlış yer seçimi nedeniyle sürekli zarar ettiğinden, 11 Temmuz 1933 yılında Sümerbank’a devredildi.

1929 yılında yaşanan dünya bunalımına kadar 70 bin tona ulaşan şeker tüketimi bunalımla birlikte 50 bin tona kadar geriledi. Dünyanın içinde bulunduğu durum gereği dış satım olanağı da olmadığından tüketimdeki daralma mevcut şeker fabrikalarını sıkıntıya sokmuştur.

1929 dünya bunalımın şeker sektörüne yaptığı olumsuzluğu ortadan kaldırmak üzere “Şeker Rasyonalizasyon Komitesi” oluşturulmuş, araştırmalarını,

  1. Şeker fabrikalarının birleştirilmesi ve yeni şirketin tesisi ile bu koşullarının saptanması,
  2. Ülkenin her tarafında şekerin aynı fiyatla satılmasının sağlanması,
  3. Şeker üretiminin rasyonelleştirilmesi, üzerine yapmıştır.

Yapılan araştırmaların sonucunda şeker fabrikalarının birleştirilmesine karar verilmiş; 6 Temmuz 1935 yılında, Sümerbank, Türkiye İş bankası ve T.C. Ziraat Bankası tarafından eşit hisselerle 22 milyon TL sermayeli “Türkiye Şeker Fabrikaları Anonim Şirketi” kurulmuştur.

Tarımsal, teknik ve idari çalışmaların koordine edilmesi, sermaye kaynaklarının birleştirilmesi amacıyla ayrı şirketler halindeki dört şeker fabrikası, üç milli bankamızın eşit paylarla ortak oldukları tek bir şirket çatısı altında toplanmıştır. 22 milyon TL sermayeli TÜRKİYE ŞEKER FABRİKALARI A.Ş. olarak dört ayrı fabrika bu şirket tarafından devralınmıştır.

Şeker üretim faaliyetleri 1950 yılına kadar zaman zaman tevsi edilen dört şeker fabrikası ile yürütülmüştür . Her yıl artan şeker ihtiyacının tamamen yerli üretimle karşılanabilmesi için 1951 yılında hazırlanan ” Şeker Sanayii’nin Tevsi Programı” ile yeni şeker fabrikaları kurulması dönemine girilmiştir. Diğer taraftan da pancar ekicilerinin teşkilatlandırılması amacı ile tarım kesiminde toplumsal dayanışmanın bir örneği olan kooperatifleşme hareketi başlatılmıştır.

1951-1956 yıllarını kapsayan dönemde toplam onbir yeni şeker fabrikasıinşa edilerek , 1956 yılında fabrika sayısı onbeşe ulaşmıştır. 1962 yılında Ankara Şeker Fabrikası ve 1963 yılında da Kastamonu Şeker Fabrikası, sanayiimizin geliştirilen bir makina fabrikası ile iki atölyede %65’i imal edilerek işletmeye alınmışlardır. Ülkemizin nüfus artışına paralel olarak artan şeker ihtiyacını temin etmek amacıyla yeni şeker fabrikaları kurulması öngörülerek 1977’de Afyon, 1982’de Muş ve Ilgın , 1983’de Bor, 1984’de Ağrı ve 1985 yılında da Elbistan Şeker Fabrikalarının %95’e varan makina ve tesisleri mevcut beş makina fabrikasında imal edilerek işletmeye alınmışlardır.

Daha sonra sırasıyla 1989 yılında Erciş, Ereğli ve Çarşamba Şeker Fabrikaları, 1991 yılında Çorum, 1993 yılnda Kars, 1998 yılında Yozgat ve 2001 yılında ise Kırşehir Şeker Fabrikaları işletmeye açılmıştır.

Türkiye Şeker Fabrikaları Anonim Şirketi kurulduktan sonra önce şeker üretim ve tüketiminde 1939 yılında denge sağlandıktan sonra, Adapazarı, Amasya, Konya, Kütahya, Burdur, Kayseri, Susurluk, Elazığ, Erzincan, Erzurum, Malatya, Ankara, Kastamonu, Afyon, Muş, Ilgın, Bor, Ağrı, Elbistan, Erciş, Ereğli, Çarşamba, Çorum, Kars, Kırşehir ve Yozgat Şeker fabrikaları olmak üzere toplam 30 fabrikayı işletmeye almıştır. Bu fabrikalardan Amasya, Kayseri ve Konya fabrikaları özelleştirildi. Fabrika sayısı şu anda 27’dir.

Rakamlarla türkiye Şeker Fabrikaları

  • Türkiye’deki 500 büyük firma içerisinde ilk 10’da
  • Çalışan sayısında 3.
  • Öz sermayede 5.
  • Üretimden satışlarda 6.
  • Satış hasılatında 7.
  • İhracatta 9.
  • Fabrika sayısı 27
  • Alkol fabrika sayısı 4 (Yıllık 57.6 milyon litre üretim kapasite)
  • Sahip olduğu makine fabrika sayısı 6(Toplam imalat kapasitesi 15 bin ton/yıldır.)
  • Sahip olduğu tohum işleme fabrikası sayısı 1(Yıllık işlenmiş tohum üretim kapasitesi 1200 tondur.)
  • Sahip olduğu tarımsal işletme sayısı 2 (Toplam arazi 2100 ha)
  • Sahip olduğu araştırma enstitüsü sayısı 1

Kaynak:

  1. www.turkseker.gov.tr
  2. Şeker Kanunu Tasarısı ve Gökhan Günaydın, T. Şeker Sektörü Analizi Sayfa:17’ den derlenmiştir.

[/expand]


20 Nisan * T.C. İkinci Anayasa (Teşkilatı Esasiye Kanunu) TBMM Kabulü

[expand title=”Oku ( Aç / Kapat )”]

T.C. İkinci Anayasa (Teşkilatı Esasiye Kanunu) TBMM Kabulü
20 NİSAN 1924 Anayasası

20 Ocak 1921 tarihli Anayasa (Teşkilatı Esasiye Kanunu) olağanüstü devrin, olağanüstü şartları içinde çıkarılmış dinamik bir dönemin anayasası idi. Daha sonra, şartlar değişmiş, Cumhuriyet ilan olunmuş, Türk devrimi aksiyon evresinden yeniden düzenleme, reformlar evresine yönelmişti. Yeni Türkiye’nin yeni bir Anayasaya ihtiyacı vardı. TBMM’nde çalışmalar ve müzakereler sonunda, 20 Nisan 1924’te 105 maddeden oluşan yeni Anayasa kabul edildi.

20 Nisan 1924’te kabul edilen yeni devletin ikinci Anayasası, Milli Mücadelenin kazanılmasından ve Cumhuriyetin ilanından sonra, demokrasi ilkesine değer veren bir anayasa olarak düzenlendi.

1924 Anayasası, dayandığı ilkeler bakımından, 1789 Fransız İhtilali’nden itibaren gelişen ferdiyetçi ve hürriyetçi hukuki ve siyasi ideolojiyi temsil etmekte ve aynı zamanda siyasi fikir akımlarının tarihi gelişmesinden de faydalanmaktadır. Bu Anayasa hazırlanırken, 1921 tarihli Anayasanın dayandığı temel esaslardan esinlenilmiştir. Milli egemenlik, tek meclis ve kuvvetler birliği ve meclisin üstünlüğü prensipleri, 1921 Teşkilatı Esasiye Kanunu’ndan alınmış ve geliştirilmiştir.

1924 Anayasası, egemenliğin yalnızca millete ait olduğu ve ancak TBMM tarafından kullanılacağı esasına uygun olarak hazırlanmıştır. Egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olması, ona bir diğer ilahi veya beşeri otorite ve makamın ortak olamayacağını kabul etmek demektir. Bu ilkeyle egemenliğin milli niteliği 1924 Anayasasında daha belirli bir şekilde ortaya çıkmıştır. Kayıtsız ve şartsız millet egemenliği düşüncesinden hareket eden Anayasanın siyasal sistemi, böylece devlet içinde Büyük Millet Meclisi tarafından temsil olunan; tek kuvvet, tek meclis ilkesine dayanmaktadır. 1924 Anayasası meclis hükümeti ile parlamenter hükümet sistemi arasında bir köprü görevi görmüştür. 1924 Anayasası, 1921 Anayasasından daha yumuşak bir kuvvetler ayrımına yer vermiştir. Milli egemenlik ve meclisin üstünlüğü sistemini geliştirmiş, Anayasa alanını daha geniş ve yaygın bir şekilde düzenlemiş, kamu özgürlüklerine geniş yer vermiştir.

[/expand]


23 Nisan * Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı

[expand title=”Oku ( Aç / Kapat )”]

Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı, Türkiye Cumhuriyeti’nin ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin resmi bayramlarından biridir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ve ilk Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk tarafından dünya çocuklarına armağan edilmiştir.

Bu bayram, TBMM’nin açılışının birinci yılında kutlanmaya başlanan 23 Nisan Millî Bayramı ve 1 Kasım 1922’de saltanatın kaldırılmasıyla, önce 1 Kasım olarak kabul edilen, sonra 1935’te 23 Nisan Millî Bayramı’yla birleştirilen Hâkimiyet-i Milliye Bayramı ile Himaye-i Etfal Cemiyeti’nin 1927’de ilan ettiği ve ilki Atatürk’ün himayesinde düzenlenen 23 Nisan Çocuk Bayramı’nın kendiliğinden birleşmesiyle oluştu.

1980 darbesi döneminde Milli Güvenlik Konseyi, bu bayrama resmî olarak “23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı” adını verdi. Hakimiyet-i Milliye Bayramı (önceleri 1 Kasım, sonra 23 Nisan), saltanatın kaldırılışının ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu gerçekleştiren TBMM’nin açılışının egemenliği padişahtan alıp halka vermesini kutlamak amacını taşırken, Çocuk Bayramı savaş sırasında yetim ve öksüz kalan yoksul çocukların bir bahar şenliği ortamında sevindirmek amacını taşımaktaydı.

Türkiye Radyo Televizyon Kurumu, UNESCO’nun 1979’u Çocuk Yılı olarak duyurmasının ardından, TRT Uluslararası 23 Nisan Çocuk Şenliği’ni başlatarak, bayramı uluslararası düzeye taşımıştır. Günümüzde bayrama birçok ülkeden çocuklar katılmakta, çeşitli gösteriler hazırlanmakta, okullarda törenler ve çeşitli etkinlikler düzenlenmektedir. Ayrıca 1933’te Atatürk’le başlayan çocukları makama kabul etme geleneği günümüzde çocukların kısa süreliğine devlet kurumlarının başındaki memurların yerine geçmesi şeklinde devam etmektedir.

Anayasamızın Egemenlik başlıklı 6. maddesi aynen şöyle demektedir: “Egemenlik, kayıtsız şartsız Milletindir. Türk Milleti, egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organları eliyle kullanır. Egemenliğin kullanılması, hiçbir surette hiçbir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamaz. Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz.”

Toplumda hiçbir kimse, hiçbir zümre, hiçbir sınıf ya da gurup, doğrudan üstün emretme gücüne sahip olamaz. Toplumda üstün emretme gücünün tek kaynağı ve tek sahibi milletin kendisidir.

Önemli olan, Ulusal Egemenlik fikrinin genç nesillerce, ruhunda ve anlamında gönülden benimsenmesi ve onu yaşatmasıdır.

Atatürk’e göre, toplumda en yüksek hürriyetin, en yüksek eşitlik ve adaletin devamlı şekilde sağlanması ve korunması ancak ve ancak tam ve kesin manasıyla milli egemenliğin kurulmuş olmasına bağlıdır. Bundan dolayı hürriyetin de, eşitliğin de, adaletin de dayanak noktası milli egemenliktir. Milli egemenlik beraberinde demokrasi kavramını da getirir.

Atatürk, “Türküm” diyen her insanın vatan toprakları üstünde ayrıcalıksız ve kaynaşmış bir Türk ulusunu temsil ettiğini özellikle vurgulamıştır. “Egemenlik Kayıtsız Şartsız Ulusun Olacaktır” ilkesi doğrultusunda hiç bir güç, hiç bir iç ve dış kuvvet bu hakkı ulusun elinden alamaz.

Ulusumuz, en kutsal varlığı olan bağımsızlığını koruması en büyük hayati ihtiyacıdır. Bağımsızlığın da en önemli ve ilk temel taşı ekonomik bağımsızlıktır. Ekonomik bağımsızlığımız her geçen yıl daha da zayıflamakta ve yurt dışı borçlarımız artması da içinde bulunduğumuz tehlikenin başka bir boyutunu içermektedir.

Türkiye’de, egemenlik hakkını milletin adına kullanan kuruluşa Türkiye Büyük Millet Meclisi denir. 23 Nisan 1923 de kutlanmaya başlanan bu milli bayramımızda TBMM’nin ilk kuruluş yıldönümünde başlamıştır. Bu kuruluş yüce kudretin tecelli yeridir, milletimizin biricik ve hakiki temsilcisidir. Meclis yalnızca milletimizin emrine itaat etmekle yükümlüdür. Ancak Meclis, milletten emanet aldığı egemenliği millet iradesine aykırı şekilde kullanabilir.

Atatürk bu büyük tehlikeyi şöyle haber veriyor bize, “Ey Milletim, egemenliğini geçici de olsa tevdi edeceğin meclislere bile gereğinden fazla güvenme. Çünkü meclisler de doğru yoldan sapabilir, despotluk yapabilir. Üstelik bu, şahsî despotluktan daha tehlikeli olabilir. Öyle kararları olabilir ki meclislerin, milletin hayatına giderilmesi imkânsız zararlar verebilir. Millet her olasılığa karşı egemenliğini korumaya mecburdur.

Kendilerine milletimizin kaderi emanet edilmiş insanlar, Meclis, cumhurbaşkanı ve hükümet bilmeliler ki kendilerini iktidara ve yetkili makamlara getiren irade ve egemenliğin sahibi, Türk milletidir. İktidar mevkiine saltanat sürmek için değil, millete hizmet için getirilmişlerdir. Milletin kudretini yalnız ve ancak yine milletin hakiki ve sağlanabilir çıkarları yolunda kullanmakla yükümlüdürler.”

Saygılarla,

Ömer Can Şirikçi

omercan.sirikci@ataturk.org.au

https://youtu.be/oiwnRa8h498

[/expand]


3 Mayıs * Türkkuşu Uçuş Okulu

[expand title=”Oku ( Aç / Kapat )”]

Ulu Önderimiz Atatürk’ün adını verdiği Türkkuşu Uçuş Okulu 3 Mayıs 1935’de açılarak, sivil havacı gençliğin hizmetine sunuldu.

 

 

Cumhuriyetin kuruluş yıllarında Türkiye, Birinci Dünya Savaşı’ndan perişan halde çıkmış, 15 milyonluk yoksul bir ülkeydi. Türkiye Cumhuriyetinin Kurucusu Ulu Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk, o zor koşullar altında havacılığa önemli destekler verdi.

Sadece Türk milletinin değil, bütün dünyanın sevgisini ve saygısını kazanmış bir lider, başarıları, eserleri ve geleceğe dönük eşsiz öngörüleriyle Türk milletinin yazgısını ve tarihin akışını değiştiren, insanlığın yetiştirdiği büyük kişilikler arasında yer alan Atatürk,
havacılığın hızla gelişeceğini sezinlemiş ve yetkilileri bu konuda uyarmıştı.

“İSTİKBAL GÖKLERDEDİR”

Türk havacılığının gelişmesini güçlendirilmesini sağlamak amacıyla zaman geçirilmeden gerekli girişimler başlatıldı. 16 Şubat 1925’te Türk Tayyare Cemiyeti kuruldu ve yurt düzeyinde hizmete başladı. 1935’te adı Türk Hava Kurumu (THK) biçiminde değiştirildi.

Atatürk, Türk gençlerinin uçuşu, planör kullanmayı, paraşütle atlamayı, kısacası havacılıkla ilgili herşeyi bilimsel bir şekilde en iyi öğretmenlerden, deneyler yaparak öğrenmelerini istiyordu. Bunun için 3 Mayıs 1935 tarihinde Ankara’da Türkkuşu Uçuş Okulu kuruldu. Önce planör okulu, ardından paraşüt okulu faaliyete geçti. Adını bizzat kendisinin koyduğu Türkkuşu, artık sivil havacı gençliğin emrinde olacaktı.

Paraşüt okulunun ilk müdürü Rusya’da paraşütçülük eğitimi alan Abdurrahman Türkkuşu oldu. 

Türkkuşu öğretmenlerinden pilot Emrullah Ali Yıldız, 12 Haziran 1938 günü 14 saat 20 dakika süren bir planör uçuşuyla dünya rekorunu kırdı. Öğrencisi Ziya Aydoğan, THK İnönü Eğitim Merkezi’nden Kayseri’ye kadar, 466 km.lik bir mesafeyi planörle uçtu.

1936 yılında Tayyare Okulu adı ile motorlu uçak okulu açıldı ve Türk Silahlı Kuvvetleri için pilot yetiştirmeye başladı. Dünyanın ilk kadın savaş pilotu, Atatürk’ün manevi kızı Sabiha Gökçen Tayyare Okulu’nun ilk öğrencilerindendi.

“İstikbal göklerdedir” sözüyle havacılığa verdiği önemi perçinleyen Atatürk,Türkkuşu’nun yurt hizmetine açılışı dolayısı ile hava alanında yaptığı gurur dolu konuşmasında, “Cumhuriyet Hükümeti, havacılığı bütün ulusun işlevi yapmak kararındadır” der.

Ulu Önder Atatürk’ün 3 Mayıs 1935 tarihinde Türkkuşu’nu kurarken yaptığı sevinç ve gurur dolu konuşmasını bugün bir kez daha paylaşalım.

İşte, Atatürk’ün 3 Mayıs 1935’de Türkkuşu’nun yurt hizmetine açılışı dolayısı ile hava alanında yaptığı o gurur dolu konuşma:

“Bayanlar, Baylar! Bizim dünyamız -bilirsiniz- topraktan, sudan ve havadan oluşmuştur. Hayatın da, esas unsurları bunlar değil midir? Bu unsurlardan birinin eksikliği, yalnız eksikliği değil, sadece bozukluğu yaşantıyı olanaksız kılar. Hayatı, hele ulusal hayatı seven, onu korumak isteyen yurdun topraklarına, denizlerine olduğu gibi, havasına da ilginliğini her gün biraz daha çoğaltmalıdır. Bu ilginlik, saydığım hayat öğelerine egemenlikle olur. Doğa insanları türetti, onları kendine taptırdı da. Ancak insanların yaşayabilmeleri için, doğaya da egemenliğini şart kıldı. Doğaya egemen olmasını bilmeyen yaratıklar, varlıklarını koruyamamışlardır. Doğa onları, kendi unsurları içinde ezmekten, boğmaktan, yok etmekten ve ettirmekten çekinmemiştir. Türk, bu gerçeği çok önceden tanımak kapasitesini göstererek, kapsal bir dölenle (azim) toprağını ve onun türlü ürünlerini, insanlığa verimli kılmıştır. Coşkun denizlerde göğüslemedik dalgalar bırakmayarak insanlığa genlik veren kültür yollarını açmıştır. Lâkin yaşadığımız bu çağda, artık insanlar, yalnız karada ve denizde kalmadılar. Doğanın hava varlığının da içine daldılar. Hayat için, yaşamak için havayı yalnız nefeslenmenin yeter olmadığı anlaşıldı. Gerek ve gerçek olan hava egemenliği, açık olarak ortaya çıktı. Bütün ulusların büyük bir önemle oluşturmaya çalıştıkları bu alanda, Türk ulusu da kuşkusuz yerini almalıydı.

Türkiye Cumhuriyeti hükümeti, kara ordumuzun yanında, donanmamızı kurarken, hava filolarımızı da, en son hava araçları ile düzenlemekten geri kalmadı. Kişilikleriyle onur duyduğumuz hava subaylarımız ve komutanları da yetişmiş bulunuyorlar. Pilotlarımız, her zaman ve her halde, ulusun yüzünü ağartacak yüksek değerdedir. Lâkin arkadaşlar, bu kadarı yeter görmek doğru olmazdı. Hava işine, onun bütün dünyada aldığı önem derecesine göre genişlik vermek gereklidir. Bunu göz önünde tutan Cumhuriyet hükümeti, havacılığı, bütün ulusun işlevi yapmak kararındadır. Türk, yurdunun dağlarında, ormanlarında, ovalarında, denizlerinde, her bucağında nasıl bir bilgi ve kendine güvenle yürüyor, dolaşıyorsa vatan göklerinde de aynı surette dolaşabilmelidir. Bu ise Türk’ü, çocukluğundan vatan kuşları ile, yurt havası içinde yarışa alıştırmakla başlar. İşte bugün, burada bizi toplayan neden, o kutsal işe başlama törenidir. Havacılığın gelişimine ciddî şekilde sarılmasından dolayı hükümete, Genel Kurmay Başkanı Mareşal’a ve Türk Hava Kurumu Başkanı, değerli arkadaşımız Fuad’a (Bulca) burada, özel olarak gönül borcumu sunarım.Türk çocuğu, her işte olduğu gibi, havacılıkta da, en yüksek düzeyde, gökte seni bekleyen yerini az zamanda dolduracaksın. Bundan, gerçek dostlarımız sevinecek, Türk ulusu mutlu olacaktır”.

[/expand]


5 Mayıs * ATATÜRK ORMAN ÇİFTLİĞİ

[expand title=”Oku ( Aç / Kapat )”]

Atatürk Orman Çiftliği, Mustafa Kemal Atatürk tarafından kendi adına 20 bin dekar civarında bir arazinin satın alınmasıyla Gazi Orman Çiftliği adıyla kurulmuş, aynı yıl içinde çevreden alınan arazilerle birlikte toplam arazi büyüklüğü 102 bin dekara ulaşmıştır. Daha sonra ülke çapında yaygınlaştırılan bu örnek çiftlikler diğer çiftliklerle birlikte 11 Haziran 1937 tarihinde Atatürk tarafından Hazine’ye bağışlanmıştır. Atatürk’ün bu bağışının altında, o dönemin toprak reformu çözümlerine karşı olanlarla, devlet yöneticilerine bir özveri dersi verme isteği yatıyordu. Hazineye bağışlandığı tarihte, Çiftlik’in Ankara dışındaki arazileriyle birlikte toplam 154 bin dekar arazisi bulunmaktaydı. Ülke tarımına katkı sağlaması amacıyla kurulan çiftlik günümüzde Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığına bağlı, tüzel kişiliğe sahip bir kuruluştur.

Kurulma Amacı

Ankara ve çevresini ağaçlandırmak, yeşillendirmek, modern tarım ve işletmecilik tekniklerini uygulayarak çiftçilere önderlik etmesi ve Ankara’nın tek piknik alanı olan Kazan Vadisi’ne alternatif olması amacıyla kurulmuştur.

İç Kısım

102.000 hektarlık alanı kaplayan ve Ankara’nın en büyük yeşil alanı üzerine kurulmuş olan çiftliğin içinde, Atatürk Evi, Gazi Orman Çiftliği Parkı, Piknik Alanı, Atatürk Orman Çiftliği Müze ve Sergi Salonu, Devlet Mezarlığı ve Hayvanat Bahçesi gibi ziyaret edilecek yerler mevcuttur.

Tarihten Günümüze

11.06.1937 tarihine kadar Atatürk’ün şahsına ait olarak işletilen çiftlik bu tarihte Atatürk tarafından Hazineye bağışlanmıştır. Atatürk’ün bağış mektubunda da belirtildiği gibi, Çiftliğin kuruluş yılından Hazineye intikaline kadar geçen süre zarfında, ıslahı çok zor olarak nitelenen arazide çok önemli ve olumlu çalışmalar yapılmış, tarım ve hayvancılık ürünleri, ziraat sanatları ürünleri üretiminde en yeni tarım ve işletmecilik teknikleri uygulanmış, örnek tesislerde çevre çiftçileri eğitilmiş ve ayrıca geniş bir alan ağaçlandırılıp düzenlenerek herkesin yararlanabileceği bir mesire yeri durumuna getirilmiştir.

13.01.1938 tarihinde, 3308 sayılı kanunla kurulan Devlet Ziraat İşletmeleri Kurumuna bağlanmıştır. 28.02.1950 tarihine kadar 12 yıla yakın bir süre zarfında adı geçen kurum tarafından işletilen Çiftlik 01.03.1950 tarihinde, Devlet Üretme Çiftlikleri bünyesine alınmış ise de kısa bir süre sonra 24.03.1950 tarih ve 5659 sayılı Atatürk Orman Çiftliği Müdürlüğü Kuruluş Kanunu ile yeni bir statüye kavuşturulmuş, taşıdığı önem ve özellik göz önüne alınarak “Atatürk Orman Çiftliği” adı altında, Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığına bağlı, tüzel kişiliği olan kuruluş haline getirilmiştir. Kuruluş halen bu statüde çalışmalarını sürdürmektedir.

2013 yılında Atatürk Orman Çiftliği sınırları içerisinde, Beştepe mevkiinde günümüzde kullanımda olan Cumhurbaşkanlığı Sarayının inşasına başlandı.

Beraberinde birçok tartışma ve davaları getiren inşaat için Danıştay tarafından 4 Mart 2014’te durdurulma kararı verildiyse de zaten büyük bir bölümü tamamlanmış olan inşaata devam edildi. Beştepe’deki Cumhurbaşkanlığı Sarayı, 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ardından 29 Ekim’de resmen kullanıma açıldı. Çankaya Köşkü ise Başbakanlığın kullanımına tahsis edildi.

Günümüzde Cumhurbaşkanlığı yerleşkesi olmasının yanı sıra, burası toplantılar, balolar, ziyafetler, açılışlar gibi çeşitli birçok etkinliğe de ev sahipliği yapmaktadır. Ayrıca kompleks içerisinde 2015 yılında açılışı yapılan Millet Camii bulunmaktadır.

[/expand]


6 Mayıs * Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan Ölüm Yıldönümü

[expand title=”Oku ( Aç / Kapat )”]

Türkiye cumhuriyet tarihine, yargılanarak öldürülen “ilk Marksist-Leninistler” olarak geçen Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan 6 Mayıs 1972 tarihinde idam edilmişlerdir…

İdam edildikleri tarihte Deniz Gezmiş ve Yusuf Aslan 25, Hüseyin İnan 23 yaşındaydılar. O dönemde (12 Mart Askeri Darbesi) iktidardan indirilen Süleyman Demirel, Denizlerin idamına “Evet” oyu veren Adalet Partisi’nin lideriydi. Nasıl “evet” dediğini gazeteci Altan Öymen 1976’da Cumhuriyet gazetesindeki köşesinde, bir başka “genç adam”la ilgili olarak anlattı:

Süleyman Demirel , Mobilya Yolsuzluğu’ndan yargılanan yeğeni Yahya Demirel’le ilgili olarak ’25 yaşında çocukla uğraşıyorlar’ diyor. 6 Mayıs 1972’de idam edilen Deniz, Yusuf, Hüseyin’in idam kararları oylanıyordu. Süleyman Bey AP Grubu’nun en önünde oturuyordu. Elini “İdama Evet” için kaldırdığında arkasına dönüp baktı, herkesin kaldırıp kaldırmadığını kontrol ediyordu. Sonra vakur bir ifadeyle önüne döndü. İdamlar kabul edilmişti. Deniz ve Yusuf da 25 yaşındaydı. Hüseyin ise 23’ündeydi. Süleyman Bey onlar için hiç ’25 yaşında çocuklar’ demedi. İdam edilmelerini istedi. İsteğine ulaştı da…”

Bugün Deniz, Yusuf ve Hüseyin’in idamı için el kaldıranlardan pek çoğu hatırlanmıyor. Sadece Süleyman Demirel uzun zaman “toplumsal aktüalitesini” korudu. O da çok yakın çevresinin “banka operasyonu” nedeniyle peş peşe tutuklanıp cezaevlerine konulması nedeniyle…

Diğerlerini tarih silip attı!

BİA, bunların “unutulmasına” razı olmadığı için “Denizler Dosyası”na ‘İdama Evet Diyenlerin Tam Listesi’ni de koydu.

Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan ülkesini seven insanlardı. Bu uğurda ölümü göze almışlardı. İdam sehpasında taburelerini kendileri tekmeleyecek kadar cesurdular.

Asıldılar… Onları asanların beslendiği siyasi kulvar ise sürekli kırmızı bültenle aranan devlet adamları üretti. DGM dosyaları, İnterpol bültenleri, bankaların boşalmış kasaları, kendi ülkesini soyan ihaleler arasında ölüyorlar.

Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan her 6 Mayıs’ta yeniden doğuyor. Bugün de bir doğum günü… Bugün günlerden 6 Mayıs, bugün günlerden Deniz, Yusuf, Hüseyin.

Hüseyin İnan kimdir?

Hüseyin İnan, 1949’da Kayseri’nin Sarız ilçesine bağlı Bozhöyük köyünde doğdu. İlk ve orta okulu Sarız’da, liseyi Kayseri’de okudu.

1966’da ODTÜ İdari Bilimler Bölümü’ne kayıt oldu. 1968’de TİP ve daha sonra Milli Demokratik Devrim (MDD) içindeki ayrılıklarda, giderek belirginleşen illegal ve dar örgütçülük fikri etrafında çekirdek bir grup oluşturup, kır gerillası yoluyla anti-emperyalist mücadele verme fikrini geliştirmeye çalıştı. Özellikle ODTÜ kökenli olan ve temelini İnan’ın attığı bu grup daha sonra, THKO’nun çekirdek kadrosunu oluşturacaktı.

14 Ekim 1969’da Filistin Kurtuluş Örgütü’nün El Fetih kamplarına gitti ve orada İsrail’e karşı savaştı. 1 Ocak 1971’de Türkiye İş Bankası Emek Şubesi soygunu, ABD askeri tesislerinin basılarak bir ABD’lilerin kaçırılması ve daha sonra dört Amerikalının kaçırılması eylemlerinde yer aldı. 24 Mart 1971’de Kayseri’nin Pınarbaşı ilçesinde yakalanarak, 9 Kasım 1971’de Deniz Gezmiş ve Yusuf Aslan’la birlikte idama mahkum edildi. 6 Mayıs 1972’de idam edildi.

Yusuf Aslan kimdir?

Yusuf, 1947’de Yozgat’ın bir köyünde doğdu. Ortaöğrenimini dindar ve anti-komünist eğilimlerle, gelenekçi önyargıların güçlü olduğu bir çevrede tamamladı.

1966’da ODTÜ’ye girdi. Bir yıla kalmadan ODTÜ Sosyalist Fikir Kulübü’nün üyesi oldu, Dev-Genç içinde çalışmaya başladı. Bu dönemden itibaren önce hazırlık okulunda, sonra da mühendislik fakültesinde patlak veren boykotların ve hemen ardından ODTÜ işgalinin önde gelen örgütçülerinden oldu. İlk yargılandığı eylem, ABD Büyükelçisi Commer’in arabasının yakılmasıydı.

1969’da arkadaşlarıyla birlikte Filistin’e gitti. Burada helikopter ve uçak pilotluğunu öğrendi. Traktörden helikoptere kadar her türlü aracı büyük bir ustalıkla kullanıyordu.

1970 yılında kurulan THKO’nun kurucusu ve önderlerinden olan Yusuf Aslan, Deniz Gezmiş’le birlikte Nurhak’a dağdaki gerilla grubuna katılmaya giderken, Sivas Şarkışla’da yaralı olarak yakalandı. Sıkıyönetim mahkemelerinde yargılandı. 6 Mayıs 1972’de Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan’la birlikte idam edildi.

Deniz Gezmiş kimdir?

Deniz Gezmiş, Ankara’nın Ayaş ilçesinde 27 Şubat 1947’de doğdu. Öğretmen bir ailenin çocuğu olarak çeşitli kentlerde ilk ve orta öğrenimini gördü. Liseyi İstanbul’da bitirdi.

1966’da İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne giren Gezmiş, lise yıllarında sol düşünceyle tanıştı ve 1965’te Türkiye İşçi Partisi’nin Üsküdar İlçesine üye oldu. 30 Ocak 1968’de Hukuk Fakültesi’nde Devrimci Hukukçular Örgütünü kuran Gezmiş, 12 Haziran 1968’de İstanbul Üniversitesi’nin işgal edilmesine önderlik etti.

İstanbul’a gelen 6. Filo’yu protesto eylemlerinde yer alan Gezmiş, 30 Temmuz’da bu eylemlerden dolayı tutuklandı ve 20 Eylül’de serbest bırakıldı. 1 Kasım 1968’de Samsun’dan İstanbul’a Mustafa Kemal Yürüyüşü’nü düzenledi.

1969 Haziran’ında Filistin’e giderek Eylül’e kadar Filistin gerilla kamplarında kalan Gezmiş, 20 Aralık 1969’da yakalandı ve Cihan Alptekin’le birlikte 18 Eylül 1970’e kadar tutuklu kaldı. Daha sonra Sinan Cemgil ve Hüseyin İnan’la birlikte Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu’nu (THKO) kurdu. 4 Mart 1971’de dört ABD’li erin kaçırılması eyleminde bulunan Gezmiş, erlerin serbest bırakılmasından sonra Sivas’ın Şarkışla ilçesinin Gemerek nahiyesinde Yusuf Aslan’la birlikte yakalandı.

9 Ekim 1971’de idam cezasına çarptırılan Gezmiş, 6 Mayıs 1972’de idam edildi. (BÇ)

Dünyada sol ve özgürlükçü hareketlerin hakim olduğu ’68 dönemi Türkiye’de de geniş kitleleri etkisi altına aldı.1965 seçimlerinde yüze 3 oy alarak 15 milletvekiliyle parlamentoya giren Türkiye İşçi Partisi (TİP), Meclis’e sosyalist milletvekillerini taşıyan ilk parti oldu. Dönemin gençliği arasında heyecan yaratan TİP, 60’lı yılların başında Türkiye’deki sol hareketin önemli merkezlerindeb biri oldu.

Bu dönemde, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne kaydolan Deniz Gezmiş TİP’e, ODTÜ’de okuyan Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan ise, Fikir Kulüpleri Federasyonu’na (FKF) üye oldu. Ancak, sol hareket içinde hızla politikleşen ve öğrenci lideri olarak sivrilen Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın tanınmasını sağlayan olay Amerika 6. Filosu’nun Türkiye’ye gelişini protesto etmek için düzenlenen eylemler oldu.

68 yılının sonuna doğru Deniz Gezmiş ve arkadaşları TİP’ten koparak daha radikal bir hareket olan Devrimci Öğrenci Birliği’ni (DÖB) kurdular. Bu sırada FKF de Dev-Genç’e dönüştü.

1969 yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nin işgaline öncülük eden Gezmiş hakkında tutuklama kararı çıkartıldı, ancak Gezmiş yakalanmaktan kurtulmayı başararak Filistin’e gitti. Bu dönemde ileride Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu’nun (THKO) kadrolarını oluşturacak gençler (Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan, Yusuf Aslan, Cihan Alptekin, Kadir Manga, Atilla Keskin, Mustafa Yalçıner…) Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) kamplarına giderek gerilla eğitimi aldı.

1970 yılında Türkiye’ye dönüşlerin ardından Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu’nu (THKO) kurdular ve böylece silahlı mücadele dönemi başladı. 1971 yılında Ankara Emek’teki İş Bankası soygununda yer alan Gezmiş daha sonra Balgat’taki Tuslog tesislerinden 4 ABD’li askerin kaçırılmasında yer aldı. Bu askerler daha sonra serbest bırakıldı.

12 Mart 1971’de muhtıra ile gelen askeri darbe, öğrenci hareketini hedef tahtasına oturttu. THKO ve Mahir Çayan önderliğindeki THKP-C’nin pek çok üyesi tutuklandı veya öldürüldü. Deniz Gezmiş, Gemerek’te, Yusuf Aslan Şarkışla’da, Hüseyin İnan Kayseri’de yakalandı.

Gezmiş, Aslan ve İnan, savcılığını Baki Tuğ‘un üstlendiği, Tuğgeneral Ali Elverdi başkanlığındaki Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı 1 No’lu Askeri Mahkeme’de yargılanarak idama mahkûm edildi. Kimsenin canına kıymayan üç genç hakkında, “Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın tamamnını, bir kısmını tağyir, tebdil veya ilgaya teşebbüs ettikleri ” iddiasıyla “TCK’nın 146/1 maddesi uyarınca” idam kararı verildi.

Bu dönemde onları kurtarmak için yapılan girişimlerin çoğu sonuçsuz kaldı, hapisten kaçmayı başaran Mahir Çayan önderliğindeki bir grup NATO’ya ait radar istasyonunda çalışan iki İngiliz ve bir Kanadalı teknisyeni kaçırarak Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın serbest kalması istemiyle eylem başlattılar, ancak Kızıldere’de kuşatıldıkları evde öldürüldüler.

Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan hakkında verilen idam cezaları TBMM’de 24 Nisan 1972’de yapılan oylamada 48’e karşılık 273 kabul oyuyla kesinleşti.

İdam kararları, TBMM Genel Kurulu’nda Süleyman Demirel liderliğindeki Adalet Partisi grubunca, 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra idam edilen Başbakan Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan‘a karşılık olmak üzere “üç – üç” diye tempo tutularak onaylandı.

CHP kanadında ise İsmet İnönü ve Bülent Ecevit ile arkadaşları “siyasi suçlarda idam cezasına karşı çıkarak” ret oyu kullandılar.

Deniz Gezmis, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan, 6 Mayıs 1972’de, bugün müze olan Ankara Ulucanlar Cezaevi’nde sabaha karşı asılarak idam edildiler. İdam edildiklerinde Gezmiş ve Aslan 25, İnan ise 23 yaşındaydılar.

Deniz Gezmiş’in son sözleri “Yaşasın Kürt ve Türk halklarının kardeşliği” oldu.

Darağacına çıktıklarında idam sehpalarını kendileri ayaklarının altından iten Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan, 43 yıl önce bugün idam edilmeden önce, sevdiklerine son kez şöyle yazmışlardı:


Deniz Gezmiş

Baba,

Mektup elinize geçmiş olduğu zaman, aranızdan ayrılmış bulunuyorum. Ben, ne kadar üzülmeyin desem, yine de üzüleceğinizi biliyorum. Fakat, bu durumu metanetle karşılamanı istiyorum. İnsanlar doğar, büyür, yaşar ve ölürler… Önemli olan çok yaşamak değil, yaşadığı süre içinde, fazla şeyler yapabilmektir.

Bu nedenle ben, erken gitmeyi normal karşılıyorum. Ve kaldı ki, benden önce giden arkadaşlarım, hiçbir zaman ölüm karşısında tereddüt etmemişlerdir. Benim de etmeyeceğimden şüphen olmasın.

Oğlun, ölüm karşısında aciz ve çaresiz kalmış değildir.

Bu yola bilerek girdi. Sonunda da bu olacağını biliyordu.

Seninle düşüncelerimiz ayrı ama, beni anlayacağını tahmin ediyorum. Sadece senin değil, (…) anlayacağını inanıyorum.

Cenaze için, avukatlarıma gerekli talimatı verdim. Ayrıca savcıya da bildireceğim. Ankara´da 1969´da ölen arkadaşım Taylan Özgür´ün yanına gömülmek istiyorum. Onun için cenazemi İstanbul´a götürmeye kalkma.

Annemi teselli etmek sana düşüyor. Kitaplarımı küçük kardeşime bırakıyorum. Kendisine özellikle tembih et. Onun bilim adamı olmasını istiyorum. Bilimle uğraşsın ve unutmasın ki, bilimle uğraşmak da bir yerde insanlığa hizmettir.

