Tag: Atatürkçülük

 

ATATÜRK SCHOOL 2019 EDUCATION YEAR CLASSES STARTING !!! Drummoyne Public School New Turkish Language Classes

Drummoyne Public School – NEW CLASS starts on

7 FEBRUARY 2019 THURSDAY

Lesson times 3:45pm – 5:30pm

Drummoyne Public School, Rawson Avunue DRUMMOYNE

Feel free to contact us on following numbers to obtain further information.

ÖmerCan 0418 695 766

Bahar 0475 738 726

New Drummoyne class student enrolment starts at 3:00pm on 2nd of February. It’s never too late for new student enrolments even if you find out about our school throughout the year anytime.

Enrolment Forms can be found on our school Internet page.

https://ataturk.org.au/okul/

2019 ATATÜRK SCHOOL DRUMMOYNE CLASS TIME TABLE

3:45pm – 4:30pm 1. Lesson

4:30pm – 4:45pm Recess

4:45pm – 5:30pm 2. Lesson

Ataturk School 2019 Calendar

ATATÜRK SCHOOL 2019 EDUCATION YEAR CLASSES STARTING !!! Granville Public School

Granville Public School classes starts on

2 February 2019 Saturday

Lesson times 12:00pm – 4:30pm

Granville Public School, Gate 9 Carpark Entry on Florie Street GRANVILLE NSW 2142

Turkish Language Education, embedded with Turkish Culture, Ataturkism, Modern, Democratic and Secular 2019 education year starting. Enrolments for new students are  welcome to all ages and cultures.

Please Contact Ömer Can Şirikçi on 0418 695 766 for inquires and further information.

It’s never too late for new student enrolments even if you find out about our school throughout the year anytime.

Enrolment Forms can be found on our school Internet page.

https://ataturk.org.au/okul/


2019 ATATÜRK SCHOOL GRANVILLE CLASSES TIME TABLE

11:30am Florie Street Carpark Entry Gates Opens

12:00pm – 1:00pm Special Music Education – Students with music instruments taught by Merdan Bey

12:00pm – 1:00pm Beginners Music and Drama Education – for new students

12:00pm – 1:00pm Chess Classes – for new students

12:00pm – 1:00pm TurkishReading Club – for all students

1:00pm – 1:15pm Arrival of Students

1:15pm – 1:30pm Assembly (Turkish National Anthem & Student Oath)

1:30pm – 2:15pm (45 minutes) 1. Lesson

1:30pm-1:45pm Music Lessons Class 1 (15 minutes)

2:00pm-2:15pm Music Lessons Class 2 (15 minutes)

2:15pm – 2:45pm (30 minutes) Recess

2:45pm – 3:30pm  (45 minutes) 2. Lesson

2:45pm-3:10pm Music Lessons Class 3 (25 minutes)

3:30pm – 3:45pm (15 minutes) Recess

3:45pm – 4:30pm (45 minutes) 3. Lesson

Ataturk School 2019 Calendar

ÖNCE KİN, SONRA KAN!

Dünyada Ruanda diye bir yer var.

Orta Afrika’da; etrafı Uganda, Kongo, Burundi ve Tanzanya ile çevrilmiş garip bir toprak parçası… 12 milyon nüfusa ve 26.338 kilometrekare toprağa sahip, bizim Konya ilinden bile küçük garip bir devlet.

Önce Alman, sonra da Belçika sömürgesi olan bu küçük ülke; engebeli arazi yapısı nedeniyle “Bin Tepeli Ülke” diye de anılır. Aslında “Bin Tepeli Ülke”den daha çok, “Bin Dertli Ülke” denilse daha doğru olur.

Fakat Ruanda önemli. Çünkü dün Ruanda’da yaşananları ve Ruanda’yı anlamadan, bugün ülkemizde bizlere yaşatılmak istenenleri anlayamayız.

Esasen Belçika sömürgesiydi.

Derken baktılar ki, bu Ruandalılar “Ruanda’nın Ruandalılara ait olduğunu” savunmaya başlıyorlar ve sömürüye karşı başkaldırmaya niyetleniyorlar. Belçikalılar durur mu? Hemen harekete geçtiler.

Dışarıdan bakıldığında, aslında çok masumane gibi görülen bir şeyler yapıyorlardı.

Ne mi yaptılar? Ruandalılara sözde hangi ırktan olduklarını gösteren kimlikler dağıtmaya başladılar.

“E ne varmış bunda?” demeyin. Çünkü Belçikalılar; Ruandalıların ırklarını belirlerken öyle akla zarar yöntemler kullandılar ki, şaşmamak imkânsız.

