AYDIN SORUMLULUĞU VE DİN ÜZERİNE

AYDIN SORUMLULUĞU VE DİN ÜZERİNE

“Engels, parti programına dine savaş açmak anlamında açık bir tanrıtanımazlık bildirisi konmasına karşı çıktı; Blanqui’ci Communardların dine karşı gürültülü savaş açmalarını bir aptallık örneği saydı ve böyle bir savaşın dine ilgiyi canlandırmak için en iyi yol olduğunu; dine savaş açmanın anarşist bir tutum olduğunu söyledi. Dine karşı savaş açmak, der Engels, Bismark’ı aratmamak, yani Bismark’ın rahiplere karşı savaş deliliğini yinelemektir. “Kahrolsun din, yaşasın tanrıtanımazlık,” diyenlere, Marks: “bu doğru değil, bu sığ bir görüş” der… Dinsel önyargılarla savaşırken son derece dikkatli olmalıyız; kimileri dinsel duyguları inciterek bu savaşımda çok zarara yol açıyorlar. Savaşımı aşırı sertleştirmekle yalnızca halkın öfkesini uyandırabiliriz; böyle savaşım yöntemleri, halkın mezheplere bölünmesinin sürmesine vesile olur… İnananların dinsel duygularını incitmekten kaçınmaya dikkat etmek gerekir; çünkü bu yalnızca dinsel bağnazlığın artmasına yarar…”

V. İ. LENİN

Yukarıda sözlerinden alıntılar aktardığımız Lenin, bir tanrıtanımazdı kuşkusuz. Gelgelelim o bile dine karşı gürültülü bir savaş açarak halkın dinsel duygularını incitici bir tutuma girmenin, toplumda dinsel bağnazlığı artıracağı kanısındaydı. Gericilikle, yobazlıkla, bağnazlıkla savaş, öyle üç beş aydının bir kaç kitap bir kaç köşeyazısı yayımlamasıyla kazanılıverecek türden kısa süreli küçük bir savaş olmadığı gibi, kuru gürültülerle, gösterilerle, sloganlarla, yürüyüşlerle kazanılabilecek bir savaş da değildir.

Çünkü halkın gerici önyargıları binlerce yıldır beyinlere kazınan hurafelerle oluşmuştur; bunların bilimle, düşünle kısa sürede giderilmesi olanaklı değildir. Türkiye’de gericilikle, tutuculukla, yobazlıkla, bağnazlıkla savaş, en az bir yüz yıl sürecek uzun soluklu bir aydınlanma devrimi olarak kavranmalı ve Avrupa’nın aydınlanma deneyiminden dersler alınarak yürütülmelidir. Avrupa’nın geçmişinde, Marks ve Engels’e gelinceye dek, batılı aydınlar, “altyapısal, geçimsel sorunların çözülmesiyle; üstyapısal, inançsal sorunların da kendiliğinden çözülüvereceği” yanılgısına saplanmamış; kendi toplumlarının gündelik yaşamlarını biçimlendiren dinsel kökenli inançlara ve bu inançlara kaynaklık eden kutsal yazılara ilgisiz kalmamış, sırtını dönmemiş; yığınların dinsel inançlarının aydın olmayanlarca karartılmasına göz yummamıştır. Avrupa’da, Marks ve Engels’e gelinceye dek, gerek düşünürlerin düşünsel yapıtları ve kurdukları düşünsel dizgeler, gerekse verdikleri sanatsal yapıtlar, hep Tanrı konusuna odaklanmıştır.

Batının söz konusu ettiğimiz yüzlerce yıllık uzun geçmişinde, dinselliği ve Tanrı’yı konu edinmeyen batılı aydın ya da sanatçı hemen hemen yok gibidir. Nietzsche ve çağdaşlarının ki Marks ve Engels de onun çağdaşıydılar “Tanrı öldü!” yanılsamasına saplanmasından önceki yüzyıllarda, hemen hemen bütün batılı aydınların Tanrı ve din üstüne düşünmeleri ve bu konuda ürettikleri aydınlık düşünceleri toplumla paylaşmaları sonucu, yığınların inançsal biçimlenmesi, doğru usyürütme becerisinden yoksun çıkarcı, saptırıcı, karanlık kimselerin yetkesine terkedilmemiştir.