Son anda, yaptıklarımdan en ufak bir pişmanlık duymadığımı belirtir seni, annemi ve kardeşimi devrimciliğimin olanca ateşiyle kucaklarım…

Oğlun Deniz Gezmiş

Merkez Cezaevi


Yusuf Aslan

Sevgili Babacığım,

Bu mektubu aldığım zaman ben edebiyyen bu dünyadan göç etmiş olacağım. Ne kadar sarsılacağını tahmin ediyorum. Bir  buçuk seneden beri, benim yüzümden nasıl üzüntü içinde olduğunuz malum Bu son onayı da metanetle karşılamanızı sadece dileyebiliyorum.

Babacığım, bu olayda da annemin ve Yücel’in senin tesellilerine ve desteklerine ihtiyaçları çok. Bunun için ne kadar metin olursan hem senin sağlığın için hem de onlar için o kadar iyi olur. Elbette ki, yıllarca emek verip yetiştirdiğin bir oğlunun bir günde öldürülmesi, kolay göğüslenecek bir olay değildir. Fakat siz benim ne için,  kimlere karşı mücadele verdiğimi biliyorsunuz. Ben bu açıdan rahat ve vicdan huzuru içinde gidiyorum. Sizlerin de bu bakımdan rahat ve huzur içinde olduğunuzu ve olacağınızı biliyorum.

Babacığım, annemin ve Yücel’in, senin desteklerine muhtaç olduklarını yukarıda söylemiştim. Onları rahat ettirmek için bütün gücünü kullanacağından zaten eminim. Babacığım, burada şunu ilave edeyim ki, Yücel’in hastalığından kendimi sorumlu hissediyorum. Yücel için her şeyinizi ortaya koyacağınız konusunda da kuşkum yok. Ablamlar için söyleyeceğim: fazla üzülmesinden, olayın sarsıntıları geçtikten sonra normal hayatlarını devam ettirsinler. Mehtap’a ne diyeyim… Benim için her zaman bol bol öpün.

Babacığım, cezaevinde kalan arkadaşları ara sıra yoklarsan, hallerini hatırlarını sorarsan çok memnun olurum. Her birisi oğlum sayılır. Dışarıda bizler için uğraşan dostlarımı ve dostlarını hiçbir zaman unutmayacağını biliyorum.

Mektubum burada biterken sizi, anemi, Yücel’i, ablamı, Aziz Abiyi, Mehtap’ı hasretle kucaklarım babacığım… Sağlıcakla kalın.

T. Yusuf Aslan


Hüseyin İnan

Babama, anneme, kardeşlerime ve yakın akrabalarıma,

Söyleyecek fazla söz bulamıyorum.

Bir insanın sonunda karşılayacağı tabii sonuç bildiğiniz sebeplerden dolayı erken karşıma çıktı.

Üzüntü ve acınızı tahmin ediyorum.

İleride durumunu çok daha iyi anlayacağınız inancındayım.

Metin olunuz.

Üzüntü ve acılarınızı unutmaya çalışınız.

Bütün varlığımla hepinize kucak dolusu selamlar sevgiler!…

Yazılacak çok şey var, fakat hem mümkün değil, hem de sırası değil

Candan selamlar

Hüseyin İnan


 

[/expand]


10 Mayıs * CUMHURİYET HALK FIRKASI’NIN KURULUŞU

[expand title=”Oku ( Aç / Kapat )”]

TBMM’nde mevcut hizipleri birleştirmek veya mevcut hiziplerden birini takviye ederek Mecliste iş ve hizmet görme gayretleri sonuç vermedi. 10 Mayıs 1921 günü, Mustafa Kemal Paşanın başkanlığında toplanan 151 milletvekili Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Meclis Grubu kurma kararı aldılar ve grup başkanlığına da Mustafa Kemal Paşa’yı getirdiler.

Bir süre sonra Mecliste, Birinci Grup ve İkinci Grup diye bir ayrılma baş gösterdi. Birinci Grup, millet iradesine ve milletin egemenliğine değer vererek, milletin maddi ve manevi gücünü seferber etme çabası içinde idiler. Atatürk Birinci Grubun başında bulunuyordu. İkinci Grup hilafet ve saltanat makamının ve Osmanlı devlet şeklinin saklı tutulmasını istiyordu. İkinci Grup, Ankara’daki siyasi gücü geçici saymakta, Misak-ı Milli’nin sağlanmasından sonra, hükümetin çekilmesi gereğini ifade etmekteydi. Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir hükmüne de, Padişahın yetkilerini kısıtlayacağı için karşı idiler. Kısaca İkinci Grup, sosyal görüş bakımından gelenekçi ve mukaddesatçı, siyasi görüş bakımından da Osmanlı düzeninden yanaydı.

Mustafa Kemal Paşa’nın Ankara’da, Hakimiyeti Milliye, Yenigün ve Öğüt gazetelerine “Halk Fırkası” adıyla siyasi bir parti kurma niyetini açıklaması ile, Meclis’te Birinci Grubu teşkil edenler bu yeni kurulacak partide hizmete hazırlandılar. Mustafa Kemal Paşa’ya göre “Halk Fırkası, bütün milletin refah saadetini temine yönelik olcaktır”. Atatürk, “ortaya koyacağımız şey müspet millet programıdır” demekte ve “Tam istiklalle, kayıtsız şartsız millet hakimiyetinin, Halk Fırkası’nın programının iki esas maddesini oluşturduğunu” ifade etmekteydi. Ayrıca, Atatürk diğer konuşmasında da, “Halk Fırkası’nın halkımıza siyasi terbiye vermek için bir mektep olacağını” dile getirmiştir.

Mustafa Kemal Paşa, 8 Nisan 1923’te yapılacak seçimde milletvekillerine vereceği görev ve yetkileri belirledi.

Cumhuriyet Halk Fırkası (CHF): 9 Eylül 1923`te Mustafa Kemal (Atatürk) tarafından kurulmuş olan, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk siyasî partisidir. 1927-1946 yılları arasındaki TBMM seçimlerine tek parti (Devlet Partisi) olarak katılmıştır.

Başlangıçta “Halk Fırkası” olan parti adı 10 Kasım 1924’te “Cumhuriyet Halk Fırkası” olarak değiştirildi. Mayıs 1935’de 4. Kurultayda Cumhuriyet Halk Partisi adı benimsendi.

CHF’nin Kökleri

Cumhuriyet Halk Fırkası’nın kökleri Sivas Kongresi’ne dayanır. 4-11 Eylül 1919’da toplanan Sivas Kongresi’nde, Türkiye’nin çeşitli bölgelerinde işgale direnmek amacıyla kurulan müdafaa-yı hukuk cemiyetleri Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti (ARMHC) adı altında birleştirilmiştir. 23 Nisan 1920’de toplanan Türkiye Büyük Millet Meclisi ARMHC delegelerinden oluşmuş, ancak 1922’de meclis Birinci Grup ve İkinci Grup adıyla iki gruba ayrılmıştır.

Millî Mücâdelenin zaferinden sonra Mustafa Kemal önderliğindeki Birinci Grup ülke çapında siyasi örgütlenmeye girişmiş ve 8 Nisan 1923’te yapılan seçimlere tek liste ile girerek biri dışında bütün milletvekilliklerini elde etmiştir. Grup ileri gelenleri 11 Eylül 1923’te Mustafa Kemal başkanlığında Halk Fırkası’nı oluşturmuştur.

Cumhurbaşkanı ve Fırka Başkanı Mustafa Kemal Paşa TIME Dergisi 24 Mart 1923 Mecliste 1922 yazından itibaren yoğunlaşan “particilik-hizipçilik” suçlamalarına karşı Mustafa Kemal şu görüşü savunmuştur:

‘Bu milletin siyasî fırkalardan çok canı yanmıştır. Halk Fırkası dediğimiz zaman bunun içinde bir kısım değil, bütün millet dâhildir.

Tek Parti Rejimi’nin ilk ifâdesi olan bu görüş, 1940’lara dek CHF/CHP dışında başka partilerin örgütlenmesini yasaklamak amacıyla kullanılacaktır. Türkiye Cumhuriyetinin ilk partisi olarak 1923 te kurulan CHF 1935 yılına kadar tek parti olarak seçimlerde yer almış iktidar sahibi olmuştur.

Atatürk’ün kurduğu partinin bugünkü uzantısı CHP (Cumhuriyet Halk Partisi) dir.

Halk Fırkası Doğuyor

Lozan Antlaşmasının kabulü nedeniyle Mecliste başgösteren yoğun tartışmalar üzerine 9 Eylül 1923’te 9 Umde adı verilen siyasi programı ilan etti ve iki gün sonra İçişleri Bakanlığı’na verilen bir dilekçeyle kendisine bağlı milletvekillerinden oluşan Halk Fırkası’nı kurdu. Parti kurucuları Refik Saydam, Celâl Bayar, Sabit Sağıroğlu, Münir Hüsrev Göle, Cemil Uybadın, Kazım Hüsnü, Saffet Arıkan, Zülfü Bey’di. Genel Sekreter Recep Peker’di.

29 Ekim 1923’te, HF üyesi olan 158 milletvekili Cumhuriyet’i ilan ederek Mustafa Kemal Paşa’yı cumhurbaşkanı seçti. Bu olay üzerine, Milli Mücadele’nin lider ve aydın kadrosunu oluşturan milletvekillerinin bazıları (Kâzım Karabekir, Rauf Orbay, Adnan Adıvar, Ali Fuat Cebesoy, Hüseyin Avni, Cafer Tayyar Eğilmez, Refet Bele, Bekir Sami, Hüseyin Cahit Yalçın), ülkenin “diktatörlüğe” yöneldiğini iddia ederek mecliste ayrı bir grup oluşdular. 17 Kasım 1924’de Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı kurdular. Bu olaydan bir hafta önce Halk Fırkası’nın adı Cumhuriyet Halk Fırkası olarak değiştirildi. TCF’nin 5 Haziran 1925’te kapatılıp önde gelen üyelerinin idamından sonra, 1946 yılına kadar CHF/CHP TBMM seçimlerine tek parti olarak katıldı.

LİDER KADRO

Partinin ilk üyeleri ve kurucularının önemli bir bölümü Mustafa Kemal’in ısrarıyla bu siyasal akıma katılmışlardı. Kurucular ve lider kadrosu içerisinde sayılabilecek kişilerin Mustafa Kemal’in yakın arkadaşları ve güven duyduğu kişiler olması dikkati çekmektedir.

Tek Parti Yılları

Cumhurbaşkanı ve CHP Genel Başkanı Atatürk, cumhuriyetin 10.yılı kutlamalarında Cumhuriyet idaresini kuran önemli reformların birçoğu 15 Ekim 1927’deki İkinci Parti Kurultayı’ndan önce gerçekleştirildi. İkinci Kurultay’da Gazi Mustafa Kemal Büyük Nutuk’unu okudu. Kurultayda kabul edilen Tüzükte CHF’nin cumhuriyetçi, halkçı, milliyetçi siyasi bir cemiyet olduğu, fırkanın değişmez Umumi Reisinin Gazi Mustafa Kemal olduğu yazıldı. Başvekil İsmet İnönü Umumi Reis yardımcılığına atandı.

1929 Dünya ekonomik krizinin ardından Türkiye devletçi ekonomik kalkınma politikasına başvurdu. Önemli yatırımların devlet eliyle yapılması kararlaştırıldı.

1930 yılında ekonomik krizin derinleşerek sürmesi ve toplumda ciddi huzursuzlukların başgöstermesi üzerine Mustafa Kemal, yakın arkadaşı olan Fethi Bey’i bir muhalefet partisi kurmakla görevlendirdi. 1930 yılı Ağustos ayı başında Serbest Cumhuriyet Fırkası kuruldu. İlk etapta CHF’den 15 milletvekili SCF’ye geçti. Yeni parti ülke çapında büyük heyecanla karşılandı. 5 Eylül’de yapılan İzmir Mitingi, Ege Bölgesinde rejime karşı genel bir ayaklanmaya dönüşme eğilimi gösterdi. Ekim ayında yapılan belediye seçimlerinde SCF’nin oy çoğunluğunu elde ettiği, ancak sandıklarda tahrifat yapılarak CHF’nin kazandırıldığı söylentisi yayıldı. Aralık ayındaki Menemen Hadisesi neticesinde SCF kendisini feshetti.

SCF deneyinin başarısızlıkla sonuçlanmasından sonra CHF’nin Tek Parti yönetimi kökleşti. 1931 yılından toplanan Üçüncü Kurultay’da tüzük yenilendi ve partinin programı belirlendi. Bu kurultayda, Cumhuriyetçilik, Laiklik, Milliyetçilik, Devletçilik, Halkçılık ve İnkılapçılıktan oluşan “Altı ok” partinin ana programı olarak belirlendi. Halkevleri adı altında CHF’ye bağlı bir taban örgütünün oluşturulmasına karar verildi.

Atatürk Dördüncü CHP Kurultayında 1934 yılında Birinci Beş Yıllık Plan devreye sokuldu. Devlet eliyle ağır sanayiin kurulmasını öngören plan, büyük ölçüde Sovyet kredileriyle finanse edildi. Demiryolları yapımına önem verildi.

1935 yılı Mayıs ayında toplanan Dördüncü Kurultay’da partinin adı Dil Devriminin getirdiği yeni anlayış uyarınca Cumhuriyet Halk Partisi olarak değiştirildi. 1936 Haziranında yayınlanan bir genelgeyle bütün illerde parti il başkanlığı valilikle birleştirildi ve içişleri bakanı resen parti genel sekreterliği sıfatını üstlendi. 1937 Şubatında yapılan anayasa değişikliğiyle, CHP’nin “altı oku” TC anayasasına resmen dahil edildi. Böylece Tek Partinin devletle özdeşleşmesi süreci tamamlanmış oldu.

[/expand]


19 Mayıs * Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı

[expand title=”Oku ( Aç / Kapat )”]

19 Mayıs tarihi ve önemi… 19 Mayıs Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramınız kutlu olsun!

Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihindeki en önemli dönüm noktalarından birisi olan 19 Mayıs 1919’da Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk, Samsun’a ayak bastı ve 4 yıl kadar sürecek olan Kurtuluş Savaşı’nın zeminini hazırladı. İşte bu önemli günün tarihi…

19 MAYIS’IN TARİHİ

1918 Mondros Mütarekesi sonrasında ülkemizin birçok bölgesi düşman işgaline uğramış vaziyetteydi. Anadolu’ya düşman kuvvetleri henüz girememişti. Memleketin dört bir yanında bu işgallere karşı halk direniş göstermekteydi. Mustafa Kemal Paşa, 9. Ordu Müfettişi olarak Samsun’a gönderilmişti. Emrinde iki kolordu bulunmaktaydı. Bu görev Mustafa Kemal Paşa’ya gayet geniş yetkiler sağlıyordu.

MUSTAFA KEMAL PAŞA BAĞIMSIZ YENİ BİR TÜRK DEVLETİ İÇİN ADIMLARINI ATTI

Paşanın Samsun’a yollanmasının gerekçesi, bölgedeki tedbirsizlik ve güvensizlik olaylarını yerinde gözlemleyip gerekli önlemleri almaktı. Mustafa Kemal Paşa ise ulusal egemenliğe dayanan, kayıtsız şartsız ve bağımsız yeni bir Türk devleti kurmanın gerekli olduğunu düşünüyordu.

İşte 19 Mayıs 1919 tarihi, Atatürk’ün attığı bu adımlarla başlayan ve Türkiye Cumhuriyetine kadar gelen sürecin başlangıcıydı.

19 Mayıs, 1919 tarihinde bayram olarak ilan edilip kutlanmaya başlanmadı. Birçok milli bayramımız gibi 19 Mayıs da Cumhuriyetin ilanından sonra kutlanmaya başlandı.

İlk defa 24 Mayıs 1935 tarihinde Beşiktaş’ın girişimleriyle Atatürk Spor Günü adı altında Fenerbahçe ve Galatasaray sporcularının da katılımıyla kutlandı. Bu etkinliğin amacı, Türk gençliğinin Atatürk’e olan minnet ve sevgisini gösterebilmesiydi.

Bu etkinlikten birkaç yıl sonra Beşiktaş kurucu üyelerinden Ahmet Fetgeri Aşeni, Ankara’da düzenlenen spor kongresinde bu bayramın bütün gençliğe mal edilmesi gerektiğini ve ‘Gençlik ve Spor Bayramı’ adı altında her yıl kutlanmasını önerdi. Bu öneri kongrede oylanarak kabul edildi. Tasarı, Atatürk tarafından da onaylanarak 1938 yılı haziran ayından itibaren her yıl kutlanmaya başlandı.

SAMSUN, AMASYA, ERZURUM, SİVAS…

Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün 1919 yılının 19 Mayıs’ında Samsun’a çıkması ile Türk milletin uyanmasını sağladı.

Sonrasında Amasya Genelgesi’ni yayınlayan Atatürk, sırasıyla Erzurum ve Sivas’a giderek Türk Milleti’nin emperyalist güçlere karşı bağımsızlık ve bütünlüğünü koruduğu Kurtuluş Savaşı’nı başlatmış oldu.

Atatürk yola çıkış öyküsünü şöyle anlatmaktadır:

İstanbul’dan ayrılmak üzere, evimden otomobile bineceğim sırada Rauf Bey yanıma gelmişti. Bineceğim vapurun izleneceğini ve beni İstanbul’dayken tutuklamadıklarına göre, belki de Karadeniz’de batırılacağımı güvenilir bir yerden işitmiş, onu haber verdi. Ben, İstanbul’da kalıp tutuklanmaktansa, batıp boğulmayı tercih ettim ve yola çıktım. Kendisine de, eninde sonunda İstanbul’dan çıkmak zorunda kalırsa benim yanıma gelmesini söyledim.

Mustafa Kemal Atatürk

Kaptana ‘Düşman devletlerinin herhangi bir vasıtasının gadrine uğramamak için sahile yakın bir rota tutunuz! Şayet kesin tehlike görürseniz gemiyi karaya, en yakın sahile oturtunuz!’ direktifi verdim. Çok şükür buna gerek kalmadı, bir millet uyandı.

Mustafa Kemal Atatürk


Dağ başını, duman almış.
Gümüş dere, durmaz akar.
Güneş, ufuktan şimdi doğar.
Yürüyelim, arkadaşlar. 

Sesimizi yer, gök, su dinlesin.
Sert adımlarla her yer inlesin 

(Ali Ulvi Elöve)

Dağ başı, dumanlıdır. Kara bulutlar vardır; Anadolu’nun göklerinde. Sarmıştır, tüm Anadolu’yu. Kara bulutları dağıtmak için Mustafa Kemal, Samsun’a gönderilir.

Mustafa Kemal hangi görev ve amaçla Samsun’a gönderildi?

Samsun’da yaşayan Rumlar, huzursuzluk çıkarıyor ve Türklere karşı saldırılarını artırıyorlardı. Mustafa Kemal, huzursuzluğu gidermek ve düzeni sağlamak amacıyla 9. Ordu Müfettişi olarak görevlendirildi. Mustafa Kemal 19 Mayıs 1919’da Samsun’a vardı. Burada Samsun’da büyük bir coşkuyla karşılandı.

1919 ‘da emperyalizmin ağlarını yırtarak Samsun’a çıkan Mustafa Kemal Atatürk, bu tarihte Kurtuluş Savaşı’nın temelini atar. Bu tarih, Anadolu insanının uyanışı, silkinişi, emperyalizme başkaldırışıdır.1919 Anadolu insanına yeni bir yön verme, ulusal benliğimizi bulma tarihidir

Mustafa Kemal Atatürkberaberindeki kişilerle 16 Mayıs 1919 Cuma günü öğleden sonra “Bandırma” adındaki eski bir vapurla Galata rıhtımından ayrılır. 17Mayıs 1919 Cumartesi günü Bandırma Vapuru saat 21.40 sıralarında İnebolu’ya varır. 18Mayıs 1919 Pazartesi günü beklenen yolculuğun sonuna gelinir. Yolcular Kalyon Burnu denilen yerden sandallarla Merkez İskelesi’ne çıkarılırlar. Bu sandallardan birinin sahibi olan İsmail Yurtsever, o zaman için Mustafa Kemal Atatürk’ü tanımadığını söyler,Mustafa Kemal Atatürk’ü sandalda ve Samsun’da iken geniş yakalı lejyon kaputu ve başında kalpakla gördüğünü anlatır. (Hürriyet, 19 Mayıs 1973, s.4.)

19 Mayıs 1919, Türkiye Cumhuriyeti’nin temelinin atıldığı tarihtir. Atatürk’ün Samsun’a ayak bastığı tarih olan 19 Mayıs aynı zamanda “Atatürk’ü Anma,Gençlik ve Spor Bayramı” olarak kutlanmaktadır. Atatürk Millî Mücadele sıralarında Türk ulusunu, çağdaş ve gelişmiş uluslar düzeyine çıkaracak, ülkeyi batıl, köhneleşmiş düşüncelerden gençlerin kurtaracağı görüşündeydi. Gençlere güveniyordu. “Gençlik” kavramı Atatürk için ayrı bir önem taşımaktadır.“Ey Türk Gençliği! Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyetini, ilelebet, muhafaza ve müdafaa etmektir.”hitabında,Cumhuriyeti, gençlere, genç düşüncelilere emanet etmiştir. O’nun şu sözü çok anlamlıdır:“Genç fikirli demek, doğruyu gören ve anlayan gerçek fikirli demektir.”

Mustafa Kemal,19 Mayıs 1919’da emperyalizmin ağlarını yırtarak Samsun’a çıkar. 19 Mayıs 1919’da Samsun’da bir kıvılcım çakar. Meşale olur, tüm Anadolu’yu aydınlatır. Bu meşalenin ışığında Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşı’nı başlatır. Anadolu aydınlanır. Anadolu insanı tutsaklıktan kurtulmanın yollarını arar. Kurtuluşa, Çanakkale kahramanı Mustafa Kemal’in izinden giderek ulaşacağına inanır; çünkü Mustafa Kemal’e güvenmektedir. Hamit Naci Selekler, bu durumu dizelere dökmüş; şöyle diyor:

19 Mayıs bugün tek parça yurdun günü,

O günden sonra yazdı takvim öbür günleri

O günden sonra İzmir, Lozan, Sivas… İleri,

Ve daima ileri, Gaziye varmak için!

Bu günlerden geçerek Gazi’ye erişirsin,

Gazi ki, bir hakikat, erişemez her insan,

Evreni anlarsın Gazi’yi anlıyorsan.

Gazi’yi anlayanlar, evreni, evrendeki gelişmeleri de onun açtığı aydınlık yoldan giderek anlamaya çalışmışlardır.

Mustafa Kemal, Samsun’a çıktığı günlerdeki durumunu söyle anlatıyor:

“19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıktım. Genel manzara şöyleydi: Osmanlı Devleti, Birinci Dünya Savaşı’ ında yenik düşmüş; Osmanlı Ordusu her tarafta ezilmiş, koşulları ağır bir ateşkes imzalanmış. Savaşlardan, ulus yorgun ve yoksul düşmüş. Ulusu ve ülkeyi, Birinci Dünya Savaşı’na sokanlar, kendi yaşamlarının kaygısına düşerek, ülkeden kaçmışlardır. Padişah Vahdettin, tahtını korumak için önlemler araştırmakta. Damat Ferit başkanlığındaki hükümet; güçsüz, onursuz, korkak, yalnız padişaha bağlı ve onunla birlikte kendilerini kurtaracak herhangi bir duruma razı.”(Nutuk, cilt:1,s.1,”Kısaltılmış ve sadeleştirilmiştir.”)

Yunan ileri harekâtı başlarken 17 nci Kolordu; bağlı birlikleri,56 ncı ve 57 nci tümenler ile İzmir Müstahkem Mevkiinden kuruluydu. Kolordu Komutanı Ali Nadir Paşa, aynı zamanda Müstahkem Mevki komutanıydı. Kolordu, Müstahkem Mevki ve 56 ncı Tümen karargâhları esir olduktan ve tümen (172 nci alay hariç) dağıldıktan sonra, kolordu bölgesindeki diğer kıtalar başsız kalmış, emir ve komuta felç olmuştu.”(Türk İstiklâl Harbi, Batı Cephesi,1963,s.73)

Türkiye’yi, İstanbul’dan kurtarmak artık olanaksızdı. Anadolu, sömürgeci Avrupalılar ve onların yardakçıları Ermeniler, Rumlar tarafından yutulmayı bekliyordu. Anadolu güçsüz, çaresiz, kaderine bırakılmıştı. Anadolu, ancak güvenlik sorunlarıyla anımsanıyordu.

Ülkenin en huzursuz bölgesi de Samsun yöresiydi. Pontus’çu Rumlar, bölge halkına baskı yapıyorlar, halkı huzursuz ediyorlardı. Diğer taraftan da Türklerden şikâyetçiydiler. Mondros Ateşkes Antlaşması’na göre ülkenin güvenliğinden İstanbul Hükümeti sorumluydu. Ateşkes Antlaşması’ nn 5.maddesine göre İstanbul Hükümeti, sınırların korunması ve iç güvenliğin sağlanması için gerekli görülecek askerden fazlasını terhis edecekti. İtilaf (Anlaşma) güçleri, güvenliklerini tehlikede gördükleri yerleri, Antlaşma ‘nın 7.maddesine dayanarak işgal edebileceklerdi.(Selek,Anadolu İhtilalı I,1963,s.34,35)

Samsun strateji bakımından da önemliydi. Karadeniz Bölgesi’nin Orta Anadolu’ya açılan kapısıydı. İngilizler, güvenliğin sağlanması için İstanbul Hükümeti’ne baskı yapıyorlardı. Samsun olaylarının soruşturulması, güvenliğin sağlanması amacıyla 9.Ordu Müfettişliği’ne Mustafa Kemal seçilir. Amaç,Mustafa Kemali İstanbul’dan uzaklaştırmak değildir.Mustafa Kemal için de böyle bir görev fırsattır. O da Anadolu’ya geçmek istemektedir. Böyle bir görev için Genelkurmay, Harbiye Bakanlığı, Sadrazam ve Hükümet, Padişah, işgal kuvvetleri kumandanlığının onayı gerekmektedir.

“Mustafa Kemal’in hareketinden önce Sadrazamla vedalaşması, Teşvikiye’deki Sadrazam Konağı’nda soğuk, tatsız bir akşam yemeği karşılaması şeklinde oldu. Genel Kurmay Başkanı Cevat Paşa (Çobanlı) da gelir. O gecenin en önemli konuşması, Mustafa Kemal’le Cevat Paşa arasında geçer. Cevat Paşa, Mustafa Kemal’e sorar:                                              

__Bir şey mi yapacaksın Kemal?                                                                                    

 __Evet, Paşam, bir şey yapacağım…                                                                     

__Allah muvaffak etsin…                                                                                                   

  __Mutlaka muvaffak olacağız!

(Şevket Süreyya Aydemir,Tek Adam I,s.388)

Bu tarihte Anadolu insanı, özgürlük ve bağımsızlık bayrağını açar. Bu tarih Anadolu insanının silkinişi, uyanışı, emperyalizme baş kaldırışıdır.19 Mayıs, bağımsızlığa yönelme; ulusal benliğimizi bulma tarihidir. Türk ulusunu bağımsızlığına götürecek yolu, Mustafa Kemal Atatürk açar. Yolu aydınlatmak için Mustafa Kemal Atatürk, Samsun’da bir kıvılcım çakar. Meşale olur, tüm Anadolu’yu aydınlatır. Bu meşalenin ışığında Mustafa Kemal Atatürk, Kurtuluş Savaşı’nı başlatır. Anadolu aydınlanır. Anadolu insanı tutsaklıktan kurtulmanın yollarını arar. Kurtuluşa Çanakkale kahramanı Mustafa KemalAtatürk’ün izinden giderek ulaşacağına inanır; çünkü MustafaKemal Atatürke güvenmektedir. Mustafa Kemal Atatürk de Türk gençliğinin ulusal değerlerimizi kollayıp koruyacağının bilincindeydi. Bu nedenle, bu yurdu, Cumhuriyeti sonsuza dek kollamak, korumak görevini de gençlere vermiştir. Atatürk, Cumhuriyeti gençlere emanet ederken, kullandığı genç sözüyle, üniversitede, orduda, basında ve iş hayatında yer alan kafası ve ruhu genç tüm yurttaşları amaçlıyordu. Ulusal güçlerin tümü, görevlerinin başında bulundukça Cumhuriyet, demokrasi,Atatürk Devrimleri ve İlkeleri sarsılmayacaktır. Bu, Türk ulusu için bir amaçtır. Bu amaç, ulusal eğitimin ilkelerini de içermelidir. Gençlerin Atatürk Devrim ve İlkeleri’ni benimsemeleri, O’nun -Gençliğe Hitabesinde- gençliğe verdiği görevi, gençlerin yerine getirmeleri için, Atatürk’ün Samsun’a çıkış tarihi olan 19 Mayıs 1919 , “Atatürk’ü Anma ve Gençlik Spor Bayramı” doksan sekizinci yılı kutlanmaktadır. Bu kutlamalar, Türk gençliğine canlılık, coşku vermekte; onlara yurt, ulus sevgisini aşılamaktadır. Kutlamalarda, günün anlam ve önemini belirten konuşmalar, gösteriler yapılır; şiirler okunur. İşte 19 mayış 1919’u, öncesini, sonrasını dile getiren bir şiir:

Paylaşılmaz

19 Mayıs Gençliğine

Düşünmek uzun

Kurtulmanın başını sonunu

O karanlık günler içinde

Bir çürük tekneyle atlamak

19 Mayıs’ta çıkmak karaya.

Bayrak çekip yürümek Ankara’ya.

Meydan okumak günün sultanlarına

Onların ölüm fermanlarına

“Bu millet ölmeyecektir,”diye

Atılmak er meydanlarına.

Cephe kurmak, devlet kurmak

Yepyeni bir inançla

O karışık günler içinde

Tasarlayarak sonunu

Devrimlerin ölçmek

Enini boyunu.

O zorlu işler içinde

O günler unutulamaz.

Ötekiler paylaşılsa da

Bunlar paylaşılamaz.

                                               (Oğuz Kazım Atok,Türk Şiirinde Atatürk, s.466)

Gazi’yi yeterince anlayamadığımız için evrende olanları da inceleyip araştıramadık. Bilimle, sanatla yoğrulamadık. Gençliğimize ulusal bilinci aşılayacak, bilimsel içerikli ders araç ve gereçlerini sunamadığımız içindir ki kütüphanelere, laboratuarlara yöneltemedik. Bu nedenlerle onların da çoğu bilgisayarların internet sitelerindeki oyunlara takılıp kaldıklarından dünyadaki sömürü düzenini algılamakta zorlanıyorlar. Çoğu da geleceğe güvenle bakamıyor.

19 Mayıs 1919 Sonrası

Mustafa KemalAtatürk, Bandırma vapuruyla Samsun’a giderken ülke İzmir’in işgali haberiyle çalkalanıyordu. Mustafa Kemal Atatürk,19 Haziran 1919’da Amasya Toplantısı’nı yapar. Bu toplantıda, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele, Rauf Orbay, 15.Kolordu Kumandanı Kazım Karabekir,2.Ordu Müfettişi Mersinli Cemal Paşa da vardı.(Akşin ve diğerleri,Yakınçağ Türkiye Tarihi, s.76)

21 Haziran’da Amasya Kararları oluştu. Kararda özetle şu dile getiriliyordu:

Vatanın bütünlüğü ve ulusun bağımsızlığı tehlikededir; fakat hükümet sorumluluğunu yerine getirmemektedir. Ulusun bağımsızlığını, yine ulusun azim ve kararı kurtaracaktır.

Bu karar, Erzurum ve Sivas Kongreleri ve Kurtuluş Savaşı’nın temelini oluşturur. Bu karar, düşmana ve padişaha başkaldırış; bağımsızlık, özgürlük için yılmadan savaşmayı göze alıştır.

.Sivas ve Erzurum Kongrelerinin amacı, ulusa bağımsızlık, özgürlük düşüncesini aşılamak; kurtuluşun yolunu çizmektir. Mustafa Kemal Atatürk, tutsaklığın Türk ulusunun yapısına aykırı olduğunun bilincindedir. Anadolu insanına ulus olma bilincini aşılamaya çalışır. (Osmanlı, imparatorluktur. Uluslar vardır. Bu uluslar, imparatorun uyruğudur.) İnsanca yaşamak için yapılır; İnönüler, Sakaryalar, Dumlupınarlar30 Ağustos 1922’de mezar olur düşmana Anadolu.29 Ekim 1923’te Cumhuriyet’in bağımsızlık bayrağı dalgalanır. Tek başına, bağımsız bu gökyüzünde. Savaştan sonra, emperyalizmin kıskacından kurtulmuş, tam bağımsız bir devlet kurulur. Kurulan bu devletin temel ilkeleri cumhuriyetçilik halkçılık, laiklik, ulusçuluk, devrimcilik devletçiliktir. Bunlardan en önemlileri kuşkusuz devrimcilikve laikliktir. Özellikle bu ilkeler doğrultusunda ulus olma özelliğini kazanmış; teokratik yapıdan demokratik yapıya geçilmiş böylece ekonomik ve politik bağımsızlığa erişilmiştir.

Emperyalizmin olduğu yerde; nemelazımcılık, kadercilik her şeye boyun eğiş vardır. Geniş anlamıyla Atatürk bağımsızlığı; siyasal, mali, ekonomik, adlî, kültürel ve askerî bağımsızlıktır. Bu düşünceyle sömürülen yoksul Doğu insanına, yeni bir ruh, yeni bir biçim, yeni bir yön verilir. İmparatorlukla birlikte, medrese ve ulema düşüncesi de tarihe karışır. Ne yazık ki günümüzde medrese düşüncesi yeniden filizlenmiştir. Genç dimağları şeriatçılık suyuyla yıkayıp ümmetçiliğe doğru kaydırmak isteyenler vardır. Medrese düşüncesinin egemen olduğu kimi çevrelerde Atatürk devrimlerinin yerini nurculuk ilkeleri almaktadır. Böyle yetişen gençler, elbette ekonomik emperyalizmin bir ahtapot gibi ülkeyi sardığını algılayamayacak, dünyadaki gelişmelerden ve yeni sömürü sisteminden habersiz olarak yetişecek, ülkenin ilerlemesini, kalkınmasını bir Ortaçağ görüsü olan ümmetçilikte arayacaktır.

Gençleri, bilimsel veriler ışığında eğittiğimiz söylenemez. Onları, sınavların tutsağı yaptık.19 Mayıs 1919 bilincini yıpratmadan, canlı tutabilseydik; gençlerimizi ruhen ve bedenen daha güçlü yetiştirme fırsatını bulabilecektik. Çünkü eğitim-öğretim izlenceleri daha ulusal, kimliğimize daha uygun olacaktı.

Özetle 19 Mayıs, Türk ulusunun yeniden varoluşu için atılan ilk adımdır. Bağımsızlık ve özgürlük yolu bu ilk adımla açılır; Cumhuriyet’in aydınlığı ufukta gözükür. Cumhuriyet’in aydınlığında Anadolu insanı kölelikten kurtulur, kimliğini bulur. Kimliğini bulmanın, ülkesindeki özgürlüğün sevincini, coşkusunu ulusal bayramlarda yaşar.19 Mayıs, gençliğin ülkesine, Atası’na bağlılığının simgesidir. Bizler,19 Mayıs coşkusunu tüm benliğimizle yaşadık. İstiyoruz ki bizden sonra gelen kuşaklar da ülkenin 19 Mayıs 1919’a nasıl gelindiğinin bilincine varsın. Bu bilince varması için de ulusal bayramlar geçiştirilmeden; sevinçle, coşkuyla, isteyerek kutlansın

Tüm bu olumsuzluklara karşın Türk gençliğinin ulusunu, ulusal değerlerini geliştirerek koruyacağına –Atatürk’ün de dediği gibi Türk istiklalini, Türk Cumhuriyetini, ilelebet koruyacağına __inanıyorum. Tüm gençliğin, “Atatürk’ü Anma,19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı”nı kutlarım.

Kaynakça

Aksoy, Muammer, Atatürk ve Tam Bağımsızlık, Cumhuriyet Yayınları,1998.

Akşin, Sina ve diğerleri, Yeniçağ Türkiye Tarihi, cilt: I,II, Milliyet Yayınları        .

Alpay, Necdet, Türk Şiirinde Atatürk, Hürriyet Yayınları,1980.

Atatürk, Kemal, Nutuk, cilt: I,II, III, Türk Devrim Tarihi Enstitüsü,1962.

Atatürkçülük Nedir? Varlık Yayınevi, İstanbul: 1963.

Aydemir, Şevket Süreyya,Tek Adam, Remzi Kitabevi,1963.

Genelkurmay Yayınları,Türk İstiklâl Harbi, II nci Cilt, Batı Cephesi, Ankara:1963.Hazırlayan:Utkan Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri,  3. Basım, Ankara 1984, s.76.

Hürriyet, 19 Mayıs 1973, s.4.)

Selek, Sabahattin, Anadolu İhtilali, cilt: I,II,1963.

Ulusal Kurtuluş Savaşı, cilt: I,II, Milliyet Yayınları, 2011.

Türk Dili Atatürk Özel Sayısı, Kasım, TDK, 1963.

[/expand]


24 Mayıs * TC Devlet Demiryolları İşletmesi (TCDD)

[expand title=”Oku ( Aç / Kapat )”]

 

Bugünkü milli sınırlarımız içindeki demiryollarının tarihi 23 Eylül 1856 yılında 130 km.lik İzmir-Aydın Demiryolu hattının imtiyazı ile başlar.

Bir süre Nafia Nezareti (Bayındırlık Bakanlığı)’nin Turuk ve Meabir (Yol ve İnşaat) Dairesi tarafından yönetilen Osmanlı Dönemi demiryollarında,  24 Eylül 1872 tarihinde demiryolu yapım ve işletmesini gerçekleştirmek üzere Demiryolları İdaresi kuruldu.

Osmanlı Döneminde yapılan toplam 8.619 km uzunluğundaki demiryolu hattının 4.136 km.lik bölümü milli sınırlarımız içerisinde kalırken, bu hatların 2.404 kilometresi ise yabancı şirketler, 1.377 kilometresi de devlet eliyle işletilmekteydi.

Cumhuriyetin kurulması ve demiryollarının devletleştirilmesine karar verilmesinin ardından demiryolu işletmeciliği için 24 Mayıs 1924 tarih ve 506 sayılı Kanun ile Nafia Vekâletine (Bayındırlık Bakanlığı) bağlı “Anadolu- Bağdat Demiryolları Müdüriyeti Umumiyesi” kuruldu.

Demiryollarının yapımı ve işletilmesinin bir arada yürütülmesini sağlamak amacıyla Demiryolu alanında ilk bağımsız yönetim birimi olarak 31 Mayıs 1927 tarih ve 1042 sayılı Kanun ile Nafia Vekaleti (Bayındırlık Bakanlığı)’ne bağlı “Devlet Demiryolları ve Limanları İdare-i Umumiyesi” kuruldu.

“Devlet Demiryolları ve Limanları İşletme Umum Müdürlüğü” adıyla 1939 yılında Münakalat Vekaleti (Ulaştırma Bakanlığı)’ne bağlandı.

Cumhuriyet öncesinde yapılan ve yabancı şirketler tarafından işletilen hatlar, 1928–1948 yılları arasında satın alınarak millileştirildi.

22 Temmuz 1953 tarihine kadar katma bütçeli bir devlet idaresi şeklinde yönetilen Teşekkülümüz,  bu tarihte çıkarılan 6186 sayılı Kanunla Ulaştırma Bakanlığı’na bağlı olarak “Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demiryolları İşletmesi (TCDD)” adı altında İktisadi Devlet Teşekkülü haline getirildi.