Öyle DNA testi, şecere, tarih, kültür, akrabalık bağı araştırması falan değil. Yöntemleri çok daha basitti. Basit, ama şeytanca! Ruandalıların daha ince yapılı ve daha narin bir görünüşe sahip olanlarını, ince burunlularını, uzun boylularını, güzel ve yakışıklı olanlarını ve daha zengin olanlarını nüfusa “TUTSİ”  olarak kaydettiler. Şaka falan değil, şimdi sıkı durun. Ruanda’da sahip olduğunuz inek sayısı sizin ırkınızı belirleyen bir kıstas idi. Yani 10 inekten fazlasına sahipseniz “Tutsi”, 9 ve daha az ineğiniz varsa hoop oluveriyordunuz “HUTU”… Yani dün 10 ineğiniz vardı ve geceleyin birisi hastalanıp öldüyse, sabaha ırkınız değişmiş olarak kalkıyordunuz.

Yukarıda belirtilen Tutsi ölçütlerin dışında kalan halkın tamamı nüfusa Hutu olarak kaydedilmişti.

Alın size iki ayrı ırk!

Ne hazindir ki, yüzlerce yıldır aynı dili konuşan ve aynı kültürü paylaşan bu insanlar, yapay da olsa ayrılmışlar ve iki ayrı ırka bölünmüşlerdi. Yaşadıkları ilerde yaşayacaklarının yanında bir hiçti ve bu durum sadece bir başlangıçtı.

Çarklar işlemeye devam ediyordu. Nüfusa Tutsi olarak kaydedilenlerin genel nüfusa oranı %10, Hutu’larınki ise %90 idi.

Halkın %10’unu oluşturan Tutsi’leri üst sınıf olarak belirleyip Ruanda’yı rahatça yönetebilmek için iktidara getirdiler. İktidara getirilen Tutsi’lere sağlık ve eğitim hizmetleri başta olmak üzere her konuda öncelik ve ayrıcalık verdiler. Hutu’lar ise; artık azınlık bir üst sınıf tarafından yönetilen çoğunluk bir alt sınıftan ibaretti.

Alt sınıf olmak kimin hoşuna gider ki?

Tabi bu durum Hutu’ların da hoşuna gitmedi. Doğal olarak iktidarı azınlığa bırakmak istemediler. Bir yandan da, dışlanmışlık, horlanmışlık ve ezilmişlik duygularının etkisiyle içlerinde büyük bir kin biriktirmeye başladılar. Lakin bu kini Belçikalı efendilerine karşı değil, Tutsi’lere karşı biriktirdiler.

Sonunda Belçika’lılar bölgeden ayrılmaya karar verince, bu sefer de yönetimi yıllardır ezilmelerine ve horlanmalarına göz yumdukları Hutu’lara bıraktılar.

Ruanda artık özgürdü. Ama bu özgürlük; yapay olarak ırklara bölünmüş ve birbirine düşman edilmiş cahil bir halkın sahip olduğu sözde bir özgürlüktü!

Daha önce emperyalistlerce desteklenen Tutsi’ler, kendilerine verilen iktidar erkini tekrar kazanabilmek için, 1990 yılından itibaren iktidardaki Hutu’lara saldırmaya başladılar. Hutu’lar ise yıllarca süren ezilmişlik ve dışlanmışlık hisleriyle intikam almaya hazırlanıyorlardı.

Yani plan ikinci aşamaya geçmiş ve iki halkın arasına sokulan kinden sonra kan da girmeye başlamıştı!

1994 yılına kadarki çatışmalarda, binlerce insan yok yere öldürülmüş ve yüz binlerce insan da mülteci konumuna düşerek ülkelerini terk etmek zorunda kalmışlardı.

Fakat yetmezdi.

1994 yılında Cumhurbaşkanı Habyyarimana’yı taşıyan uçağın düşürülmesi ve bu olaydan Tutsi’lerin sorumlu tutulması, bugün “Ruanda Soykırımı” diye anılan olayların işaret fişeği oldu. Bu olay üzerine şiddetlenen çatışmalarda; Nisan Ayı’ndan Temmuz Ayı ortalarına kadar, yani SADECE 100 GÜNLÜK BİR ZAMAN DİLİMİNDE TAM BİR MİLYON KİŞİ ÖLDÜRÜLDÜ!

Yalnızca bu kadar mı?  Ne yazık ki, hayır!