Tanrı ve din konularının, Avrupa’nın en saygın ve yetkin aydınlarınca, en üst düzeyde ele alınıp işlenmesi yoluyla, batıda yığınlar dinağalarının karanlık yolundan çıkıp, inançsal konularda kendi aydınlarının bilimsel din yorumları doğrultusunda yürüyebilme olanağı bulmuş; süreç içerisinde, batıdaki koyu dinsel bağnazlık, yerini bilimsel aydınlanmaya bırakabilmiştir. Batının şimdisi, batının geçmişinin bir ürünüdür. Bizim şimdimiz de, bizim geçmişimizin bir ürünüdür. Bizim toplumumuzun kültürel geçmişinde, aydınların çoğu, yığınların gündelik yaşamını, düşünce yapısını biçimlendirmede en çok etkisi olan dinsel kökenli inançlar ve bu inançlara kaynak gösterilen Kur’an üzerinde düşünmek, düşünce üretmek ve hurafelere inandırılmış bulunan yığınlara Kur’an’ı gerçek niteliğiyle aktarmak sanki kendi sorumluluk alanlarına girmezmiş gibi davranmış ve böylece bilisiz yığınların Tanrı ve din konusunda bilgilendirilmesi işini, dinağalarına, çıkarcı dinsaptırıcılara, doğru usyürütme, doğru düşünme yetkinliğinden uzak, aydın olmayan karanlık kimselerin eline terketmiştir. Aydınlarımızın büyük bir çoğunluğu “bu konulara girmek istememiş” lerdir.

İmamlar, kadılar, şeyhülislamlar, müftüler, vb. gibi din görevlilerinin din konulu yapıtları ve bu kişiler içerisinden aydın olanların çıkıp çıkmadığı, bu yazının konusu değildir. Din, bunların geçim aracıdır; bunlar işleri gereği, geçim araçları din olduğu için, ister istemez Tanrı ve din konusunda ürünler vermişlerdir. Bunların içerisinde sayıları çok az da olsa dine bilimsel bir bakışla eğilip toplumu karanlık gerici din yorumlarına karşı uyaranlar çıkmıştır.*

Bu yazıda sözü edilen, kendileri papaz, haham, vb. gibi birer din görevlisi olmamalarına karşın, yığınların dinsel inançları üzerinde papazlardan, hahamlardan daha çok etkili olmuş olan batılı aydınların, sanatçıların, düşünürlerin din alanında neler yaptıkları; ve buna karşılık, bizim aydın, sanatçı ve düşünürlerimizin din konusunda neler yaptığıdır. Bizim aydınlarımızın ezici çoğunluğu, batılı aydınların tersine, Tanrı ve din konusunda önce kendileri aydınlanıp sonra bilisiz yığınları aydınlatmak yerine, bizim yığınlarımızın yaşamını biçimlendirmeye aday dahi olamayacak olan sözgelimi bir Charles Baudelaire’in dizeleri üzerinde kılı kırk yaran yorumlara girişmiş ve Baudelaire’in anlam ve önemini kavrama yetisinden yoksun saydığı bilisiz yığınlara onun önemini bir türlü kavratamama sancıyla kıvranarak; “Ah, siz Baudelaire’i bir de Fransızca’sından okuyabilseydiniz, o zaman benim Baudelaire’e neden taptığımı anlayabilirdiniz!” diye yakınmış; gelgelelim nedense!? bu türden aydınlarımız, içinde yaşamakta oldukları kendi toplumlarının yaşama biçimini belirlediği savlanan Kur’an’ı Arapça aslından okuyup incelemek gibi bir çabaya gerek duymadığı gibi, çevirilerinden okuyup irdelemeye dahi gerek duymamış ve bilisiz yığınları Kur’an’ı yanlış anlamaktan ve hurafelerden korumak gibi bir kaygı taşımamışlardır.

Çoğu Türk aydını, yüzyıllar süren geçmişte olduğu gibi bugün de, bilisiz yığınların dinsel, inançsal saplantı ve yanılgılarını kendi ilgi alanından dışlamak biçimindeki geleneksel kemikleşmiş çizgisini sürdürmektedir. Bu da onun bir takım gülünç durumlara düşmesine yol açmaktadır. Şöyle ki: Bilindiği gibi, Umberto Eco, bizim Tanrı ve din konusuna eğilmeyi “küçültücü” bulup kendine yakıştıramayan yerli aydınımızın tapıncağı olmuş bir batılı aydındır.