08.06.1984 tarih ve 233 sayılı KHK ile Kamu İktisadi Kuruluşuna dönüşen ve TÜLOMSAŞ, TÜDEMSAŞ ve TÜVASAŞ olmak üzere üç adet bağlı ortaklığı bulunan TCDD, 24.4.2013 tarihinde kabul edilen 6461 sayılı Kanun ile de yeniden İktisadi Devlet Teşekkülüne dönüştü.

TCDD, halen Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığının ilgili kuruluşu olarak faaliyetini sürdürmektedir.

1856-1923 DEMİRYOLU HATLARI

1856 – 1923 yılları arasında Osmanlı topraklarında şu hatlar inşa edildi.

. Rumeli Demiryolları 2.383 km normal hat

. Anadolu-Bağdat Demiryolları 2424 km normal hat

. İzmir -Kasaba ve uzantısı 695 km normal hat

. İzmir -Aydın ve şubeleri 610 km normal hat

. Sam-Hama ve uzantısı 498 km dar ve normal hat

. Yafa-Kudüs 86 km normal hat

. Bursa-Mudanya 42 km dar hat

. Ankara-Yahşihan 80 km dar hat

Toplam 8.619 km

Cumhuriyet Döneminde Açılan Hatlar

GÜZERGAH HAT CİNSİ KM.Sİ YIL
Ankara-Kayaş 1 Normal 11.951 1925
Kayaş-Irmak 1 Normal 57.792 1925
Irmak-Yerköy 1 Normal 133.718 1925
Samsun-Kavak 1 Normal 47.553 1926
Samsun-Çarşamba 1 Dar 36.465 1926
Samsun-Gümrük 1 Normal 3.000 1926
Yerköy-Boğazköprü 1 Normal 161.529 1927
Boğazköprü-Kayseri 1 Normal 14.950 1927
Kavak-Kayabaşı 1 Normal 98.314 1927
Kayabaşı-Zile 1 Normal 69.256 1928
Narlı-Gölbaşı 1 Normal 69.120 1929
Fevzipaşa-Narlı 1 Normal 68.680 1929
Kütahya-Emirler 1 Normal 63.824 1929
Kayseri-Hanlı 1 Normal 152.285 1930
Hanlı-Kalın 1 Normal 45.625 1930
Kalın-Yapı 1 Normal 17.238 1930
Yapı-Sivas 1 Normal 7.172 1930
Zile-Kunduz 1 Normal 69.889 1930
Gölbaşı-Doğanşehir 1 Normal 56.014 1930
Emirler-Balıköy 1 Normal 36.176 1930
Irmak-Çankırı 1 Normal 102.255 1931
Doğanşehir-Malatya 1 Normal 56.745 1931
Kunduz-Kalın 1 Normal 92.750 1932
Malatya-Fırat 1 Normal 32.536 1932
Balıköy-Balıkesir 1 Normal 152.542 1932
Boğazköprü-Bor 1 Normal 126.453 1933
Bor-Kardeşgediği 1 Normal 45.360 1933
Çankırı-Atkaracalar 1 Normal 86.134 1934
Alsancak-Kemer 2 Normal 1.790 1934
Fırat-Yolçatı 1 Normal 62.313 1934
Yolçatı-Elazığ 1 Normal 23.926 1934
Atkaracalar-Ortaköy 1 Normal 56.084 1935
Sivas-Bostankaya 1 Normal 27.993 1935
Bostankaya-Eskiköy 1 Normal 35.488 1935
Yolçatı-Maden 1 Normal 75.950 1935
Maden-Diyarbakır 1 Normal 82.670 1935
Narlı-Gaziantep 1 Normal 84.077 1935
Ortaköy-Karabük 1 Normal 49.232 1936
Karabük-Çatalağzı 1 Normal 111.524 1936
Eskiköy-Çetinkaya 1 Normal 48.500 1936
Malatya-Hekimhan 1 Normal 70.300 1936
Adana Gar-Şehir 1 Normal 2.969 1936
Afyon-Karakuyu 1 Normal 112.400 1936
Bozanönü-Isparta 1 Normal 13.360 1936
Gümüşgün-Burdur 1 Normal 23.892 1936
Çatalağzı-Zonguldak 1 Normal 10.008 1937
Çetinkaya-Divriği 1 Normal 64.847 1937
Hekimhan-Çetinkaya 1 Normal 69.520 1937
Divriği-Erzincan 1 Normal 155.570 1938
Erzincan-Erzurum 1 Normal 214.857 1939
Diyarbakır-Bismil 1 Normal 47.382 1940
Hadımköy-Kurukavak 1 Normal 10.936 1941
Bismil-Sinan 1 Normal 28.424 1942
Sinan-Batman 1 Normal 14.726 1943
Batman-Kurtalan 1 Normal 68.818 1944
Malatya-Malatya Şehir 1 Normal 2.964 1944
Tavşanlı-Tunçbilek 1 Normal 13.373 1944
Zonguldak-Kozlu 1 Normal 4.279 1945
Elazığ-Palu 1 Normal 69.947 1946
Palu-Genç 1 Normal 62.741 1947
Köprüağzı-Kahramanmaraş 1 Normal 27.903 1948
Sirkeci-Halkalı 2 Normal 28.200 1949
Haydarpaşa-Gebze 2 Normal 43.700 1949
Ereğli-Armutçuk (2009 yılında söküldü) 1 Normal 15.559 1953
Genç-Muş 1 Normal 108.419 1955
Gaziantep-Karkamış 1 Normal 90.857 1960
Kütahya-Seyitömer 1 Normal 26.512 1962
Muş-Tatvan 1 Normal 93.984 1964
Sincan-Behiçbey 2 Normal 16.400 1970
Behiçbey-Ankara 2 Normal 8.700 1970
Ankara-Kayaş 2 Normal 12.200 1970
Pehlivanköy-Edirne-Hudut 1 Normal 67.852 1971
Tatvan-İskele 1 Normal 4.773 1971
Van-Hudut 1 Normal 116.691 1971
Gabze-İzmit 2 Normal 46.500 1975
Köseköy-Arifiye 2 Normal 29.900 1975
Behiçbey-Ankara 3 Normal 8.700 1977
Samsun-Gelemen 1 Normal 13.000 1983
Behiçbey-Ankara 4 Normal 8.600 1984
Alsancak-Halkapınar 2 Normal 340 1984
Basmane-Şirinyer 2 Normal 700 1984
Alsancak-Halkapınar 2 Normal 550 1984
Basmane-Halkapınar 2 Normal 4.300 1984
Halkapınar-Çiğli 2 Normal 13.200 1984
Yapı-Sivas 2 Normal 6.761 1984
Yenice-Adana 2 Normal 24.600 1987
Adana-İncirlik 2 Normal 10.100 1987
Sincan-Behiçbey 3 Normal 16.400 1990
Eskişehir-Hasanbey (2009 yılında söküldü) 2 Normal 9.600 1991
Hanlı-Bostankaya 1 Normal 46.029 1994
Menemen-Aliağa 1 Normal 26.014 1995
Çiğli-Menemen 2 Normal 16.000 1995
Yenice-Mersin 2 Normal 43.209 1995
İnönü-Eskişehir 2 Normal 33.600 1996
Şirinyer-Adnanmenderes 2 Normal 11.702 1996
Adnanmenderes-Cumaovası 2 Normal 3.328 1996
İzmit-Köseköy 2 Normal 8.826 1998
Basmane(hilal)-Halkapınar 2 Normal 1.642 1999
Menemen-Aliağa 2 Normal 25.880 2003
Basmane-Halkapınar(Müselles) 2 Normal 2 2008
Alayunt-Kütahya 2 Normal 10 2009
Tekirdağ-Muratlı 1,2 Normal 63 2010
Tecer-Kangal 1 Normal 48 2011
Marmaray 1,2 Normal 28 2013
Cumaovası-Tepeköy 2 Normal 30 2013
Tekirdağ-Muratlı 2 Normal 29 2013
Başkentray Kuzey Hattı(Ankara-Behiçbey) 6 Normal 6 2013
Başkentray Kuzey Hattı(Ankara-Sincan) 5 Normal 24 2013
Kemalpaşa-Turgutlu 1 Normal 27 2014

 

YÜKSEK HIZLI DEMİRYOLU
GÜZERGAH HAT CİNSİ KM.Sİ YIL
Esenkent-Hasanbey 1,2 Normal 394 2009
Sincan-Esesnkent 1,2 Normal 30 2010
Hasanbey-Eskişehir 1,2 Normal 12 2010
Ankara(Polatlı)-Konya 1,2 Normal 425 2010
(Ankara)Polatlı-Konya 1 Normal 5 2010
(Ankara)Polatlı-Konya 2 Normal 6 2010
Hasanbey-Eskişehir 1,2 Normal 6 2014
Eskişehir-Pendik 1,2 Normal 306 2014

Kaynak: http://www.tcdd.gov.tr/content/31

[/expand]


28 Mayıs * Teşvik-i Sanayi Kanunu (Sanayi Teşvik Kanunu)

[expand title=”Oku ( Aç / Kapat )”]

Sanayi Teşvik Kanunu

Milli Mücadelenin sonucunda, İstanbul, İzmir ve Adana’da hurda bir durum arz eden birkaç dokuma fabrikası ile İstanbul’da harap bir askeri fabrika, ülkenin sanayi gücünü oluşturuyordu. Kalkınmak için sanayileşmek bir zorunluluktu. Sanayi kuruluşlarını teşvik ve koruma amacıyla, 1927 yılında çıkarılan Teşvik-i Sanayi Kanunu, sanayinin tanımını yapmakta ve sınıflara ayırmaktaydı. Her grup, kanunun getirdiği muafiyetlerden taşıdığı önem derecesinde faydalanmaktadır. Teşvik-i Sanayi Kanunundan faydalanılarak memlekette bazı sanayi kuruluşları kurulmuştur. Ayrıca, 1929 yılından itibaren, yüksek gümrük tarifeleri uygulama imkanı, memleket sanayiini dışarının rekabetinden koruyarak geliştirilmiştir.

Bu dönemde devlet, temel tüketim ve ara malları alanında ithal ikamesi sağlamak amacıyla üç beyaz ve üç siyah projesine öncelik vermiştir. Un, şeker, pamuklu üç beyazı: kömür, demir ve akaryakıt da üç siyahı temsil ediyordu. Bu temel malların yurt içinde üretilmesi ile hem döviz tasarrufu sağlanacak, hem de dışa karşı bu maddeler için bağımlılık kalmayacaktı.

Devlet bu dönemde, doğrudan sanayi yatırımlarına hemen hemen hiç iltifat etmemiş, faaliyetini daha çok insan yetişmesine, eğitime ve altyapı yatırımlarına yöneltmiş, sanayinin özel teşebbüs tarafından yaratılabileceğini varsaymıştır. Bunun için de özel sermaye yatırımlarını teşvik edici tedbirlere başvurmuştur.

1931 yılında iktidar partisi CHP, özel sektör girişimlerinin ülke kalkınmasında yetersiz kalması sonucu, programına devletçiliği almış, hazırlık ve çalışma devresinden sonra, 1. Beş Yıllık Sanayi Planı’nı 1934 yılından itibaren uygulamaya koymuştur.

Ancak, 1. Beş Yıllık Sanayi Planı’nın uygulanmasından önce, çok önemli düzenlemeler yapmış ve yeni birtakım müesseseler kurulmuştur. 1933 yılında, Devlet Sanayi Ofisi ile Türkiye Sanayi Kredi Bankası kaldırılarak bunların yerine Sümerbank kurulmuştur. Sümerbank’ın faaliyetlerinin ana amacı, özel sektör sanayiinin kredi ihtiyaçlarını karşılamak olmakla beraber, esas görevini sanayi planının uygulanması teşkil etmiştir. Sümerbank, aynı zamanda daha sonra kurulan diğer devlet kuruluşlarına da örnek olmuştur.

1935 yılında yeraltı kaynaklarının araştırılması için Maden Tetkik Arama Enstitüsü (MTA), elektrik enerji kaynaklarının değerlendirilmesi için Elektrik İşleri Etüd İdaresi (EİE), maden ve elektrik işletmelerini kurmak ve işletmek amacıyla Etibank kurulmuştur.

1. Beş Yıllık Sanayi Planı’nda tekstil sanayii, kendir-kesen sanayii, demir-çelik sanayii, sömikok fabrikası, porselen-çini sanayii, sudkostik, klor, suni ipek, selüloz ve kağıt tesisleri, şeker sanayii, süngercilik ve gül sanayileri yer almıştır. Planın uygulanmasına 1934 yılında başlanmış, planda öngörülen tesisler beş yıl içinde tamamlanarak işletmeye açılmıştır. Yine bu devrede planda yer almayan askeri fabrikaların modernizasyon ve genişletilmesine de devam edilmiştir. 1933-1938 yılları, Türk sanayiinin ilk ve planlı kuruluş safhasıdır. Planlı kalkınma, teknik alanda iş gücü yaratmış ve toplum yaşantısına büyük ölçüde etki yapmıştır. Özellikle toprağın verimini artıracak olan tekniğin tarıma uygulanmasının, bütün bir endüstri hayatının gelişmesi ile mümkün olabileceğini de ortaya koymuştur.

TBMM  28 mayıs 1927 tarih ve 1055 numaralı teşviki sanayi kanununa müzeyyel kanun (Resmî Gzele ile neşir ve ilâm: 3 haziran 1928 – Sayı : 903)

TBMM  28 mayıs 1927 tarih ve 1055 numaralı teşviki sanayi kanununa müzeyyel kanun (Resmî Gazete ile neşir ve ilânı : 8/VI/1933 – Sayı : 2422)

Teşvik-i Sanayi Kanunları ve Türkiye’de Sanayileşmeye Etkileri – Kadir KASALAK

[/expand]


29 Mayıs * Türk Bayrağı Kanunu

[expand title=”Oku ( Aç / Kapat )”]

Kırmızı zemin üzerine beyaz hilal ve yıldız konarak oluşan bayrak ilk kez Osmanlı Devleti tarafından 1844 yılında kabul edilmiştir. Bayrak, 29 Mayıs 1936’da 2994 Sayılı Türk Bayrağı Kanunu ile şekillendirilmiş ve Türkiye’nin ulusal bayrağı olarak kabul edilmiştir. 22 Eylül 1983’te 2893 Sayılı Türk Bayrağı Kanunu ile bayrak ölçütleri belirlenmiş ve bayrak son halini almıştır.

Efsaneye göre bayraktaki kırmızı kan kırmızısıdır ve şehitlerin dökülen kanlarını temsil eder. Geceyarısı bu kanların üzerine yansıyan hilal biçimindeki ay ve bir yıldızla beraber Türk Bayrağının görüntüsü oluşur.


Kanun Numarası: 2893, Kabul Tarihi: 22/9/1983
Yayımlandığı Resmi Gazete:
Tarih: 24/9/ 1983      Sayı : 18171
Yayımlandığı Düstur: Tertip: 5 Cilt : 22 Sayfa : 599
Amaç
Madde 1 – Bu Kanunun amacı Türk Bayrağının şekli, yapımı ve korunması ile ilgili esas ve usulleri belirlemektir.
Bayrağın Şekli ve Yapımı
Madde 2 – Türk Bayrağı, bu Kanuna ekli cetvelde gösterilen şekil ve oranlarda olmak kaydıyla beyaz ay – yıldızlı albayraktır.
Bayrak ile özel bayrakların (sembolik bayrak, özel işaret, flama, flandra ve fors) standartları, hangi kumaş ve maddelerden yapılacağı tüzükte gösterilir.
Bayrağın Çekilmesi ve İndirilmesi
Madde 3 – Bayrak, kamu kurum ve kuruluşlarıyla yurt dışı temsilciliklerine ve kamu kuruluşlarıyla gerçek ve tüzelkişilerin deniz vasıtalarına çekilir. Yurt içinde ve yurt dışında yetkililerin araçlarına takılır.
Bayrak çekilirken ve indirilirken tören yapılır. Bayrak törenlerinin gereken biçimde yapılmasından o mahaldeki yetkili amirler sorumludur.
(Değişik : 14/7/1999 – 4409/1 md.) Kamu kurum ve kuruluşlarında Türk Bayrağı sürekli çekili kalır.
(Değişik : 14/7/1999 – 4409/1 md.) Bayrağın; nerelerde daimi olarak çekilmeyeceği, hangi kapalı yerlere konulacağı, nerelere fon olarak takılacağı veya asılacağı, kamu kurum ve kuruluşlarından başka yerlerde ne zaman ve nasıl çekileceği, Türk Silahlı Kuvvetleri yüzer birliklerinde ve Türk Bandıralı ticaret gemilerinde Bayrak çekme ve indirme zamanları ile Bayrak çekilirken ve indirilirken yapılacak törene ilişkin hususlar, tüzükte gösterilir.
Bayrağın Yarıya Çekilmesi
Madde 4 – Türk Bayrağı , yas alameti olarak 10 KASIM’da yarıya çekilir. Yas alameti olmak üzere Bayrağın yarıya çekileceği diğer haller ve zamanı Başbakanlıkça ilân edilir.
Bayrağın Selâmlanması
Madde 5 – Çekilmesi ve indirilmesi esnasında veya tören geçişlerinde Bayrak, cephe alınarak selâmlanır.
Bayrağın Örtülebileceği Yerler
Madde 6 – Türk Bayrağı, Cumhurbaşkanlığı yapmış kişilerin, şehitlerin ve tüzükte belirlenecek asker ve sivil kişilerin cenaze törenlerinde bunların tabutlarına, açılış törenlerinde ATATÜRK heykellerine veya resmi yemin törenlerinde masalara örtülebilir.
Ayrıca milli örf ve âdetler göz önünde tutularak Bayrağın diğer kullanılma şekil ve yeri tüzükte gösterilir.
Yasaklar
Madde 7 – Türk Bayrağı, yırtık, sökük, yamalı, delik, kirli, soluk, buruşuk veya layık olduğu manevi değeri zedeleyecek herhangi bir şekilde kullanılamaz. Resmi yemin törenleri dışında her ne maksatla olursa olsun, masalara kürsülere, örtü olarak serilemez. Oturulan veya ayakla basılan yerlere konulamaz. Bu yerlere ve benzeri eşyaya Bayrağın şekli yapılamaz. Elbise veya üniforma şeklinde giyilemez.
Hiçbir siyasî parti, teşekkül, dernek, vakıf ve tüzükte belirlenecek kamu kurum ve kuruluşları dışında kalan kurum ve kuruluşun amblem, flama, sembol ve benzerlerinin ön veya arka yüzünde esas veya fon teşkil edecek şekilde kullanılamaz.
Türk Bayrağına sözle, yazı veya hareketle veya herhangi bir şekilde hakaret edilemez, saygısızlıkta bulunulamaz. Bayrak yırtılamaz, yakılamaz, yere atılamaz, gerekli özen gösterilmeden kullanılamaz.
Bu Kanuna ve tüzüğe aykırı fiiller yetkililerce derhal önlenir ve gerekli soruşturma yapılır.
Cezalar
Madde 8 – Bu Kanuna ve çıkarılacak tüzüğe aykırı olarak Bayrak yapmak, satmak ve kullanmak yasaktır. Bu yasağa aykırı olarak yapılan Bayraklar o mahallin yetkili amirlerince toplatılır.
Bu Kanun hükümlerine aykırı davranışta bulunanlar suçları daha ağır bir cezayı gerektirmediği takdirde Türk Ceza Kanununun 526 ncı maddesi uyarınca cezalandırılır.
Tüzük
Madde 9 – Bu Kanunun ilgili maddelerinde tüzükte düzenleneceği belirtilen hususlar ile kanunun uygulanmasına ilişkin diğer esaslar, bu Kanunun yayımı tarihinden itibaren altı ay içinde çıkarılacak tüzükte gösterilir.
Yürürlükten kaldırılan kanun :
Madde 10 – 29 Mayıs 1936 Tarih ve 2994 Sayılı Türk Bayrağı Kanunu yürürlükten kaldırılmıştır.
Yürürlük
Madde 11 – Bu Kanun yayımı tarihinden altı ay sonra yürürlüğe girer.
Yürütme
Madde 12 – Bu Kanun hükümlerini Bakanlar Kurulu yürütür.

KANUN NO: 2994
TÜRK BAYRAĞI KANUNU
29 Mayıs 1936
[Resmi Gazete ile neşir ve ilânı: 5 Haziran 1936 – Sayı 3322]
3. t. Düstur, c.17 – s. 359
22 Eylül 1983 tarih ve 2893 sayılı (TÜRK BAYRAĞI KANUNU) nun 10 uncu maddesiyle yürürlükten kaldırılmıştır.

TÜRK BAYRAĞI KANUNU

Kanun No: 2994Kabul Tarihi: 29/5/1936

Madde 1 – Türk bayrağı, bu kanuna bağlı örnekte gösterilen şekil ve nisbetlerde olmak ve al zemin üzerine beyaz ay – yıldız konmak, şartile, yerli şaliden yapılır.
Ancak şalinin tedarikinde zorluk olur ise en büyük mülkiye memurunun iznile zemin rengi al olmak üzere başka kumaştan da yapılabilir.
Madde 2 – Ordu kuvvetlerile resmî daire ve teşekküller tarafından bayrakların çekiliş ve indirilişlerinde ve sair hususlarda yapılacak tören ve bunların kullanacakları hususî alâmet ve filâmaların şekilleri, nisbetleri ve cinsleri ve Türkiye Cümhurluğunun yabancı memleketlerde bulunan resmî ve millî binalarına (Uluslar arası metotlarına göre) Türk bayrağının çekiliş ve indirilişleri ve resmî dairelerle teşekküllerden başka yerlerde Türk bayrağının, ve diğer hususî bayrakların ve forsların gerek temsil ve gerek süsleme için ne zaman ve nasıl çekileceği ve nerelerde kullanılabileceği ve bu kanunun tatbik şekilleri bir nizamname ile tesbit edilir.
Madde 3 – Türk bayrağı ordu kuvvetlerile resmî dairelerde ve millî teşekküllerde sabah sekizde çekilir ve gün batarken indirilir. Şu kadar ki limanlara giren ve çıkan ve seyir halinde bulunan harp ve tüccar gemilerinin bayraklarının çekiliş ve indiriliş saatleri için nizamnameye istisnaî hükümler konulabilir.
Yalnız, millî bayramlarda ve umumî tatil günlerinde tatilin devam ettiği müddetçe bayrak gece ve gündüz çekili kalır.
Her gün bayrak çekecek resmî daireler, İcra Vekilleri Heyeti tarafından tayin edilir.
Madde 4 – Yas alâmeti olmak üzere bayrağın yarıya çekileceği haller ve devam müddeti Devlet protokolunca tesbit ve vaktinde alâkadar dairelere bildirilir.
Madde 5 – Resmî dairelerde ve teşekküllerde çekilecek bayrak, bu iş için yapılmış hususî direk ve göndere çekilir.
Madde 6 – Bu kanun hükümlerine ve yapılacak nizamnameye muhalif olarak bayrak yapmak ve satmak yasaktır. Bu yasağa aykırı gidenler, Türk Ceza Kanununun 526 ncı maddesine göre cezalandırılır. Nizamnameye muhalif olarak çekilmiş bayraklar mahallin en büyük mülkiye memuru emrile indirilir.
Madde 7 – Alay sancaklarının şekli ve yapılış tarzı kendi hususî ahkâmına tabidir.
Madde 8 – Bu kanun neşri tarihinden bir sene sonra muteberdir.
Madde 9 – Bu kanun hükümlerini yerine getirmeğe İcra Vekilleri Heyeti memurdur.
3/6/1936

Kaynak: http://www.ttk.gov.tr/tarihveegitim/turk-bayragi-kanunu/

Kaynak: https://www.tccb.gov.tr/cumhurbaskanligi/resmi-simgeler/bayrak/

[/expand]


31 Mayıs * Üniversite Öğreniminin Düzenlenmesi

[expand title=”Oku ( Aç / Kapat )”]

Atatürk ve Üniversite Reformu (1933)

Yücel NAMAL, Tunay KARAKÖK
Zonguldak Karaelmas Üniversitesi, Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Bölümü, ZONGULDAK, TÜRKİYE
Anahtar Kelimeler: Atatürk, Üniversite, Reform, Darülfünun, Albert Malche

Öz

Osmanlı döneminde ve Cumhuriyet’ten sonraki on yılda ülkemizdeki tek yükseköğretim kurumu olan Darülfünun, inkılâpçı bir değişim gösteren toplumda tutucu bir karakter taşımakta idi. O dönemde yönetimde bulunan politikacı ve bilim adamları Darülfünun’da yeterince düşünmeyen, sorgulamayan ve eleştirmeyen insanlar yetiştirildiği, bu kurumun ülke sorunlarına tamamen duyarsız kaldığı düşüncesinde idiler. Bizzat Atatürk’ün emriyle, Türkiye’ye çağrılan İsviçreli Profesör Albert Malche’ın verdiği rapor doğrultusunda yükseköğretim sistemimizdeki ilk üniversite reformu yapılmıştır. Çağdaş anlamda bir üniversite oluşturmayı amaçlayan 2252 sayılı Kanun, 1933 yılında çıkarılmıştır. Atatürk’ün gerçekleştirdiği bu reformla, Malche’ın raporu doğrultusunda üniversitede Avrupa modeli yönetim ve eğitimöğretim esas alınmıştır.

Giriş

Eğitim tarihimize baktığımızda, medreselerde pozitif bilimlerin, 17. yüzyılda etkisini kaybetmeye başladığını görmekteyiz. Tanzimat Fermanının ilanıyla (1839), Batı tarzı eğitim kurumlarının açılışına önem verilmiştir. Yüksekokullar, 18. yüzyıl başlarında açılmaya başlamış, 19. yüzyılda ise sayıları artmıştır. 1846 yılına gelindiğinde, yükseköğretime yönelik bir kurumun açılması öngörülmüştür. Darülfünun adı verilen bu kurumda, eğitim 1863’te başlamış, 1933 yılına kadar çeşitli aşamalardan geçerek sürmüştür. Bu kurumun kendinden bekleneni verememesi nedeniyle, reform için rapor hazırlamak üzere, İsviçre’den Prof. Albert Malche getirilmiştir. Hazırlanan raporun şekillenmesi sonucunda, 31 Temmuz 1933’te Darülfünun kapatılarak, 1 Ağustos 1933’te İstanbul Üniversitesi açılmıştır. İstanbul Üniversitesi ile modern bir yükseköğretim yapısı oluşturulmaya çalışılmıştır.

Osmanlı döneminde modern anlamda ilk üniversite olan Darülfünun 1846’da hazırlanan bir layiha ile 1863’de İstanbul’da kurulmuş; çeşitli sebeplerle 1860’lı yılların sonuna kadar birkaç kez kapanıp yeniden açılmıştır. 1900’de yeniden açılan üniversitede (Darülfunun-ı Şahane), öğretim, Abdülhamit rejiminin çekinceleri içinde maarif vekili tarafından gönderilen müfettişler eşliğinde ve denetiminde edebiyat, dünya tarihi, felsefe ve siyaset konularının dışarıda bırakıldığı yüzeysel programlarla yürütülmüştür (Ergin, 1977). 1908’de I. Meşrutiyetin ilanıyla ismi Darülfunun-ı Osmanî olarak değişen üniversitede ders programları yeniden düzenlenerek, zenginleştirilmiştir.

İttihat ve Terakki yönetiminde geçen bu yeni dönemde üniversite kadrolarında 1909’da ciddi bir tasfiye gerçekleştirilmiş, Üniversite topluluğunun bu durum karşısındaki sınırlı tepkisi ise siyasi tehditlerle susturulmuştur (Tunçay, et al, 1984). Darülfunun müderrislerinin hazırladığı mazbata doğrultusunda; Osmanlı Hükümeti, Ekim 1919’da hazırladığı Nizamname’nin 2. Maddesince “ilmi muhtariyet” (bilimsel özerklik) verilmiştir (Timur, 2000; Hatiboğlu, 2000; Ortaylı, 2001). 1921 yılında ise, 493 sayılı yasa ile Darülfünun’a tüzel kişilik ve özerklik verilmiştir. Bu dönem, özgür üniversite geliştirecek potansiyel taşımamıştır. Bir yandan İstanbul Darülfununu, İzmir’in işgaline büyük bir tepki gösterip, protesto toplantısı yaparken, diğer yandan bazı hocalar Kurtuluş Savaşı’na karşı çıkmışlardır. Ancak bu hocalara artan tepki 1922 yılında bir boykota dönüşmüştür. Ankara’nın da desteklediği bu boykot işbirlikçi öğretim üyelerinin Darülfünun’dan uzaklaştırılmasıyla bitmiştir (Timur, 2000).

Tüm bu bilgiler ışığında, bu çalışma, üniversite reformunun nasıl hazırlandığı ve Atatürk’ün reform karşısındaki tutumu, reformun neleri içerdiği, reform ile birlikte nelerin değiştiği, Darülfünun’dan İstanbul Üniversitesine geçişin nasıl olduğu, reform da yabancı öğretim elemanlarının rolünün ne olduğu, reform sonrasında derslerin nasıl olduğu ve yeni üniversitenin öğretim elemanlarının nasıl belirlendiği konularını ele almaktadır.

DARÜLFÜNUN’DAN MODERN ÜNİVERSİTEYE
“Dar” kelimesi her ne kadar Arapça’da ev anlamına geliyorsa da terim olarak okul, mektep anlamı taşımaktadır. Bir yüksek okul olarak ise; Fen Fakültesi manasındadır. Buradan hareketle, bu okula “Darülfünun”(Fenler Evi) adı o günün şartlarında medreseden ayrı bir müessese olduğunu ortaya koymak için verilmiştir. III. Selim, II. Mahmut gibi reform yanlısı sultanlar, medrese türü eğitime ve ulemalara bağlı olmayan bir yüksekokul (üniversite) tipinin gelişebilmesi amacıyla hareket etmişlerdir. Bu gelişme, ilk önce askeri alanda, meslek okulları ve yüksekokul kuruluşlarıyla başlar, daha sonra tıp, ziraat, madencilik, idari bilimlerle genişler. En sonunda 19. yy.’ın ortalarında batıdaki örneklerine göre bir üniversite kurma noktasına gelinmiştir (Widmann, 1981). Bu dönemde Ali ve Fuat Paşalar da bir girişimde bulunmuşlar, Encümen-i Daniş1 adıyla bir akademi kurmuşlardır. 1862’de ise, Cemiyet-i İlmiye-yi Osmaniye’yi2 oluşturmuşlardır (Ortaylı, 2003).

Medreselerin dışında pozitif ilimlerin okutulmasına hendeshane (1734), Mühendishane-i Bahri Hümayun (1774) ve Mühendishane-i Berri Hümayun (1793)’la başlanmıştır (Berkem, 2003). Bu dönemde açılan yükseköğretim kurumlarında amacın öğrencilere bir alanda uzmanlık kazandırmak veya bilimsel araştırma yapmak şeklinde açıklanamayacağı görülür. Açılan okullarda, dönemin yetişmiş insan gücü ihtiyacı en büyük öneme sahiptir. Bu amaçla kurulan okullardan biri de 1827’de de hekim yetiştirmek üzere kurulan Tıphane-i Amire’dir. Bu dödönemde ticaret ve ziraat alanında, ayrıca yabancı dille ilgili dallarda yüksekokullar açılmaktaydı. Mekteb-i Fünun-u Maliye adı altında bir meslek ihtisas okulunun açılmasını isteyen devrin sadrazamı Sait Paşa tarafından devlete iyi ve kaliteli memur yetiştirmek için yatılı bir Ticaret Mektebi açılmıştır. Ayrıca Müze-i Hümayun ve memurlara yabancı dil öğretmek üzere Fransızca beş yıl öğrenim süreli Hariciye Nezaretine bağlı bir Lisan Mektebi ve Ameliyat Ziraat Mektebi gibi kurumlar açılmıştır (Koçer, 1991). O dönemde kurulan bir diğer yüksekokul ise 1859 yılında Tanzimat’ın yeni sistemini yönetecek eleman ihtiyacını karşılamak için kurulan Mektebi Mülkiye’dir3. 1867 yılında kurulan Askeri Tıbbiye içinde Mekteb-i Tıbbiye-i Mülkiye ise, sivil okul olup, İkinci Abdülhamit döneminde ayrı bir yükseköğretim kurumu haline gelmiştir (Yamaner, 1999).

Bu dönemdeki yüksekokullarda dikkat çeken nokta, çoğunun belli bir zaman sonra kapatılmak zorunda kalınmasıdır. Bu okulların kapatılmasındaki nedenler; yüksekokulların hazırlıksız, öğretim araç gereçlerinden ve öğretim elemanlarından yoksun olarak açılması, şeklinde sıralanabilir. Bazılarının Avrupa’nın isteği doğrultusunda ve yeterli altyapı çalışmaları yapılmadan açılmış olması da, bu okulların eğitim öğretime uzun süre devam edememesine neden olmuştur. Buna karşın kuruluşuna gereken önemin verildiği ve bunun için çaba sarf edildiği okulların ise daha kalıcı olduğu gözlenmiştir. Bu okullardan bazılarının kurulmasında, Avrupalı uzmanlardan istifade edilmiştir. Buna örnek olarak, Macar uzman Baron de Tott’un önerileri doğrultusunda kurulan Mühendishane-i Berri Hümayun verilebilir. Daha sonra bu okul İstanbul Teknik Üniversitesi’ne dönüştürülecektir (Koçer, 1991). Bu yüksekokullar dışında bir üniversitenin kurulması için de çalışmalar başlamıştı. Yukarıda belirttiğimiz ayrı ayrı kurulan yükseköğretim kurumları bir çatı altında birleştirilerek, daha sonraki yıllarda açılacak üniversitenin bölümlerini oluşturacaktır. Üniversite kurulmasına ilişkin çalışmalar, Tanzimat Dönemi’nde başlamıştır. Konuyla ilgili dönemin Sadrazamı Sait Paşa’nın girişimleri olmuştur. Üniversite kurmak üzere ilk adım, Mart 1845’de atılmıştır. Meclis-i Vala ulema, asker ve bürokrat sınıfından seçilecek kimselerden Meclis-i Muvakkat adında geçici bir Maarif Meclisi kurulmasını kararlaştırıp, bu doğrultuda eğitim planları hazırlamaya başladı. Çalışmaların yaklaşık on birinci ayında Meclis-i Valaya takdim edilen eğitimin planlaması hakkında layiha da Osmanlı literatüründe ilk defa “Darülfünun” adı ile bir eğitim kurumunun tesisi fikri yer aldığı görülmüştür. Öngörülen ilk hedef devlet hizmetini daha iyi bir şekilde yürütecek memur yetiştirmek olduğu açıkça belirtilmektedir (Semiz, 1999). Darülfünun’un kurulmasında bir diğer amaç; Hükümetin, Tanzimat Fermanı’nın (1839) ilanından sonraki dönemde, Avrupa’nın eğitim alanında bizden beklediği gelişmeleri yerine getirmek istemesidir.

1845’de kurulan Meclis-i Muvakkatın hazırlamış olduğu ve Meclis-i Vala’nın onayladığı ilk rapor eğitim sistemine iki yenilik getirmiştir. Bu yenilikler; eğitimin üç kademeli sisteme geçmesiyle sıbyan ve rüşdiye okullarının yanı sıra bir Darülfünun’un kurulması ve Maarif Meclisi’nin oluşturulmak istenmesidir. Maarif Meclisi’nde, Darülfünun; malumat ve hüsnü ahlâkça mükemmel olmak isteyen ve bütün ilim ve fenleri okumak veya devlet dairesinde çalışmak isteyen herkese gerekli bilgileri sağlayan kurum olarak tanımlanmıştır. Bu meclis, 1846’da Bab-ı Hümayun civarındaki eski cephane binası ve saray arsası üzerinde Darülfünun binası yapılmasını kararlaştırmış ve İtalyan mimar Gaspare Fossati’yle binanın yapımı için anlaşılmıştır (Başar, 1996).

1846 yılında kurulması öngörülen Darülfünun binasının yapımının uzun sürmesi ve gerekli teçhizatın temini için yapılan hazırlıklar nedeniyle yaklaşık on yedi yıl eğitime başlayamamıştır. Darülfünun binasının yapımının uzun sürmesi nedeniyle, derslerin halka açık yapılması kararlaştırılmıştır. Bu birinci Darülfünun’da fizik ve tabii ilimlere ait ilk dersler verilmeye başlanmıştır. İlk ders Derviş Paşa tarafından 300 kadar dinleyici önünde verilmiş olan fizik dersidir (Berkem, 2003). Böylece Darülfünun, Derviş Paşa’nın verdiği Fizik dersiyle, 12 Ocak 1863’te eğitim öğretime başlamıştır (Başar, 1996). Darülfünun’un öncelikli hedefi, her çeşit ilmi ve tekniği öğretmek olarak belirlenmiştir. Darülfünun’un bir diğer hedefi ise, devlet dairelerinde çalışmak isteyenlere gerekli bilgiyi sağlamaktır (Bilsel, 1943).

Uzun süren çabalar sonucunda ve oldukça uzun süren zaman zarfında kurulan Darülfünun çok kısa bir süre eğitim öğretime devam edebilmiştir. Bu ilk Darülfünun’un kapanması Darülfünun binasında çıkan yangınla ilişkilendirilmektedir. Bu olayın ardından, ikinci defa Darülfünun kurma girişimleri başlamıştır. Yapılan çalışmalar sonucunda, 1869 yılında ikinci Darülfünun kurulmuştur.4 Çeşitli nedenlerle dört defa açılıp kapanan Darülfünun en son İstanbul Darülfünun’u adıyla anılmış, ardından İstanbul Üniversitesi kurulmuştur. 2869 tarihli Maarif-i Umumiye Nizamnamesi’nde Darülfünun’a geniş yer ayrıldığı görülür. Bu nizamnamede, Darülfünun’un yapısal düzeni ile işleyişi hakkında bilgiler de bulunmaktadır. Nizamnamenin birinci bölümünün, yüksek öğretime ilişkin kısmında “Darülfünun” başlığı altında elli maddelik bir kısım yer almaktadır. 20 Şubat 1870’de öğretime başlayan ikinci Darülfünun’un getirdiği önemli yenilikler; öğrencilerini seçme sınavı ile alması ve halka pozitif bilim anlayışı aşılamak üzere gece dersleri vermesi şeklinde nitelenmektedir (Kısakürek, 1976). Maarif Nizamnamesinde, her şubenin öğretim süresi üç yıl, müderris olacaklar için dört yıl olarak belirlenmiştir. Okulda, öğretim dilinin Türkçe olacağı, ancak, Türkçe bilmeyen öğretmenlerin Fransızca ders verebileceği belirtilmiştir. Üç yıl süreli eğitimin ardından öğrenciler bitirme tezi hazırlayıp, “şehadetname” alacaktır (Gelişli, 1993).

1872 yılında kapatılan Darülfünun-ı Osmanî’nin yerine 1874’te yapılan hazırlıkların ardından Galatasaray Sultanisindeki yabancı öğretim üyelerinden de yararlanarak edebiyat, hukuk ve fen alanlarında öğretim yapmak amacı ile Üçüncü Darülfünun “Darülfünun-ı Sultani” kurulmuştur (Kısakürek, 1976). Burada edebiyat, fen, hukuk ve ilahiyat mektepleri yer almıştır (Berkem, 2033). Bu kez de Darülfünun-ı Sultani’nin tasarruf gerekçeleri ile 1877’de önce hukuk ve mühendislik daha sonra edebiyat şubesinin de kapanmasıyla okul 1881’de tamamen ortadan kalkmıştır (Gelişli, 1993).