Dehşetin boyutu o kadar büyüktü ki, ölümlerin çoğu satırla doğrama yoluyla gerçekleşti. Hatta parası olan Tutsi’ler katillerine para vererek ateşli silahla öldürülmeyi bile seçebiliyorlardı. 1994 yılında nüfusu 7 milyon olan ülke insanlarının 1 milyonu satırlarla parçalanarak can verirken, 3 milyonu da mülteci oldu. Tam 500.000 kadına tecavüz edildi. Bunlar yalnızca resmi kayıtlara girdiği için bilinenleri, ya bilinmeyenleri? Şaşırmayın, çünkü aylık gelirin sadece 8-9 dolar olduğu, garip bir ülkeden bahsediyoruz.

İşte bir halk, bağımsızlığını kazansa bile; millet olmayı başaramaz ve Tutsi ve Hutu gibi alt kimliklere bölünürse, ne yazık ki sonuç büyük bir facia olabiliyor!

Unutmayalım ki, dünyanın her yerindeki emperyalistler, her zaman ulusal kimliğin karşısında olmuşlardır. Aynı soydan olan insanları bile, yapay olarak farklı etnik kimliklere bölmüşler ve daima “BÖL – PARÇALA – YUT” taktiğini uygulamışlardır.

Rusya’nın Türkistan’da yaptığı da buydu. Orta Asya’da Türklerin yaşadığı bölgenin adı Türkistan’dı. Çin’e yakın olanı Doğu Türkistan, Rusya ve Anadolu’ya yakın olan tarafı da Batı Türkistan…

Ve bu coğrafyada yaşayanların hepsinin ortak adı da TÜRK idi.

Onlara yeni ırk isimleri uydurdular, yeni lehçeler ihdas edip farklı farklı alfabeler dayattılar. Türk boylarının aslında ayrı birer millet oldukları yönünde, çok yönlü bir psikolojik harekât ve etkili bir propaganda yürüttüler.

Bugün ne durumdadır?

Özbek, Tatar, Kırgız, Kazak, Türkmen, Azeri… Ve bunların içinde bize en yakın olanı da Azerbaycan Türkleri değil mi?

Ama gelin görün ki, tarih bilincinden yoksun ve milli şuurdan uzak kalmış bir Azerbaycanlı kardeşimize bile diyorsun ki; “Sen de, ben de ikimiz de Türk’üz”. Adam diyor ki, “Hayır ben Azeri’yim”.

Emperyalistlerin, bu farklı ırklar ortaya çıkararak böl parçala ve yut projesi öyle başarılı olmuş ki; dininiz bir, diliniz bir, kültürünüz bir, tarihiniz bir, hatta kanınız ve geniniz bir ama buna rağmen “biz biriz” dedirtemiyorsunuz. Oysa gerçekleri bilenler ne de güzel biliyor. Azerbaycan Türklerinin Halk Şairi Bahtiyar Vahapzade bakın ne diyordu:

“Kurtlar olur çobanların koyunu,

İtten öğrenirse, kendi soyunu,

Azerilik komünizmin oyunu,

Azeri değiliz, Türkoğlu Türk’üz!”

Maalesef bu strateji uygulandığı her ülkede başarılı oldu.

Arap coğrafyasındakilerin neredeyse hepsi Arap ırkından değil mi? O zaman bu sınırları cetvelle çizilmiş Irak’ı, Suriye’si, Ürdün’ü, Lübnan’ı, Mısır’ı ve Arabistan’ı ne oluyor? Körfez savaşında Suudi Arap pilotları Amerikalılarla birlikte Irak’taki hem ırkdaşı hem de dindaşı olan insanları bombalamadılar mı?

Bir milletin parçalanmasının en kolay yolu içine tefrikayı sokmaktır. Yani ayrımcılığı ve kutuplaşmayı hortlatmak ve birbirine düşman edip araya kan sokmaktır!

Araya bir kez kan girdi miydi, artık orası en az bir asır iflah olmaz! Siz de istediğiniz gibi rahat rahat sömürürsünüz.

Bakın ne diyordu Mehmet Akif;

“Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez;

Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez.”

Emperyalist Amerika’nın Büyük Ortadoğu Projesi’nin BOP, genel hedefi de bölge jeopolitiğinin değiştirilmesi ve Balkanlaştırılmasıdır.

Balkanlaştırma derken, Yugoslavya’da öyle bir oyun oynandı ki, uzun yıllar boyunca yan yana ve barış içinde yaşayan farklı din ve etnik kökenden insanlar; önce dış güçler ve içeride de partiler tarafından kutuplaştırıldılar. Daha sonra bir futbol maçında fitili ateşlenen olaylardan sonra, her fırsatta birbirlerini boğazlar hale geldiler. Şimdi ortada bir Yugoslavya yok. Ama ABD’ye biat etmiş ve bir tür modern sömürge haline gelmiş tam yedi tane devletçik var.