Gelgelelim, bizim “din dışlayıcı” yerli aydınımızın taptığı bu batılı aydın, hiç bir yapıtında Tanrı ve din konusunu dışlamaz; tersine, Umberto Eco, bütün yapıtlarında Tanrı ve din konusunu derinlemesine işlemektedir.

Umberto Eco, Hıristiyanlığın önemli adlarından Aquino’lu Thomas üzerine bir irdeleme yazmış, batıdaki laik sanat kültür dergileri; “Bu bir din yazısıdır, biz bunu basarsak, bizim laik niteliğimiz bozulur, götürün siz bu yazınızı dinci bir yayına bastırın” diyerek geri çevirmemişlerdir. Oysa Umberto Eco, Türk olsaydı, Türkiye’de yaşıyor olsaydı, yazısı da söz gelimi Gazali üzerine olsaydı, Türkiye’de bu yazısını bastıracak “laik” dergi bulamazdı!.. Ülkemizin çoğu “laik” aydını, Umberto Eco’nun Hristiyan papaz Thomas üzerine yazdıklarını Türkçe’ye çevirip Türkiye’deki “laik” sanat kültür dergilerinde kolayca yayımlayabilmekte; gelgelelim bu gibi Hıristiyanlığa ilişkin dinsel konulu yazıları pekala çevirip yayımlayan pek çok “laik” dergimiz, herhangi bir yerli yazarımızın konusu bizim kendi toplumumuzun dinsel inançlarının yanlış biçimlendirilmesi ve yanlış yönlendirilmesi olan yazısını basmaya o denli istekli davranmamakta; böyle yazılara burun bükmekte, İslam dinini konu alan bu tür yazıları basacak olursa kendi “laik yayın” kimliğine toz kondurmuş olacağı sabuklamasıyla irkilmektedir. Sanki Tarkovski’nin Ortodoks Hıristiyan İncil’inin “Tanrı”sı iyi de, Kur’an’ın “Tanrı”sı kötü imiş gibi!!!