II. Abdülhamit’in tahta çıkışının yirmi beşinci yıl dönümünde Darülfünun’un dördüncü kez kurulması hükümetçe kararlaştırılmış, 14 Ağustos 1900 de yayınlanan bir nizamname ile Darülfünun-ı Şahane kurulmuştur. Darülfünunu Şahane, Meşrutiyetin ilanından sonra yeniden örgütlendirilerek İstanbul Darülfünunu adını almıştır (Kısakürek, 1976). Otuz üç yıl eğitime devam eden, Darülfünun-ı Şahane, 1909, 1919 nizamnameleri ve 1912, 1924 talimatnameleri ile düzenlenerek, 1933 yılına kadar varlığını sürdürmüştür. Darülfünun’un kuruluş amaçları şöyle sıralanabilir: Müslim ve gayrimüslim bütün Osmanlı tebaasının yan yana okuyup yetişebilmelerini sağlamak, yatılı bir okulun eğitim şartları içinde ortak bilgiler ve özellik kazanmalarını sağlamak, buradan mezun olanların batılılaşma yolunda devletin kamu hizmetlerinde yer almalarını sağlamak, medreseler dışında dini gelenek ve etkilerden uzak modern bir üniversite eğitimi yapmaktır (Ergün, 1996).

1914’te Birinci Dünya Savaşı’na giren Osmanlı Devleti, Almanya ile ittifak halinde bulunmaktan yararlanarak, Darülfünun’da büyük bir ıslahata girişmiş, Almanya ve Avusturya- Macaristan’dan pozitif bilim, felsefe ve edebiyat alanları için profesör ve doçentler getirtilmiştir. 1914’e kadarki ikinci ıslahat sırasında, öğretim kadrosu, Tıp Fakültesi müstesna olmak üzere, çoğu Alman olan yabancı profesörlerle Darülfünun’un geniş alanda takviyesi suretiyle Nazır Şükrü Bey’in zamanında teşkilatlanmıştır. Nazır Şükrü Bey, Edebiyat Fakültesine 10, Fen Fakültesine 6, Hukuk Fakültesine 4 Alman profesörü getirtmiş ve bunlar I. Dünya Savaşının sonuna kadar İstanbul’da kalmışlardır (Ergün, 1996).

Darülfünun-ı Şahane, Cumhuriyet dönemine İstanbul Darülfünun’u ismiyle girmiştir. 3 Mart 1924’te çıkartılan Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile Cumhuriyet dönemi’nde eğitim alanında yaşanacak gelişmelerin temeli atılmıştır. Kanunla eğitim öğretimde birlik sağlanması amaçlanmıştır. Darülfünun pozitif ilimlerin okutulduğu bir eğitim kurumu olarak, medreselerin etkisini azaltmış, Tevhid-i Tedrisat Kanunu ise, medreseleri tamamen kaldırmıştır. Kanunda, üniversite eğitiminde geleceğe yönelik pozitif bilimlerin etkisinin artacağına ve eğitimin Maarif Vekâletince yürütüleceğine dikkat çekiliyordu. Darülfünun ise pozitif ilimlerin okutulduğu bir yer olarak medreselerden ayrı bir kurumdur. Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile Darülfünun tek yükseköğretim kurumu olarak daha fazla önem kazanmıştır. Tevhid-i Tedrisat kanunu ile medreselerin bıraktığı boşluğu doldurmak için aynı yıl Darülfünun’a bir İlahiyat Fakültesi eklenmiştir (Korkut, 2005).

Tüm bu gelişmeler, Darülfünun’un yapısı ve işleyişi hakkında öteden beri yapılacak incelemelerin ortaya koyduğu yapısal ve işlevsel değişikliklerin ne kadar gerekli ve doğru olduklarının birer kanıtı şeklindedir. Yapılmasına lüzum görülen değişiklikler yalnız eğitim şekillerine, müfredata has olmayıp fakültelerin kurulmasına ve bütün eğitim kurumlarının yeniden seçilmesine isabet ettiğinden meselenin, bugünkü teşkilatı düzeltmek suretiyle halledilmesi mümkün görülmemiş, yeni ve daha iyi ve esaslı bir müessesenin meydana getirilmesi için mevcut teşkilatın kapatılmasına ve mevcut kadro ile bir intikal devresinin kabul olunmasındaki zaruret takdir edilmiştir. Bu ilga keyfiyeti ve bir senelik muvakkat devre Maarif Vekilliğini yeni teşkilata teşebbüsünde ancak ilmi ve asri esaslar dairesinde serbest bırakılmasını temin etmiş olacaktır (Taşdemirci, 1993).

Darülfünun’un kapatılması ve yerine İstanbul Üniversitesi’nin kurulmasına dair kanun tasarısı, T.B.M.M. Maarif Encümeni 16 karar numaralı 1/705 esas numaralı Maarif Encümeni mazbatasında 24.5.1933 tarihinde yer almıştır (Arslan, 1995).

Atatürk ve Üniversite Reformu
Sakarya Zaferi kazanıldığında Mustafa Kemal Paşa’ya; “İşte zaferi kazandınız, şimdi ne yapmak isterdiniz?” diye soranlara Mustafa Kemal “Milli Eğitim Bakanı olarak memleketimin irfanına hizmet etmek isterdim” cevabını vermiştir (İnan, 1984). Atatürk ölümünden önce 1 Kasım 1937’de TBMM açış konuşmasında Milli Eğitim hakkında adeta bir vasiyet olarak şunları söylemiştir (İnan, 1984):

Büyük davamız, en medeni ve en müreffeh millet olarak varlığımızı yükseltmektir. Bu, yalnız kurumlarında değil, düşüncelerinde temelli bir inkılâp yapmış olan büyük Türk milletinin dinamik idealidir. Bu ideali en kısa bir zamanda başarmak bir fikir ve hareketi beraber yürütmek mecburiyetindeyiz. Bu teşebbüste başarı ancak, türeli bir planla ve en rasyonel tarzda çalışmakla mümkün olabilir. Bu sebeple, okuyup yazma bilmeyen tek vatandaş bırakmamak, memleketin büyük kalkınma savaşının ve yeni çatısının istediği teknik elemanları yetiştirmek, memleket dâvalarının ideolojisini anlayacak, anlatacak, nesilden nesile yaşatacak, fert ve kurumları yaratmak, işte bu önemli umdeleri en kısa zamanda temin etmek, kültür vekâletinin üzerine aldığı büyük ve ağır mecburiyetlerdir. İşaret ettiğim umdeleri Türk gençliğinin dimağında ve Türk milletinin şuurunda daima canlı bir halde tutmak, üniversitemize ve yüksekokullarımıza düşen başlıca vazifedir.

Afet İnan da bu konuda şunları yazmıştır (İnan, 1984): “Onun en çok uğraştığı konulardan biri Milli Eğitim ve Kültür işlerine ait idi. Hatta bazı zamanlar “Eğer Cumhurbaşkanı olmasam, Maarif Vekilliğini almak isterdim” derdi. Zira Atatürk, köklü, eğitimsiz ve kadrosuz çağdaşlaşma ve kalkınma olamayacağı bilincindedir. Bundan dolayıdır ki Atatürk, bir yandan yeni üniversitelerin kurulmasını önerirken öte yandan mevcut üniversiteyi (Darülfünun’u) geniş çaplı bir reform ile düzeltme, modernleştirme gereğini duymuştur. Ne var ki Atatürk üniversiteyle ilgili ilk ciddi çalışmalarını ancak 1930’lardan sonra başlatabilmiştir.

Bu çalışmaların ilki, İstanbul Darülfünun’u gerek eğitim yönünden gerek teşkilat yönünden yenileyecek olan üniversite reformudur (Widmann, 1981).

1923’ten 1932’ye kadar geçen süre içinde, Darülfünun daha doğrusu onun kadrosundaki kimi öğretim üyelerinin, Kurtuluş Savaşı’na ve Cumhuriyet’le başlayan devrime karşı cephe almaları ya da sessiz kalmaları zaman zaman yakınmalara yol açmış ve bazı olaylar doğurmuştu. Bunlardan en önemlisi 30 Nisan–25 Ağustos 1922 tarihleri arasında süren Darülfünun grevidir. Mustafa Kemal’in Anadolu’ya geçişinden başlayarak, ona ve Anadolu direnişine açıkça cephe almış olan İçişleri Bakanlarından Ali Kemal, Darülfünun’da, Avrupa ve Osmanlı Devleti İlişkileri dersini, Sevr Antlaşması’nı imzalamış olan Rıza Tevfik de metafizik derslerini vermekteydi. Kurtuluş Savaşı zaferle sonuçlanırken onların bu görevlerini sürdürmeleri özellikle öğrenciler arasında tepkiler yaratmıştı. Rıza Tevfik’in mart ayı sonlarında Fuzuli hakkında verdiği bir konferansta ünlü şairin Türk olmadığını öne sürmesi dinleyiciler tarafından protesto edilmiştir. 30 Mart 1922’de toplanan Edebiyat Medresesi öğrenci kongresinde, Ali Kemal ve Rıza Tevfik ile birlikte Anadolu karşıtı Peyam-ı Sabah gazetesinde yazıları çıkan Türk Edebiyat Tarihi müderrisi Cenap Şahabettin, İran Edebiyatı müderrisi Hüseyin Daniş ve İngiliz Edebiyatı Tarihi okutan Barşamiyan’ın görevden alınmaları isteğiyle grev (boykot) kararı alınmıştı. Öteki fakülteler (medreseler) öğrencilerinin de katılmasıyla grev, Darülfünun düzeyinde yaygınlık kazanmıştır. Sorun çeşitli aşamalardan geçerek ancak, söz konusu 5 kişinin süresiz izinli sayılıp derslerden alınması ile çözülebilmişti. Böylece grev de sona ermiş ve derslere yaklaşık 4 ay sonra 25 Ağustos 1922’de yani Büyük Taarruz’dan bir gün önce başlanabilmişti (Gürkan, 1971). Greve yol açan nedenler ve Cumhuriyet’in ilanı kimi kişilerce eleştirilirken, Darülfünun’un sessiz kalması doğal olarak Atatürk ve hükümet çevrelerinde Darülfünun’a karşı bir burukluk yaratmıştı. İşte bu sırada Edebiyat Medresesi Müderrisler Meclisi, 19 Eylül 1923’te Yahya Kemal Beyatlı’nın önerisi üzerine Gazi Mustafa Kemal’e “fahri müderrislik” unvanı verilmesini kararlaştırmıştı. O tarihte henüz TBMM Başkanı bulunan Atatürk de bundan ötürü bir telgrafla teşekkürlerini bildirirken, Üniversiteden ve Edebiyat Medresesinden beklediklerini şöyle dile getirmişti: “Türk kültürünün odağı olan fakülteniz onursal profesörlüğüne seçilmemden dolayı kurulunuza teşekkürler ederim. Eminim ki ulusal bağımsızlığımızı bilim alanında fakülteniz tamamlayacaktır. Bu onurlu gelişmenin meydana gelmesini üzerine alan kurulunuz arasında bulunmak bence onur vericidir”. Darülfünun 1 Nisan 1924’te İstanbul Darülfünunu adını alıp katma bütçe ile mali özerklik ve aynı zamanda tüzel kişilik kazanmıştır (Tunçay, ve diğ. 1984).

TBMM’nin 23 Mayıs 1926 tarihli oturumunda Maarif Bakanı Mustafa Necati, Atatürk’ün Darülfünun’a bakışını şöyle açıklamıştır:

Darülfünun doğrudan doğruya bağımsız bir kurumdur. Ulusun manevi gücünün temsilcilerinden biridir. Kabul etmek gerekir ki Darülfünun denen kurum, doğrudan doğruya Maarif Bakanlığının buyruğu altında bir kurum değildir. Eğer gelişigüzel herhangi bir kişi Darülfünun kurumuna şu biçimde, bu biçimde davranın diye emir verecek olursa orada Darülfünun yok demektir.

Ancak bundan 15 gün sonra Darülfünun’da konuşan Mustafa Necati, öğretim kadrosuna şu mesajı vermek gereğini de duymuştu:

Ulusun üniversiteye bağladığı umudu aklı gösterecek güçlü kanıt da sayın müderrislerimizin, öğretmenlerimizin yayınları ve yapıtları olacaktır. Darülfünun, Türkiye’nin bütün aydın takımının bilimsel odağıdır. Buradan çıkacak araştırmalar ve yapıtlar, Türk aydınlarını yükseltecektir. Sizin yapacağınız eserlerdir ki yurt aydınlarına yeni ufuklar açacak ve Türkiye’ye kültür alanında uluslararası bir onur kazandıracaktır. Bir ulusun uygarlık yeteneğine ve yaşam gücünü en yüksek kertede temsil eden kurum Darülfünun olduğu için Darülfünunumuzun her alanda öteki uygar ulusların üniversiteleri düzeyine çıkma zorunluluğunda olduğunu özellikle belirtmek isterim (Turan, 1998).

Bu sözler, hükümetin araştırma ve yayınlara ağırlık verilmesini ve bunlara uluslararası düzeyde bir içerik kazandırılmasını istediği yolunda açık bir uyarı demekti. Çağdaşlaşmaya yönelen Cumhuriyet Türkiye’sinde üniversite de çağdaş düzeyde olmalıydı! Bakanın bu uyarıyı yaptığı günlerde özellikle Edebiyat Medresesi öğretim üyeleri arasında bilimsel araştırmalar konusunda kısır bir tartışma başlamış bulunuyordu. Emin Erişirgil, “İdealistlik Tehlikesi ve Darülfünun” başlıklı yazısında sorunun çok boyutlu olduğu üzerinde durmuştu. Fuat Köprülü ise “Darülfünunun Vazifeleri” başlıklı yazısı (Turan, 1998) ile Erişirgil’e yanıt vermişti. Türkiye’de çağdaş bilimlerin gelişebilmesi için önlem alma düşünülürken, “Bilim alanındaki gerçek durumumuzu bütün acılığı ve açıklığıyla gördükten sonra, ona göre genel ve kesin önlemler almak zorundayız” diyen Köprülü, bunların yarım ve geçici olmaması gerektiğini belirtmişti. Eğitim Bakanlığı müfettişlerinden Avni Başman ise “İlim ve İnkılâp” ilişkilerini ele alan yazısında (Turan, 1998), “Devrim bilimi saygılı olmalıdır” ya da “Devrimler bilimin kurallarına uymak zorunda değildir; bilim, devrimin arkasından yürümelidir” biçimindeki karşıt savların aşırı görüşler olduğunu anımsatmıştı. Devrimlerin bilinçsiz su akımları ve fırtınaları andıran cansız hareketler olmadığını, “bilim” kavramının da çok iyi tanımlanması gerektiğini, endüstri devrimini doğuran etkenin bilim olduğunu hatırlatan Başman, bilgi sahibi olmanın bilgin olmak anlamına gelmediğini, hayat ve devrim ile bilim arasındaki ilişkileri düşünürken abartıya kaçmamak, ılımlı davranmak gerektiğini savunmuştu (Turan, 1998).

İstanbul Darülfünun’a ilişkin bu tartışmalar sürerken Anadolu’da yeni bir üniversite kurulması da önerilmeye başlanmıştı. Avrupa’da tıp yanında antropoloji öğrenimi de görmüş olan Şevket Aziz Kansu, “Türk devrimini Türk gelişmesine dönüştürecek bir Anadolu Üniversitesi” kurulmasının gerektiğini öne sürmüştü5. Bu düşünceyi gerçekleştirmek amacıyla ilimde ve fende ilerlemek için üniversite reformunun yapılması ge- rekiyordu. Çünkü, Cumhuriyet’in Osmanlı’dan devraldığı tek üniversite olan Darülfünun bir türlü Atatürk’ün bu görüşlerine ayak uyduramıyordu. Medrese özelliği aynen devam ediyordu (Irmak, 2001). Bu nedenle Darülfünun 1933’de 2252 sayılı yasayla kapatılmış ve yerine Milli Eğitim Bakanlığına (MEB) bağlı İstanbul Üniversitesi kurulmuştur (Tanilli, 1991).

Atatürk, Malche’in raporu doğrultusunda, İstanbul Darülfünun’un yeniden yapılandırılıp çağdaş bir üniversiteye dönüştürülmesini kabul etmişti. Bu doğrultuda kısa sürede umulan sonucun alınabilmesi için bilimsel özerkliğin kaldırılmasını da uygun bulmuş ve dahası hazırlanan yasa taslağı olan (Turan, 1998) Üniversite Reformu Kanununu şöyle şekillendirmiştir (Irmak, 2001):

İstanbul Üniversitesinin Kurulması hakkında;

Madde 1- İstanbul Darülfünunu ve ona bağlı bütün müesseseler kadro ve teşkilatlarıyla beraber 31 Temmuz 1933 tarihinden itibaren kaldırılmıştır.

Madde 2- Maarif Vekilliği 1 Ağustos 1933 tarihinden itibaren İstanbul’da İstanbul Üniversitesi adıyla yeni bir müessese kurmaya memurdur. Maarif Vekâleti bu üniversitenin teşkilatına ait kanun layihasının en geç 1 Nisan 1934 tarihine kadar Büyük Millet Meclisine tevdi eyler.

Madde 6- Darülfünun kadrosuna dâhil olanlardan kurulacak üniversitenin muvakkat kadrosuna alınacak müderris ve muallimler ile bunların muavinleri ve asistanlar 1931 senesi Darülfünun bütçe kanununun 10 uncu maddesine göre Darülfünuna verilmekte olan maaşlarını alırlar.

Madde 7- Maarif Vekilliği İstanbul Üniversitesinde bir telif tercüme heyeti kurmağa yetkilidir.

Madde 12- İstanbul Darülfünunu ile ona bağlı müesseselere ait bütün kanunlar ve hükümler 31 Temmuz 1933 tarihinden itibaren kaldırılmıştır.

Madde 13- Bu kanun 1 Haziran 1933 tarihinde yürürlüğe girer. Bu kanunu Bakanlar Kurulu yürütür.

Bizzat Atatürk’ün direktifleriyle Türkiye’ye çağrılan İsviçreli Profesör Albert Malche’ın verdiği rapor (Ataünal, 1993) doğrultusunda yükseköğretim sistemimizdeki ilk üniversite reformu yapılmıştır. Malche’nin Maarif Bakanına verdiği raporda saptanan aksaklıkların başlıcaları şunlardı:

Türkçe bilimsel yayınlar yeterli değildir- Müderrislere ve muallimlere ödenen ücretler azdır; bu nedenle onlar yan görevler almaya yönelmekte, bu da öğretimin düzeyini düşürmektedir. Dersler eskimiş kuramsal yöntemlerle verilmektedir. Bu bilgiler pratiğe dönüştürülmemekte, uygulama yapılmamaktadır- Öğretim kadrosunun yabancı dil bilgileri yetersizdir- Bu ortamda geleceğin öğretim üyelerine yetiştirmeye olanak yoktur.

Malche, bu saptamalarının ardından, “Bir devlet darülfünunu için bilimsel özerkliğin güvence altına alınması ne kadar iyi ise, darülfünunun yönetim ve öğretim kurullarının seçilmesinde, hükümetin sorumluluğu da o derece uygundur. Özerkliğin, bir tür uzaklaşış ve kendi kendine kalış niteliği almasını engel olmak gerekir” diyerek bilimsel özerklik kavramını sorgulamıştı. Aynı zamanda müderrislerin kendi meslek arkadaşlarından oluşan kurullarca seçilmeleri sistemine son verilmesini önermişti. “ İlgililer fena yargıçlardır. Bu konuda yetki meslek arkadaşlarına değil, bakanlığa ait olmalıdır. Görevden alma yetkisi de atamayı yapan makama aittir” diyordu. Bu önerilerin bilimsel özerkliğin kaldırılması anlamına geldiği açıktı (Turan, 1998). Atatürk de kendisine sunulan raporu, Malche’in belirttiği gibi çağdaşlaşmaya yönelen Türkiye’nin ana sorunlarından birine ışık tutan bir metin olarak dikkatle okumuştu. Raporda yer alan görüş ve saptamalara ilişkin olarak sıra numarası verip 81 not yazması ve ayrıca genel bir değerlendirme yapması bunu göstermektedir. Bu notlardan önemli olanları şöyle sıralanabilir (Turan, 2008):

7) Emin’in (Rektör) en mühim vazifesi ilmi meselelere tealluk eder; idare işleri için bir memur lazım.

8) İstanbul Darülfünun’u kendisini şuurlu bir şekilde muayyen bir noktaya sevk eden ilmi ve fikri bir hızdan nasibedar değildir (nasibini almamıştır). Birkaç sene için teveccüh edilecek istikameti (dönülecek yönü) vekâlet tespit etmeli.

Fakülte Reislerinin (Dekan) müşterek ve devamlı çalışmaları Emin tarafından temin olunmalı.

10) Darülfünun’un en büyük zaafı, şahsi mülahaza (kişisel düşünce) ve araştırmaya sevk eder tarzda tedris (öğretim) yok. Ansiklopedik malumat veriliyor.

12) Darülfünun’un hocaları yoktur. Şimdilik hariçten getirmek lazımdır. Ondan sonra da kendi çocuklarımızı ecnebi üniversitelerinde yetiştirmek lazım.” Atatürk bunlarla da yetinmeyip “Notlardan Sonra 8 Esaslı Not” başlığı altında Machle’in raporundan çıkartılması gereken noktaları daha da açıklayan oldukça uzun bir değerlendirme de yapmıştı: Bu değerlendirmenin en çok dikkati çeken kısmı, Machle’in raporunda Türkiye’de bir yükseköğretim kurumu kurulması için bazı nasihatlerde, önerilerde bulunduğu, oysa sorunun bir kültür planlaması olduğunu vurgulayan şu satırlar olmalıdır (Turan, 2008):

Okuduğumuz rapor bir bakıma güya Türkiye’de bir âli tahsil müessesesi (yükseköğretim kurumu) kurmak için nasihatleri ihtiva ediyor; hâlbuki hakikatte bütün Türkiye’ de bir kültür programının ne olmasına, nasıl olmasına işarettir. O halde bizim için İstanbul Darülfünunu’nu ne yapalım diye bir mesele mevcut değildir. Bizim için, bütün Türkiye’de nasıl bir kültür planı yapalım, mesele budur. İşte biz, yalnız ve ancak biz, mudil (karmaşık) bir mesele karşısındayız ve onu behemehâl halletmek mecburiyetindeyiz. Bu mesele vazıh surette hallolunmadıkça İstanbul Darülfünunu’nun ıslahından bahsetmek ayıptır, abestir, bîmanadır (manasızdır).

Raporda, 1932’de Darülfünun’da 88 müderris (profesör), 36 müderris muavini (doçent), 4 lektör, muallim (okutman), 72 asistan olmak üzere toplam 240 öğretim üye ve yardımcısı bulunduğu da belirtilmişti. Buna karşın öğrenci sayısı 2.500 idi. Müderrislerden 13’ü İlahiyat Medresesi kadrosunda bulunuyordu ama o medresenin hiçbir öğrencisi yoktu. Malche, raporunu, “ Darülfünun sorunu aslında Türkiye’nin düşünsel, manevi, hatta geleceği sorunudur” diye noktalamıştı (Turan, 1998).

Cumhuriyet’in ilanı ile Türkiye’de önemli sosyo-ekonomik reformlar yapılmış, ancak Darülfünun beklenen ilerlemeyi gösterememiş, devrimlere karşı olumsuz tutum takınmış, ciddi ve toplum yararlı bilimsel çalışmalar yapılmamış, “Resmi devlet ideolojisini yansıtamadığı ve suskun kaldığı için rejimle ihtilafa düşmüştür (Öncü, 2002).”

Maarif Vekili Dr. Reşit Galip 1 Ağustos 1933 tarihinde yeni İstanbul Üniversitesi’nin açılış töreninde yaptığı konuşmasında Darülfünun’a karşı gelişen hoşnutsuzluğu şöyle dile getiriyordu (Hirsch, 1950):

Memlekette büyük politik ve dalgalanmalar olmaktaydı. Üniversite (Darülfünun) bunun karşısında tarafsız seyirci rolünü sürdürdü. İktisat alanında önemli değişmeler olmaktaydı. Darülfünun bunlarla tamamen ilgisiz görünüyordu. Hukukta köktenci değişiklikler yapıldı. Darülfünun yalnızca yeni kanunları ders programlarına almakla yetindi. Yazı reformu yapılmış, dilin özleştirilmesi hareketi başlamıştı; Darülfünun bununla hiçbir surette ilgilenmiyordu. Yeni bir tarih değerlendirilmesi ulusal bir hareket anlamında bütün ülkeyi sarmıştı. Darülfünun’un buna karşı ilgisini uyandırmak için, üç yıl beklemek ve çabalar sarf etmek gerekti. İstanbul Darülfünunu en sonunda sustu, kendi kabuğuna çekildi ve adeta bir ortaçağ yalıtılmışlığıyla dış dünyadan tamamen koptu.

Oysa Atatürk gerçek yol göstericinin ilim ve fen olduğunu vurguladığı sözlerinde bilimin nasıl olması gerektiğini şöyle vurgulamıştır (Kocatürk, 1999):

… Yalnız, ilmin ve fennin yaşadığımız her dakikadaki safhalarının gelişmesini kavramak ve ilerlemelerini zamanında izlemek şarttır. Bin, iki bin, binlerce sene evvelki ilim ve fen dilinin çizdiği kuralları, şu kadar bin sene sonra bugün, aynen uygulamaya kalkışmak, elbette ilim ve fennin içinde bulunmak değildir.

Böylece çağdaş anlamda bir üniversite oluşturmayı amaçlayan 2252 sayılı kanun 1933 yılında çıkarıldı. Bu kanunla İstanbul Üniversitesi ve ona bağlı olarak Tıp, Hukuk, Edebiyat, Fen Fakülteleri kurulmuştur. Atatürk’ün üniversite reformu genellikle Alman Üniversite modeline göre yapılmıştır. Bu yıllarda, faşist Alman diktatörü Hitler’in zulmünden kaçan pek çok değerli bilim adamı, en özgür ülke saydıkları Türkiye’ye sığınmaya başlamışlardı. Bu büyük bilginleri başka ülkelere kaptırmamak ve bundan sonra gelecekleri de barındırmak için, onların Türk üniversitesine alımları sağlanmış ve çalışabilecekleri ortam hazırlanmıştır. Bu bilginlerle yapılan anlaşmalarla tespit edilen plan şu idi: Bu bilginler kısa zamanda Türkçe öğrenecekler ve derslerini Türkçe vereceklerdi. Beş, on yıl içerisinde Türk doçentler yetişmiş olacak ve kürsüleri devralacaktı. Fakat uygulama ancak kısmen başarılı oldu. Çünkü Alman bilginleri arzu edilen süre memlekette tutmak mümkün olmadı. Öte yandan, bu hocaların yerini alacak birçok değerli doçentlerin tam zamanlı olarak üniversiteye bağlanmaları sağlanamadı. Bununla beraber üniversitenin verimi Darülfünun devrinin kat kat üstündedir. Batı bilim âleminin tanıdığı ve orijinal araştırmaları klasik kitaplara geçmiş ilim adamlarımız yetişmiştir (Irmak, 2001). Türkiye’ye gelen Yahudi asıllı bilim adamlarının ülkemizde bilimsel ve çağdaş demokratik esaslara dayalı bir üniversite kurulmasında büyük katkıları olmuştur. Dönemin Milli Eğitim Bakanı olan Dr. Reşit Galip’in 6 Temmuz 1933 tarihinde göçmen bilim adamlarıyla imzalanan anlaşma sırasında söylediği sözler 1933 Üniversite reformunun üniversitelerimizdeki çağdaşlaşma ve bilimselliğe katkılarını çok açık biçimde ortaya koymuştur (Hirsc, 1950):

500 yıl önce İstanbul’u aldığımızda, Bizans’ın önde gelen bilim adamları ve sanatçıları ülkeyi terk ettiler. Bunlardan birçoğu İtalya’ya gitti ve orada Rönesans’ı başlattı. Şimdi Avrupa’nın aldıklarını bize geri vermesinin zamanı gelmiştir. Vatanımıza yenilikleri getirmenizi, böylelikle çağdaş düzene ayak uydurmamızı sağlamanızı ve yeni nesile çağdaş bilimde ilerleme yolunu göstermenizi umuyor, milletçe teşekkür ve saygılarımızı sunuyoruz.

Çağdışı kalan yaşlı bazı Darülfünun hocaları yeni kurulan Üniversite’nin dışında bırakıldılar. Diğer taraftan Üniversitede boşalan kadrolar Alman, Macar, Avusturyalı profesörlerle doldurulmuştur6. Bilimsel çalışmalar ve rütbeler düzenlenmiş, Almanya’dan gelen bilim adamları II. Dünya Savaşı bitinceye kadar Türkiye’de kalmış, bir bölümü sonradan Amerika’ya veya eski vatanlarına dönmüştür. Ayrıca bu profesörlerden bazılarının Türkiye’den ayrıldıktan sonra da Türkiye’deki asistanlarıyla ölümlerine kadar bağlarını sürdürmüşlerdir. Bir bölümü ise Türk vatandaşı olarak ölünceye kadar Türkiye’de yaşamıştır. İstanbul Üniversitesi’nde görev alan yabancı öğretim elemanlarından olan Gerhard Kessler anılarında Türkiye’ye kabul edilmesiyle ilgili olarak övgü dolu şu sözleri dile getirmişlerdir (Hanlein, 2006): “Asil ve şövalye ruhuna sahip Türk ulusuna bana bu imkanı tanıdıkları için ebediyen müteşekkir kalacağım” demiştir.

Yeni üniversitenin kurulması, bütün araştırma ve kültür sorununu çözmedi. Ancak, Türk biliminin temelini kurmuştur. Atatürk üniversite reformu ile gerçek bilgiye kapımızı açan üniversite reformunun getirdiği yenilikleri şöyle özetlemektedir (Irmak, 2001):

1. İlmi ve idari özerklik sağlanmıştır.
2. Akademik kariyer, kanunla nizamlanmıştır.
3. Üniversitelerin, katma bütçe ile idaresi sağlanmıştır.
4. Bütçeleri, eskisi ile kıyaslanmayacak bir seviyeye ulaştırılmıştır.
5. Her dalda öğretim elemanı yetişmiştir.
6. Öğretim ve araştırma araçları arttırılmıştır.

Söz konusu “kültür programı”nın saptanması için öncelikle dünyaca tanınmış bilginleri Ankara’ya çağırıp görüşlerini almak gerektiğini ve üniversite sorunu denince ilkokullardan başlayarak bütün öğretim kurumları ile birlikte ele almanın zorunlu olduğunu belirten Atatürk, bir üniversite açılması için öncelikle altyapının tamamlanmasının şart olduğunu da belirtmiştir (Turan, 1998).

Şüphesiz Türk ilk mektepleri, Türk orta ve lise mektepleri, Türk yüksek camiası (topluluğu) için Türk yüksek camiasının istediği evsafta talebe yani muhatap, zekâ, ilim, fen, hülasa insanlık kabiliyeti yetiştirdikten sonradır ki Türkiye’nin şûrasında burasında ve her yerinde üniversite enstitülerinden bahs olunabilir (Turan, 1998).

Bütün bunlardan sonra yapılması gerekeni de 2 madde olarak şöyle özetlemişti (Turan, 1998):

1) İstanbul Darülfünunu lağvolunmuştur; yerine İstanbul Üniversitesi tesis olunacaktır (kurulacaktır).
2) Bunun tesisine Maarif Vekili memurdur.”

1 Kasım’da TBMM’nin yeni çalışma yılını açarken yaptığı konuşmada varılan kararı şöyle açıklamıştı: “ Üniversite kurulmasına verdiğimiz önemi belirtmek isterim. Yarım önlemlerin kısır olduğundan kuşku yoktur. Bütün işlerimizde olduğu gibi eğitimde ve kurulan üniversitede de kökten önlemler yürütmek kesin kararımızdır.” Hükümetin de aldığı kararla raporun uygulanmasına geçildiğinde Maarif Bakanlığında bir değişikliğe gidilerek Esat Sagay’in yerine genç ve dinamik Dr. Reşit Galip getirilmişti. Yeni düzenlemeye esas olarak hazırlanan yasa tasarısı da 31 Mayıs 1933’te TBMM ‘de kabul edilmişti. Yasaya göre İstanbul Darülfünunu 31 Mayıs 1933 tarihiyle kapatılıyor ve onun yerine 1 Ağustos 1933’te İstanbul Üniversitesi kuruluyordu. Bayındırlık Bakanlığına bağlı olan İstanbul’daki Yüksek Mühendis Mektebi (bugünkü Teknik Üniversite) de kurulan üniversitenin kapsamına alınıyordu. İstanbul Üniversitesi Maarif Bakanlığı’na bağlı olacaktı. Yasa bir yıl süreyle geçici öğretim kadrosunun bakanlarının kadro dışı bırakılmalarına olanak sağlıyordu (Turan, 1998). Uygulamanın esaslarını saptayabilmek için de bir komisyon kurulmuştu. Bunda matematik profesörü Kerim Erim, Bakanlık Müsteşarı Salih Zeki ile bakanlık müfettişleri Avni Başman ve Rüştü Uzel görev almışlardı. Komisyon, emeklilik yaşını 60 olarak saptamıştı. Öğretim üyelerinin tüm çalışmalarını üniversiteye vermeleri, dışarıda muayenehane açmamaları ilkesi de kabul edilmişti. Kadroda kalacakların belirlenmesinde bilimsel yetenekleri ile o zamana kadar yaptıkları yayınlar ve araştırmalar ölçüt alınacaktı.

Böylece yeni düzenlemesiyle 18 Kasım 1933’te öğretime başlayan üniversitede eski öğretim kadrosundan birçoğuna görev verilmediği görülmüştü. Ancak bunların sayıları hakkında verilen rakamlar birbirini tutmamakta, 92’den başlayarak 157’ye kadar çıkarılmaktadır. Bu düzenlemede bilimsel ölçütler yanında kimi kişisel değerlendirme ve sürtüşmelerin de etken olduğunu kabul etmek gerekir. Her ülkede görülebilen bu insancıl zaafları tümüyle ortadan kaldırma olanağı ne yazık ki şimdiye kadar da bulunamamıştır. Darülfünun’un Üniversite’ye dönüştürülmesinden sonra, 1934’te bazı derslerin programdan çıkartılması ya da birleştirilmesiyle aralarında Prof. Tevfik Sağlam’ın da bulunduğu 5 kişi daha açıkta bırakılmıştı. Sayısı azalan öğretim kadrosunu güçlendirmek için Malche’in öngördüğü ve Atatürk’ün de rapora yazdığı notlarda belirttiği gibi yabancı uzmanlar getirtilmişti. O yıllarda Nazi Almanyasında Adolf Hitler’in üstün ırk anlayışı ile Germen olmayanlara karşı giriştiği kampanya, kendi alanlarında ün yapmış olan birçok Alman vatandaşı bilim adamının yapılan çağrıyı kabul ederek Türkiye’de görev almalarına olanak hazırlamıştı. Bunların üniversite öğretim kadrolarında ve benzeri kuruluşlarda görev almaları kabul etmek gerekir ki, Türkiye’de bilimsel anlayış ve araştırmalara büyük bir canlılık getirmiştir. İstanbul Üniversitesi’nin kurulduğu 1933’te başkent Ankara’da da üniversite düzeyinde bir başka yükseköğretim kurumu öğretime başlamıştı: Yüksek Ziraat Enstitüsü ülke kalkınmasında öncelik tarıma ve tarımsal endüstriye verilince bu alanda gerekli uzmanları ve elemanları yetiştirme sorunu da ele alınmıştı. İlk aşamada İstanbul Halkalı’daki Ziraat Mekteb-i Âlisi kapatılarak Ankara’da bir Yüksek Ziraat Mektebi açılmıştı (1930). Bunun da yeterli olmadığı anlaşılınca daha yüksek düzeyde eğitim-öğretim verecek Yüksek Ziraat Enstitüsü kurulmasına ilişkin bir yasa çıkartılmıştı (10 Haziran 1933). Büyük çapta Alman öğretim üyelerinin görev aldıkları enstitü, Cumhuriyet’in 10. yıldönümünde (30 Ekim 1933) kurulmasında büyük çaba gösteren Başbakan İnönü’nün bir konuşması ile öğretime başlamıştı. Bu üniversite 4 fakülteden oluşan Yüksek Ziraat Enstitüsü Tarım Bakanlığına bağlı olarak kurulmuştu. Daha sonraki yıllarda üniversiteler içerisindeki yerini alacaktı (Turan, 2008).

Söz konusu düzenleme ve kuruluşlardan sonra sıra Ankara’da kurulması öngörülen üniversiteye gelmişti. Atatürk’ün Malche’in raporunu okurken yazdığı görüş doğrultusunda başkentte kurulmasına karar verilen üniversitenin ilk fakültesi olan ve Dil Tarih-Coğrafya Fakültesi 9 Ocak 1936’da öğretime başlamıştı. Böyle bir fakültenin açılmasında görev alacak elemanları yetiştirmek amacıyla 1926’dan başlayarak Avrupa’daki çeşitli üniversitelere öğrenci gönderilmişti. Onlardan birçoğu öğrenimlerini bitirerek hatta doktoralarını da vererek yurda dönmüşlerdi. Özel uzmanlık alanlarına ilişkin dersler için de Almanya’dan çağrılan profesörlerden yararlanılmıştı. Böylece daha ilk aşamada sayısı 20’yi aşan bir öğretim kadrosu sağlanmıştı. Açılacak fakülteye Dil ve Tarih-Coğrafya adının verilmesini de doğrudan doğruya Atatürk önermişti. Çünkü 1935 Haziranında kabul edilen yasada, fakültenin şu 2 amaçla kurulduğu belirtilmişti (Turan, 1998):

a) Türk kültürünü bilgi yöntemiyle işleyecek bir inceleme ve araştırma kurumu oluşturmak,
b) Öğretim kurumlarına, ulusal dil ve tarihin bilimsel ve en yeni anlayışlarına göre hazırlanmış öğretmenler yetiştirmek.

Malche’in raporunu vermesinin ardından Falih Rıfkı, Hâkimiyet-i Milliye’deki “Darülfünun” başlıklı yazısında (21 Temmuz 1932), “Darülfünun dahi Türk inkılâbına dair on seneden beri henüz bir tek sayfa telif etmemiştir (yazmamıştır)” diyerek sorunun Yeni Türkiye için çok önemli olan bir başka yönüne değinmişti. Bu durum Atatürk ve Mustafa Necati’nin Darülfünun’dan beklentilerinin gerçekleşmemiş olduğunu göstermiştir (Turan, 1998)

Sonuç

Tanzimat Dönemini (1839–1856) takip eden yıllarda, Türkiye’de Avrupa’nın bilimsel ve kültürel gelişmelerini değerlendirecek kişi ve kurumlara ihtiyaç duyulmuştur. Bu doğrultuda, Avrupa tarzı eğitim kurumları açılmak istenmiştir. Eğitimde ilk kademeden başlanarak, yükseköğretime doğru bir yenilik hareketi başlamıştır. 1845 yılına gelindiğinde, Meclis-i Vala’da alınan karar sonucunda, bir üniversite kurulması gündeme gelmiştir. 1845’te açılan bu eğitim kurumunda, çeşitli nedenlerle on sekiz yıl eğitim öğretim başlayamamış, ilk ders 1863’te verilebilmiştir. 19. y.y.’ da açılan yüksekokullardan farklı olarak, üniversite seviyesinde kurulan bu okula, Darülfünun ismi verilmiştir. Cumhuriyetin ilanı sonrasında Darülfünun, yaklaşık on sene kadar varlığını devam ettirebilmiştir. Cumhuriyetin ilk yıllarında eğitimin ilk kademelerine yönelik inkılâplara yer verilmiştir. Ayrıca halk eğitimine önem verilmiş, okuma yazma seferberliği başlatılmıştır. Cumhuriyetin kurulmasıyla yalnız eğitim alanında değil, hemen her alanda inkılâp hareketleri yaşanmıştır. Bu inkılâpların gençliğe aktarılması ve benimsetilmesi için eğitim kurumları önemli görevler üstlenmiştir. Cumhuriyet döneminde, 3 Mart 1924 tarihinde, Tevhid-i Tedrisat Kanununun yayınlanmasıyla eğitimde yaşanacak gelişmelerin temeli atılmıştır.