Bugün Irak’ta ve Suriye’de oynanan oyunları PKK/PYD ve IŞİD gibi unsurların silahlandırılmasını ve pohpohlanmasını bu proje kapsamında değerlendirmek gerekmektedir.

Bölgemizde BOP’un işlemeye başlaması ile birlikte, ne yazık ki bu plan ülkemizde de uygulamaya konulmuştur. Lütfen gözlerinizi kapayın, 10 yıl öncesine dönün ve olanları bir düşünün…

• Türkiye’de etnik kimlik çalışmaları neden bir anda popüler oldu?

• Alt kimlik, üst kimlik tartışmaları neden en üst perdeden seslendirilir oldu?

• Ülkeyi yönetenler dahi, her fırsatta neden hep alt kimliklere vurgu yapar hale geldi ve neden bütün alt kimlikleri bir papağan gibi dile getirir oldu?

• Ülkenin her yerinde Kürtçe dil kursları, üniversitelerde Kürdoloji bölümleri ve Kürtçe televizyonlar neden art arda açılmaya başladı?

• Neden herkes “Ben Kürdüm, Çerkez’im, Arnavut’um, Ermeni’yim, Pomak’ım” demeye başladı?

• Türklüğe neden düşman olundu?

• T.C. ve Andımız neden kaldırıldı?

• Türk ordusuna neden kumpaslar kuruldu?

• Türk milliyetçiliği neden ayaklar altına alındı?

• Türkçülük aşağılanarak bölücülükle bir tutulurken, Kürtçülük neden yükselen bir değer haline getirildi?

• Türkçülükle İslam neden karşı karşıya getirildi?

• Türkiye Cumhuriyeti’ni kuranlardan neden ölesiye nefret edildi ve neden hatıralardan bile silinmek istendi?

• Neden ısrarla bölücü ve kutuplaştırıcı Rabia işaretleri kullanılır oldu?

• Dicle ile Fırat’ın arası; Blackwater, Global ve Black Hawk gibi isimler taşıyan karanlığın hayalet ordularıyla neden dolduruldu? Ordu derken, sayıları 25.000 – 30.000 bulan ve 10.000 – 15.000 dolar arası maaş alan, her türlü gelişmiş silah ve teçhizata sahip, tamamen profesyonellerden oluşan azılı bir yapıdan söz ediyoruz.

• Bir de tabi “Başkanlık Sistemi” olayı var. Durup dururken bu millete, Başkanlık Sistemi adı altında neden tek adamlık dayatıldı?

• Neden partili Cumhurbaşkanlığı gibi taraflı, ayırmacı ve kayırmacı bir sistem garabetine girildi?

Evet, bu başkanlık olayı önemli. Neden mi? Bakın CIA Eski Türkiye İstasyon Şefi Paul Bernard Henze, 2006 yılında Beyaz Saray’a sunduğu bir raporda ne diyor:

“Türkiye’nin bu şekliyle, Amerikan politikalarının yanında olacağından emin olamayız. Ülkeyi kuranlar, denetim mekanizmasını çok sıkı tutmuşlar. Hükümeti ikna ettiğimizde Meclis; Meclis’i ikna ettiğimizde, ordu; orduyu ikna ettiğimizde yargı karşımıza geçebiliyor. EĞER AMERİKA’NIN ÇIKARI TÜRKİYE’DE BİR FEDERAL DEVLET KURULMASI İSE mutlaka ve öncelikle yargı, ordu, Meclis ve hükümeti tek elde toplayan BAŞKANLIK REJİMİNE GEÇİLMELİDİR. BİR KİŞİYİ İKNA ETMEK, BİRBİRİNİ DENETLEYEN YAPIYI İKNA ETMEKTEN ÇOK DAHA KOLAY OLACAKTIR. Eğer o bir kişi Amerikan çıkarlarını yardım etmek konusunda tereddüt ederse, BİR KİŞİ ÜZERİNE KURULMUŞ YAPIYI YIKMAK, AMERİKA İÇİN SORUN OLMAZ.”

Ülkemizde BOP’un değirmenine su taşıyan birileri, bütün bunları ne yazık ki bilinçli olarak yaparken, her devrin adamı olanlar ise bu rüzgâra kolayca kapıldılar. En üzücü olanı da, bazı akademisyen ve aydınlarımızın, hiç farkında olmadan bu değirmene su taşımış olmalarıdır.

Önce kin, sonra kan; önce kutuplaştır, sonra savaştır projesi de diyebileceğimiz bu kanlı proje; maalesef ki, (kısmen de olsa) bizde de başarılı olmuştur!