Bizim laik aydınımızın ve laik yayınlarımızın çoğu, batılı laik aydınların ve batılı laik yayınların yaptığının tersini yaparak batılı gibi davrandığını sanma yanılgısı içerisindedir. Aydınlarımızın ezici çoğunluğu, öncelikle kendi toplumunun sorunsallarına odaklanarak, bu sorunsalları “doğru düşünmenin evrensel ilkeleri”yle çözümleyen düşünceler üreteceğine, şu ya da bu batılı aydının her yazdığını irdelemeksizin onaylayan okuyucuları ve okutucuları olmuş; sevdikleri, değerli buldukları ve tapındıkları şu yada bu batılı aydına ülkemizden yandaşlar kazandırmaya çabalayan bir “fan kulüp” yöneticisi gibi davranmıştır. Oysa, dünyanın neresinde olursa olsun, tüm aydınların baş görevi, öncelikle içinde yaşadıkları kendi toplumlarının sorunlarını dert edinmek, kendi yığınlarına beyinlerini bir delici matkap gibi kullanmayı, sorunların derinine inmeyi, doğru düşünmeyi öğretmek; tutarlı us yürütmeyi bir düşünsel erdem ve en üstün değer yargısı olarak toplumuna benimseten ürünler vermektir. Aydın olmak demek, içinde yaşadığı toplum için kaygı duyan, geçimsel olsun, inançsal olsun tanık olduğu bütün sorunları umursayan, önemseyen ve yaşamın her alanında sorunlara çözümler üreten kişi olmak demektir. Dünyanın bütün ülkelerinde “bu anlamda batılı” olan aydınlar vardır. Bunlar Çin’de Ukrayna’da, Avustralya’da vs. doğmuş, değişik ırklardan gelmiş olabilirler, ancak önce insandırlar ve öncelikle kendi içinde yaşadıkları toplumu, giderek tüm kişisoyunu aydınlatmak ve yanılgılardan kurtarmak sorumluluğunu derinlerinde duyanlardır. Böylesi bir sorumluluğu duyabilmenin olmazsa olmaz ön koşuluysa, başta kendisi aydınlanmış olmaktır. Öyleyse, yaşadığı topraklar üzerindeki çoğu bilisiz yığınların günlük yaşamını biçimlendiren inançlara ve bu inançların kökeni olarak gösterilen Kitap’a eğilip, onu yazıldığı dilden öğrenmeye ya da çevirisinden irdelemeye boş veren; buna karşılık bizim toplumumuza bu aşamada öğretecek her hangi bir şeyi bulunmayan örneğin Baudelaire vb. gibi yabancı ozanları Fransızca’sından okumakla böbürlenen birine, bırakalım doğuluyu batılıyı, “aydın” diyebilir miyiz? Aydın kişi, içinde yaşadığı toplumun bilisiz yığınlarının “inanıyoruz ve buyruklarına göre yaşıyoruz,” dediği bir Kutsal Kitap konusunda, nasıl olur da kendi toplumundan daha bilgisiz olabilir?.. Soru: Ne yani, şimdi aydınlar işleri güçlerini bırakıp yığınlara imamlık mı edecekler? Yanıt: Voltaire, Rousseau, Kant ya da Hegel, haham mıydılar, papaz mıydılar? Yığınların hurafelerle, boşinanlarla karartılmış; iyicil olmaktan çıkartılmış; sevgi değil ürkü saçan; barışçıl değil acımasız; kıyıcı, kandökücü çarpık inançlarını, Kutsal Kitapların özünde zaten var olan kimi uygar değerleri öne çıkararak eleştirip, böylece yığınları kargaların kılavuzluğundan kurtarmak için, ille de din adamı mı olmak gerekiyor?.. Batının kültürel geçmişinde, aydınlar, Tanrı ve din üzerine yapıtlar vererek, halkı bu konularda aydınlatma görevini papazlara dahi bırakmamış; pek çok dinsel, inançsal sorunsalda, kendi papazlarını dahi aydınlatmış; dinağalarının yığınlara aşıladığı dinsel kandökücülüğe ve dinsel karanlığa karşı, kutsal kitapların özünde zaten var olan evrensel barış, evrensel sevgi ve kardeşlik özlemini, dinsel söylemin içinden vurgulayarak sürekli diri tutmuş ve çıkarları bilisiz yığınlara bu uygar ve iyicil değerleri unutturmayı gerektiren din sömürgenleriyle, düşünsel araçlar kullanarak savaşmışlardır.