1930’lu yıllarda Darülfünun’a yönelik eleştiriler artmış, bu eleştiriler mecliste de dile getirilmeye başlanmıştır. Eleştirilerden en önemlisi, Darülfünun’un dışarıdaki gelişmelere karşı duyarsız olması ve kendi içinde sorunlarının artmasıdır. Öğretim elemanları arasındaki çekişme, Darülfünun’da özerkliğin uygulaması sırasında yaşanan sıkıntılardan kaynaklanmıştır. Osmanlı Devleti’nin bilim ve fende, siyasi ve sosyal alanlarda ileri olduğu dönemlerde, Avrupa, Osmanlıdaki bu gelişmeleri takip ederek, belli bir noktaya ulaşmıştır. Osmanlı Devleti ise, Avrupa’daki yenilikleri takip edememiş, bu durum Darülfünun’da da görülmüştür. Darülfünun’a yöneltilen eleştiriler sonunda, Darülfünun’da reform hazırlanması amacıyla bir uzmanın getirileceği konusu basında yer almıştır. Darülfünun’da inceleme yapmak ve bir rapor hazırlamak üzere, Türk Hükümeti’nin talebiyle, İsviçre’den eğitim bilimci Prof. Albert Malche getirilmiştir. 1932 senesinin Ocak ayında Türkiye’ye gelen, Malche Darülfünun ile ilgili tespitler yapmış, Darülfünun’da eğitimin istenilen düzeyde olamamasının nedenlerini araştırmıştır. Bu rapor doğrultusunda üniversite reformu için çalışmalar başlamıştır. Yaklaşık bir sene sonra, 1933 yılında Üniversite Reformu yapılmıştır. Bunun sonucu olarak, Darülfünun bütün fakülteleri ile beraber, 31 Temmuz 1933 tarihinde kaldırılmış ve yerine 1 Ağustos 1933 tarihinde İstanbul Üniversitesi açılmıştır.

Cumhuriyet döneminde sosyal, hukuki, siyasal alanda ve eğitim alanında, ilmi rehber edinen çok önemli inkılâplar yapılmıştır. Bu inkılâplar genç Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceğini şekillendirecek ve onu çağdaş devletler içinde saygın bir konuma yükseltecek atılımlardır. Bunları planlayacak ve uygulayacak kadroları yetiştirecek olanlar da muhakkak ki üniversitedir. Çağdaş ve modern prensipler üzerinde kurulmuş olan devletimizin üniversitesi de çağdaş ve modern olacaktır. Cumhuriyet sonrasında üniversite eğitiminin yeniden düzenlenmesi ve yapılan reformlar bu amacı gerçekleştirmeye yöneliktir. Gelişmiş ülkelerin birikimlerinden yararlanılmak amacıyla sahasında tanınmış ilim adamları ülkemize davet edilmiş ve üniversitede görevlendirilmişlerdir. Bugün Türkiye’nin hemen her yerinde bir üniversite varsa, bunlar Atatürk’ün kurduğu ilk üniversiteden doğmuştur. Üniversite tarihinde 1933 Üniversite Reformu “reform” ifadesi geçen ilk ve tek uygulama olmasına karşılık, daha sonraki yıllarda da üniversitede düzenlemelere gidilmiştir. 1946 yılında 4936 sayılı kanun yürürlüğe girmiş; 1960 senesinde 114 ve 115 numaralı kanun maddelerinde değişiklik yapılmış; 1973’te 1750 sayılı kanun, 1982’de ise 2547 sayılı YÖK kanunu üniversite tarihinde yapılan önemli uygulamalar olarak yerini almıştır.

1933 Üniversite Reformu’nun üniversite tarihinde ayrı bir yeri ve önemi vardır. Üniversite alanında ilk ve köklü bir çalışma olan Üniversite Reformu bu yönüyle üniversite ile ilgili Cumhuriyetin ilerleyen yıllarındaki değişimlere öncülük etmesi bakımından ve belki de diğer kanunların oluşumunu etkilemesi açısından daha büyük bir önem arz etmiştir. Bir diğer noktada diğer yenilik hareketlerinden farklı olarak içinde reform ifadesi geçen ilk düzenleme olmasıdır. Ayrıca yabancı bir öğretim üyesinden istifade edilerek gözlemlerinin hayata geçirilmesi ile oluşması diğer önemli bir noktadır. Son olarak ise tüm bu bilgiler ışığında, Üniversite Reformu ile birlikte Cumhuriyetin ilk yıllarında açılan İstanbul Üniversitesi (1933), Yüksek Ziraat Enstitüsü (1933), İstanbul Teknik Üniversitesi (1944), Ankara Üniversitesi (1946) ile enstitüler ve yüksek okullar ülkemiz yükseköğretim yapısının temelini oluşturmuştur.

Kaynaklar

1) Arslan, A. (1995). Darülfünundan Üniversiteye, İstanbul: Kitabevi.

2) Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri (1961), Cilt I, 2. Baskı, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları.

3) Ataünal, A. (1993). Cumhuriyet Döneminde Yükseköğretimdeki Gelişmeler, Ankara: MEB Yükseköğretim Genel Müdürlüğü Yayını.

4) Başar, E. (1996). Türk Yükseköğretim Sisteminin Dünü Bugünü Yarını, Eğitimimize Bakışlar I, Editör: İlhami Fındıkçı, İstanbul: Kültür Koleji Eğitim Vakfı Yayınları

5) Berkem, A. R. (2003). Yeni İstanbul Üniversitesi 70 Yaşında- Reformdan Bugüne Üniversitelerimiz, İstanbul: İstanbul Üniversitesi Yayınları

6) Bilsel, C. (1943). İstanbul Üniversitesi Tarihi, İstanbul: Kenan Matbaası.

7) Ergin, O. N. (1977). Türk Maarif Tarihi, Cilt. 3–4.

8) Ergün, M. (1996). II. Meşrutiyet Devrinde Eğitim Hareketleri (1908–1914), Ankara: Ocak Yayınları

9) Gelişli, Y. (1993). 1933 Üniversite Reformu ile 1981 Üniversite Reformunun Tarihi Perspektiv İçinde Karşılaştırmalı Analizi, Eğitim Programları ve Öğretim, Ankara: Milli Eğitim Basımevi.

10) Gürkan, K. İ (1971). Darülfünun Grevi, İstanbul.

11) Hanleın, A. (2006). Gerhard Kessler: Türkiye’de Sürgün Bir Alman Sosyal Politikacı, (Çev: Alpay Hekimler, Çalışma ve Toplum, 2006 / 2, s. 39.

12) Hatiboğlu, T. (2000). Türkiye Üniversite Tarihi, İkinci Baskı, Ankara: Selvi Yayınları.

13) Hirsch, E. (1950). Dünya Üniversiteleri ve Türkiye’de Üniversitelerin Gelişmesi, No: 23, I. Cilt, Ankara: Ankara Üniversitesi Yayınları.

14) Irmak, S. (2001). Atatürk Devrimleri Tarihi, İstanbul: Yapı ve Kredi Bankası Yayınları.

15) İnan, A. (1984). Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler, Dördüncü Baskı, Ankara: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.

16) Kafadar, O. (2000). 1933 Üniversite Reformu’nun Felsefe Eğitimine Etkileri, Felsefe Dünyası, 31, (1), s. 49.

17) Kısakürek, M. A. (1976). Üniversitelerimizde Yenileşme – Programlar ve Öğretim, Ankara: Ankara Üniversitesi Basımevi.

18) Kocatürk, U. (1999). Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, Ankara: Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi Yayını.

19) Koçer, H. A. (1979). Türk Üniversitelerinde Örgütsel Gelişme, Üniversite Yönetiminin Uluslar arası Sorunları (19-21 Mart 1979), Ankara: Ankara Üniversitesi Eğitim Fakültesi Yayınları, No: 80,s.13.

20) Korkut, H. (2005). Türkiye’de Cumhuriyet Döneminde Üniversite Reformları. Yayim.Meb.Gov.Tr/Dergiler/160/Korkut.Htm- 07.09.2005- Web İletisi.

21) Ortaylı, İ. (2001). Gelenekten Geleceğe, İstanbul: Ufuk Yayınları.

22) Ortaylı, İ. (2003). İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, İstanbul: İletişim Yayınları.

23) Öncü, A. (2002). Akademisyenler: Üniversite Reformu Söyleminde Batı, Modernleşme ve Batıcılık, Ed. Uygur Kocabaşoğlu, İstanbul: İletişim Yayınları.

24) Semiz, Y. (1999). Konya’da Yükseköğretimin Tarihçesi, Milli Mücadeleden Günümüze Konya (1915–1965) Cilt: 1, Konya: Konya Valiliği İl Kültür Müdürlüğü Yayınları.

25) Tanilli, S. (1991). Uygarlık Tarihi, Altıncı Baskı, İstanbul: Say Yayınları.

26) Taşdemirci, E. (1993). 1933 Üniversite Reformu İle 1981 Üniversite Reformunun Karşılaştırmalı Analizi, Eğitim Bilimleri I. Ulusal Kongresi (24–28 Eylül 1990) Bianel Kitabı, Ankara: Milli Eğitim Basımevi.

27) Timur, T. (2000). Toplumsal Değişme ve Üniversiteler, Ankara.

28) Tunçay, M., & Özen H. (1984). 1933 Tasfiyesinden Önce Darülfunun, Yapıt, s. 8–10.

29) Turan, Ş. (1998). Türk Devrim Tarihi, 3. Kitap, Ankara: Bilgi Yayınevi.

30) Turan, Ş. (2008). Mustafa Kemal Atatürk, 2. Baskı, Ankara: Bilgi Yayınevi.

31) Widmann, H. (1981). Atatürk Üniversite Reformu, Çev.: Aykut Kazancıgil-Serpil Bozkurt, İstanbul.

32) Yamaner, Ş. (1999). Atatürkçü Düşüncede Ulusal Eğitim, İstanbul: Türk Diyanet Vakfı Yayınları.


Kaynak: http://higheredu-sci.beun.edu.tr/text.php3?id=1519

[/expand]


2 Haziran * ETİBANK (Eti Maden İşletmeleri)

[expand title=”Oku ( Aç / Kapat )”]

Türkiye’de maden, enerji ve bankacılık alanlarında faaliyet gösteren İktisadi Devlet Teşekkülü olarak 2 Haziran 1935 tarih ve 2805 sayılı kanunla kuruldu. 1963’te Etibank’ın Kuzeybatı ve Batı Anadolu elektrik sistemlerine Balıkesir-Bursa enerji nakil hattı bağlandı. Etibank’ın kuruluş kanununun 10. maddesi bankacılık faaliyetlerini yalnız kendi bünyesindeki müesseseler için öngörüyordu. 1955’te 6590 sayılı kanun bu maddeyi kaldırdı. Önce büro, sonra şube niteliğindeki bir nüve, daha sonra, bir bankacılık dairesi kuruldu.1956’da ilk şubeler Pangaltı (İstanbul) ve İskenderun’da açıldı.

Anadolu’nun madencilik potansiyelinin ortaya konulmasına ve işletilmesine yönelik çalışmaların tarih öncesi çağlardan günümüze kadar verilen uğraşın izlerini yurdun her köşesinde görmek mümkün olmaktadır. Türkiye’de madenciliğe yönelik bulgular M.Ö. 7000 yıllarına kadar uzanmaktadır. Doğu Anadolu’dan çıkartılan obsidiyenlerin cilalı taş devrinde takas yoluyla civar kavimlere satışı da dikkate alınır ise dünya madenciliğinde Anadolu medeniyetlerinin önemi çok daha açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır.

Anadolu’nun bereketli topraklarında yaşamış ve madencilikte yükselmiş Eti Uygarlığı’ndan esinlenerek, adını Ulu Önderimiz Atatürk’ün verdiği Etibank (Eti Maden İşletmeleri), Ülkemiz madencilik sektöründe faaliyetleri ile önemli bir yere sahiptir.

Dünya ekonomik krizinin ve ülkemizde kurtuluş savaşının yaşandığı dönemin hemen akabinde, Atatürk’ün çağları aşan ileri görüşü ile sanayileşme ve bunun motoru olan doğal kaynaklar ve finans olgularını bir arada sağlayan Etibank, 14.06.1935 tarihinde 2805 sayılı Kanunla kurulmuş olup 1998 yılının başında yeniden yapılandırılarak Eti Holding A.Ş., Ocak 2004 yılında tekrar yeniden yapılandırılarak Eti Maden İşletmeleri Genel Müdürlüğü adını almıştır.

Kuruluşundan bu yana Etibank için bazı önemli kilometre taşları;

1934 Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk maden yatırımlarından Keçiborlu/Isparta Kükürt İşletmesi kuruldu.

1935 Atatürk’ün direktifi ile ülkemizin yeraltı kaynaklarını işletmek ve değerlendirmek üzere, sanayimizin ihtiyacı olan madenleri, endüstriyel hammaddeleri, enerjiyi üretmek ve her nevi banka muamelelerini yapmak görevi verilen Etibank kuruldu.

1939 Ergani/Elazığ Bakır İşletmesi ve Guleman/Elazığ Krom İşletmesi kuruldu.

1955 Demir madenciliği ve demir-çelik üretimi TDÇİ’ne devredildi.

1957 Kömür madenciliği TKİ’ne devredildi. Üçköprü/Muğla Krom İşletmesi ve Antalya Elekrometalurji İşletmesi kuruldu.

1958 Emet/Kütahya Kolemanit İşletmesi kuruldu.

1959 Küre/Kastamonu Bakır İşletmesi kuruldu.

1960 Halıköy/İzmir Civa İşletmesi kuruldu.

1964 Bandırma/Balıkesir Boraks İşletmesi kuruldu.

1965 Seydişehir/Konya  Alüminyum İşletmesi kuruldu.

1968 Milas/Muğla Boksit İşletmesi kuruldu. KBİ ve Çinkur kuruldu.

1970 Kırka/Eskişehir  Boraks İşletmesi kuruldu.

1972 Şarkkromları/Elazığ Ferrokrom İşletmesi ve Cumaovası/İzmir Perlit İşletmesi kuruldu.

1974 Beyşehir/Konya Barit İşletmesi ve Mazıdağı/Mardin Fosfat İşletmesi kuruldu.

1976 Bigadiç Bor İşletmesi kuruldu.

1979 Kestelek/Bursa Kolemanit İşletmesi kuruldu.

1980 Gümüşköy/Kütahya Gümüş İşletmesi kuruldu.

1982 Kuzey Avrupa piyasasına yönelik pazarlama şirketi AB Etiproducts OY/Finlandiya kuruldu.

1983 Türk madencilik sektörünün yabancı sermaye iştirakli ilk ve en büyük şirketi olan ve Etibank’ın %45 pay ile ortak olduğu Çayeli Bakır İşletmeleri A.Ş./Rize Bakanlar Kurulu Kararı ile kuruldu.

1984 Batı Avrupa piyasasına yönelik pazarlama şirketi Etimine SA/Lüksemburg  kuruldu.

1993 KBİ A.Ş., Çinkur A.Ş. ve Etibank Bankacılık A.O. Etibank bünyesinden ayrılarak Başbakanlık Özelleştirme İdaresi Başkanlığına devredildi.

1994 Ergani Bakır, Keçiborlu Kükürt, Halıköy Civa, Mazıdağı Fosfat İşletmeleri kapatıldı.

1998 Etibank Yeniden Yapılanma Çerçevesinde 1998 yılının başında 26.01.1998 tarihli Bakanlar Kurulu Kararı ETİ HOLDİNG A.Ş. ve  bağlı ortaklıkları , Eti Bor A.Ş., Eti Alümimyum A.Ş., Eti Krom A.Ş., Eti Bakır A.Ş., Eti Gümüş A.Ş., Eti Elektrometalurji A.Ş., Eti Pazarlama ve Dış  Tic.A.Ş., kuruldu.

2000 Bağlı ortaklıklarımızdan,

Eti Bakır A.Ş.

Eti Krom A.Ş

Eti Elektrometalurji A.Ş.

Eti Gümüş A.Ş.

Özelleştirme İdaresine devredildi.

2001 Yüksek Planlama Kurulunun 26.04.2001 tarih ve 2001/T-9 sayılı kararı ile bağlı ortaklıklarımızdan Eti Pazarlama ve Dış Ticaret A. Ş.’nin bağlı ortaklık statüsü kaldırılarak Eti Holding A.Ş. Genel Müdürlüğü’ne devredildi.

2003 Bağlı ortaklarımızdan, Eti Alüminyum A.Ş. ve İştiraklerimizden, Çayeli Bakır İşletmeleri’ndeki hisselerimiz  Özelleştirme İdaresine devredildi.

2004 Eti Holding A.Ş., tekrar yeniden yapılandırma çerçevesinde Ocak 2004 ayında 09.01.2004 tarih ve 2004 / 6731 Sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile Eti Maden İşletmeleri Genel Müdürlüğü olarak değiştirildi. Bu Karara göre Eti Bor A.Ş.nin bağlı ortaklık ve Genel Müdürlük statüsü kaldırılarak; Bandırma Bor ve Asit Fabrikaları İşletme Müdürlüğü, Bigadiç Bor işletme Müdürlüğü, Emet Bor İşletme Müdürlüğü, Kırka Bor İşletme Müdürlüğü ve Kestelek Bor İşletme Müdürlüğü olarak yeniden düzenlendi.

Bugün için Eti Maden İşletmeleri 100 trilyon TL sermayesi ile başta bor mineral ve türevleri üreten Türk Madenciliğinin lokomotif öncü kuruluşudur.

Eti Maden İşletmeleri, ana faaliyet alanı olan bor sektöründe ülkemiz ekonomisine yaptığı katkının daha üst seviyelere çıkarılması ve ayrıca uhdesinde bulunan trona ve nadir toprak elementleri yataklarının ülkemiz ekonomisine kazandırılması için gayret sarf etmektedir.

Etibank, Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu’nun 27.10.2000 tarih ve 24213 sayılı mükerrer Resmi Gazete’de yayımlanan 86 sayılı kararıyla Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’na devredilmiş ve Kurul’un 14.12.2001 tarih ve 24613 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan 13.12.2001 tarih ve 554 sayılı kararında, Etibank’ın bankacılık yapma ve mevduat kabul etme izninin 28.12.2001 tarihi itibariyle kaldırılarak, tasfiyesi öngörülmüştür. Ancak daha sonra alınan Kurul kararı ile Etibank A.Ş.’nin tasfiyesi kaldırılmış ve 05.04.2002 tarihi itibariyle tüm aktif ve pasifleriyle Bayındırbank A.Ş. bünyesinde devren birleştirilen bankanın tüzel kişiliği sona ermiştir.

Kaynak: www.etimaden.gov.tr

[/expand]


14 Haziran * Maden Tetkik Arama Enstitüsü (MTA)

[expand title=”Oku ( Aç / Kapat )”]

Maden Tetkik Arama Enstitüsü (MTA) 14 Haziran 1935 yılında TBMM’de kabul edilen, 22 Haziran 1935 yılında Resmi Gazetede yayınlanan 2804 Sayılı kanunla kurulmuştur.

MTA, Atatürk döneminin önemli bir kuruluşu olarak Türk madencilik sektörünün gelişmesine büyük katkılarda bulunmuştur. Kendi öz kaynaklarımızın en verimli şekilde işletilmesiyle, Türk ekonomisini beslemiş ve dolayısı ile sanayileşme çabalarında itici bir rol oynamıştır.

Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra, kalkınma çabaları içerisinde madencilik konusu da ele alınmış, yeraltı kaynaklarımızın devlet eliyle çıkarılması ve değerlendirilmesi amacıyla, 1933 yılında Ekonomi Bakanlığı’na bağlı “Petrol Arama ve İşletme” ile “Altın Arama ve İşletme İdaresi” adıyla iki bağımsız kurum kurulmuştur.

Daha sonra madenlerimizin gerekli jeoloji ve madencilik yöntemleriyle sistemli olarak araştırılması ve işletilmesi amacıyla 22 Haziran 1935 tarihinde 2804 sayılı yasayla Maden Tetkik ve Arama Enstitüsü kurulmuştur.

Enstitü, kuruluş kanununa göre; yurdumuzun maden ve taş ocakları kaynaklarını aramak, bulmak ve işletmeye uygun olup olmadığını tespit amacıyla gerekli etütleri, kimyasal ve teknolojik analizleri yapmak ve sektöre mühendis, yardımcı personel ve kalifiye işçi yetiştirmekle görevlendirilmiştir.

MTA Enstitüsü önce Ankara Adliye Sarayı karşısında bir apartman katında, herbiri birkaç personelden oluşan Muhasebe, Laboratuvar, Kömür, Petrol ve Diğer Metaller olmak üzere beş üniteli küçük bir kuruluş olarak göreve başlamış bir süre sonra da Akköprü Tesislerine taşınmıştır.

1939 yılına kadar Metal, Kömür ve Petrol grupları olarak çalışmalarını sürdürmüştür. Daha sonra bu grupların harita, çizim, fotoğraf ve atölye işlerini yapmak üzere, Yardımcı Teknik İşler Kısmı (YTİK) kurulmuştur. Bir süre sonra bu grup, bazı jeolog ve prospektörler bu kısımda görevlendirilerek, Saha Araştırma ve Mesaha (SAM) grubu haline getirilmiştir. Metal ve Kömür Grupları da Maden Arama Grubu (MAG) altında toplanarak arama ve etüt işlerini yapmıştır.

1940 yılında Enstitü yeni bir gelişme ile Jeoloji Etütler ve Prospeksiyon (JEP) ile Tahlil ve Tecrübe Laboratuvarları (TTL) ihtisas şubelerini de bünyesine alarak genişlemiştir.

SAM Grubunda jeoloji ve prospeksiyon yerine sondajlı çalışmalar önem kazanmış, yarma çalışmalarında bu gruba verilerek Teknik Ameliyat Grubu kurulmuştur.Daha sonra 1951 de Maden Etüt Şubesi, 1954 te de Jeoloji Şubesi kurulmuştur.

MTA Enstitüsünün hızlı gelişimi karşısında Akköprü Tesisleri de ihtiyacı karşılayamamış, 1967 yılında bugünkü yeri olan Balgat Kampüsü’ne taşınmıştır. Maden Etüt Şubesi’nde bulunan servisler ise ayrı şubeler haline getirilmiştir (Jeofizik Şubesi, Radyoaktif Mineraller ve Kömür Şubesi, Endüstriyel Hammaddeler Şubesi). Aynı zamanda Jeoloji Şubesi bünyesinden Petrol ve Jeotermal Enerji Şubesi, TTL şubesinden ise Teknoloji Şubesi ayrılmıştır. 1969 yılında Plan ve Proje Şubesi, 1972 yılında Makina ve İkmal Şubesi kurulmuştur. Şubeler, 31 Mayıs 1976 tarihinde 7/11801 sayılı kararname ile Daire Başkanlıkları haline getirilmiştir. Aynı kararname ile Fizibilite Etütleri ünitesi Plan ve Koordinasyon Dairesinden ayrılarak Daire Başkanlığı haline getirilmiştir. Ayrıca arazi çalışmalarının daha verimli olmasını sağlamak amacıyla bugün sayıları 12’e ulaşan Bölge Müdürlükleri kurulmuştur. Maden Tetkik ve Arama Enstitüsü Genel Direktörlüğü’nün adı, 13.12.1983 tarih ve 186 sayılı KHK’nin geçici 5 inci maddesiyle ” Maden Tetkik ve Arama Genel Müdürlüğü” olarak değiştirilmektedir.

MTA ülkenin her yerinde etüt yapmıştır. Bu çalışmalar sırasında birçok yeni maden yatakları bulunmuş, bilinen maden yataklarına yeni rezervler ilave edilerek yatakların gelişmesi sağlanmıştır. Bu çalışmalarıyla MTA Türkiye ekonomisine ve yerbilimlerine büyük katkılarda bulunmuştur.

1935-1950 yıllarında öncelikle ülkenin temel ihtiyacı olan petrol konusu ele alınmış Trakya, İskenderun, Adana ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde sondajlı etütler yapılmıştır. Raman ve Garzan bölgelerinde petrol bulunarak rezervleri tesbit edilmiştir. Daha sonra Batman’da günlük kapasitesi 6250 varil olan rafineri inşasını gerçekleştirmek üzere Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı’nın kurulması sağlanmıştır. Bu dönemde MTA’ lılar çalışmalarını çok zor koşullar altında yapmıştır. İlk yıllarda yolların yetersiz olması nedeniyle ulaşımda binek hayvanları kullanılmış, çadırlarda ve köy evlerinde kalınmıştır. Daha sonraki yıllarda, ülkenin her tarafında maden aramacılığına devam edilmiş, bugün kurulu bulunan birçok sanayi tesisinin temel girdisi olan hammadde kaynakları MTA’nın özverili çalışmaları sonucunda ortaya çıkarılmıştır. Dünya çapında rekabet gücüne erişmiş olan Demir-Çelik, Alüminyum, Ferro-Krom, Cam Seramik, Kağıt, Çimento vb. sanayilerimizin temel girdileri olan hammaddelerin tamamına yakınının aranmasında, bulunmasında ve etütlerinin yapılmasında MTA’nın katkısı olmuştur.

Maden aramacılığının yanısıra kuruluşundan başlayarak ülke jeolojisinin ortaya konulmasında önderlik etmiş; ikinci bir okul olarak, ilgili bölümlerden mezun olan yerbilimcilerin gelişmelerine yardımcı olmuştur.

– MTA madencilik çalışmaları yanında sosyal bir kurum olarak da Cumhuriyetimizin gelişmesinde önemli katkılarda bulunmuştur. Bilgi, kültür ve ülke imkanlarını bir bölgeden başka bir bölgeye taşıyarak toplumun kaynaşmasına öncülük etmiştir.

– Köylülerle olan ilişkilerde onlara, madenciliğin ülke kalkınmasında önemi anlatılmış ve maden sevgisi aşılanmıştır.

– Köylüler şantiyelerde çalıştırılmış, onlara geçicide olsa iş imkanı sağlanmıştır.

– Şantiye ihtiyacı için köylüden yapılan alışverişler nedeniyle köylü kendi ihtiyacından fazlasını üretmeye başlamıştır.

– Su çıkan arama sondajları iş bitiminde teçhiz edilerek birçok yörenin içme suyu ihtiyacı karşılanmıştır.

– Özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde okulların açılmasında katkı sağlanmış, yolları yapılmış, MTA mensupları mesai dışındaki zamanlarında bu okullarda eğitmen olarak görev yapmıştır.

– Çalışmalar esnasında yılan-akrep sokmaları ve değişik sağlık sorunlarıyla karşılaşan yöre halkına revirlerde bakılmış ve ilaçları temin edilmiştir.

– Bir bölgedeki çalışmalar tamamlandıktan sonra mevcut hizmet binaları eğitim ve sağlık kuruluşlarına hibe olarak devredilmiştir.

1935 yılında bir apartman katında 38 kişiyle kurulan MTA Genel Müdürlüğü bugün, kuruluş amacına yönelik hizmetleri yerine getirebilecek çok sayıda yetişmiş eleman ile büyük bir iş makinaları parkı ve laboratuvar imkanlarına sahip olarak ülkemize hizmete devam etmektedir.

Kaynak: www.mta.gov.tr

[/expand]


16 Haziran * ATATÜRK’E SUİKAST GİRİŞİMİ

[expand title=”Oku ( Aç / Kapat )”]

Mustafa Kemal benim, haydi al eline tabancayı, öldür.


İZMİR SUİKASTI 16 Haziran 1926

İzmir’de hazırlanan o alçakça suikastın sonuçsuz kalmasından sonra bir gün bize bu olayı anlatmıştı:

-“Ziya Hurşit’in beni öldürmeye memur ettiği iki zavallı vardı. Sorguları yapıldıktan sonra bunların birisini yanıma çağırdım. Odada kimse yoktu.”

Kendisine sordum:

-“Sen Mustafa Kemal’i öldürecekmişsin, öyle mi?”

-“Evet” dedi. Ben yine sordum:

-“Mustafa Kemal ne yapmıştı ki onu öldürecektin?”

-“Fena bir adammış o. Memlekete çok fenalık yapmış. Sonra bize onu öldürmek için para da vereceklerdi.”

-“Sen Mustafa Kemal’i tanıyor musun?”

-“Hayır.”

-“O halde tanımadığın bir adamı nasıl öldürecektin?”

-“Geçerken işaret edecekler, Mustafa Kemal işte budur, diyeceklerdi.”

-“Bizde öldürecektik.”

O zaman cebimdeki tabancayı çıkararak kendisine uzattım:

-“Mustafa Kemal benim, haydi al eline tabancayı, öldür”, dedim.

Adam benden bu karşılığı alınca yıldırımla vurulmuş gibi oldu. Bir süre şaşkın şaşkın yüzüme baktıktan sonra diz üstü kapanarak hüngür hüngür ağlamaya başladı.

Yahya Galip KARGI

Kaynak: Yücel Dergisi, 1948


16 Haziran 1926 tarihinde kendisine karşı İzmir’de girişilen suikast sonrasında Atatürk’ün, yayınladığı bildiri:

“Sonuçsuz bıraktırılan suikast girişimi nedeniyle derneklerden, kuruluşlardan, memurlardan, komutanlardan, subaylardan, milletvekillerinden, arkadaş ve vatandaşlarımdan samimi üzüntülerini bildiren aldığım mektup ve telgrafnâmelerden dolayı pek duygulandım ve minnettarım. Girişimin, benim şahsımdan çok, kutsal Cumhuriyetimize ve onun dayandığı yüksek ilkelere yönelik olduğuna şüphe yoktu. Bu nedenle, genel olarak gösterilen duygularla Cumhuriyet ve ilkelerimize olan aşırı bağlılığın ne derecede bitimsiz olduğuna bir kere daha inandım. Temeli, büyük Türk milletinin ve onun kahraman evlâtlarından oluşmuş büyük ordumuzun vicdanında, akıl ve bilincinde kurulmuş olan Cumhuriyetimizin ve milletin ruhundan esinlenilen ilkelerimizin bir vücudun ortadan kaldırılması ile bozulabileceği yanılgısında bulunanlar çok boş akıllı bedbahtlardır. Bu gibi bedbahtların, Cumhuriyetin adalet ve kudret pençesinde hak ettikleri davranışla karşılaşmaktan başka bir şey elde edemezler. Benim değersiz vücudum bir gün elbet toprak olacaktır; fakat Türkiye Cumhuriyeti sonsuza kadar yaşayacaktır. Türk ulusu, güven ve mutluluğunu sağlayan ilkelerle uygarlık yolunda tereddütsüz yürümeye devam edecektir.”

Kaynak: Atatürk’ten Hatıralar, Hasan Rıza Soyak, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1973, sayfa: 368)


İZMİR SUİKASTI

1925 yılı içinde ve 1926’nın başlarında inkılâpların önemli bir kısmı gerçekleşmişti. Bu arada Terakkiperver Fırkası irtica ile ilgili görülerek kapatılmıştı. İrtica dalgaları zaman zaman ortada görülmekte idi. Eskiye bağlı olmaktan kurtulamayanlar, çıkarcı düşüncelerin etrafında birleşenler, cumhuriyete ve onun başındaki Cumhurbaşkanına karşı bir takım çalışmalar içindeydiler.

Bu arada, Gazi, 8 Mayıs 1926’da Konya’ya, 9 Mayıs’ta Tarsus’a, 10 Mayıs’ta Tarsus’a gelmiş, Taşucu Bucağı’ndaki çiftliğinde beş gün kaldıktan sonra, 16 Mayıs’ta Adana’ya, 18 Mayıs’ta tekrar Konya’ya, 20 Mayıs 1920’de Bursa’ya, 13 Haziran’da da Balıkesir’e gelmişti. Bir ara Mudanya’ya geçen Gazi, 13 Haziran’da Balıkesir’de şerefine verilen ve elli kişiden fazla insanın katıldığı baloda, Muallimler Musiki Heyetini takdirle dinlemişti1. 14 Haziran günü Balıkesir’den İzmir’e geçeceği sırada İzmir Valisi’nden İzmir’de kendisine karşı bir suikast düzenlendiği haberini aldı. 14 Haziran gecesi Mustafa Kemal’e suikast girişiminde bulunacaklardan, ulusal bağımsızlık savaşında Mustafa Kemal’in yanında yer almış olan Kadı Hurşit’in oğlu da vardı. Mustafa Kemal, babasının hizmetlerinden ötürü, 1920’de Büyük Millet Meclisi’ne Rize Milletvekili olarak Ziya Hurşit’i seçtirmişti. Mustafa Kemal, suikastçıların yakalanmasından sonra, 15 Haziran saat 19.00’da İzmir’e doğru yola çıktı. 16 Haziran’da, Soma, Menemen’e uğrayarak, 16 Haziran akşamı saat 18.00’de İzmir’e vardı.

Olayda, Terakkiperver milletvekillerinin parmağı olduğu anlaşılmıştı. 14 Haziran akşamı, İsmet Paşa, İzmir’den aldığı telgraflarla suikast olayını öğrenmişti. Gece yarısına doğru, Maraş Milletvekili Nurettin Bey’in evinde kalmış olan İstiklâl Mahkemesi savcı ve yargıçları, gece yarısı, İsmet Paşa’nın kendilerini, İçişleri Bakanlığı’nda beklediğini öğrendiler. İsmet Paşa, onlara, suikast ile ilgili İzmir valisinin mektubunu gösterdi.İlk iş olarak kapatılmış olan Terakkiperver Cumhuriyet Partili milletvekillerinin tümünün nerede olurlarsa olsunlar, tutuklanmalarına, evlerinin aranmasında bulunan belgelerin İzmir’e gönderilmesine karar verildi. İstiklâl Mahkemesi acele İzmir’e hareket etti.

Suikastçı Ziya Hurşit kaldığı otelde tutuklanmıştı. Yatağının altından silah ve bombalar çıkarıldı. Ayrıca, yanında üç bin lira kadar para vardı. Diğer oteldeki üç kiralık katil, Çopur İsmail, Laz İsmail, Gürcü Yusuf adlı kişiler de yakalandılar. Suikast, Ziya Hurşit’in kaldığı Gaffarzâde Otelinin dar sokağında olacaktı. Sonra, suikastçılar motorla Sakız Adası’na geçeceklerdi. Suikastçıların yardımcıları kuva-yı milliye komutanlarından Sarı Edip, Çopur Hilmi ve Şevki adlı kişilerdi. İzmir Milletvekili Şükrü Bey de bu işin içindeydi. Daha sonra, İzmir suikastını Ankara’da planlandığı ortaya çıktı. Konu derinlemesine incelendi. Eskişehir Milletvekili Arif Bey, Terakkiperver Cumhuriyet Partisi kurucuları ve öncüleri yakalandılar.

Giritli Şevki’nin Mustafa Kemal Paşa’ya suikast yapılacağını bildiren mektubu, 15 Haziran 1926

16 Haziranda İzmir’e gelmiş olan, Gazi, Ziya Hurşit’i otele getirtip, kendisiyle görüştü. Hükümet, bu arada suikast olayını ve tertipçilerinin yakalandığını halka duyurdu. Suikast girişimi nedeni ile kurulan İstiklâl Mahkemesi ise daha önce belirttiğimiz üzere İzmir’e gelmiş ve çalışmalarına başlamıştı.

Suikastçılar şunları söylemekteydiler: Ziya Hurşit ve bir grup kişi Mustafa Kemal’e suikast yapmayı bir zamandır hesaplamaktaydılar. Onlar, bunun için kiralık katiller bile tuttular. Suikastı ilkin Ankara’da gerçekleştirmeyi düşünenler, tertibi, Gazi, Çankaya’dan köşke giderken, ya da gece Anadolu Klubü’nden ayrılırken, ve meclis binasındaki Cumhurbaşkanı locasında herekete geçmeyi hesaplamışlardı. Ama, bunlar hep plân aşamasında kaldı. Nihayet, Mustafa Kemal’in yurt gezisinden yararlanmak istediler. Laz İsmail, kuşku çekmemek için, kız arkadaşı ile birlikte, suikast olanağını araştırmak için Bursa’ya gönderildi. Ama, Bursa’da sonuç alınamayacağı ortaya çıktı. Bunun üzerine suikastı İzmir’de gerçekleştirmeye karar verdiler. Ziya Hurşit ile yardımcıları, San Efe lakabıyla anılan ve eski bir jandarma subayı ve ittihat fedaisi olan Edip ile bağlantı kurdular. Edip, ulusal bağımsızlık savaşında çete lideri olarak ün kazanmıştı. Edip, Ziya Hurşit ve adamlarını daha sonra ele verecek Giritli Şevki ile tanıştırdı. Şevki, onlara yatacak yer sağladı.

Plân, bir virajda, Mustafa Kemal’in duraklaması ile geçilen hareket sonucu O’nu tabanca ile vurmak suretiyle gerçekleşecekti. Ancak, Gazi’nin gelişinin ertelenmesi plânı bozdu 2.

Olayın duyulması, yurdun her yerinde büyük üzüntü ve heyecan yarattı. İzmirliler, Gazi’nin kalmış olduğu Naim Plas Oteli’nin önüne gelip, sevgi ve saygı ve bağlılık gösterilerinde bulundular. Gazi, kapının önüne çıkarak halkı selamladı ve “Beni öldürürlerse vatandaşlarımın intikamımı alacaklarına güveniyorum. Ben ölürsem bile soylu ulusumun beraber yürümekte olduğumuz yoldan ayrılmayacağına inancım vardır. Bu nedenle gönül rahatlığı içindeyim. Düşmanlarımız istedikleri kadar düşündükleri iğrenç çarelere başvursunlar. Onların son güçleriyle yapacakları davranışlar bizim devrim ateşimizi söndüremez. Onların, kendilerini zarara ve zaman zaman da milleti üzüntüye sokan akılsızlıklarına acıyorum. Cumhuriyet Hükümeti’mizin demir pençesi ve İstiklâl Mahkemesinin adaletli eli duruma tam olarak hakim bulunuyor. Sayın halka, onun adaletli kararlarını soğukkanlılıkla beklemelerini tavsiye ederim” dedi3.

Gazi, bu suikast nedeni ile halkına önemli olanın inkılâpların yürümesinin olduğunu, bu yüzden halkına inancı nedeni ile rahatlık içinde bulunduğunu belirtmekle, halkına duyduğu güveni dile getirmiştir. Olayın adliyeye intikal ettiğini de açıklayarak, aşın hareketlerin önünü almak, lehinde büyük gösterilerin olmasını engellemek istemiştir.

Gazi, Ziya Hurşit ile yaptığı ilk konuşmada, kendisine uzun zaman beraber çalıştıklarını, bu harekete niye giriştiğini sormuş, Ziya Hurşit de “ – Paşam, ne yapayım ki bugün huzurunuzda bu vaziyetteyim” demiştir. İkinci kez görüşmek isteyip, isteği kabul edilince, sığınıcı sözler söylemiş, Gazi de adliyeyi kastedip “ – Ben intikamcı bir adam değilim. Fakat, iş artık mahkemeye intikâl etmiştir. Neticeyi beklemekten başka çare yok. Müdahale edemem” demişti4.