Türkiye’deki giderek artan ve keskinleşen kutuplaşmayı da bu gözle okumak lazımdır. Yoksa halkın bir karpuz gibi ikiye bölünmüş olmasını nasıl açıklayacaksınız?

Evet, ülkemizin bölücü terörle ilgili gerçekten hayati sorunları vardır. Ancak milletimizi hiç olmadığı kadar kutuplaştıran ve neredeyse birbirine düşman eden asıl etken terör sorunu değil, kutuplaştırıcı siyaset iklimidir. Bu noktayı da dikkatlerden kaçırmadan düşünmeli ve olayları doğru okumalıyız.

Ne yazık ki, bu kinli ve kanlı proje; uygulayıcılarını biraz fazlaca uğraştırsa da, yavaş ilerlese de, kabul edelim ki bizde de başarılı olmuştur!

Lakin bizim için, HALA BİR ÇIKIŞ YOLU VARDIR ve bu emperyalist tuzağı kuranların başına geçirebilmek için hala daha bir şansımız bulunmaktadır.

Evet kutuplaştık!

Evet, aramıza kin girdi!

Ama HENÜZ ARAMAZA KAN GİRMEDİ…

Yani köprüden önce son çıkıştayız!

Bu çıkış ise en şanlı, en namlı ve en kutsal olan TÜRK kimliğine sarılmaktır.

Tek adamlığa değil parlamenter sisteme sarılmaktır.

Paçavralardan medet ummak değil, ay yıldızlı al bayrağa sarılmaktır.

Demokrasiye sarılmaktır.

Yandaşlığı ve kandaşlığı bir kenara bırakarak, daha onurlu olan eşit vatandaşlığa sarılmaktır.

Mezhepçiliği ve tarikatçılığı terk ederek yalnızca Allah’ın ipine sarılmaktır, kardeşliğimize sarılmaktır.

Binlerce yıldır bizi bir arada tutan kültürümüze, tarihimize, örfümüze ve dilimize sarılmaktır.

Atatürk’e ve onun kurduğu çağdaş Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne sarılmaktır.

Ve gerekirse bu uğurda çocuklarımız ve torunlarımız için, kefen niyetine al bayrağa sarılmayı göze almaktır!

Yoksa maazallah kin giren araya bir de kan girerse!

Onun için, Partili Cumhurbaşkanlığı ve başkanlık gibi tek adamlığa çıkan saçmalıklardan vaz geçilmeli, parti devleti ve parti egemenliği değil, milli egemenlik ihya edilmelidir.

Milli bilince sahip millet evlatları çok daha fazla çalışmalı ve toplumu bölenleri değil, birleştirenleri iktidara getirmelidir.

Unutulmamalıdır ki, eğer aramıza bir kan girerse… Ruanda örneğinde yaşananlar, yaşanacakların yanında hiç kalır! Semeresini de emperyalistler alır.

Son sözüm ise; bizi de adeta Tutsi ve Hutu olarak ayırmaya çalışan dış düşmanlarımız ile içerideki işbirlikçi hainlere olacaktır.

Bizi de Tutsi ve Hutu olarak ayırmaya çalışan sizlere lanet olsun. Ama bilin ki, bizler asla sizin istediğiniz gibi Tutsi ve Hutu olmayacağız.

Ve bizler, ne modernleşmiş Yezitlere ne de çağın Nemrutlarına asla geçit vermeyeceğiz.

Çünkü bizler;

muhtaç olduğumuz kudreti damarlarımızdaki asil kandan alan Büyük Türk Milleti’yiz.

2014 HAZİRAN 16 – Atatürk, Atatürkçülük ve Cumhuriyet Düşmanlığı

AAKM Makale - Hurriyet - OmerCan Banner 2013.v3

Atatürk, Atatürkçülük ve Cumhuriyet Düşmanlığı

Dış güçlerin dışarıdan, iç güçlerin içeriden yıkmaya çalışıp yıkamadıkları; Cumhuriyetimize ve onun kurucusu Büyük Kurtarıcı Atatürk ile veAtatürkçülük ile alıp veremekleri nedir?

Bu Atatürk düşmanlığı nereden geliyor?

Bu konuda okuduklarımı bir araya getirdim bu yazıda.

“Atatürk” ismi Cumhuriyet harcının suyudur; Çanakkale’dir, Kurtuluş Savaşı‟dır; şehit ve gazilerdir; özgürlük ve bağımsızlıktır; millî ruhtur; önder gücü “örgütlü halk ordusudur”.