Batının kültürel geçmişinde aydınlar böyle bir görev üstlenmemiş olsalardı, batının bugünkü durumu ne olurdu? Ya da bizim toplumumuzda, geçmişte Voltaire’in, Rousseau’nun, Spinoza’nın, Kant’ın, Hegel’in işlevlerini üstlenen aydınlar yaşamış olsalardı, bizim toplumumuzun bugünü acaba yine böyle mi olurdu?.. Rousseau’ya “Emile”i, Spinoza’ya “Etika”yı, Kant’a “Basit Aklın Sınırları İçerisinde Din”i, Hegel’e “Tinin Görüngübilimi”ni yazdıran sorunsallar, bizim toplumumuzun geçmişinde hiç yaşanmamış mıdır?.. Yaşanmışsa ki yaşanmıştır, yaşanıyor demek oluyor ki, bizim toplumumuzun geçmişinde, bizim Rousseau’muzu, bizim Spinoza’mızı, bizim Kant’ımızı ve bizim Hegel’imizi ortaya çıkaracak sorunsallar vardı, ancak aydınlarımız o sırada ‘daha önemli’(?) işler ardında seğirttiklerinden!!! bu sorunsallara eğilemediler… Bir bahçevanın niteliği, yetiştirdiği çiçeklerden bellidir; bir ülkenin aydınlarının niteliği de, kendi toplumunun durumundan bellidir. Bugün toplumumuzun inanç tarlalarında güller değil, dikenler bitiyorsa; barış, kardeşlik ve sevgi çiçekleri soluyor, savaş dikenleri çoğalıyorsa; iyicilliğin yerini katılık, kötülük, kıyıcılık alıyorsa; bahçevanlarımız, aydınlarımız gerçekten sorumludurlar. Batıda bahçevanlar, yani aydınlar, yüzyıllar boyunca toplumlarının inanç tarlalarında gördükleri yabanotlarını ayıklamış, o tarlalarda filizlenen güzel çiçekleriyse sulayıp korumuşlardır. Beethoven’ın 9. Senfoni’sinin, sözleri Schiller’in dizelerinden oluşan “Lied an die Freue”, “Neşeye övgü” bölümünde, koro; Tanrı’nın izniyle, elçilerin yardımıyla, insanlığın iyiye, doğruya, güzele, gerçeğe ulaşacağını haykırır: Kardeş olun ey insanlar, bunu ister Tanrımız Bu dünyada her şey geçer, yalnız dost sana kalır İnsanlığa, doğruluğa göğsünü aç, korkma sen Özgür doğar insanoğlu, özgür yaşam hakkıdır. Tanrıtanımaz Lenin, bir 9. Senfoni dinletisinden sonra “İrtica hortladı!” gibi bir duyguya kapılmamış; tersine, “insanlığın geleceğine duyduğu umudun pekiştiğini” söylemiştir eşi Kurpskaya’ya… Oysa, aynı tanrıtanımaz Lenin, bir süre önce “Tanrı fikrinin hiç bir türüne olumlu bakmadığını” söylüyordu… Hegel’i hiç okumaksızın kötüleyip durmuş olan Lenin , Hegel’i okuduktan sonra: “Biz Hegel diyalektiğinin maddeci dostlarıyız!” demiştir. Gelgelelim “Tanrı fikri”, bilindiği üzere, Hegel diyalektiğinin tam da göbeğinde bulunur. Carl Orff’un bizim aydınlarımız arasında pek sevilen, pek tutulan Carmina Burana’sının ana konusu da Tanrı’dır, dindir. Gelgelelim bizim tanrıtanımaz aydınlarımızın büyük bir çoğunluğu, Carmina Burana’yı kendilerinden geçerek dinlerken “İrtica hortladı!” gibi bir duyguya kapılmazlar; çünkü sözlerini (güftesini) anlamadan dinlemektedirler. Oysa batılı laik aydın, onu, sözlerini de anlayarak dinliyor ve salt içinde din ve Tanrı kavramları geçiyor diye bu yapıtı karalayıp yadsımıyor.