Gazi’nin en büyük inkılâbı hiç şüphesiz cumhuriyetti. O, O’nun Türk halkı tarafından korunacağına inanıyor ve güveniyordu. 19 Haziranda, Anadolu Ajansı’na verdiği demeçte bunu şöylece belirtmişi: “Alçak teşebbüsün benim şahsımdan çok kutsal cumhuriyetimize ve onun dayandığı yüksek ilkelere dönük bulunduğuna şüphem yoktur. Bu nedenle, genel olarak gösterilen duygularla, cumhuriyetimize ve ilkelerimize olan aşırı bağlılığın ne kadar kopmaz güçte olduğu kanısına bir kez daha vardım. Temeli, büyük Türk milleti ve onun kahraman evlatları olan büyük ordumuzun vicdanında, akıl ve şuurunda kurulmuş bulunan cumhuriyetimizin ve milletin ruhundan ilham alan ilkelerimizin bir vücudun ortadan kaldırılması ile bozulabileceğini sananlar çok zayıf dimağlı bahtsızlardır. Bu gibi bahtsızların, cumhuriyetin adalet ve kudret pençesinde hak ettikleri işleme uğramaktan başka elde edecekleri bir şey olamaz. Benim naçiz vücudum bir gün elbet toprak olacaktır. Fakat, Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar olacaktır (Sonsuza kadar yaşayacaktır). Ve Türk milleti, güvenliğini ve mutluluğunu sağlayan ve koruyan ilkelerle uygarlık yolunda durmaksızın yürüyecektir5.

Mustafa Kemal, böylece en değer verdiği inkılâbın cumhuriyet olduğunu bir kez daha vurgulamak olanağını bulmuştur. O’na göre, Türk milleti, cumhuriyet ve yapılan inkılâplarla uygarlık yolunda bundan sonra durmadan ilerleyebilecektir.

Suikastçıların yakalanmasından ve haberin her yerde duyulmaya başlamasıyla, 19 Haziran’a kadar olan süre içinde, Gazi’ye, suikastı lanetleyen ve kınayan telgraflar gelmişti. Ayrıca, İstanbul’daki bütün yabancı elçiler ve delegeler Gazi’ye yapılmak istenen suikasttan duydukları üzüntüyü dile getirmişlerdi6. Ayrıca, her yerde suikast girişimini lanetleyen mitingler yapılmaktaydı. Gazi, 22 Haziran 1926’da, millete bir bildiri yayınlayarak, kendisi lehinde yapılan mitingler dolayısıyla yaptığı konuşmada, halkın inkılâpları koruma konusunda ne kadar titiz olduğunun bu mitinglerle ortaya çıkmış olduğunu belirterek şunları söylemişti: “Benim şahsımdan çok devletin varlığına yönetilmiş olduğu beliren gizli politik düzenler karşısında tüm ulusun duyduğu, pek ağır başlı ve soylu bir şekilde gösterdiği temiz duygular beni avutmaktadır. Bu gösteriler, inkılâp ülkümüzün, bütün ulusça, canı gibi koruduğuna parlak ve güçlü bir belge olmaktadır. Bu itibarla istiklâl için milletin saadet ve refahı namına hissetmekte olduğum emniyet ve itimadı muvacehei millette (millet önünde) beyan etmekle büyük bir fahri sürür (onur ve sevinç) duymaktayım. Bu tezahürat esnasında muhterem ve necip (soylu) milletimiz tarafından şahsım hakkında lütfen izhar buyrulan samimi ve kalbi asarı (candan) muhabbetten mütevellid (doğan) derin şükranlarımı alenen ifaya müsaraat eylerim (açıkça duyururum)” Gazi, 23 Haziran’da da, basın mensuplarına cumhuriyetin ne kadar sağlam olduğunu açıkladı7.

Mustafa Kemal bu beyannamesi ile, Cumhuriyet Halk Fırkası Teşkilâtı, üniversite, belediyeler, Türkocaklarının her tarafta lehinde yapılan mitinglere teşekkür etmiş olmaktaydı. 24 Haziran’da da, Genelkurmay Başkanlığından gelen ve ordunun üzüntülerini bildiren telgrafı da cevaplamıştı. Aynı gün, Yunus Nadi’ye verdiği demeçte, suikastın şahsına yönelmiş gibi görünmesine karşın, aslında, milletin talihine yönelmiş bir kurşun olduğunu açıkladı8. 27 Haziran’da ise, gazetecilere verdiği demeçte, insanların kutsal ve büyük hedeflere yürümesinin gerektiğini, böyle hareket edenlerin yaptıkları büyük fedakarlıklar sonucunda yükselebileceklerini ve bu şekildeki hareketlerin mutlaka açık olduğunu açıklamıştı. Ancak, gizli yolda hareket edenlerin sonuçlarının hüsran olacağını belirtmiştir9. Böylece, Îzmir suikastına yönelenlerin sonucunun ne olduğunu açıklayan Mustafa Kemal, inkılâp doğrultusunda yürüyenlerin hareketlerinin her zaman açık olduğunu da vurgulamıştır.

İzmir suikastı nedeni ile 26 Haziran’da çalışmaya başlayan İstiklâl Mahkemesi sorgulamalarını süratle tamamlamaktaydı. Bunlardan, Kara Kemal Bey kaçacak, ama sonra intihar edecektir. Eski Ankara Valisi Abdülkadir Bey de batı sınırında yakalanacak, İstiklâl Mahkemesi’ne gönderildikten sonra, yargılanıp, asılacaktır.

Gazi, 9 Temmuz 1926’da, İzmir’den Ankara’ya hareket etti. 26 Haziran’da Millî Sinema Salonu’nda çalışmalarına başlayan İzmir İstiklâl Mahkemesi, 13 Temmuz’da, davanın İzmir bölümünü karara bağladı ve idam kararlarını hemen yerine getirdi. Daha sonra, İstiklâl Mahkemesi 16 Temmuz’da Ankara’ya geldi ve çalışmalarına orda devam etti. İzmir’de onüç kişinin idamına karar verilmişti. Kâzım Karabekir, Ali Fuat Paşalar ile bazı kişilerin suçsuz oldukları anlaşıldı ve serbest bırakıldılar.

İttihat ve Terakki Kâtib-i Umumisi olan Mithat Şükrü Bleda, İstiklâl Mahkemeleri’nde süren davaları iki kısımda mütalaa etmektedir. Birincisi, İzmir suikastı ile ilgili olaylar ve kişiler, cumhuriyetin ilânından sonra olagelen siyâsî olaylar ve bunlarla ilişkisi olan kişiler. Mithat Şükrü’nün ifadesine göre, O’nun davası ikinci grupta görülmekteydi. Daha önceleri, hilâfetin kaldırılmaması yolunda yayın yapan, gazetecilerle ilgili olarak 9 Aralık 1922’de İstanbul İstiklâl Mahkemesi’nde başlayan gazeteciler davası, 2 Ocak 1924’te sonuçlanmıştı. Bundan daha önce etraflıca bahsetmiştik. Cumhuriyet ve Mustafa Kemal’e suikast anlamı taşıyan bu dava sonunda gazeteciler niyetlerinin kötü olmadığını ispat etmiş ve beraat etmişlerdi. İstiklâl Mahkemesi’nin çalışması sürerken, İlyas Sami (Kalkavanoğlu), komünist Hemşinli Mehmet Azapkaptı, Sandalcılar Kahyası Hasan, Dayı Mesut, Kör İbrahim, Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal’e ve Cumhuriyete suikast iddiasıyla tutuklanmışlardı, İlyas Sami Bey, 30 Aralık 1923’de mahkemeye baş vurarak suçsuz olduğunu iddia etti. Ancak, sonuç çıkmadı.

12 Ocak 1924’de başlayan ilk yargılamadan sonra, 5 Şubat 1924’de mahkeme sonuçlandı. Ancak delil yetersizliğinden sanıklar beraat etmişlerdi. Daha sonra, Şeyh Sait isyanı nedeni ile Şark İstiklâl Mahkemesi kurulmuştu. 28 Haziran 1925’te, mahkeme Şeyh Sait isyanına katılanlar hakkındaki kararını vermişti. Aynı mahkemede tekke ve zaviyelerin kapatılması konusunda 30 Haziran ve 10-15 Ağustos 1925’te çeşitli yerlere yazılar yazılması kararının alındığını da bilmekteyiz. Şeyh Sait isyanı ile ilgili duruşma sırasında, gazeteciler de kışkırtıcı yayında bulunduklarından yargılanmışlar ve affedilmişlerdi. Bu arada 1926 Ocağı’nda Hazro’da ve Pötürge’de isyan edenlerin mahkemeleri de ocak ve şubat aylarında sonuçlanmış ve suçlular cezalandırılmışlardı. İstiklâl Mahkemelerinin daha başka pekçok davaya baktıklarını bilmekteyiz. Ancak bizim burada konu ettiğimiz, 1926’daki İzmir suikastı ve diğer siyasî olaylardır. Az önce belirttiğimiz üzere, Mithat Şükrü’nün davası siyasî tutuklular kısmına dahildir. İzmir suikastına katılan Ziya Hurşit, Mahkeme Başkanı Ali Çetinkaya’ya olayları kesin bir şekilde anlatmıştı. 27 Haziran günü başlayan mahkeme, 12 Temmuz 1926’da son bulmuş ve 13 Temmuz 1926’da karar okunmuştu. Bu mahkemede suçunu itiraf edenlerle, bazı inkarcılar yüzleştirilmekte ve gerçek ortaya çıkarılmaktaydı. Nitekim, suçsuz olduğunu ısrarla söyleyen Şükrü Bey ile Sarı Efe’nin (Edip) ve Ragıb Beylerin yüzleştirilmesi bu davanın esas noktalarından birini oluşturmuştu. Mahkeme İzmir Milletvekili Şükrü, Saruhan Milletvekili Halis Turgut, İstanbul Milletvekili İsmail Canbolat, Erzurum Milletvekili Rüştü, Eski Lazistan Milletvekili Ziya Hurşit, Eski Trabzon Milletvekili Hafız Mehmet, Sarı Edip Efe, Çapur Hilmi, Rasim, Laz İsmail, Gürcü Yusuf, Eski Ankara Valisi Abdülkadir, Kara Kemal, Saruhan Milletvekili Abidin Beylerin idamına karar vermişti. İzmir Mahkemesi’nden sonra, az sonra, siyasî suçluların yargılanması için mahkeme görevine Ankara’da devam etmiş, 26 Temmuz 1926 günü Mithat Şükrü’nün suçsuzluğu ortaya çıkmıştı.

17 Temmuzda Ankara’ya varmış olan İstiklâl Mahkemesi, 18 Temmuzda çalışmalarına Ankara’da devam etti. Ankara’da ittihatçıların duruşması başladı. Sonuçta eski maliye bakanlarından Cavit Bey, Doktor Nâzım, eski Ardahan milletvekili Hilmi, İttihat ve Terakkî Partisi’nin sorumlu sekreterlerinden Nail Bey, Anayasa’yı değiştirmek, kaldırmak, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni devirmek ve zorla görev yapmasını önlemekten idama, bir kısım ittihatçı ise on yıl hapse mahkûm olmuşlardı.10. Rauf Bey sürgüne mahkum edilenler arasındaydı. İzmir suikastının teşebbüs haberini İzmir valisine (Kâzım Bey’e), motorcu Şevki Bey bildirmişti, kendisine altıbinbeşyüz lira mükâfat verilmesi kararlaştırıldı.

1 Hakimiyet-i Milliye, 16 Haziran 1926.

2 Erik Jan Zürcher; Milli Mücadelede İttihatçılık (Çev. Nüzhet Salihoğlu), Ankara, 1987, sh. 255-256, İnönü, İsmet; Hatıralar, İstanbul, 1987, c. II, sh. 210-211.

3 Goloğlu, Mahmut; Devrimler ve Tepkileri, Ankara, 1972, sh. 192-194. Aybars, Ergün; İstiklâl Mahkemeleri, Ankara, 1982, sh. 333.

4 Aydemir, Şevket Süreyya; Tek Adam, Ankara, 1966, c. 3, sh. 277.

5 Hakimiyet-i Milliye (Ankara), 20 Haziran 1926, sayı. 1780. Aybars, Ergün; İstiklâl Mahkemeleri, Ankara, 1982. sh. 333.

6 Hakimiyet-i Milliye, 20 Haziran 1926, sayı. 1780. Aybars, Ergün; İstiklâl Mahkemeleri, Ankara, 1982, sh. 334.

7 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, c. IV, sh, 528. Aybars, Ergün; aynı kitap, sh.335-338.

8 Kocatürk, Utkan; Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi Kronolojisi, Ankara, 1983, sh. 458.

9 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, c. III, sh. 80-81.

10 Ergün, Aybars; aynı kitap, sh. 40-383, Vilatta, Jorge Blanca; Atatürk, Ankara, 1982. sh. 608, Aydemir, Şevket Süreyya; Tek Adam, Ankara, 1966, c. III, sh. 282-290. Bleda, Mithat Şükrü; İmparatorluğun Çöküşü, İstanbul, 1979, sh. 182-188. Zürcher, Erik Jan (Çev. Nüzhet Salihoğlu); Milli Mücadelede İttihatçılık, Ankara, 1983, sh. 255-278.

Prof. Dr. Yücel Özkaya

Kaynak: ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 22, Cilt: VIII, Kasım 1991


 

[/expand]


21 Haziran * AMASYA GENELGESİ (BİLDİRİSİ)

[expand title=”Oku ( Aç / Kapat )”]

AMASYA GENELGESİ (BİLDİRİSİ) 21-22 Haziran 1919

Havza’daki çalışmalarını tamamladıktan sonra Mustafa Kemal ve arkadaşları, 12 Haziran 1919’da Amasya’ya geçtiler. Milli Mücadele çalışmalarını sürdüren Mustafa Kemal, Hüseyin Rauf Orbay, Refet Bele ve Ali Fuat Cebesoy birlikte Amasya Genelgesi’ni hazırladılar. Hazırlanan bildiri, Erzurum’da 15. Kolordu Komutanı Kazım Karabekir’e sunuldu. O’nun da onayının alınmasından sonra, bildiri, 22 Haziran 1919’da tüm mülki amir ve askeri komutanlara telgrafla Abdurrahman Rahmi Efendi tarafından ulaştırıldı. Amasya Genelgesi, milli mücadelenin temel gerekçe, amaç ve yöntemini ilk olarak belirtmiş oldu. Amasya Genelgesi’nin yayınlanması İstanbul’da bulunan işgal güçlerinin tepkisini çekmişti. Özellikle İngilizlerin, Mustafa Kemal’i geri getirmek için İstanbul Hükümeti üzerindeki baskıları iyice artmıştı. Mustafa Kemal, İstanbul’a dönmediği için daha sonra görevinden alınacaktır. O sırada İçişleri Bakanı olan ve Milli Mücadele’ye sıcak bakmayan Ali Kemal Bey, bir genelge yayınlayarak, Mustafa Kemal’in iyi bir asker olduğunu, fakat İngiliz baskısı sonucu görevinden alındığını duyurmuştur.

Amasya Genelgesi’nin içeriği şöyledir:

    1. Vatanın bütünlüğü, milletin istiklâli tehlikededir.
      • Yorum:
        •    Milli mücadelenin gerekçesi belirtilmiştir.
        •    Bölgesel kurtuluş çarelerinin yetersizliği anlatılmıştır.
        •    Ulusal bağımsızlık için Türk Milleti’ne çağrı yapılmıştır.
    2. İstanbul Hükümeti, üzerine aldığı sorumluluğu yerine getirememektedir. Bu hal, milletimizi âdeta yok olmuş göstermektedir.
      • Yorum:
        •    İstanbul Hükümetine karşı güvensizlik duyulduğu ilk kez açıkça belirtilmiştir.
        •    İstanbul Hükümetinin Türk Milletini temsil etmediği ortaya konulmuştur.
        •    Bu durum Anadolu’da yeni bir direnişin başlamasının gerekliliğini ortaya koymuştur.
        •    Kendisini Samsuna gönderen İstanbul Hükümetine karşı gelen Mustafa Kemal Paşa böylece yetki ve görevlerini aşmış bunun sonucunda İstanbul’a geri çağırılmıştır.
    3. Milletin istiklâlini, yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır.
      • Yorum:
        •    Genelgenin en önemli ve kapsamlı maddesi bu maddedir.
        •    Kurtuluş savaşının yöntemi ve amacı belirtilmiştir.
        •    Milli Mücadelenin millete danışılarak yani demokratik bir yöntemle gerçekleştirileceği ifade edilmiştir.
        •    Milli mücadelenin amacının milletin iradesine dayanan bir yönetim kurmak olduğu belirtilmiştir.
        •    Yönetim şeklinin değiştirileceği dolaylı olarak belirtilmiş üstü kapalı bir şekilde cumhuriyet yönetimine işaret edilmiştir.
        •    Bölgesel kurtuluş sömürgecilik yada manda-himaye yönetimlerinin hiçbirinin kabul edilemeyeceği açık bir dille ifade edilmiştir.
        •    Yapılacak olan direnişin evrensel niteliklere dayandığı belirtilmiştir.
    4. Milletin içinde bulunduğu bu duruma göre harekete geçmek ve haklarını yüksek sesle cihana işittirmek için her türlü tesir ve denetimden uzak milli bir heyetin varlığı zaruridir.
      • Yorum:
        •    Kurtuluş savaşı için milletin teşkilatlanması gerektiği vurgulanmıştır.
        •    Bu maddenin sonucu İlk kez Erzurum Kongresinde “Temsil Heyeti” adıyla bölgesel bir kurul oluşturulmuştur.Bu kurul Sivas Kongresinde tüm yurdu temsil eder hale getirilmiştir.
    5. Anadolu’nun her bakımdan emniyetli yeri olan Sivas’ta bir kongre toplanacaktır.
      • Yorum:
        •    Yurt çapındaki bölgesel direniş çalışmalarının tek bir merkezde toplanması amaçlanmıştır.
        •    Teşkilatlanmak için somut adımlar atılmaya başlanmıştır.
        •    Alınacak kararların bütün yurdun temsilcileri tarafından onaylanması amaçlanmıştır.
        •    Demokratik yöntem bu şekilde uygulamaya konulmuştur.
        •    Milli birlik ve beraberlik sağlanarak cemiyetlerin birleştirilmesine zemin hazırlanmıştır.
    6. Bunun için her ilden milletin güvenini kazanmış üç temsilcinin mümkün olduğu kadar çabuk yetişmek üzere yola çıkarılması gerekmektedir. Bu temsilciler, Müdafaa-i Hukuk, Redd-i İlhak cemiyetleri ve belediyeler tarafından seçilecektir.
      • Yorum:
        •    Alınacak kararların kişisel olmaktan uzak milli kararlar olması amaçlanmıştır.
        •    Yerel idareler etkili kılınmıştır.
        •    Delegelerin Milli mücadele yanlısı ve halkın güvenini kazanmış kişiler olmaları sağlanmaya çalışılmıştır.
    7. Her ihtimale karşı, bu meselenin bir milli sır halinde tutulması ve temsilcilerin, lüzum görülen yerlerde, seyahatlerini kendilerini tanıtmadan yapmaları lazımdır.
      • Yorum:
        •    Genelge kararlarının uygulanmasının İstanbul Hükümeti ve İtilaf devletleri tarafından engelleneceği hatırlatılmıştır.
        •    Sivas Kongresinin toplanmasının engellenebileceği belirtilmiştir.
    8. Doğu illeri için, 10 Temmuz’da Erzurum’da bir kongre toplanacaktır. Bu tarihe kadar diğer illerin temsilcileri de Sivas’a gelebilirlerse; Erzurum Kongresi’nin üyeleri, Sivas genel kongresine katılmak üzere hareket edecektir.
      • Yorum:
        •    Erzurum’da bölgesel cemiyetlerin toplanacağı kongre diğer bölgelere de duyurularak bu tip kongrelerin yaygınlaştırılması sağlamak istenmiştir.
    9. Askeri ve sivil teşkilatlar hiçbir suretle dağıtılmayacak yönetimi başkalarına devredilmeyecek ve silahlar teslim edilmeyecektir.
      • Yorum:
        •    Gerektiğinde silahlı bir mücadelenin yapılacağı ifade edilmiştir.
        •    Mondros Ateşkes Antlaşmasına karşı çıkılmıştır.
        •    Yapılacak direnişin top yekün bir mücadele olacağı ortaya konulmuştur.
        •    Mustafa kemal Paşa’nın resmi görevini yerine getirmeyeceği ortaya çıkmıştır.
        •    Askeri ve sivil makamların Milli mücadele yanlılarının elinde kalması amaçlanmıştır.

Amasya Genelgesi’nin Milli Mücadele’deki Yeri

  • Bir ihtilal beyannamesi özelliği taşır.
  • Türk İnkılabının “İhtilal safhası”nı başlatmıştır.
  • Siyasi,hukuki ve askeri bir direniş başlatmıştır.
  • Havza Genelgesi ile uyandırılmış olan ulusal bilinç artık harekete geçirilmiştir.
  • İstanbul’un artık Anadolu’nun sesini dinlemesi gerektiği ortaya konulmuştur.
  • İstanbul Hükümeti’ne karşı güvenini yitirmiş olan fakat ne yapacağını bilemeyen vatanperver aydınların ve subayların Anadolu’ya geçmesi sağlanmıştır.
  • Yurdun her tarafında yeni bir heyecan oluşmuş ve Sivas Kongresi’ne katılmak için delege seçimleri yapılmaya başlanmıştır.
  • En karanlık günlerde bir milletin yeniden dirilişine önayak olmuştur.
  • Milli Mücadelenin gerekçesi amacı ve yöntemi belirtilmiş daha sonra toplanan bütün kongrelerin ve oluşturulan teşkilatların temeli bu genelgeye dayanmıştır.
  • Milli egemenlik ve bağımsızlık mücadelesi birlikte başlatılmıştır.
  • İstanbul hükümeti’ne karşı açıkça cephe alınmasına rağmen saltanata açıkça karşı çıkılmamıştır.

Amasya Genelgesi’ne Tepkiler

İstanbul Hükümeti Mustafa kemal Paşayı İstanbul’a geri çağırmış,isterse bir süre istirahat için izine ayrılmasını önermiştir.

  • İstanbul Hükümeti genelge maddelerinin yasa dışı olduğunu ilan etmiş ve uygulayacak olanların tutuklanacağını açıklamıştır.
  • Mustafa Kemal Paşa İstanbul Hükümetinin İstanbul’a gelmesini istemesine rağmen bu emri yerine getirmediği için müfettişlik görevinden alınmış hakkında tutuklama kararı çıkarılmıştır.
  • Böyle bir ortamda Tokat üzerinden Erzurum’a hareket eden Mustafa kemal Paşa Erzurum’da İstanbul ile haberleşmesini bir süre daha sürdürmüş ancak bunun bir fayda sağlamayacağını görünce 7-8 Temmuz 1919 gecesi çok sevdiği askerlik görevinden de istifa etmiştir.Bu karardan sonra Mustafa kemal Paşanın İstanbul Hükümetine resmi açıdan bağlılığı ve emirleri uygulama zorunluluğu kalmamıştır.Bu olaydan itibaren Mustafa kemal Paşa artık sivil bir kişi olarak ulusal direnişi teşkilatlandırmaya çalışacaktır.Sivil olarak gerçekleştirdiği ilk çalışma Erzurum Kongresinin başkanlığını yürütmek olmuştur.

Mustafa Kemal Amasya’da

General Ali Fuat Paşa’dan bir Amasya anısı:

“Amasya’da buluştuğumuz arkadaşlara 22 Haziran 1919 tarihinde veda ettim. Bir an önce teftişte bulunan Vali Muhiddin Paşa’dan önce Ankara’ya dönmek istiyordum. Hüseyin Rauf (Orbay)1 Bey  ve görüşmelerimizde dinleyici olarak bulunup, kararlarımıza katılan eski İzmit Mutasarrıfı Süreyya (Yiğit) Bey2,  Mustafa Kemal Paşa’yla beraber Erzurum’a gidecekti. Gezileri daima gizli tutulacaktı, hareket günü hiçbir surette açıklanmayacaktı.

Yaverim İdris Çora Bey ile İstanbul’daki kişilere yazılan mektupları Kara Vasıf Bey’le3  götürecek olan Maliye Müfettişi Arif Bey beraberimde bulunuyorlardı. Mustafa Kemal Paşa hareketimden biraz önce beni bir kenara çekerek:

-‘Fuat Paşa, Beni Ordu Müfettişliği görevinde uzun süre bırakmayacaklarını biliyorum. Şu önümüzdeki birkaç gün içinde durum anlaşılacaktır. Seni temin ederim ki, mücadelemizi unvan ve yetkilerden uzak olarak sürdüreceğim. Arkadaşlarımın aynı yakınlığı ve bağlılığı göstereceğine inanıyorum.’

Paşa’nın ne demek istediğini anlamıştım. İstanbul’daki son görüşmemizde verdiğim sözü tekrarladım.

-‘Durum ne biçimde gelişirse gelişsin, ben ve kolordum, her zaman emrinizde kalacaktır’ dedim. Biraz durdu:

-‘Bu adamlar seni de kolordu başından ve hatta askerlikten ayırabilirler.’ Elimi heyecanla sıktı:

-‘Biliyorum, biliyorum Fuat’ dedi ve sonra ilave etti:

-‘Haydi, uğurlar olsun, Vali Muhiddin Paşa’ya selam söylemeyi unutma.’ ”4

1 Hüseyin Rauf Orbay, (1881-1964), Amiral, Milletvekili.

2 İbrahim Süreyya Yiğit, (1880-1952), Yönetici, Milletvekili. Siyasal Bilgiler Fakültesinden mezun olur. Kaymakam olur. Mustafa Kemal’le yakın arkadaş olurlar. İbrahim Süreyya Yiğit görevinden istifa eder. Gönüllü bir er olarak çarpışmak için Libya’ya gider, Mustafa Kemal’in komutasında Libya’da savaşır. Amasya’da katıldığı Milli Mücadelede sonuna kadar bulunur. Mustafa Kemal Atatürk’e Gazi unvanın verilmesi için  kanun önergesini hazırlayan İbrahim Süreyya Yiğit’tir.

3 Kara Vasıf Bey, (1872-1931), Milletvekili, Baha Said Bey’le birlikte İstanbul’daki ilk direniş örgütü olan Karakol Cemiyetini kurdu. Sivas Kongresine katıldı ve Heyet-i Temsiliye üyeliğine getirildi. 1925’te muhalefetin siyasal örgütü olan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasına girdi ve genel sekreterliğe getirildi.

4 Kemal Arıburnu, Kemal, Atatürk’ten Anılar, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara 1976. s. 171

Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009


[/expand]


21 Haziran * SOYADI KANUNU

[expand title=”Oku ( Aç / Kapat )”]

1934 yılında çıkartılan 2525 sayılı kanunla, her Türk’ün bir soyadı taşıması mecburi hale getirildi.

Bu zamana kadar kişinin soyadının bulunmaması toplum hayatında karışıklara neden oluyordu. Ayrıca bu durum toplumsal ilişkiler bakımından da bir eksiklikti. Soyadı yerine kullanılan baba adı, doğduğu memleketin adı ve kullanılan lakaplar, soyadının toplumsal ilişkilerdeki rolünü oynayamıyordu.

21 Haziran 1934’te çıkarılan 2525 sayılı Soyadı Kanunu ile her vatandaşın öz adından başka bir de, soyadı taşıması zorunlu kılındı. Soyadları Türkçe olacaktı. Rütbe, memurluk, yabancı ırk ve millet adları ile ahlaka aykırı ve gülünç kelimeler soyadı olarak kullanılmayacaktı.

1934 yılında çıkarılan diğer bir kanunla da; “Ağa, Hacı, Hafız, Hoca, Molla, Efendi, Paşa” gibi, eski toplum zümrelerini belirten unvanlar kaldırılmıştır. Aynı kanunla yurt savunmasında, Milli Mücadelede gösterilen başarılar karşılığı verilen madalyalar dışında, eski Osmanlı idarecilerinin verdiği tüm nişan ve rütbeleri taşımak da yasaklanmıştır.

Soyadı kanununun kabulünden sonra 24 Kasım 1934 yılında 2258 Sayılı Kanunla, TBMM Türk milletinin bir şükran ifadesi olarak, Gazi Mustafa Kemal Paşaya Atatürk soyadını vermiştir.

Soyadı kanunu, Büyük Millet Meclisi’nce kabul ve Resmi Gazete ile yayınlanıp ilan edildikten sonra, Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal için de bir soyadı almak gerekti. Bunun için gerekli fikri çalışmalara başlanmıştı.

Fakat Gazi Mustafa Kemal’e verilecek soyadı ne olmalıydı?

Bu husuta gerek “Atatürk sofrası”nda ve gerek Cumhuriyet Halk Partisi Meclis Grubu’nda ona layık bir soyadı bulmak için, bazı ileri gelen dil ve tarihçilerin de katılmasıyla, toplantılar yapılmış, bazı isimler tespit edilmiştir. Tespit edilen isimler şunlardı “Etel-Etil, Etealp, Korkut, Araz, Ulaş, Yazır, Emen, Çogaş, Salır, Begit, Ergin, Tokuş, Beşe”. Bu isimler Atatürk’e arz edilmiş ve Atatürk’ün , “arkadaşlarla bir kere konuşalım” demesi üzerine ikinci bir görüşmeye bırakılmıştır. Çankaya’da yapılan son toplantıda, CHP Genel Sekreteri (sonradan Milli Eğitim Bakanı) Saffet Arıkan’ın bir yazısında kullandığı söylenilen “Türkata” , “Türkatası” gibi iki ad da kendisine arz edilmiş fakat Atatürk’ün , “bir de arkadaşlar , ne buyururlar, bakalım” demesi üzerine Konya Milletvekili rahmetli Naim Hazım Onat Bey , “Müsaade buyurulur mu paşam ?” diye söz istemiş, Atatürk de, “arkadaşlar lütfen hocamızı dinleyelim”, diyerek sözü Onat’a bırakmıştır.

Naim Hazım Bey, Türk Dil Kurumu’nda da çalışmış Türkçeyi-Osmanlıcayı çok iyi bilen , her iki alanın gramer ve sentaks kurallarını gerçekten kavramış bir sahsiyetti. Naim Bey, bu husustaki düsüncelerini şu şekilde açıklamıştır.

“Türkata, Türkatası gerek yazılışta, gerek söylenişte bana biraz tuhaf geliyor. Arkadaşlar biliyorsunuz tarihimizde bir ‘Atabey’ sözü ünvanı vardır. Anlamı da, yine biliyorsunuz: Beyin, emirin, şehzadenin, hatta hükümdarın ilimde, idarede, askerlikte mürebbisi, müşaviri, hocası demektir. Atabey, kullanılmış, tarihe geçmiş bir ünvan-ı resmidir. Bu ünvanı taşıyan bir çok Türk büyüğü vardır. Binaenaleyh biz de Türk’e her alanda atalık etmiş, Türklüğü kurtarmış, istiklaline kavuşturmuş olan büyük Gazimize ‘ATATÜRK’ diyelim, bu soyadını verelim. Bu bana şivemize de daha munis , daha uygun gibi geliyor.”

Gazi, Naim Hazım Onat’ın açıklamasını daha yerinde bulmuş, hatta ona teşekkür etmiş, böylece “ATATÜRK” soyadı üzerinde oy birliği ile durulmuştur. Bundan sonra, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı’na şu üç maddelik kanun teklifi verilmiştir.

“Cumhurreisi Gazi Mustafa Kemal’e Atatürk Soyadının verilmesi hakkında Kanun

Madde 1. Kemal öz adlı (öz adı Kemal olan) Cumhurreisimize “ATATÜRK” soyadı verilmiştir.
Madde 2. Bu kanun neşri tarihinden muteberdir.
Madde 3. Bu kanun , Büyük Millet Meclisi tarafından icra olunur. ”

Kanun, T. B. M. M. ‘nin 24 kasım 1934 tarihli toplantısında oy birliği ile kabul edilmiş ve 2587 numara ile tespit olunmuştur. Bu kanun , usulü gereğince 27 Kasım 1934 tarihli Resmi Gazete ile de “neşr ve ilan “edilmiştir.

Mustafa Kemal, “Atatürk” soyadı ile Türk tarihine dayanmaktadır. Soyadına kaynaklık eden “Atabey” ünvanı Selçuklu devri Türk devletlerinde yaygın olarak kullanılan bir ünvan olup. “Atabeylik” de, Türk devlet geleneği ve hayatında yer alan önemli bir Türk kurumudur. Tarihi Türk milli kültürünün derin izlerini taşıyan bu soyadındaki “Türk ” adı da onu “milli bir lider” ve Türk milletinin en önemli “ortak paydası” haline getirmektedir.

Mustafa Kemal Paşa’nın Naim Hazım’a “ÜLKÜ ONAT” isim ve Soyisim vermesi.

Atatürk soyadını alan Mustafa Kemal , bir akşam Naim Hazım’a ; ” Hoca! idealler erişilemeyen şeylerdir. Şu idealin Türkcesini bul. .” deyince Naim Hazım, “Paşam bizde “Ulku Dağı”vardır. Bu Türkçe’de göz yanılgısıdır. Vardım sanırsınız erişemezsiniz. O Ulku Dağı ulaşılamayan yer olur …” deyince Atatürk;
-Şu Ulku dağını ses uyumuna uydur . . . dedi.
Naim Bey: Ülkü çıkar Paşam!. . . dedi.
Atatürk Naim Hazım’a : Yahu hoca!. . sen dürüst adamsın ingilizler dürüste ‘On ist” (honest) der, fransızlar “Onet” (honnête) der. Senin soyadın “Onat”olsun deyince
Naim Bey: Teveccühünüz”paşam der.

Ve Atatürk Naim Bey’e Ülkü ismiyle birlikte NAİM HAZIM BEY, BAY ÜLKÜ ONAT yazılı 8-11-1934 tarihli ve K. Atatürk imzalı belgeyi verir ve Naim Bey’in ismi NAİM HAZIM ÜLKÜ ONAT’dır.

Naim Hazım Ülkü Onat (1889-1953) 

Dil Bilgini, Naim Hazım Ülkü Onat 1889 yılında Konya’da doğdu. Konya’da medrese öğrenimi gördü. Bir süre Türkçe ve Edebiyat öğretmenliği yaptı. Meşrutiyet döneminde olduğu gibi Milli Mücadele döneminde de cesur kalemleriyle hizmet veren Babalık Gazetesinde yazıları yayınlandı aynı zamanda Konya Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Merkez heyetinde yer aldı. 1936-1938 yılları arasında Ankara DTCF’de Arapça dersleri verdi. Yeni dönemde TBMM’de Konya Milletvekili olarak görev yaptı. Türk Dil Kurumu Derleme Kolu Başkanlığı görevinde bulundu. Konya’da yayınlanan Babalık gazetesinde, Sebil-ür Reşad, Türk Dili Belleten, Ulus dergi ve gazetelerinde şiir ve yazıları yayınlandı. Arap dili ve edebiyatı alanında uzman sayıldı. Türkçe-Arapça Karşılaştırmalar ve Arapça’nın Türk Diliyle Kuruluşu adlı iki yapıtı vardır. Türkçemize bir çok kelime kazandıran ve önemli katkıları olan Naim Hazım Onat zaman zaman Mustafa Kemal Paşa ile sabahlara kadar Türk Dili ile ilgili çalışmalarda bulundu. Divan teşkil edecek kadar şiiri olan Naim Hazım bunların tamamını ölmeden önce Ankara’da Milli Kütüphane’ye bağışladı. Naim Hazım Türkçe’nin Arapça’dan arınmış bir hale gelmesine çok çalışmıştır. Konya Milletvekiliği, Türk Dil Kurumu çalışmaları ve Dil-Tarih-Coğrafya Fakültesi Öğretim görevliliğinden yorgun düşen Profesör Naim Hazım Ülkü Onat; 5 Mayıs 1953 de;Karaciğer kanserinden Ankara’da vefat etti. İstanbul Zincirli Kuyu mezarlığına defnedildi.

Naim Hazım’ın Biz Türküz adlı şiirinden : 

Hiç bir düşman bize karşı gelemez,
Hücümda süngümüz pek korkuludur.
Hürmetle yad eder her millet bizi,
Biz Türküz adımız uludur.
(Naim Hazım, 30 Nisan 1922 Konya Babalık Gazetesi)

Kaynak: http://www.ataturkinkilaplari.com/ak/44

[/expand]


23 Haziran * HATAY’ın Türkiye’ye Katılması

[expand title=”Oku ( Aç / Kapat )”]

HATAY SORUNU – HATAY’ın Türkiye’ye Katılması

15 Mart 1923’te Atatürk Adana’ya geldiklerinde, yol kenarında Antakya ve İskenderun’u sembolize eden iki genç kızın hıçkırıklar arasında, “Bizi de kurtar” feryadına karşılık, “Kırk asırlık Türk yurdu ecnebi elinde kalamaz” demiştir.

TBMM Hükümeti ile Fransa Hükümeti arasında 20 Ekim 1921’de imzalanmış olan Ankara Antlaşması, İskenderun Sancağını Suriye’den ayırarak ayrı bir statüye tabi tutuyordu. Bu Antlaşmanın 7. Maddesi, İskenderun beldesi için özel bir idare usulü kurulacağını; bu bölgenin Türk ırkından olan sakinlerinin, kültürlerinin gelişmesi için her türlü kolaylıktan faydalanacağını ve Türk parasının orada resmi mahiyet taşıyacağını öngörmüştür. Antlaşma hükmüne uygun olarak, 8 Ağustos 1922’de Sancak’ta bir bölgesel idare kurulmuştur.

Fransa, Suriye ile anlaşarak manda idaresine son vermeyi kararlaştırmıştı. Hatta, 8 Eylül 1936 tarihinde parafe edilen antlaşma ile Suriye’de manda idaresinin son bulduğu öngörülüyor, ancak Sancak’ın durumundan söz edilmiyordu. Türkiye’de bu durum Sancak’ın kaderi hakkında genel bir kaygı uyandırdı. Türk Hükümeti, Sancak sorununun önemi üzerine eğilerek; 6 Ekim 1936’da Milletler Cemiyeti Assamblesi’nde ve daha sonra 9 Ekim 1936’da Fransa’ya verdiği bir nota ile görüşünü belirtti.

Atatürk davaya verilen önemi, 1 Kasım 1936 TBMM’ni açış nutkunda, kesin ve belirli şekilde dünya kamuoyuna duyurmuştur. “Bu sırada, milletimizi gece gündüz meşgul eden başlıca büyük mesele hakiki sahibi öz Türk olan İskenderun-Antakya ve havalisinin mukadderatıdır. Bunun üzerinde, ciddiyet ve kifayetle durmaya mecburuz. Daima kendisi ile dostluğa çok ehemmiyet verdiğimiz Fransa ile aramazda tek ve büyük mesele budur. Bu işin hakikatını bilenler ve hakkı sevenler, alakamızın şiddetini ve samimiyetini iyi anlarlar ve tabii görürler.”

Fransa, Sancak’ın Suriye’den ayrılamayacağını açıklamakla, Türk görüşüne kesin red cevabı vermiş oluyordu. Sorunun Milletler Cemiyeti’nde görüşülmesi ve bu kurulun tavsiyesi ile Sancak bölgesine üç müşahidin gönderilmesi, Sancak davasının milletlerarası planda da önemini artırmış oldu. Fransa ile yapılan görüşmeler sonunda burada bir halk oylaması yapılması kabul edildi. İngiliz Dışişleri Bakanı Anthony Eden’in aracılığı ile, 24 Ocak’ta bir prensip Antlaşmasına varıldı. Plebisit Türkiye lehine sonuçlandı. Fransa ile Hatay’da bağımsız bir devlet kurulması kabul edildi.