Bu düşmanlığı anlamak için Osmanlı tarihine bakmak gerekir. Atatürk ve Atatürkçülük düşmanlarının atalarını Osmanlı tarihinde bulabilriz. Bu düşmanlığın ataları, her türlü yenilik ve gelişmeye karşı olan, şeyhülislam ve medrese kurumu, yeniçeri ve ilmiye (uluma) sınıfı, ahi loncaları, arasta esnafı ve buna benzerleri, her zaman ayaklanma ve isyan çıkarmışlardır. Patrona Halil, Kabakçı Kul Mustafa… 31 Mart… Hürriyet ve İtilaf Fırkası, Ahrar Fırkası, İkinci Grup… Bunların aslında Atatürk düşmanlığı Cumhuriyet düşmanlığıdır. Cumhuriyet, gericilik yuvası olan medreseleri, tekke ve zaviyeleri kapattığı, ilmiye sınıfını tasfiye ettiği için bunlar Cumhuriyet düşmanıdırlar. Şimdi bunlar Cumhuriyeti ve onu ayakta tutan tüm temelleri yıkmaya ve teker teker tasfiye etmeye çalışmaktadırlar.

Temel bir sosyolojik kavram olarak, her devrimin kendi karşı devrimini yarattığı bilinmektedir. Türkiye’de uzun zamandan beri yaşanan çelişki, Atatürk Devrimleri ile Karşıdevrim arasındadır. AKP yönetiminin atalarıda işte bu Osmanlı köklerinden gelen, Osmanlıyı tekrar mezardan kaldırıp hortlatmaya çabalamakta ve karşıdevrimin partisi olduğu için bu yaptıklarını yapmaktadır. Atatürk Devrimi, yeni bir Sevr’den korunmak için Türkiye’yi orta çağdan yeni çağa yani çağcıllığa (modernliğe) geçirmeye; Karşıdevrim ise, onu orta çağda tutmaya çalışıyor. Devrim şıklık ya da hoşluk olsun diye yapılmadı.

Türkiye Cumhuriyeti tarihi iki dönemden oluşuyor: Bilinen Atatürk Devrimi dönemi (1919 – 1950) ve Karşıdevrim dönemi (1950‟den bugüne kadar). Karşıdevrim şu temeller üzerinde kuruldu: Halkevleri ve Köy Enstitülerinin kapatılması, İmam Hatip okullarının açılması, öğretmenliğin 2. sınıf meslek haline getirilmesi. 1950‟den sonra CHP hiç iktidar olamadı, hatta daha doğrusu tek başına iktidar olamadı. Yaptığı muhalefet ise, zayıf ve şaşkın oldu. Atatürk Devrimini savunacak yerde, onu ayraç içine alıp Avrupa’dan sosyal demokrasi ideolojisini ithal ettiler. Partiler ve önderler değişse bile 1950‟den bu yana Karşıdevrimin “tek-parti” dönemini yaşıyoruz. AKP’nin karşıdevriminin hedefi şeriat diktatörlüğü, yani Türkiye‟yi İran‟a benzetmektir ki, gidişhatta bakıldığı zaman bu istikamette doğru hızlı adımlarla gittiğimizi götürülüyoruz ve epeyce de yol almışız bence. Batı emperyalizmi bu tip gelişmeleri zaten hep çok sevdi, hep alkışladı, hala da alkışlıyor ve destek oluyor. Kısacası Sevr Antlaşması ardından Rumeli’den kovulan Türklerin bu sefer Anadolu’dan da kovulmalarının planıdır yapılanlar.

Atatürk ve Atatürkçü çizgi, laikliği temel ilke olarak benimsediği için, onlara göre, dine karşı bir tutum içindedir. Oysa, çok bilinen şeyleri söyleyip geçmek bile, laikliğin aslında din(ler)in özgür bireyler tarafından seçilme ve benimsenme hakkının korunması; devletin görevinin herhangi bir dinin üstünlüğünü dayatmasını engellemek demek olduğunu; herkesin kendi inancını, kendi vicdanında, deruni bir biçimde yaşaması için hepsine eşit uzaklıkta ya da yakınlıkta durarak, her birinin (hepsinin) güvencesi olarak, hukuksal varlığıyla garantörlük görevini üstlendiğini herkese anlatabilir. Tabii, anlamak isteyene! Onlar dini temel alan bir sistem istiyorlar; Atatürk ve onun düşüncesinde olanlar ise Devlet‟i, herkesi kucaklayan, herkesin özgürlüğünü, inancını ve düşüncesini garanti altında tutmak isteyen, ulusal, (yani tüm ulusu diğer bir deyimle tabiiyeti, uyruğu kapsayan) uygulamalarla dünyaya, uluslararası ölçütlere uyumlu, çağdaş bir kimlik ve düzen peşindedir.