Yine çoğu tanrıtanımaz aydınımızın bir kaç yıldır filmlerini büyük bir beğeniyle izlediği, gişeler önünde uzun kuyruklar oluşturduğu yapıtların yaratıcısı Andrey Tarkovski de dini bütün bir Hıristiyandır. Tarkovski, gerek yapıtlarıyla, gerek yazılarıyla, ‘Hıristiyan varoluşçuluk’u savunmuş, Tanrı ve din konulu ürünler vermiştir. Batılı toplumları dinsel bağnazlık karanlığından kurtararak dinsel aydınlanmaya ve toplumsal ilerlemeye yönelten, işte sözünü ettiğimiz bu türden, Tanrı’ya düşünsel düzlemde aydınca inanan, fakat beyinleri iğdiş eden dinsel uydurmalara, hurafelere inanmayan; bilisiz yığınların Tanrı inancıyla değil onların beynini iğdiş eden hurafelerle savaşan batılı aydın ve sanatçıların, yüzyıllar boyu dinsel söylem içinden vurguladıkları evrensel barış, evrensel sevgi ve evrensel kardeşlik inancı olmuştur. Batılı aydınlar, böyle davranmakla kendi toplumlarını Tanrı ve din konusunda kargaların kılavuzluğuna terketmemiş; onu Tanrı ve din konusunda eğitmiş, bilgilendirmiş, aydınlatmış; toplumun inanç alanını yaban otlarından ayıklayarak, din duygularının çıkar çevrelerince sömürülmesinden korumuştur. Aynı emeği, bizim toplumumuzun aydınları, bizim bilisiz yığınlarımıza vermemiştir. Batılı aydın yüzyıllardır ektiklerini biçiyor; peki bizim aydınımız yığınların inanç alanlarına bugüne dek ne ekmiştir ki, ne biçsin!?.. Demek ki “irtica hortladı!” demek yerine, “Aydınımız, geçmişte aydınlatmadığı bir karanlık tarafından kuşatıldı!” dersek, daha doğru olur. Kur’an’da: “suçları kendilerini kuşatanlar!” anlamında bir tümce vardır ki bu, durumumuza upuygundur. Batıda bilisiz yığınların inanç dünyası, Rousseau’lar, Voltaire’ler, Kant’lar, Hegel’ler, Kierkegaard’lar, Beethoven’lar, Goethe’ler, Schiller’ler tarafından oya gibi dokunur, damıtılır, arıtılır ve toplumun inanç bahçesi yabanotlarından ayıklanıp karanlıktan kurtulurken; bizim toplumumuzda, bizim toplumumuzun inanç alanı, büyük çoğunluğu tutarlı düşünceler üretme yetisinden yoksun, doğru düşünmenin evrensel ilkelerinden bilgisiz, aydın olmak bir yana, kendisi aydınlatılmayı gereksinen; okuma, anlama ve usyürütme özürlüsü bir takım kişiler tarafından oluşturulmuştur ve aydınımızın ezici çoğunluğu bu ürkünç oluşuma seyirci kalmıştır. Saman alevi gibi parlayıp geçen bir takım cılız aydınlanmalar dışında, bizim toplumumuzun inanç alanı, batıda olduğu gibi bir aydınlar ilgisi ve denetimi ortamında, sağlıklı olarak gelişmemiş; yığınların din duyguları, aydın olmayan ellerde, Kur’an’a dahi yabancı inançlarla, bilinçlere kandökücülük aşılanarak biçimlendirilmiştir. Evet: “İrtica hortladı!”.. Ve şimdi (1990), bir takım aydınlarımız, panikle kaleme sarılıp “Asıl Kur’an yakıldı!” diye haykırınca, “irtica”yı yeniden gömütüne göndereceğini sanıyor. ”İslam Arap dinidir, Kur’an yalnızca Araplara seslenir, bu nedenle Türkler isteseler bile Müslüman olamazlar!” deyince, Türklerin Müslümanlıktan topluca istifa edeceklerini sanıyor. Kimi yazarlarımızsa “Musa da, İsa da, Muhammed de birer çılgın, birer deliydiler. Çok tanrıcılık Tek Tanrıcılıktan ilericidir, Yaşasın Anadolu Tanrıçası Kübele!” vb. gibi yazılar yazarak irticayı mahvettiklerini sanmakta ve “laikliği” kendilerince böyle kurtarmaktadır!.. Evet: “İrtica hortladı!”