Almanya’nın 1938 Martında Avusturya’yı ilhakı, Fransa’nın Almanya’ya karşı Doğu’da kuvvetli bir Türkiye’ye ihtiyacını gösteriyordu. Boğazların da Avrupa’da büyüyen kriz ve uyuşmazlıklar sebebiyle önemi artmıştı. Haziran 1938’de, Antakya’da Türk ve Fransız askeri heyetleri arasında yapılan görüşmeler sonucu, 3 Temmuz 1938’de Antlaşma yapıldı. Hatay’ın toprak bütünlüğü ile siyasi statüsünü korumak amacı ile her iki devlet 2500’er kişilik askeri kuvvet göndermeyi kabul etmişlerdi. Türk Ordusu 4 Temmuz 1938’de Hatay’a girerek görevine başladı. Türkiye ile Fransa arasında imzalanan dostluk antlaşması bu iki devleti birbirine yaklaştırıyordu. Yapılan seçimler sonucunda Meclis, 2 Eylül 1938’de ilk toplantısını yaptı ve bağımsız Hatay Cumhuriyeti’ni ilan etti. Cumhurbaşkanlığına Tayfur Sökmen, Başbakanlığa Abdurrahman Melek getirildi.

Bu bağımsız devletin uzun süre devam etme şansı yoktu. Fransa ile yeniden görüşmeler yapıldı. 23 Haziran 1939 tarihinde Türkiye ile Fransa arasında yapılan yeni bir antlaşma ile, Hatay halkının da arzusuna uygun olarak Fransa, Hatay’ın Türkiye’ye katılmasını kabul etti. Hatay Türk Devleti Meclisi 29 Haziran’da anavatana katılmayı oybirliği ile kararlaştırdı ve Hatay anavatana katıldı.


Hatay Hikâyesi

Artık hastalığı kontrol edilemez bir durumdaydı. Bir taraftan Hatay, diğer taraftan hastalık onu eritiyordu. Son günlerin en büyük neşesini ona bir subay vermişti. O Hatay konusunda endişe içindeyken subay Şükrü Kanatlı karşısına çıkmış:

-“Paşam izin ver, yalnız elimdeki kuvvetle, değil Hatay’ı Süveyş’e kadar bütün sahili sana teslim edeyim. Sonra beni asi diye as… Tek sen üzülme” demişti. Şükrü Kanatlı çıkınca Atatürk:

-“Ektiklerimiz meyve verdi. Artık ölsem de gam yemem” demişti.1

1 Münir Hayri Egeli, Atatürk’ten Bilinmeyen Hatıralar, Ankara 1959, s. 113.

Kaynak: Atatürk’ten Gençliğe Unutulmaz Anılar, Ahmet Gürel, Mayıs 2009


[/expand]


24 Haziran * ELEKTRİK İŞLERİ ETÜT İDARESİ

[expand title=”Oku ( Aç / Kapat )”]

ELEKTRİK İŞLERİ ETÜT İDARESİ Türkiye’yi elektriğe kavuşturma planını ve bu plan içinde yer alan kuruluşların ön projelerini hazırlamak üzere düzenlenen kanunla, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’na bağlı Kamu İktisadi Teşebbüs’ü niteliğinde bir kurum olarak 24 Haziran 1935’te kuruldu.


Kuruluş Tarihi   : 24.06.1935
Kuruluş Kanunu (BKK) Tarih : 24.06.1935 No : 2819
Adres: EİE İdaresi Genel Müdürlüğü
Eskişehir Yolu 7. km No: 166
06520/ANKARA
Tel : 295 50 00 (Santral)
Faks : 295 50 05
Web Sitesi: www.eie.gov.tr

Statüsü

EİE, 1935 yılında 2819 sayılı özel kanunla kurulmuş, özel hukuk hükümlerine bağlı tüzel kişiliği olan, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığına bağlı bir Genel Müdürlük’tür. 5018 sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu’nda (II) sayılı cetvelde “Özel Bütçeli  İdareler” bölümünde yer almaktadır. Hesap ve işlemleri Sayıştay denetimine tabi bulunmaktadır.

Kuruluş Amacı

Ülkemizin elektrik enerjisi üretim imkanlarını araştırmak ve bunlarla ilgili mühendislik hizmetleri yapmaktır.

Görevleri

Ülkenin hidrolik, rüzgâr, jeotermal, güneş, biyokütle ve diğer yenilenebilir enerji kaynakları öncelikli olmak üzere tüm enerji kaynaklarının değerlendirilmesine yönelik ölçümler yapmak, fizibilite ve örnek uygulama projeleri hazırlamak; araştırma kurumları, yerel yönetimler ve sivil toplum kuruluşları ile işbirliği yaparak pilot sistemler geliştirmek, tanıtım ve danışmanlık faaliyetleri yürütmek.

Sanayide ve binalarda enerjinin rasyonel kullanımı ile ilgili olarak, bilinçlendirme ve eğitim hizmetleri vermek, üniversiteleri, meslek odalarını ve tüzel kişileri aynı hizmetleri verebilmeleri için yetkilendirmek ve denetlemek, Enerji Verimliliği Koordinasyon Kurulunun sekretaryasını yürütmek.

Ulaşımda, elektrik enerjisi üretim tesislerinde, iletim ve dağıtım sistemlerinde enerjinin etkin ve verimli kullanılması yönünde ilgili bakanlık ve kuruluşlar tarafından yürütülen çalışmaları izlemek, değerlendirmek, önlem ve/veya proje önerileri geliştirmek.

Enerji Verimliliği Koordinasyon Kurulu tarafından onaylanan enerji verimliliği uygulama projelerini ve araştırma ve geliştirme projelerini izlemek ve denetlemek. Enerji tüketim noktalarında çevreyi ilgilendiren zararlı atık ve emisyonların gelişimini izlemek, değerlendirmek, projeksiyonlar üretmek ve önlem önerileri hazırlamak.

Ülkede ve dünyada enerji alanındaki çalışmaları ve gelişmeleri izlemek ve değerlendirmek, ülkenin ihtiyaç ve şartlarına uygun olarak araştırma ve geliştirme hedef ve önceliklerini belirlemek, bu doğrultuda araştırma ve geliştirme çalışmaları yapmak, yaptırmak, çalışma sonuçlarını ekonomik analizleri ile birlikte kamuoyuna sunmak.

Enerji ile ilgili tüm paydaşların, doğru ve güncel bilgiye hızla erişebilmelerini sağlamak; ulusal enerji envanterini oluşturmak ve güncel tutmak; planlama, projeksiyon, izleme ve değerlendirme çalışmalarına destek vermek üzere ulusal enerji bilgi yönetim merkezi kurmak ve işletmek.

Yerli ve yenilenebilir enerji kaynaklarının değerlendirilmesine ve enerji verimliliğinin artırılmasına yönelik projeksiyonlar ve öneriler geliştirmek.

Toplum genelinde enerji bilincinin geliştirilmesi ve yeni enerji teknolojilerinden yararlanılması amacıyla faaliyette bulunmak.

Enerji verimliliği ile ilgili olarak kamu kurum ve kuruluşları, üniversiteler, özel sektör ve sivil toplum örgütleri arasında etkili ve verimli işbirliğinin geliştirilmesi yönünde koordinasyonu sağlamak.

Enerji ile ilgili konularda kamuoyunu bilgilendirmek ve bilinçlendirmek amacıyla faaliyetlerde bulunmak.

Diğer ülkelerdeki benzer ulusal ve uluslararası kuruluşlarla işbirliği yapmak ve bilgi alışverişinde bulunmak. 20/02/2001 tarihli ve 4628 sayılı  Elektrik Piyasası Kanunu ve bu Kanuna istinaden çıkarılmış olan Elektrik Piyasası Lisans Yönetmeliğine göre rüzgâr enerjisine dayalı lisans almak maksadı ile yapılan başvurulara ilişkin olarak Bakanlık tarafından çıkarılacak yönetmelik çerçevesinde görüş oluşturmak.

GEÇMİŞ YILLARDAN BU YANA ÜRETİLEN HİZMETLER

Baraj ve HES Mühendislik Çalışmaları

Etüt – Proje Hizmetleri

Etüt-proje hizmetleri kapsamında ülkemiz akarsuları üzerinde tasarlanan baraj ve idroelektrik santral projelerinin mühendislik hizmetleri çalışmaları yürütülmektedir. EİEİ tarafından bu güne kadar projelendirilen toplam 357 adet HES projesinin toplam enerji üretim potansiyeli 77.879 GWh/yıl olup bu rakam ekonomik hidroelektrik potansiyelimizin %60’ına karşılık gelmektedir. Büyük kapasiteli HES projelerinin yanı sıra akarsularımızın bugüne kadar incelenmemiş kısımlarının araştırılarak enerji üretimi bakımından değerlendirilmesine yönelik olarak ülkemizin ekonomik HES potansiyelinin
daha da artırılması maksadıyla küçük akarsular üzerinde de ilave HES potansiyel belirleme çalışmaları yürütülmektedir.

Teknik Danışmanlık Hizmetleri

4628 sayılı Kanun kapsamında üretilen baraj ve hidroelektrik santral projelerine ilişkin ön başvuru ve fizibilite raporları incelenerek bu projelerin EİE tarafından üretilen projeler ile çakışıp çakışmadığının kontrolü ile teknik kontrolleri yapılmaktadır. Bugüne kadar Devlet Su  İşleri Genel Müdürlüğünce gönderilen 2770 adet ön başvuru ve 471 adet fizibilite ve revize fizibilite raporu kontrol edilerek görüş bildirilmiştir.

EİE Genel Müdürlüğü, rüzgâr enerjisine dayalı yatırım yapmak isteyen kamu tüzel kişilerine talebe bağlı olarak rüzgâr ölçümü, zemin etüdü ve fizibilite desteği sağlamaktadır. Ayrıca görev alanı ile ilgili diğer konularda Bakanlığımıza teknik danışmanlık hizmeti verilmektedir.

Kamulaştırma Çalışmaları

3096 sayılı “Türkiye Elektrik Kurumu Dışındaki Kuruluşların Elektrik Üretimi, Dağıtımı ve Ticareti  İle Görevlendirilmesi Hakkında Kanun” kapsamında Yap-İşlet-Devret yöntemi ile gerçekleştirilen Birecik Barajı ile Yamula Barajı ve HES Projesi kamulaştırma çalışmaları, 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu hükümlerine göre EİEİ tarafından yürütülmektedir.

İnşaat ve İşletme Denetimi Çalışmaları

3096 sayılı Kanun kapsamında özel sektör tarafından gerçekleştirilen tesislerin, gerek inşaat gerekse işletme dönemi boyunca onaylanmış projelerine, bu konuda yayınlanmış standartlarına ve Bakanlığımız ile özel  şirketler arasında imzalanan sözleşme hükümlerine uygunluğu denetlenerek bu konuda Bakanlığımıza teknik danışmanlık hizmeti verilmektedir. Halen YİD Projesi kapsamında işletilmekte olan toplam 19 adet HES ve 2 adet RES tesisi EİEİ tarafından düzenli olarak denetlenmektedir.

Hidroelektrik Enerji Potansiyeli Atlası (HEPA) Projesi

EİEİ tarafından bugüne kadar çeşitli seviyelerde projelendirilen ve bundan sonra projelendirilecek HES’lerin sayısal ortama aktarılarak Coğrafi Bilgi Sistemleri (CBS) yardımıyla sorgulama, sunum
ve analiz elde etme çalışmalarını kapsamaktadır. Bu amaçla öncelikle, EİEİ tarafından geliştirilen (işletmedeki barajlı santrallar ve işletmedeki regülatör tipi santralar dahil) HES’lerin detaylı karakteristik bilgileri (proje seviyesi, ili, ilçesi, nehir, kurulu gücü vb.) konumsal verilerini de içerecek şekilde sayısal ortama aktarılmıştır. Mevcut yazılım kullanılarak hazırlanan HEPA Projesi için 1/25.000 ölçekli haritalar altlık olarak kullanılmakta olup 2010 yılında sisteme ilave edilenlerle birlikte toplam 357 proje her türlü sorgulama, sunum ve analize hazır hale getirilmiştir. Ön çalışma olarak basit sorgulamaları içeren bir yazılım hazırlanmış ve EİEİ web sayfasında kullanıma açılmıştır.

HES Proje verilerinden başka, EİEİ tarafından işletilmekte olan Akım Gözlem İstasyonları’na (AGİ) ilişkin bilgiler de derlenerek sisteme aktarılmış, semboloji, format vb. çalışmalar tamamlanarak test aşamasına getirilmiştir. HEPA kapsamında bundan sonraki aşamada, EİEİ tarafından geliştirilen yeni projelere ilave olarak özel sektör tarafından geliştirilen projeler ve DSİ enerji projeleri ile bu projelerin genel yerleşim planlarının da çizilerek sisteme dahil edilmesi hedeflenmiştir.

Pompaj Depolamalı HES Potansiyel Belirleme Çalışmaları

Ülkemizin pik enerji ihtiyacının karşılanmasına katkı sağlamak amacıyla çeşitli bölgelerde sürdürülen Pompaj Depolamalı HES potansiyel belirleme çalışmalarını kapsamaktadır. 2008 yılı içerisinde ilk etüt seviyesinde çalışılan 18 adet Pompaj Depolamalı HES projesi tamamlanmış olup rapor basım işlemleri tamamlanmıştır. Bu projelerin toplam kurulu gücü 14.600 MW’tir

Hidrometrik ve Hidrolojik Çalışmalar

Hidrometrik etüt çalışmaları kapsamında gözlem istasyonlarının tesisi ve işletilmesi, istasyonlardan toplanan verilerin değerlendirilmesi, baraj ve HES projelerinin mühendislik hidrolojisi ve hidrolojik model çalışmaları yürütülmektedir. Ülkemiz sınırları içerisinde bulunan 25 adet ana akarsu havzasında akarsuların hidrometrik ve hidrolojik karakterlerinin belirlenmesi amacıyla hidrometrik Etüt Merkezleri (Elazığ, Erzincan, Samsun, Bursa, Aydın, Adana, Ankara, Van, Rize, Isparta, Kayseri) aracılığıyla ölçümler yapılmaktadır. Elde edilen hidrometrik veriler merkezde (Ankara) değerlendirilip analizleri yapılarak yayın haline getirilmekte ve kullanıcıların hizmetine sunulmaktadır.

Jeolojik-Jeoteknik ve Jeotermal Araştırma Çalışmaları

Hidroelektrik Enerji Amaçlı Jeolojik-Jeoteknik Araştırma Çalışmaları

Başta su olmak üzere, rüzgar, jeotermal, nükleer, kömür, güneş vb. enerji kaynaklarını değerlendirmeye yönelik tasarlanan mühendislik yapılarını, ilk etüt aşamasındaki yer seçiminden işletme aşamasına kadarki süreçte, olumsuz etkileyecek jeomühendislik sorunları (depremsellik, geçirimlilik, duraysızlık, vb.) yüzey ve/veya yeraltı sondajlı araştırmalarla belirlenmekte; belirlenen sorunlara çözüm önerileri getirilmekte, inşaat için gerekli kil, kum, çakıl vb. malzemenin temini amacıyla arazide ve laboratuvarda araştırmalar yapılmaktadır. EİE Genel Müdürlüğünce geçici sondaj kampları aracılığı ile kuruluşundan günümüze kadar 928.434,65 metre sondaj, 110.978 metre galeri ve 31.350 metre enjeksiyon yapılmıştır. Ayrıca 4628 sayılı Kanun kapsamındaki HES fizibilite raporlarının incelenmesi ile HES tesislerinin işletme denetim ve geçici kabul çalışmaları yapılmaktadır.

Yenilenebilir Enerji Kaynakları Çalışmaları

Ülkenin hidrolik, rüzgâr, jeotermal, güneş, biokütle ve diğer yenilenebilir enerji kaynaklarının çevre etkileri de dikkate alınarak değerlendirilmesi için kullanılabilir enerji potansiyellerini belirlemek ve bu potansiyellerden yararlanma yöntemlerini ortaya koymak, kullanımlarının yaygınlaştırılmasını ve dolayısıyla bu kaynakların getireceğiavantajlardan yararlanmak amacıyla strateji geliştirme, potansiyel belirleme, etüt, ölçüm, fizibilite, araştırma ve geliştirme, test ve demonstrasyon projeleri yürütülmektedir.

Rüzgâr Enerjisi Potansiyeli Atlası (REPA)

Ülkemizin tamamını kapsayan “Rüzgâr Enerjisi Potansiyeli Atlası (REPA)” ile ilgili çalışmalar, coğrafik bilgi sistemlerinden ve uydu görüntülerinden yararlanarak tamamlanmış olup, bilgi web sayfasında yayımlanmaktadır. Ülkemizde rüzgâr enerjisine dayalı üretim tesisleri kurmak isteyen birçok yatırımcı ilgilendikleri alanların rüzgâr kaynak bilgilerini, EİEİ Genel Müdürlüğüne başvuru yaparak temin edebilmektedir. Mevcut REPA ürün görüntüleme yazılımı geliştirilerek yazılıma ilave özellikler kazandırılmıştır. Bu kapsamda; alansal/noktasal bilgi taleplerinin raporlanması, belirlenecek olan rüzgâr kaynak alanlarına rüzgâr türbinlerinin otomatik olarak yerleştirilmesi, 30 ve 70 metre yüksekliklerde güç yoğunluğu ile kapasite faktörü haritalarının oluşturulması, belirlenen bir rüzgâr santral alanının referans elektrik enerjisi üretim değerinin hesaplanması ve bu alanın ortalama güç yoğunluğunun belirlenmesi, istenilen türbin tipine ait teknik değerlerin girilmesi gibi özellikler tamamlanarak yazılıma ilave edilmiştir. Ayrıca, mevcut ürün görüntüleme yazılımına ilave tematik haritalar entegre edilmiştir. İhtiyaç halinde temin edilecek yeni tematik haritalar da sayısallaştırılarak REPA’ya entegre edilecektir.

Rüzgâr Enerjisi Santraları (RES) Lisans Başvurularının Teknik Değerlendirilmesi

Rüzgâr Enerjisine Dayalı Lisans Başvurularının Teknik Değerlendirilmesi Yönetmeliği kapsamındaki çalışmaların yürütülmesi ile ilgili bir projedir. 2009 yılında EPDK tarafından gönderilen ve başvuru sahibi tüzel kişilerin santral sahası bildirimlerinde belirtilen türbin koordinatları CBS teknikleri kullanılarak sayısal ortama aktarılmıştır. Lisanslı, uygun bulma kararı alınmış ve uygun bağlantı görüşü oluşmuş başvurulara ait santral sahaları incelenmiş ve EPDK’na görüş bildirilmiştir. Ayrıca, lisansındaki türbin koordinatlarında değişiklik isteyenler ile geçici kabulü yapılmış lisanslı projelerinde kapasite artışı talep edenlerin uygunluk yazıları da EPDK’na bildirilmiştir.

Bununla birlikte inceleme ve değerlendirme aşamasındaki 711 adet başvurunun bilgileri CBS ortamına aktarılmış ve 411 adetinin teknik değerlendirmesi yapılarak “Teknik Değerlendirme Sonuç Raporları” EPDK’ya gönderilmiştir. RES Yönetmeliği kapsamında, RES yatırımı yapmak isteyen kamu tüzel kişilerine sunulacak destek hizmetlerinin kapsamı belirlenmiştir.

Güneş Kolektörü Test Çalışması

Ülkemizde yaklaşık 12 milyon m2 düzlemsel güneş kollektörü mevcut olup her yıl yaklaşık 1 milyon m2 kolektör üretilmektedir. EİE Genel Müdürlüğünde kurulu bulunan güneş kolektörleri ısıl performans test platformu aracılığı ile firmaların Ar-Ge çalışmalarına destek verilmekte ve TSE belgesi isteyen firmalara ait kolektörlerin ısıl performans testleri yapılmaktadır.

Güneş Enerjisi Potansiyel Atlası (GEPA)

Ülkemiz güneş kuşağı içinde yer almakta olup bu konuda önemli bir potansiyele sahiptir. Bu potansiyel sıcak su üretiminde kullanılmakla birlikte elektrik üretimi yok denecek seviyededir. Bu potansiyeli elektrik üretiminde kullanılabilmesi amacıyla GEPA hazırlanarak EİE internet sayfası üzerinden  kullanıcıların hizmetine sunulmuştur. Kullanıcılar internet sayfası üzerinden il ve ilçe bazlı aylık güneş enerjisi potansiyellerini ve güneşlenme sürelerini rahatlıkla öğrenebilmektedirler. “Güneş Enerjisi Potansiyel Belirleme Çalışması” kapsamında hazırlanan atlas ile ülkemizdeki güneş enerjisi uygulamaları açısından en iyi alanların nereler olduğu ve belirlenen bu alanlardaki güneş enerjisine dayalı elektrik veya ısı enerjisi üretim imkânlarının belirlenmesi amaçlanmıştır.

Bitkisel Atıklardan Elektrik, Isı Veya Akaryakıt Üretebilen Örnek Tesis Uygulamaları

Yeterli miktarda bitkisel atıkların temin edilebileceği ve üretilecek atık ısının servis edilebileceği özelliklere uygun bir tesis alanının araştırılması ve biyogaz ile biyokütle gazlaştırma tesisleri için örnek uygulamaların yapılması amacıyla yürütülen bir projedir. 2009 yılında; BEPA projesi çıktıları kullanılarak 500 kW gücünde biyogaz tesislerinin kurulabileceği ve TİGEM tarafından işletilen hayvan çiftlikleri belirlenmiş ve bu konuda TİGEM yetkilileri ile görüşülmüştür. Aynı  şekilde orman kaynaklı biyokütle atıklarının kullanılacağı 500 kW gücündeki gazlaştırma tesislerinin kurulabileceği öncelikli alanlar belirlenerek konu Orman Genel Müdürlüğüne aktarılmıştır.

Enerji Verimliliği Çalışmaları

Doğal enerji kaynakların kıtlığı, enerjiye olan talebin artışı ve hammadde fiyatlarındaki yükselmeler sonucunda bütün dünya ülkelerinde olduğu gibi ülkemizde de enerjinin daha verimli kullanılmasına yönelik önlemler alınmasını gündeme getirmektedir. Bu bağlamda enerjinin her noktada verimli ve etkin kullanılması ve israfının önlenmesi amacıyla, kamu, özel sektör ve sivil toplum kuruluşlarının katılımıyla çalışmalar yürütülmektedir. Türkiye’nin birincil enerji tüketimi 2008 yılında 106,4 milyon TEP olarak gerçekleşmiştir.

Türkiye, OECD ülkeleri arasında kişi başına en düşük enerji tüketimine sahip olmasına karşın, gelişme hızına bağlı  enerji tüketimindeki artış nedeniyle önemli bir tasarruf potansiyeline sahiptir. Yapılan çalışmalar, 2020 yılındaki 222 milyon TEP olarak gerçekleşmesi beklenen birincil enerji talebini en az %15 (30 MTEP) azaltabilecek bir potansiyele sahip olduğumuzu ortaya koymaktadır.

Gerekli önlemler alınmaz ise Türkiye’nin nihai enerji tüketimindeki artış, küresel enerji tüketimine ve sera gazı emisyonlarına önemli etkide bulunacaktır. Bu durum karşısında Türkiye, enerji temin güvenliğinin sağlanması, çevre sorunlarının azaltılması ve ekonomi üzerinde enerji maliyetlerinin yükünün azaltılması amacıyla enerji verimliliğine daha fazla önem vermeye başlamıştır. Bu çerçevede 2007 yılında yasalaşan Enerji Verimliliği Kanunu Türkiye pratiklerinde uygulanabilir tedbirleri, uygulamaları, destekleme mekanizmalarını ve yaptırımları kapsamaktadır.

Etüt ve Eğitim Hizmetleri

Enerji verimliliği bilincini oluşturmak, enerji tasarrufu odaklarını ve miktarlarını tespit etmek, endüstriyel işletmeler ile kamu, ticari ve hizmet binalarında etkili bir enerji yönetim sistemi kurulmasına yardımcı olmak amacıyla sanayi ve bina gibi nihai enerji tüketim sektörlerinde enerji verimliliği etüt çalışmaları ile mevcut durum ve tasarruf potansiyeli tespit edilmekte ve yapılan kurslar ile enerji yöneticileri yetiştirilmektedir. 2005-2009 yılları arasında gıda, seramik, tekstil, demir-çelik, beyaz eşya, kağıt ve kimya sektörlerinde olmak üzere 51 ön görüşme, 51 ön inceleme, 2 ön etüt  ve 8 etüt olmak üzere toplam 112 çalışma yapılmıştır. Ayrıca 2005-2008 yılları arasında 7 kamu kurumuna ait toplam 14 binada enerji verimliliği etütleri ve Antalya’da 239 otelde enerji tasarruf potansiyeli belirlemeye yönelik çalışma yapılmıştır.

Enerji Verimliliği Kanunu kapsamında yıllık enerji tüketimi 1.000 TEP ve üzeri olan endüstriyel işletmelerde, yıllık enerji tüketimi  1.000 TEP’ten az olan endüstriyel işletmelere yönelik çalışmalar yapmak üzere organize sanayi bölgelerinde, kurulu gücü 100 MW ve üzeri olan elektrik üretim tesislerinde, toplam inşaat alanı en az 20.000 m2 veya yıllık toplam enerji tüketimi 500 TEP ve üzeri olan ticarî ve hizmet binalarında ve toplam inşaat alanı en az 10.000 m2 veya yıllık toplam enerji tüketimi 250 TEP ve üzeri olan kamu kesimi binaları da enerji yöneticisi görevlendirilmesi gerekmektedir. 2005-2009 yılları arasında sanayi sektöründe enerji yöneticilerinin sertifikalandırılmasına yönelik 41, bina sektöründe enerji yöneticilerinin sertifikalandırılmasına yönelik 25 adet kurs gerçekleştirilmiş olup bu eğitimlere 1420 kursiyer katılmıştır.

Yetkilendirilmiş EVD  şirketlerine laboratuar kullanım desteği sağlanması kapsamında 2009 yılından itibaren bina ve sanayi sektörüne yönelik 21 adet uygulamalı eğitim programı gerçekleştirilmiş olup bu eğitimlere 494 kursiyer katılmıştır. Ayrıca, bölgesel işbirliklerinin geliştirilmesi amacıyla başta Türk Cumhuriyetleri olmak üzere, Asya, Orta Doğu ve Balkan ülkelerine yönelik uluslararası enerji yöneticisi eğitim programları düzenlenmektedir. Bu kapsamda 2005-2009 tarihleri arasında 25 ülkeden 113 kişinin katıldığı 6 eğitim programı düzenlenmiştir.

Ulusal Enerji Bilgi Yönetim Merkezi (UEBYM)

2819 sayılı Elektrik  İşleri Etüd  İdaresi Teşkiline Dair Kanunun 2 inci maddesi kapsamında, enerji ile ilgili tüm paydaşların doğru ve güncel bilgiye hızla erişebilmelerini sağlamak; ulusal enerji envanterini oluşturmak ve güncel tutmak; planlama, projeksiyon, izleme ve değerlendirme çalışmalarına destek vermek üzere Ulusal Enerji Bilgi Yönetim Merkezi (UEBYM) kurmak ve işletmek EİE’nin görevleri arasında yer almaktadır. “Ulusal Enerji Bilgi Yönetim Merkezi (UEBYM)” Projesinde enerji sektöründeki verilerin güncel, güvenilir ve faydalı bilgiye dönüştürülmesi; doğru bilginin, doğru yere, doğru formatta, doğru kanaldan ve doğru zamanda ulaştırılması, sektördeki gelişimin uluslararasında kabul görmüş göstergeler yardımıyla izlenmesi ve değerlendirilmesi, etkileşimli bilgi akışı ile Bakanlık faaliyetlerindeki katılımcılığın ve toplum genelindeki enerji kültürünün gelişimine katkıda bulunulması, performansa dayalı stratejik yönetim tekniklerine ve karar süreçlerine destek sağlanması hedeflenmiştir. Bu proje 2010 yılında başlatılan Enerji Bilgi ve Teknoloji Yönetim Merkezi (EBİTEM) Projesi altında yürütülecektir.

Enerji Verimliliği Portalı

Enerji verimliliği çalışmalarının yaygınlaştırılması, etkinliğinin artırılması ve enerji verimliliğinin gelişiminin izlenmesi amacıyla, etkileşimli bilgi akışının sağlanabileceği, dinamik envanter üzerinden sağlıklı projeksiyonların üretilebileceği, bilgi toplama, depolama, analiz ve raporlama fonksiyonlarına sahip bir Enerji Verimliliği (EnVer) Portalı 2007 yılında kurulmuştur. EnVer Portalı ile esnek raporlama özelliğine sahip güncel ve güvenilir bir veri tabanının oluşturulmakta, EİE tarafından sunulan hizmetlerin yanı sıra izleme ve denetim çalışmalarında etkinlik artırılmakta ve kamuoyunun bilgi ve bilinç düzeyi geliştirilmektedir. Portala Enerji Verimliliği Kanunu uyarınca enerji yöneticisi görevlendirmekle yükümlü endüstriyel işletmelere ve binalara ait 2004-2005 ve 2006 yılı enerji tüketim verileri girilmiş olup, 1.000 TEP ve üzeri enerji tüketimi olan 905 endüstriyel İşletme izlenmektedir. Bu çerçevede hazırlanan; sektörel bazda yakıt kullanım istatistikleri; enerji yoğunlukları, karbon emisyonları, vb bilgiler portalda yer almaktadır.

Enerji Verimliliği Koordinasyon Kurulu (EVKK)

5627 sayılı Enerji Verimliliği Kanunu kapsamında oluşturulan Enerji Verimliliği Koordinasyon Kurulu’nun (Kurul) sekretarya görevi EİEİ tarafından yürütülmektedir. Kurul ilk toplantısını 31 Ekim 2007 tarihinde gerçekleştirmiş olup 2009 yılı sonuna kadar toplam 10 toplantı yapılmıştır. Toplantılarda;

• Enerji Verimliliği Haftası etkinlikleri,
• Çalışma grupları ve geçici ihtisas komisyonları oluşturulması,
• Verimlilik artırıcı projelerin (VAP) desteklenmesi,
• Gönüllü anlaşma yapılacak işletmelerin belirlenmesi,
• Makina Mühendisleri Odası’nın yetkilendirilmesi,
• Sertifika ve eğitim ücretlerinin belirlenmesi,
• Danışma Kurulu toplantıları
konularında kararlar alınmıştır.

Ulusal Enerji Bilgi Yönetim Merkezi (UEBYM)

2819 sayılı Elektrik  İşleri Etüd  İdaresi Teşkiline Dair Kanunun 2 inci maddesi kapsamında, enerji ile ilgili tüm paydaşların doğru ve güncel bilgiye hızla erişebilmelerini sağlamak; ulusal enerji envanterini oluşturmak ve güncel tutmak; planlama, projeksiyon, izleme ve değerlendirme çalışmalarına destek vermek üzere Ulusal Enerji Bilgi Yönetim Merkezi (UEBYM) kurmak ve işletmek EİE’nin görevleri arasında yer almaktadır. “Ulusal Enerji Bilgi Yönetim Merkezi (UEBYM)” Projesinde enerji sektöründeki verilerin güncel, güvenilir ve faydalı bilgiye dönüştürülmesi; doğru bilginin, doğru yere, doğru formatta, doğru kanaldan ve doğru zamanda ulaştırılması, sektördeki gelişimin uluslararasında kabul görmüş göstergeler yardımıyla izlenmesi ve değerlendirilmesi,etkileşimli bilgi akışı ile Bakanlık faaliyetlerindeki katılımcılığın ve toplum genelindeki enerji kültürünün gelişimine katkıda bulunulması, performansa dayalı stratejik yönetim tekniklerine ve karar süreçlerine destek sağlanması hedeflenmiştir. Bu proje 2010 yılında başlatılan Enerji Bilgi ve Teknoloji Yönetim Merkezi (EBİTEM) Projesi altında yürütülecektir.

Eşleştirme (Twinning) Projesi

Temmuz 2005 – Kasım 2007 tarihleri arasında AB desteğinde, Türkiye’de Enerji Verimliliğinin Artırılması Eşleştirme (Twinning) Projesi yürütülmüştür. Fransa ve Hollanda’nın enerji verimliliği kuruluşları olan ADEME ve SenterNovem ile yürütülen söz konusu proje kapsamında, Avrupa Birliğinin enerji verimliliği politikaları ve uygulamaları konusunda teknik yardım, bilgi transferi ve eğitim yoluyla Avrupa’daki benzerlerine uygun bir yapının Türkiye’de geliştirilmesine çalışılmıştır. Proje faaliyetleri; Yasal ve Kurumsal Yapının Kuvvetlendirilmesi, Enerji Tasarrufu Potansiyellerinin Belirlenmesi ve Enerji Verimliliğinin Artırılmasının Önündeki Engellerin Belirlenmesi ve Uygulamaların Desteklenmesi gibi üç ana bileşen altında gerçekleştirilmiştir. Bu bileşenler altında gerçekleşen faaliyetler sonucunda;

• Proje boyunca taslak hazırlanması çalışmaları devam eden Enerji Verimliliği Kanunu ve Yönetmelik çalışmalarında AB uzmanlarının görüşlerinden de yararlanılmıştır.

• EİE’deki mevcut kapasitenin iyileştirilmesi ile bilgi ve tecrübe transferinin sağlanmasında proje ortağı ülkelerde düzenlenen eğitim, teknik gezi ve stajların yanısıra yurt içinde sanayi, bina ve ulaştırma sektörlerine yönelik gerçekleştirilen çalıştaylarda özellikle AB ülkelerinde uygulanan politika, plan, program ve uygulamalar, hakkında detaylı bilgiler edinilmiş ve önemli faydalar sağlanmıştır.

• Sanayi, bina ve ulaşım sektörlerinde enerji tasarrufu potansiyelinin belirlenmesi, göstergeler ve modellemelerle ilgili olarak ülkemizde metodolojiler geliştirilmiş, yazılım programları temin edilmiş ve enerji verimliliğini ülkemizin genel enerji projeksiyonlarına entegre etmek için bu konuda farklı kurum ve kuruluş çalışanlarından oluşturulan bir ekibin eğitilmesi de dahil olmak üzere çalışmalar yürütülmüştür.

• Yerel düzeyde enerji tasarrufu programların geliştirilmesi ve izlenmesi için özellikle bina ve ulaşım sektörlerinde yerel makamların ve paydaşların programlarında Türk ortakların aktif  olarak yer alması gibi konularda çalışmalar yürütülmüştür.

• İlgili kurum ve kuruluşlarla temaslar arttırılmış, bu kuruluşlardan ilgili personelin, proje faaliyetlerine katılımları sağlanmış ve işbirlikleri tesis edilmiştir.

• 5627 sayılı Enerji Verimliliği Kanunu kapsamında, ülkemiz sanayi sektöründe enerji verimliliğini artırmak üzere Gönüllü Anlaşma uygulamalarını yaygınlaştırmak ve uygulama mekanizmalarını tesis etmek üzere, bu konuda önemli bilgi ve tecrübe birikimi olan  Hollanda’nın bu bilgi ve tecrübelerinden yararlanmak amacıyla Hollanda Hükümeti ile ikili işbirliği geliştirilmiştir.

Rüzgâr İzleme ve Tahmin Merkezi Projesi (RİTM)

Rüzgâr hızlarının ileriye dönük (1-48 saat) tahmin edilmesi ve böylece rüzgâr elektrik santrallerinden üretilecek enerji miktarlarının önceden belirlenerek enerji üretim sistemi içinde (üretim, iletim, dağıtım) rüzgârın kapasite kredisinin artırılması oldukça önemlidir. Böylece, bir rüzgâr elektrik  santralından 1-48 saat sonrası için elde edilebilecek enerji miktarının tahmin edilmesi sektördeki yatırımcının ve  şebeke işleticilerinin yapacağı planlamaların sağlıklı olmasını sağlayacaktır. Bu amaca yönelik olarak yapılacak bu proje ile hem mevcut işletmedeki RES’lerden üretilen enerji miktarlarının izlenmesi hem de bu tesislerin ileriye dönük enerji üretimlerinin tahmin edilebilmesi için bir merkezin kurulması ve işletilmesi amaçlanmıştır. Söz konusu merkezin kurulum çalışmaları 2010 yılında başlatılacak olup 2012 yılında tamamlanması planlanmıştır.

Enerji Bilgi ve Teknoloji Yönetim Merkezi Projesi (EBİTEM)

EBİTEM; Bakanlığımız ve TÜBİTAK-MAM işbirliğinde enerji sektöründeki kararların ve uygulamaların hızlı ve isabetli olmasına katkıda bulunmak amacıyla, gelişmeleri değerlendiren, ufku tarayan ve yenilik planlayan bir merkez kurulması çalışmaları üç yılda tamamlanacaktır. EİE yerleşkesinde kurulacak merkezin personeli, başlangıçta TÜBİTAK üzerinden sağlanacaktır.

Faaliyetleri:
• Enerji sektörünün kamu ve özel kesimindeki farkındalıkları artırmak, politikalara ve uygulamalara ışık tutmak,
• Yurt dışındaki yeni teknolojilerin özümlenmesi, yerli teknolojilerin geliştirilmesi ve uygulamaya aktarılması,
• Enerji sektöründeki nitelikli insan gücünün korunmasına ve gelişmesine katkıda bulunmak için, yurt içi ve yurt dışı uzmanları ve deneyimli ünlüleri davet etmek suretiyle kısa süreli kurslar düzenlenmesi,
• Sektördeki bilgi ve bilinç düzeyini artırıcı toplantılar düzenlenmesi,
• Faaliyetleri ile ilgili basılı ve/veya elektronik ortamda yayınlar yapılmasıdır. UEBYM Projesi de bu merkez çatısı altında yürütülecektir.

Ölçme ve Değerlendirme Sistemi   (ÖDES)

Bu proje ile enerji verimliliği ve yenilenebilir uygulamalarında ülke genelindeki ve şartlarındaki gelişimin ölçülmesine ve değerlendirilmesine yönelik sistematiğin, özgül enerji tüketimleri, iletim  şartları, çevre emisyonları, ekonomik ve sosyal göstergeler ile birlikte ODEX endeksine dayandırılarak kurulması ve işletilmesi amaçlanmıştır. EBİTEM ve UEBYM Projeleri ile entegre olarak yürütülecek olan proje, TÜBİTAK işbirliği ile 2010 yılında başlatılacaktır.


Kaynak: http://www.etisanenerji.com/bilgi/elektrik-isleri-etut-idaresi-eie/

[/expand]


27 Haziran * MERKEZ HIFZISSIHHA ENSTİTÜSÜ

[expand title=”Oku ( Aç / Kapat )”]

Refik Saydam Hıfzıssıhha Merkez Başkanlığı

Refik Saydam Hıfzıssıhha Merkezi Başkanlığı, Ülkemizde Halk Sağlığının korunmasına yönelik üretim, kontrol ve tanı ile ilgili temel laboratuvar hizmetlerini yürütmek üzere kurulmuş Ulusal Referans Laboratuvarıdır.

Refik Saydam Hıfzıssıhha Müessesesi 27 Mayıs 1928 gün ve 1267 sayılı yasa tasarısıyla Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı’na bağlı olarak kurulmuştur. Daha sonra bu kanun gelişen ihtiyaçlar karşısında değiştirilerek 4 Ocak 1941’de 3959 sayılı yasa ile görev, yetki ve sorumlulukları yeniden belirlenmiştir.