Din, bir inançtır. Hangisi olursa olsun, dinler kurallarını dayatır. Onlara karşı durmak demek, o dinle bağlarını koparmaya varabilecek bir yalnızlaştırmayla karşı karşıya kalmak demektir. Bunun için, kilise ile çatışmaları ve aforozu düşünmek bile yeter. Oysa, hukuk çerçevesinde işleyen bir devlet, bütün organlarıyla, yurttaşlarının her anlamda ve bağlamda özgürlüklerini öbür yurttaşların özgürlüklerinin sınırlarına kadar kullanmalarını sağlamakla yükümlüdür. Dinde “bağlanmak” ve onun tüm kurallarına uymak bir zorunluluktur. Devlet ise belli kurallar çerçevesinde işler ve bunun için anayasası, yasaları, kurum ve kuruluşları vardır. Dinde erk, kutsal olan Allah, peygamber ve onlar adına davrandıklarını savlayan kişilerdedir. Devlet’te ise bir aygıt söz konusudur. Bu aygıtı demokrasi kuralları içinde şu veya bu yönetebilir. Bazen de, gücü herhangi bir biçimde elinde bulunduran kişi ya da gruplar ya da şahıslar da bu aygıtı ele geçirip, laik kurallar içinde yürümesini sağlayabilirler. Çatışma bunun içindir.
Ancak, bizdeki dinciler açıkça din düzeni yanlısı görünmek istemezler ve ikiyüzlü davranarak demokrasi içinde din kurallarını egemen kılmak yolunda çaba harcarlar. Oysa bu, eşyanın tabiatına aykırı bir durumdur. Dinsel ya da dinci yönetim, varoluşu gereği, kendi kurallarını koyarak yürüyeceği için, yasalar zamanla geçersizleşir ya da değiştirilerek dinsel güdüme sokulur. Dinci anlayışla demokrasiyi uygulamak olanaksızdır. İşte sorun buradadır. Çağdaş ve hukuksal olan mı; dinin kurallarını yeniden dayatan, tutucu, bağnaz ve tapınma kurallarının sınırladığı bir çerçeve mi?

Dikkat edilmeyen ve fazla konuşulmayan birşey de, Cumhuriyet devrimi gerçekleşirken karşı devrimin zaten Meclis’in içinde olmasıydı. Atatürk Devrimlerinin daha adı bile konmamışken, temelleri atılan devrimlerin karşı devrimleri ta o zamanda mevcut idi. Tarih henüz 30 Ağustos 1922’de, Büyük Savaş’ın hazırlıkları yapılırken, Keçiören’de, Refet Paşa’nın evinde, Rauf Bey (Orbay) “Saltanat ve hilafet makamına vicdanımla ve duygularımla bağlıyım… Bizde ulusu ve kamuoyunu elde tutmak güçtür. Bunu ancak, herkesin erişemeyeceği kadar yüksek görülmeye alışılmış bir makam sağlayabilir. O da, saltanat ve hilafet makamıdır.‟ dememiş miydi? Zafer kazanıldıktan sonra, 1 Kasım 1922’de saltanatın kaldırılması kararı Meclis‟in özel komisyonunda görüşülürken, komisyon üyesi hocalar, hilafetin saltanattan ayrılamayacağını, din kurallarına dayanarak iddia etmiyorlar mıydı? Bunun üzerine, Mustafa Kemal söz alarak, “Efendiler, egemenlik ve saltanat hiç kimse tarafından, hiç kimseye bilim gereğidir diye, görüşme ve tartışma ile verilmez. Egemenlik, saltanat, kuvvetle, kudretle, zorla alınır…” de-medi mi? Komisyon Başkanı Hoca Mustafa Efendi bu sözler üzerine, “Af edersiniz efendim, biz konuyu başka bakımdan ele alıyorduk, açıklamalarınızla aydınlandık” dedikten sonra, bu önemli devrim Meclis‟in karma komisyonunda kabul edilmedi mi? 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilan edilince, Mustafa Kemal’in kimi en yakın arkadaşı sanılanlar, İstanbul gazetelerine, ”beklenmedik bir durum, konuyu Cumhuriyet kelimesi bakımından ele almak doğru değildir. Erken ilan edildi” diyerek karşı çıkmadılar mı? Daha sonra, Cumhuriyet rejimine karşı durup, çalışmadılar mı? Saltanatın kaldırılmasından birkaç ay sonra, bu kararı içine sindiremeyen Millet Meclisi üyesi Şükrü Efendi “İslam Halifeliği ve Büyük Millet Meclisi” adıyla yayınladığı kitapta, ”Halife Meclis’in, Meclis halifenindir.” diyerek TBMM’nin halifenin bir danışma Meclisi olduğunu ve yeni seçilen halifenin de Devlet Başkanı olduğunu belirtmemiş miydi?