.. Ve şimdi (1990) basımızda bir telaş!.. Laikliği kurtarmak için mezhep ayrılıklarını vurgulamak ve mezhep birleşmelerini önlemek gerek!.. Öyleyse kapak yapalım: Aleviler Sünnilerden iyidir! Yaşasın Aleviler, kahrolsun sünniler! Kapaklar çarpıcı, dosyalar şaşırtıcı, söylentiler acaib!.. “Laik” basın yayınımız laikliği şimdi (1990) böyle koruyor… Evet: “İrtica hortladı!”.. Peki ama ne diyor bu hortlak?: “Biz, ‘tam laiklik’ten yanayız, laiklik tam uygulansın!” diyor. Dinağaları sanki ağız birliği etmişlercesine, “Laiklik tam uygulansın!” diyorlar. ‘Garip ama gerçek’, ‘mizah değil aynıyle vaki’… Demek ki, bugün (1990), dinsel alanda genel görüntümüz şöyledir: Bir yanda ‘Laiklik elden gidiyor!” diye kaleme sarılıp, din konusunda çam üstüne çam deviren bir kaç ‘aydınlanma kahramanı’; bir yanda, laikliği kurtarmak için mezhep ayrılıklarını kaşıyan, mezheplerden kimilerini tu kaka edip, kimi mezhepleri ve toplulukları, sözgelimi kimileri Aleviliği kimileri Fethullah Gülen’ciliği “ilerici” diye ululayan “laik” basın yayın; beri yanda ‘Biz tam laiklikten yanayız, laiklik tam uygulansın!’ diyen bir “irtica”!.. Zaten şarkısı bile var: “Bir başkadır benim memleketim.” Sağı başka, solu başka, irticası başka, aydını başka, halkı başka, altyapısı kaval, üstyapısı Şişhane bir ülkenin irticası ‘tam laik’(!) olmaz da ne olur? Peki, kimi dinağalarının “laiklik tam uygulansın” istemi nereden geliyor? Laiklik tam uygulanınca ne olacak ki, bunlar laikliğin tam uygulanmasından yanalar?.. “Tam Laik”lik diyen dinağalarının istemi özcesi şu: Devlet hiç bir biçimde din alanında olup bitenlerle ilgilenmeyecek, din saptırıcılarına, dinağalarına, din sömürücülerine yönelik ne örgütsel ne düşünsel bir denetleme olmayacak; bunlar, din adına yığınları diledikleri gibi çekip çevirmekte sınırsızca özgür olacaklar; toplumu Tanrı ve din konusunda neye inandırmak isterlerse ona inandıracaklar; bilisiz yığınlara Tanrı ve din konusunda öğrettiklerinin Kitap’a uygun olup olmadığı dahi soru konusu edilemeyecek; istedikleri ‘tam laiklik’ ile her türlü denetim ve eleştiriden kurtulmuş olacakları için, topluma din adına, Tanrı adına, Kitap adına neler bellettikleri bilinemeyecek, eleştirilemeyecek; kimse kendilerine karışamayacak; çünkü onlar ‘tam laiklik’ dedikleri düzende işte bunları sağlamayı düşlemektedirler. Dikkat ediniz. Bunlar ‘tam laiklik’i aydınlardan değil, devletten istiyorlar; çünkü ülkemizde aydınların pek çoğu onlara, tam da onların istedikleri gibi, hep ‘tam laik’(!) davranagelmiştir. Çoğu Türk aydını bugüne dek Türk din saptırıcılarına o denli ‘tam laik’ davranmıştır ki, bilisiz yığınlara din adına kimlerin neler bellettiği, belletilenlerin doğru olup olmadığı, zaten umurunda olmamıştır. Bu nedenle ‘tam laiklik’ isteyen dinağaları, böylesi dinle ilgilenmeyi dışlayan, küçümseyen aydınlarımıza “minnet” borçludur. Bu din saptırıcıları, din ağaları, din sömürücüleri, dine karşı, Tanrı inancına karşı tutarsız savlarla saldırıp öfkeler savuran tanrıtanımaz aydınlarımızın bir bölümüne de “minnet” borçludur. Çünkü, yığınların Tanrı’ya inanmasını dahi suç sayan bu gibi saldırılar da en az ‘tam laiklik’(!) denli dinağalarına yaramaktadır.