En son olarak Müessesenin ismi 14 Aralık 1983 gün ve 18251 sayılı Resmi Gazete’nin mükerrer sayısında yayınlanan 181 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile “Refik Saydam Hıfzıssıhha Merkezi Başkanlığı” olarak değiştirilmiş ve Sağlık Bakanlığı’na bağlı kuruluş haline getirilmiştir. Kanun Hükmünde Kararname ile yeniden teşkilatlandırılmıştır.
Kuruluş yıllarında; Bakteriyoloji, Kimyevi Tahlilat, Farmakodinami ve Immünbiyoloji olmak üzere 4 şubeden oluşmuştu. Ayrıca meteoroloji istasyonu, özel konferans salonu ve bir de kütüphane bulunmaktaydı.

Ortaya çıkan yeni sağlık sorunlarına cevap verebilmek amacıyla aşağıda belirtilen sıra çerçevesinde görev alanı da genişletilmiştir.

  • 1931 yılında, ağız yoluyla uygulanan BCG Aşısı üretimine başlanıldı.
  • 1932 yılında, serum üretiminin ülke ihtiyacını karşılayacak düzeye gelmesi sonucu, dışarıdan serum ithali durduruldu.
  • 1933 yılında, Simple Metodu ile kuduz aşısı üretimi ele alındı.
  • 1934 yılında, İstanbul Aşıhanesi, Enstitü bünyesine nakledildi ve çiçek aşısı üretimi ülke ihtiyacını karşılayacak düzeye getirildi.
  • 1935 yılında, Farmakoloji Şubesi kurularak yerli ve yabancı ilaçlar ile diğer hayati maddelerin kontrolüne geçildi.
  • 1936 yılında, Hıfzıssıhha Okulu açıldı.
  • 1937 yılında, kuduz serumu üretilmeye başlandı.
  • 1942 yılında, tifus aşısı ve akrep serumu üretimine başlandı.
  • 1947 yılında, Biyolojik Kontrol Laboratuvarı kuruldu. Enstitü bünyesinde bir aşı istasyonu açıldı. Bu yıldan itibaren deri içi (intradermal) BCG aşısı üretimine geçildi.
  • 1948 yılında, ülkemizde ilk olarak boğmaca aşısı üretimine başlandı. Aynı yıl içinde, Viroloji ve Virüs Aşıları Şubesi kurularak ilk defa influenza virüsü, New-Castle virüsü ve tavuk vebası üzerine araştırmalar ele alındı.
  • 1950 yılında, İnfluenza Laboratuvarı, Dünya Sağlık Örgütü tarafından Uluslararası Bölgesel İnfluenza Merkezi olarak tanındı ve İnfluenza aşısı üretimine başlandı.
  • 1951 yılında, ilk kez antibiyotiklerin ve bazı vitaminlerin kalite kontrolüne başlandı.
  • 1954 yılında, İlaç Kontrol Şubesi kuruldu.
  • 1956 yılında, tetanoz aşısı daha modern metodlarla üretilmeye başlandı.
  • 1958 yılında, ilk kez frenginin modern yöntemlerle teşhisi ele alındı.
  • 1965 yılında, ilk kez kuru çiçek aşısı üretimine ve sistematik serum konsantrasyon ve purifikasyonuna başlandı.
  • 1966 yılında, Kolera Referans Laboratuvarı kuruldu.
  • 1968 yılında, Hematoloji Laboratuvarı, Anti-test Serum Üretimi Laboratuvarı açıldı.
  • 1969 yılında, Farmakoloji ve Toksikoloji Şubesi ayrı birimler olarak genişletildi ve Pirojen Testi ve Analitik Toksikoloji Laboratuvarları hizmete girdi.
  • 1970 yılında, fibrinojen, albumin ve gamma globulin üretimine başlandı.
  • 1973 yılında Pestisit Laboratuvarı açılarak insektisit, rodentisit ve mollusitlerin ruhsat ve piyasa kontrolleri ile etkenlik ve kalıntı kontrolleri yapılmaya başlandı.
  • 1974 yılında, Mikoloji Laboratuvarı açıldı.
  • 1976 yılında, kuru BCG aşısının deneysel üretimine başlandı.
  • 1979 yılında, Toksoplazma-Listeria ve ASO, Latex Laboratuvarları faaliyete geçti.
  • 1982 yılında, 26.08.1982 tarih ve 1214 sayılı yazı ile Hıfzıssıhha Okulu Başkanlığımıza bağlandı.
  • 1983 yılında, kuru BCG aşısı üretimine başlandı.
  • 1984 yılında, Zehir Danışma Merkezi açıldı.
  • 1987 yılında, AIDS Araştırma ve Doğrulama Merkezi açıldı.
  • 1987 yılında, İlaç Kontrol Laboratuvarları modernize edilerek teknolojinin en son ürünü olan cihazlar hizmete sokuldu.
  • 1987 yılında, Enstrümental Analiz Laboratuvarı açıldı.
  • 1987 yılında, personelin sosyal imkanlarını arttırıcı lojman alımı yapıldı. Çocuk kulübü açıldı.
  • 1988 yılında, Zehir Danışma Merkezi 24 saat hizmet verir hale getirildi.
  • 1990 yılında, Refik Saydam Hıfzıssıhha Merkez Başkanlığı’nın reorganizasyonu projesi başlatıldı.
  • 1991 yılında, Hıfzıssıhha Okulunun yeniden hizmete açılması çalışmaları tamamlandı.
  • 1991 yılında, kurum tarafından gerçekleştirilmek üzere “Üretilen aşı ve serumların kalitesinin arttırılması ve üretilemeyen aşılarla birlikte ihraç potansiyelinde üretimi projesi” hazırlanıp, ilk defa Devlet Planlama Teşkilatı yatırım programına girmiştir.
  • 1992 yılında, kan ürünlerinin viral inaktivasyonu başlatıldı.
  • 1994 yılında, kan ürünlerinin viral yönden potens kontrolleri başlatıldı.

Dr.Refik Saydam’ın Tablosu

İsmet İnönü Hıfzıssıhha Laboratuvarlarını Geziyor

Atatürk Hıfzıssıhha’nın açılışında Refik Saydam’la

Refik Saydam’ın Hıfzıssıhhayı Denetlemesi


Türkiye Cumhuriyeti Merkez Hıfzıssıhha Müessesesi Teşkiline Dair Kanun

Tarihi : 30 .12.1940
Sayısı : 3959
Konusu: Türkiye Cumhuriyeti Merkez Hıfzıssıhha Müessesesi

Teşkiline Dair Kanun Metni:

Madde 1 – Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekâletine bağlı, Hıfzıssıhha Enstitüsü ve Hıfzıssahha Mektebinden ibaret olmak üzere teşkil edilen (TÜrkiye Cumhuriyeti Merkez Hıfzıssıhha Müessesesi) bu kanunda yazılı işleri yapmakla mükelleftir. (*) Memleketin muhtelif mıntakalarının sıhhi ihtiyaçlarına göre Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekâletinin göreceği lüzum üzerine aynı işleri yapmakla mükellef enstitü şubeleri açılabilir.

Hıfzıssıhha Enstitüsü

Madde 2 – Hıfzıssıhha Enstitüsü Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekilliğince muhtelif ihtisas şubelerine ayrılır. Bu müessese vekâletçe gösterilecek lüzum üzerine: A) Halk Hıfzıssıhha şartlarını ıslâh ve inkişafına ve her nevi hastalıklarla mücadeleye yarayacak sıhhi ve fenni araştırmaları ve incelemeleri yapmak, B ) Vekâletçe nevileri tâyin edilen serum ve aşıları ve sair biyolojik ve kimya maddelerini hazırlamak, C) Hususi kanunlarına tevfikan yerli veyahut yabancı müstahzarların,, serum ve aşılarla sair hayati terkip veya kimyevi maddelerin kontrollerini yapmak, D) 1262 sayılı İspenciyarive Tıbbi Müstahzarlar Kanununun 10 uncu maddesine göre daimi murakabeye tabi tutulan ispenciyari ve tıbbi müstahzarat ile mezkur kanunun ikinci maddesinin a, b, c, ve d fıkralarında yazılı maddeleri satın alarak icap eden muayenelerini yapmak; E) Umumi ve İçtimai hıfzıssıhhaya ve sair mevzulara ait konferanslar tertip etmek ve neşriyat yapmakla mükelleftir.

Madde 3 – Hıfzıssıhha Enstitüsü ihtisas ve salahiyeti dahilindeki fenni ve sıhhi meseleler hakkında resmi daireler ve belediyelerle hakiki ve hükmi şahıslar tarafından doğrudan doğruya vukubulacak talep ve müracaatları kabul ederek bunlar üzerinde tetkikler ve icap eden tahlil ve muayeneleri yapar ve reyini ve mütaalasını bildirir.

(*) 1983 yılında çıkarılan 181 sayılı Kanun Hükmündeki Kararname ile Müessese Sağlık Bakanlığı’ nın bağlı kuruluşu haline getirilerek “T.C, Refik Saydam Hıfzıssıha Merkezi Başkanlığı ” adını almıştır.

Madde 4 – (Değişik, 3612 -7.2.1990) Hıfzıssıhha Enstitüsü vazifesi arasında sayılan tetkik ve muayene ve tahlillerden umumi sıhhata taallük eden işler için resmi daireler ile belediyelerden hiçbir ücret almaz. Umumi sıhhate taallük etmeyen muayene, tahlil ve tetkikler için alınacak ücretler Sağlık Bakanlığınca hazırlanacak bir tarifeyle tespit edilir. Sari veya salgın hastalık işleri müstesna olmak üzere hakiki ve hükmi şahıslara ait olan muayene, tahlil ve tetkikler de aynı tarife üzerinden ücrete tabidir.

Madde 5 – (Değişik, 3612 -7.2.1990) Enstitüde hazırlanan her nevi aşı, serum ve diğer maddelerin satış kıymetleri ve bunların ne suretle satışa çıkarılaçakları ve bunları toptan ve perakende olarak satanlara verilecek bey’iye miktarı Sağlık Bakanlığınca tayin edilir.

Madde 6 – Hıfzıssıhha Enstitüsü fenni tetkikat ve istihsalatı için lazım olan her nevi hayvanları ve yemleri tedarik edebileceği gibi bunları yetiştirmek ve işlerine yarıyacak ekimleri yapmak üzere tesisat da vücude getirebilir.

Hıfzıssıhha Mektebi

Madde 7 – Hıfzıssıhha Mektebi Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekaletinin göreceği lüzum ve tertip edeceği program üzerine tababet ve şubeleri sanatları mensupları ile eczacı ve kimyagerlere ve küçük sıhhat memurlarına umumi ve ferdi hıfzıssıhhaya veya bunlardan memur olanların sıhhi ve fenni ve idari vazifelerine ait ameli ve nazari tekamül tedrisatı yapmak ve alelumum ilmi mevzulara ait konferanslar tertip etmek ve neşriyat yapmakla mükelleftir. Tababet ve şubeleri sanatları mensupları ile eczacı ve kimyagerler ve küçük sıhhat memurlarından Devlet ve belediyelerle bunlara bağlı idare ve müesseseler hizmetinde bulunanlar Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekaleti ile alakalı vekaletler tarafından müştereken tesbit edilecek zaman ve sıralarda tekamül tedrisatında hazır bulunmağa mecburdurlar.

Madde 8 – Alakalı vekaletler ile Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekaleti tarafından müştereken tayin olunacak şekil ve sıra ve adetler dahilinde olmak suretiyle Maarif Sıhhat Müfettişleri ve Ziraat Müfettişleri ve muallimler ve mühendisler ve iş müfettişleri ile sair lüzum görülen meslek memurlarına da hıfzıssıhha mektebinde mesleklerinin sıhhi ve tıbbi kısımlarına ait tekamül kursları verilir. Bu memurlara ait yol masrafları ve yevmiyeler mensup oldukları vekaletler bütçelerinden tesviye olunur.

Madde 9 – Hıfzıssıhha Mektebinde verilecek derslerin tatbikatını temin etmek için lüzumlu olan laboratuvar ile ferdi ve içtimai hıfzıssıhha ya ait numuleri ihtiva eden müzeler tesis olunur.

MÜŞTEREK HÜKÜMLER

Madde 10 – Türkiye Cumhuriyeti Merkez Hıfzıssıhha Müessesesi laboratuvarlarında yapılan fenni tetkiklerin vekalet ve enstitü mecmualarından başka vasıtalarla ilk defa neşri Vekaletin müsaadesine bağlıdır.

Madde 11 – Türkiye Cumhuriyeti Hıfzıssıhha Enstitüsü ve Hıfzıssıhha Mektebi için lüzum görülecek ecnebi mütehassısların celb ve istihdamına ve bunların istihdam müddetlerini tesbit ve tayin ile mukaveleler akdine Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekili salahiyettardır.

Madde 12 – Türkiye Cumhuriyeti Merkez Hıfzıssıhha Müessesesinin dahili idaresi ve tedrisatının şekil, zaman ve müddeti ve diğer hususlara ait esaslar Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekilliğince tesbit olunur.

Madde 13 – 17.5.1928 tarih ve 1267 sayılı kanun ile 9.6.1936 tarih ve 3017 sayılı kanunun 23 üncü maddesinin ikinci ve üçüncü fıkraları kaldırılmıştır.

Madde 14 – Bu kanun neşri tarihinden muteberdir.

Madde 15 – Bu kanun hükümlerinin icrasına Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekili memurdur.


FAALİYET ALANLARIMIZ

GENEL ÇALIŞMA ALANLARI

Refik Saydam Hıfzısıhha Merkezi Başkanlığımız, günümüzde aşağıdaki çalışmaları başarıyla yürütmektedir:

  • Üretim
  • Kontrol
  • Tanı ve doğrulama
  • Eğitim
  • Danışmanlık

ÜRETİM ALANLARI

Merkez laboratuarlarımızda üretilerek kullanıma sunulan başlıca ürünler şunlardır:- Tanıya yönelik antijen ve antiserumlar (Salmonella, Brucella, Proteus vb)

  • Tedavi ve korumaya yönelik antiserumlar (Akrep, Tetanos, Difteri, Şarbon)
  • Deney hayvanları (spesifik patojen free fare, tavşan, kobay vb)

LABORATUVAR ANALİZLERİ

A-Kontrol ve Ölçüme Yönelik Analizler

Başkanlığımız bünyesinde hem ruhsat ve ithal iznine yönelik analizler hem de piyasa denetimi ya da ihracat, ithalat süreçlerinde gerekli olan analizler yapılmaktadır. Kontrolü yapılan başlıca ürünler şunlardır:

  • İlaç ve kozmetikler
  • Aşı, serum ve diğer biyolojik ürünler
  • Kan ve Kan ürünleri
  • Gıda, su (içme suyu, kaplıca suyu ve memba suları) ve katkı maddesi

B-Çevre ve Sağlık Hizmetleri

Temizlik maddeleri, dezenfektanlar, hava, su, toprak kalitesi ve toksik maddelerin incelenmesi.

C-Referans Laboratuvar Hizmetleri,

Tanı ve Doğrulama İşlemleri

Laboratuarlarımız, birçok konuda referans laboratuvar hizmetleri vermektedir. Rutin tanı, doğrulama ve enfeksiyon hastalıkları tanısı işlemleri laboratuvarlarımızda yapılmaktadır:

  • Hematoloji
  • Bakteriyoloji ve seroloji (Legionella, Enterik patojenler, Difteri)
  • Viroloji (HIV, Hepatit B, Hepatit C, Polio virus, kızamık, kırım kongo hemorojik ateşi vs)
  • Biyokimya
  • Hormon
  • Tüberküloz (tanı ve antimikrobiyal direnç)
  • Parazitoloji
  • Zehir araştırma (Toksikoloji)

EĞİTİM ÇALIŞMALARI

Merkezimizde süren eğitim faaliyetlerimizden bazıları şunlardır:

  • Tıpta uzmanlık eğitimi (Mikrobiyoloji ve Klinik Mikrobiyoloji uzmanlığı)
  • Hıfzıssıhha mektebi (İlk defa 1937’de açılan Hıfzısıhha Okulu’nun uzun bir aradan sonra 2003 yılında yeniden hizmete başlaması da kurumumuz ve sağlıktaki gelişmeler adına zikredilmesi gereken önemli bir konudur.)
  • Hizmet içi eğitim
  • Çeşitli kurum ve kuruluşlar ile Hıfzıssıhha Bölge Müdürlüklerinde eğitim çalışmaları

DANIŞMANLIK HİZMETLERİ

Başkanlığımız bünyesinde yer alan Zehir Danışma Merkezimiz, ülke çapında 7 gün 24 saat danışmanlık hizmeti vermektedir.

Zehir olgusunu takip etmekte olan primer sağlık personeline (doktor, hemşire…) online bilgi verilmekte ve izleme yapılmaktadır. Botulismus gibi bazı durumlarda spesifik tedavi ediciler, hastanın bulunduğu sağlık kuruluşuna ulaştırılmaktadır.

Ayrıca tüm birimler, görev alanları ile ilgili konularda da danışmanlık hizmetlerini sürdürmektedir.

YENİ HEDEFLERE DOĞRU

76 yıllık tarihinde ülkemize halk sağlığı alanında önemli hizmetler veren Refik Saydam Hıfzıssıhha Merkezi Başkanlığı önümüzdeki günlerde yeni projeler çerçevesinde, çok daha büyük başarılara imza atacaktır.

  • Koruyucu hekimliğin gerektirdiği aşı, serum ve diğer biyolojik ürünleri üretmek,
  • Ülkemizde üretilen veya yurt dışından ithal edilen hertürlü ilaç ve kozmetiklerin, biyolojik ürünlerin kontrollerini yapmak, araştırma ve laboratuvar hizmetlerini yürütmek, pestisitlerin analiz ve etkinlik testlerini yapmak,
  • Gıda kontrol ve beslenme hizmetlerinin gerektirdiği araştırma ve laboratuvar hizmetlerini yürütmek,
  • Çevre kirlenmesinin önlenmesine yönelik araştırma ve laboratuvar hizmetlerini yürütmek,
  • Zehir kontrol ve araştırma hizmetlerini yürütmek,
  • Salgın hastalıklarla ilgili araştırma, doğrulama ve laboratuvar hizmetlerini yürütmek,
  • İlgili kurum ve kuruluşlarla işbirliği yaparak sağlık personelinin hizmetiçi eğitim programlarını düzenlemek ve yürütmek,
  • Yayın ve Dokümantasyon hizmetlerini yürütmek,
  • Tababet uzmanlık tüzüğü uyarınca uzmanlık eğitimi vermek,
  • Referans hizmetlerini yürütmek,
  • Koruyucu kuduz aşısı yapmak,
  • Biyokimya, Hormon ve Hematoloji laboratuvarlarında tanıya yönelik laboratuvar hizmetlerini yürütmektir.

08.12.2010 22:00
Hıfzıssıhha’da artık muayene, tetkik yapılmayacak
Nesrin COŞKUN/İZMİR, (DHA)

BİRİNCİ basamak sağlık hizmetlerinde pilot olarak başlatılan Aile Hekimliği uygulaması yurt çapında yaygınlaştırılınca, Refik Saydam Hıfzıssıhha Merkez Başkanlığı ile bağlı 7 bölge enstitüsü laboratuvarları sistem dışı kaldı. 1 Ocak 2011’den itibaren merkez ve bölge müdürlüklerinde hasta muayeneleri ile kan, idrar tetkiklerinin yapılmayacağı bildirildi. Bu karar İzmir Hıfzıssıhha Enstitüsü’nde huzursuzluğa yol açtı.

Refik Saydam Hıfzıssıhha Merkezi Başkanlığı, ülkemizde halk sağlığının korunmasına yönelik üretim, kontrol ve tanı ile ilgili temel laboratuvar hizmetlerini yürütmek üzere, ulusal referans laboratuvarı olarak kuruldu. Başkanlığa bağlı İstanbul, İzmir, Antalya, Diyarbakır, Adana, Erzurum ve Samsun’da kurulan bölge enstitü müdürlüklerinde de bulundukları bölgelerin sanayii ve ticari gereksinimleri doğrultusunda hem hammadde, yarı mamul ve mamul ürünlerde fiziksel, kimyasal ve mikrobiyolojik analiz, hem de vatandaşlara birinci basamak sağlık hizmetleri verdi.

Ancak Sağlık Bakanlığı birinci basamak sağlık hizmetlerine Aile Hekimliği Sistemi’ni (AHS) getirdi. Pilot olarak başlatılan bu uygulama Türkiye genelinde yaygınlaştırıldı. İllerin büyük bölümünde AHS’ne geçilirken, Hıfzıssıhha Merkez Başkanlığı ile Bölge Enstitü Müdürlüklerinin verdiği bu hizmetler AHS’ne aykırı düştü.

Laboratuvarları ‘referans’ kabul edildiği için halktan büyük ilgi gören enstitülerin bu hizmetlerinin yeni yılla birlikte sonlandırılacağı bildirildi. Ankara’daki Refik Saydam Hıfzıssıhha Merkez Başkanlığı yetkilileri, hizmetin Aile Hekimliği nedeniyle durdurulacağını açıkladı. Bir yetkili, “Sağlık Bakanlığı, birinci basamak sağlık hizmetlerini Aile Hekimliği kanalıyla veriyor. Ve hastalar aile hekimlerine muayeneden sonra hastanelere yönlendirilecek. Dolayısıyla Hıfzıssıhha Enstitülerini birinci basamak sağlık kuruluşundan saymıyor ve enstitülerin bu sistemin içinde yeri yok. Hasta muayene edemez, tahlil yapamaz. Ankara dahil, tüm bölge müdürlükleri 1 Ocak’tan itibaren artık birinci basamak sağlık hizmeti veremeyecek. Merkez ve bölge enstitüleri asli görevlerini sürdürecek” dedi.

Öte yandan karar, İzmir Hıfzıssıhha Enstitüsü Müdürlüğü’nde (İZHEN) huzursuzluk yarattı. Birkaç yıl öncesine kadar günde 500 hastanın başvurduğu, bir süredir ise muayene ve tahlil için hasta sayısının 100’le sınırlandırıldığı İZHEN’de poliklinik ve laboratuvarlarda görevli 15 hekimin bu hizmetlerin durdurulmasının ardından akıbetlerinin ne olacağı merak konusu oldu. Enstitü Müdürü Selami Solmaz açıklama yapmazken, İl Sağlık Müdürü Op.Dr. Mehmet Özkan, “Hıfzıssıhha Enstitüsü asli görevini yapacak” diyerek şunları söyledi:

“Bu hizmetler kalkıyor. Artık onlar SGK’ya fatura edemedikleri için zarar olur. Yapmalarının anlamı yok. Hıfzıssıhhanın görevi hemogram bakmak değildir. Zamanında çok iyi cihazları vardı. Şu anda gerek birinci basamak, gerek hastanelerdeki alet donanım orayı, biyokimyasal tahliller ve hemogram tahlillerinde katlar. Onun ötesinde hıfzıssıhha gerçek işlevini yapacak bundan sonra. Ağır metal bakacak, kimyasal parametrelere, suya bakacak. Bu konuda en iyi merkezlerden bir tanesi. Ama Hıfzıssıhhanın görevi biyokimya tahlili yapmak değil. Böyle bir görev tanımı yok Hıfzıssıhha’nın. Hıfzısıhha böyle bir tahlil yaparsa sosyal güvenliği olan hastaya fatura edemez, parasını alamaz, zarar eder. Birinci basamakta böyle bir yaygın hizmet varken böyle bir hizmet vermeleri anlamsız bir şey. Bakanlığımız da bu hizmeti vermesini istemiyor.”


Dr. REFİK SAYDAM ÖNDERLİĞİNDE CUMHURİYET DÖNEMİ SAĞLIK HİZMETLERİNİ MODERNLEŞTİRME ÇABALARI * Halil İbrahim AKSAKAL


[/expand]


30 Haziran * Himaye-i Eftal Cemiyeti (Çocuk Esirgeme Kurumu)

[expand title=”Oku ( Aç / Kapat )”]

Himaye-i Eftal Cemiyeti (Çocuk Esirgeme Kurumu)

Çocuk Esirgeme Kurumu (2011’den itibaren Çocuk Hizmetleri Genel Müdürlüğü), Türkiye’de yoksul ve korunmaya muhtaç çocuklara ve ailelere bakım, eğitim, sağlık, kültür hizmetlerini sistemli bir biçimde sunmak için oluşturulmuş bir kurumdur.

1917’de İstanbul’da kurulan “Himaye-i Etfal” adlı ulusal dernek ile aynı nitelikte bir dernek olarak 30 Haziran 1921’de Ankara’da kurulan Himaye-i Etfal Cemiyeti (HEC), 1981 yılında dernek statüsünden çıkarak “devlet kurumu” haline gelmiştir. Başbakanlığa bağlı iken 2011 yılında Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın kurulmasından sonra bu bakanlığa devredilen kurumun faaliyetleri günümüzde Çocuk Hizmetleri Genel Müdürlüğü adıyla sürdürülür.

Kurtuluş Savaşı günlerinde bütün yurtta olduğu gibi Ankara’da da eli silah tutan her erkek cephededir. Analar da cepheye gerek sırtlarında, gerekse kağnılarla cephane ve yiyecek taşımaktadır. “Millet malıdır oğul, nem kapmasın” diyerek çocuğunun üzerinden aldığı yorganı cephanenin üzerine örtmüştür Kurtuluş Savaşı’ nda analar.

Cephe gerisinde kalan çocuklar da sokağa dökümüşlerdir. Bu yüzden cephede savaşan babalar, onlara cephane taşıyan analar tedirgindiler. İşte onlara gönül rahatlığı içinde görevlerini yapabilme olanağını verebilmek amacıyla Himaye-i Etfal (Çocuk Esirgeme Kurumu) 1 Ekim 1921 ‘de çalışmalarına başlamıştır. Himaye-i Etfal Cemiyeti, Kurtuluş Savaşı günlerinde özellikle yetim çocuklara açılan bir güven kapısı olmuştur.

Önceki yıllarda olduğu gibi yetim çocukların koruyuculuğunu yapan Mustafa Kemal, Himaye-i Etfal’in de kuruculuğunu ve koruyucuğunu yapmıştır.
Mustafa Kemal Paşa, daha o yıllarda çocuk sorununu öylesine önemli görüyordu ki, bu görüşünü ve cemiyete halkın yardım yapması gerektiğini bir konuşmasında şöyle belirtmiştir:

“Memleket çocuklarını korumayı üzerine alan Himaye-i Etfal’e vatandaş yardıma mecburdur.”

Türkiye Büyük Millet Meclisi de Himaye-i Etfal Cemiyetini o yıllarda olanca gücüyle desteklemiştir. Meclis bu cemiyet için her türlü olanağı sağlamıştır.

Özellikle korunmaya muhtaç çocuklarla yakından ilgilenen ve onlara her türlü olanağı sağlayan sonraki adıyla Çocuk Esirgeme Kurumu gelişen yıllar içinde bir çok etkinlikte bulunmuştur. Bu etkinliklerin en başında 23 Nisan Ulusal Egemenlik Ve Çocuk Bayramı’nın ülke düzeyinde coşkunlukla kutlanmasında büyük çaba göstermiştir.

Kurum, başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere dönemin tüm Devlet büyüklerinin desteklerini almıştır. Atatürk “Memleketin çocuklarını korumayı üzerine alan Çocuk Esirgeme Kurumuna vatandaş yardıma mecburdur” sözleriyle vatandaşların desteğini istemenin yanı sıra, kendisinin de Kurum’a verdiği desteğini kendi el yazısıyla aşağıdaki şekilde ifade etmiştir.

Türkiye Büyük Millet Meclisi Riyaseti

Baş Kitabeti

Evrak ve Tahrirat Kalemi

Adet

1143

Ankara

1.8.337

Ankara’da Himaye-i Etfal Cemiyeti Muhteremesi Riyasetine

11.Temmuz.37 Tarih ve bir numaralı tezkereyi aliyelerinde talep buyurulduğu veçhile Himaye-i Etfal Cemiyeti Muhteremesinin himayesini kemali iftiharla kabul ettim. Cemiyetin kıymetkar ve feyizkar mesaisinde muvaffak olmasını temenni eylerim efendim.

                                                                        Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisi

                                                                                       M.KEMAL

Varide numarası 2

Atatürk’ün hayatı incelendiğinde, savaş yıllarının en kötü koşullarında dahi çocuklarla yakından ilgilendiği ve bir çok çocuğu koruması altına aldığı görülür. Ülkenin içerisinde bulunduğu durumu yansıtması açısından Atatürk’ün Hatıra Defterinde yer alan bir bölüm gerçekten ilginçtir. 9 Kasım 1916 “Yollarda bir çok muhacirin gördük, Bitlis’e avdet ediyorlar. Cümlesi aç, sefil, ölüme mahkum bir halde 4-5 yaşlarında bir çocuğu ebeveyni yol üzerinde terk etmişler, bu da bir karı kocanın peşine takılmış. Onları ağlayarak 100 metreden takip ediyor. Kendilerini niçin çocuğu almadıkları için tekdir ettim. “Bizim evladımız değildir” dediğini belirtmektedir. Anılardan da anlaşılacağı üzere savaş yıllarında kimsesiz çocuklar sorunu, ülkenin en önemli sorunları arasında yer almaktadır.

Mustafa Kemal Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı ve sonrasında yetim çocuklara gösterdiği ilgi, Çocuk Esirgeme Kurumunun gerek kuruluşu gerekse daha sonraki çalışmalarında karşımıza çıkmaktadır.

Atatürk’ün yurt gezileri sırasında korunmaya muhtaç çocukların barındırıldıkları yurtları ziyaret ettiğini görürüz. Atatürk’ün 2 Nisan 1922 tarihinde Konya İline yaptığı gezide, Darüleytam ziyareti gerçekleşmiştir. Atatürk, misafirleri ile birlikte Dar’ül Eytam (Yetimler Yurdu)a gitmiş, erkek ve kız yetimlerin bulunduğu bölümler ayrı ayrı ziyaret edilerek çocuklara hediyeler verilmiştir.

Bu örnekleri çoğaltmamız mümkündür. Gazi 15 Mart 1923 tarihinde Adana Darüleytamını ziyaret etmiştir. Mustafa Kemal Paşa akşam üstü İstasyon semtindeki Darüleytamı gezdi. Oradaki yetim çocukları sevdi, onlar hakkındaki ilgililere sorular sorarak bilgi aldı.

Atatürk gezileri ve incelemeleri sırasında tanıştığı bir çok çocuk ve gence armağanlar vermenin yanı sıra vasiyetnamesinde Makbule, Afet, Sabiha Gökçen, Ülkü, Rukiye, Nebile’ye yaşadıkları sürece aylık bağlanmasını, İsmet İnönü’nün çocuklarının yüksek tahsili için yardım yapılmasını istemiştir. Vasiyetnamede yer almayan Abdürrahim, Afife ve Zehra’nın eğitimlerine yardımcı olmuştur. Atatürk Birinci Dünya Savaşı sırasında Van’dan kimsesiz Abdurrahim’i, Bitlis’ten yetim kız Afife ve İstanbul- Kağıthane’deki Darüleytamı (Yetimler Yurdu) gezerken tanıdığı Zehra’yı manevi evlat olarak almıştır. Özetlemek gerekirse, M. Kemal Atatürk çocuk davasının önemini her ortamda vurgulayarak çocuklara yönelik hizmetlerde rehberlik yapmayı sürdürmüştür.17 Ekim 1922 yılında Bursa’da kendini karşılayan çocuklara aşağıdaki şekilde seslenerek nasıl bir gençlik istediğini belirtmiştir.

Küçük hanımlar, küçük beyler!

Sizler hepiniz geleceğin bir gülü, yıldızı ve ikbal ışığısınız.

Memleketi asıl ışığa boğacak olan sizsiniz.

Kendinizin Ne Kadar Önemli, Değerli Olduğunuzu Düşünerek Ona Göre Çalışınız. Sizlerden Çok Şey Bekliyoruz. (Atatürk Albümü-1992)

Atatürk’ün Himaye-i Etfal’e verdiği önemi belirtmek açısından, Bolu ilinde yapılan sünnet töreni daveti ve kendisinin buna cevap olarak yazdığı telgraf metni aşağıda aynen aktarılmıştır.

B.M.M Reisi Başkumandanlık Cânib-i Âlisine, Bugün Bolu Himaye-i Etfal Cemiyeti (Çocuk Esirgeme Kurumu) tarafından vatan ve memleket yolunda hayatlarını fedâ eden şehitlerin bıraktıkları evlatlarımızla cephede bulunan sevgili askerlerimizin yavrularından 186 çocuğun Memleket Hastahanesinde sünnetleri yapılmıştır. Bu münâsebetle memleket donatılmış, mızıka ve davullarla, çocuklar arabalarla gezdirilmiş ve hepsine de bir kat elbise ve ayakkabıları ve muhtelif hediyeler verilerek, gerekli bakımları ve dinlenmeleri sağlanmıştır. Arzederim.

Bolu Mutasarrıfı Fahri (Fahreddin)

M. Kemal Paşa, B.M.M. Reisi ve Başkumandan imzası ile şu karşılığı vermiştir;

“Bolu Mutasarrıflığına,

10 Eylül 1921 tarihli telgrafa cevap.

Bolu Himâye-i Etfal Cemiyeti tarafından şehitler ve mücahitler çocuklarından 186 kişinin sünnetlerinin yapılması ve kendilerine elbise ve hediyeler verilmesi, övünülecek şeylerdir. Teşekkür ederim. Bu gibi şeylerin devamı gereklidir. İlgililere bildirilmesini rica ederim.”

Mustafa Kemal Atatürk’ün Kuruma ve çocuklara verdiği önemin bir göstergesi olan yukarıdaki telgrafın yanı sıra, çocuk bayramları ve Çocuk Esirgeme Kurumunun düzenlediği müsamerelere katılması, eşi Latife Hanımın Kurumun çalışmalarına destek vermesi bir çok kaynakta karşımıza çıkmaktadır.

1924’lerde yine Mustafa Kemal’i ilerici bir davranış olan ilk Çocuk Hakları Bildirgesine (1924 yılında o zamanki adıyla Cemiyet i Akvam tarafından hazırlanan beş maddelik Cenevre Çocuk Hakları Bildirgesi) imza atan devlet adamları arasında görüyoruz.

Cenevre Çocuk Hakları Bildirgesi, uluslararası alanda çocukların korunmasına yönelik yapılan ilk sözleşmedir.

Cenevre Bildirgesi’nde; çocukların doğal biçimde gelişmesine olanak sağlanması, aç çocukların beslenmesi, hasta çocukların tedavi edilmesi, terk edilmiş çocukların korunması, felaket anında yardımın öncelikle çocuğa yapılması, çocukların her türlü istismara karşı korunması ve kardeşlik duyguları içinde eğitilmeleri gerektiği belirtilmiştir.

Kaynaklar:

1- A A M Atatürk’te Çocuk Sevgisi, Cemil Sönmez, 2004 Yılı, ISBN: 975-16-1746-4. Sayfa: 27-33

2- www.shcek.gov.tr


 

[/expand]


1 Temmuz * Kabotaj (Denizlerinde Gemi İşletme) Kanunu’nun Kabulü ve Önemi

[expand title=”Oku ( Aç / Kapat )”]

Kabotaj (Denizlerinde Gemi İşletme) Kanunu’nun Kabulü ve Önemi

Kabotaj; Bir devletin sahip olduğu limanları arasındaki deniz taşımacılığı ve deniz ticareti konusunda tanıdığı ayrıcalıktır.

Osmanlı Devleti, kapitülasyonlarla Türk denizlerinde, yük ve yolcu taşıma hakkını Batılı devletlere vermişti. Deniz ulaştırmasının büyük bir bölümü ile önemli limanların işletilmesi yabancıların elindeydi. Bu nedenle Türkler, kendi denizlerinde ticaret yapamaz durumda idi. Lozan Antlaşması ile Türk denizlerinde gemi işletme hakkı (kabotaj hakkı) Türklere bırakıldı.

Kabotaj hakkının tam olarak uygulanmaya konulması, 1 Temmuz 1926 tarihinde çıkarılan Kabotaj Kanunu ile gerçekleşti. Bu kanunla Türk karasularında yolcu ve yük taşıma hakkı sadece Türk gemilerine verildi. Böylece Türkiye’nin denizlerinde tam bağımsızlığı sağlanmış oldu. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, millî ekonomi gereğince yabancıların Osmanlı Döneminde kapitülasyonlardan yararlanarak kurdukları ticaret işletmelerini satın alarak millîleştirme (devletleştirme) girişimlerinde bulunmuştur.

Osmanlı Devleti I. Dünya Savaşı’nın ardından hem maddi hem de manevi anlamda büyük yıkıma uğradı. Mondros ateşkes anlaşmasının imzalanması ile boğazlar ve limanlar yabancı ülkelerin yönetiminin eline geçti. Savaştan sonra ülkenin yeniden ayağa kalkması gerekiyordu, bu sebeple Atatürk yeni ekonomi girişimlerinde bulunulması gerektiğinin farkına vardı. 4 Mart 1923 ‘de İzmir’de Türkiye İktisat Kongresi toplandı. Bu kongrede yeni Türkiye Cumhuriyeti Devletinin ekonomisine güç sağlayabilecek çözümler konuşuldu. 20 Nisan 1926’da Kabotaj kanunu kabul edildi, 1 Temmuz 1926’da yürürlüğe girmesiyle Türk limanları özgürlüğüne kavuştu. 

Kabotaj Kanununun bir hükmünde; “ Türkiye limanları ve sahilleri arasında yük ve yolcu taşınması ile klavuzluk ve römorkaj hizmetleri, Türk vatandaşları ve Türk bayrağı taşıyan gemilerce yapılır.”  Bu yasaya göre Türkiye Cumhuriyeti Devletinin tüm karasuları ve limanları arasındaki deniz ticareti, yolcu taşımacılığı, dalgıçlık, rehberlik, kaptanlık, tayfalık vs. hepsi yeni Türk Devletinin yönetiminin altına girdi. Bu yasa ile beraber Türkler kendi limanlarında,  akarsularında, göllerde, Marmara Denizi ve boğazlarda tam bağımsızlığı kazanmış oldu. Yabancı devletlerin gemilerinin, sadece Türk ve yabancı devletlerin limanları arasında ticaret yapabileceği belirtildi. Böylelikle ekonomide ilk bağımsızlık elde edildi.

Kaynak: T.C. Millî Eğitim Bakanlığı Açık Öğretim Okulları (Açık Öğretim Lisesi- Meslekî Açık Öğretim Lisesi) İçin Hazırlanan 11. Sınıf Türkiye Cumhuriyeti İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük 2 Ders Notları, Alim ÖZTÜRK, s 48, 2007

[/expand]


O

[expand title=”Oku ( Aç / Kapat )”]
[/expand]


O

[expand title=”Oku ( Aç / Kapat )”]
[/expand]


O

[expand title=”Oku ( Aç / Kapat )”]
[/expand]


O

[expand title=”Oku ( Aç / Kapat )”]
[/expand]


O

[expand title=”Oku ( Aç / Kapat )”]
[/expand]


O

[expand title=”Oku ( Aç / Kapat )”]
[/expand]


O

[expand title=”Oku ( Aç / Kapat )”]
[/expand]


O

[expand title=”Oku ( Aç / Kapat )”]
[/expand]


O

[expand title=”Oku ( Aç / Kapat )”]
[/expand]


O

[expand title=”Oku ( Aç / Kapat )”]
[/expand]