Din saptırıcılarının, din sömürücülerinin, din ağalarının işine gelmeyen tek şey, yığınlara din diye, Tanrı diye bellettiklerinin gerçekten Kitap’a uygun olup olmadığının eleştirel düşünürler, aydınlar tarafından irdelenmesi; toplumun dinsel inançlarının kendileri tarafından değil aydınlarca ekilmesi; Tanrı ve din konusunda, yığınların aydınlanmış aydınlarca aydınlatılmasıdır. Ülkemizde ‘laiklik tam uygulansın’ diyen dinağaları, din derebeyleri, bununla ne demek istediklerini açıklarken, bir yandan ‘devlet bizi denetleyemesin’; öte yandan, bizim toplumumuzda Voltaire, Rousseau, Kant, Hegel gibi aydınlar çıkıp da yığınların din kültürünü oluşturma, toplumun inanç dünyasını biçimlendirme işini bizim tekelimizden almaya kalkışamasın, demektedirler. Sözgelimi, Kitap’ı kendilerinden daha doğru bilen “laik” düşünceli aydınlar çıkıp da, kendilerinin Kitap’a dahi aykırı bir takım karanlık inançlar yaydıklarını ve yığınları din konusunda yanılttıklarını topluma gösteremesin, istiyorlar. Aydınlarımız, inanç alanında ‘İçkin Eleştiri’ (İmmanent Critique) yöntemini uygulayacak olurlarsa, “fareli köyün kavalcıları” gibi etkileyici ezgilerle yığınları kendi ardlarına takıp ulusu ve ülkeyi karanlığa sürükleyen dinağalarının, “inanıyoruz” dedikleri Kitab’a başta kendilerinin uymadıkları ortaya çıkacak ve bu din sömürgenlerinin bilinçsiz yığınların gözündeki saygınlıkları yıkılacaktır. Batıda aydınların inanç alanında uyguladıkları eleştirel yöntem buydu; öyle ki batıda dinsel aydınlanma inanç alanına içkin eleştiriyle yaklaşan aydınların bir başarısı olmuştur. İnsanımıza, din adına, Tanrı adına; “Eğer Tanrı’ya inandığını kanıtlamak istiyorsa, karısını tarikat şeyhine peşkeş çekmesi gerektiğini” ya da “Tanrı’ya inandığını kanıtlamak için öz çocuğunu Tanrı’ya kurban olarak adayıp boğazlaması gerektiğini” belleten dinsaptırıcılar dahi çıkmıştır. Bu tür tüyler ürpertici olaylar basına yansıyınca, bir takım aydınlarımız “Gördünüz mü, işte Kur’an Müslümanlara bunları yaptırtan, kendi karısını başkalarına peşkeş çekmeyi buyuran, kendi yavrusunu bıçakla doğramasını öğütleyen bir kitaptır. Kur’an’ın Tanrı’sı kendisine inananlara neler yaptırıyor görün! Kahrolsun Kur’an! Kahrolsun Kur’an’ın Tanrı’sı! Kahrolsun Müslümanlık!” diye avaz avaz yayınlar yaptılar. Oysa o Kitap’ta böylesi buyruklar yoktur ve böylesi “ateşli tanrıtanımaz” aydınlarımızın bu tür yayınlarının ülkemizde tırmanan “irtica”yı geriletici en küçük bir etkisi dahi görülmemiştir; tersine, dinağaları Kur’an’a yönelik bu gibi yayınların yalan olduğunu belgelerle kanıtlayarak bunları Kur’an’a çamur atmakla suçlandırmış ve böylelikle daha çok sayıda Müslümanı kendi etekleri altında toplamayı başarmışlardır. Bir ilimizde bir şeyh bir müridine çocuğunu kendi elleriyle boğazlatabiliyorsa, bir başka ilimizde bir başka şeyh müridini Tanrı adıyla kandırarak karısını peşkeş çektirebiliyorsa, yığınların bilisizlik düzeyinden kimlerin nasıl yararlanabildiklerini çok iyi düşünmek ve yobazlıkla savaşımda yapılacak en küçük yanlışın yobazların işine yarayacağını çok çok iyi bilmek ve ona göre davranmak gerekmez mi? Kitap’a aykırı pek çok inancın, çıkarcı din ağalarınca bilisiz yığınların beynine kazındığı uzun yıllar geçmişse; yığınların inanç alanı aydınlarca işlenmeyip bu alan aydınlarca aydın olmayan çıkarcı din sömürgenlerinin işlemesine terk edilmişse, sonuç zaten ne olabilir?.. Kendilerini ‘aydınlanma kahramanı’ diye ünlendiren birileri, yığınların Tanrı inancına öfkeyle saldırır ve onların inandıkları Tanrı’ya sövgüler, aşağılamalar yağdırırlarsa, sonuç zaten ne olabilir?.. Aydınlarımızın ezici çoğunluğu toplumun inanç tarlalarına kimlerin neler ektiğine yüz yıllardır boş vermişlerse, sonuç zaten ne olabilir?.. Geçmişimizde olduğu gibi bugün de ‘irticaya prim vermemek’ gerekçesi ardına sığınarak, toplumumuzun dinsel inançlarını aydınlık ve bilimsel düşünceyle yoğurma görevinden kaçanlar, yarın belki de iş işten geçtikten ve ülkemizde dinağalığı düzeni kurulduktan sonra, din ve Tanrı konusuna ister istemez gireceklerdir; “lakin vakit geçmiş olacak”!… İnsanlarımız, batılı aydın Umberto Eco’nun, papaz Aquinolu Thomas için ne düşündüğünü bilsin elbette; ancak insanlarımız bundan çok, kendi aydınlarımızın özellikle de tıpkı Rousseau, Spinoza, Kant ve Hegel gibi, tıpkı Beethoven, Goethe ve Tarkovski gibi, Tanrı’ya düşünsel düzlemde, bir felsefi varlık kategorisi olarak aydınca inanan, fakat hurafelere karşı olan bizim aydınlarımızın Tanrı ve din üstüne iyicil, usa dayanan, öze yönelik, kan dökücülükten ve kıyıcılıktan uzaklaştırıcı, doğru düşünmeye yönlendirici, aydınlatıcı düşüncelerine gereksinimi var; Tanrı inancına ve dine karşı cepheden ve üstelik yanlış bilgilere dayalı, sonunda kendilerini yalancı durumuna düşürerek gericileri güçlendirecek türden kışkırtıcı saldırılara değil…

Cengiz Özakıncı

Leave a Reply