1950’de iktidara gelen Demokrat Parti, ilk hükümet programında, “halk tarafından kabul edilen ve halk tarafından kabul edilmeyen devrimler” diyerek Atatürk devrimlerini resmen ikiye bölmedi mi? Daha sonra gelen sağcı iktidarlar, daha fazla oy toplayabilmek için, daha fazla “imam hatip ortaokulu ve lisesi”, daha fazla “Kuran kursu” olmalıdır diyerek bunların sayısını binlere ve on binlere çıkarmadılar mı? Atatürk, “Yaşamda en gerçek yol gösterici ilimdir, fendir.” derken; çağdaş bir toplum, laik bir Cumhuriyet yaratmak isterken; gerçekler din kurallarındadır diyenler giderek etkinleşmedi mi? Köy enstitüleri kapatılmadı mı? Halkevlerinin kapılarına kilit vurulmadı mı? Demokrasi, sadece sayısal çoğunluk, sadece sandık olarak kabul edilmiyor mu? Eleştirel akıl yerine, dinsel doğmalar giderek ön plana çıkarılmadı mı? Bu koşullarda Atatürk düşmanlığı nereden geliyor sorusu, böylece tarihsel ve sosyolojik açılardan yanıtlanmış oluyor. Burada sorulması gereken soru da şudur: Bu koşullarda daha başka nasıl olabilirdi ki?

Sorun “isim” değil, ismin yaptıklarından “öncesi ve sonrasıdır”, iktidar partisi “buz dağının” görünen kısmıdır…

Öncesinde, padişahlık döneminde hükümdar, Müslüman toplum gözünde, şeriat yasalarını uygulayan, Yaradan’ın imparatorluk sınırları içerisindeki temsilcisidir. Bu yasalar, “O’nun” son elçisiyle gönderdiği kutsal kitabın bizden istedikleri demektir. Bu yasaların uygulanmasında, tarikat, mezhep, cemaat liderleri ve kadılar etkindirler.
Sonrasında, cumhuriyetin yasaları geçerlidir; “insan”, “Yaradan’la”, kendi vicdanında buluşur. Bu bir devrimdir; padişah, şeyhülislam, kadı, hacı, hoca, şeyh, şıh yoktur; kutsal kitap kişisel ihtiras ve çıkarlar adına yorumlanamayacaktır; bu, bir güç kaybıdır ve kabul edilemez.

Bu, kişiye yönelik bir “düşmanlık” değildir; kaybedilmiş olan gücün yeniden kazanılması, cehalet aracılığıyla teslimiyetin yeniden egemen olmasıdır. Seçilen isim, temsil ettiği değerler bütünü doğrultusunda “hedefin adıdır”; bunun gerçekleşmesi için maddi ve manevi alanlarda cihat gereklidir. Bunun adı da gericiliktir.

Benzer durum “bölücü feodal zihniyet” için de geçerlidir. Kan emici bin yıllık feodal zulüm “özgür ve eşit yurttaş” kabul edemez. Aşiret egemenliğinin sona ermesi ve sömürünün bitmesi, toprak reformu, bu zalimlerin sıradan yurttaş olmaları sonucunu doğuracaktır; zulmün adı “töredir”, cezası ölümdür, baskıya dayanamayıp kaçan ana da olsa, kardeş de olsa, gittiği yerde bulunur, öldürülür; köyler basılır, kadınlar, yaşlılar, bebeler öldürülür; sonra da “böyle yapmasaydık bizi ciddiye almazlardı” denir. Bu çağ dışı zihniyetin de son yıllarda aynı“hedefi” seçmesi ve saldırması bu nedenledir. “Feodalizm ve Gericilik”, “şer ve savaşın” adlarıdır, geçmişte de aynı zaman dilimleri içerisinde harekete geçmişlerdir, aynen bugün olduğu gibi, aynı kaptan “şer içerler”. Bu kap bugün BOP kabıdır, bu tarihî bir fırsattır, bir daha ele geçmez ve bu fırsat değerlendirilmelidir.

Tümur Selçuk’un dile getirdiği gibi; “BOP emperyalizmdir, sömürüdür. Dünyada birkaç ailenin başı çektiği Güç ve Para Tarikatının (GPT) ve ona salkımlanmış bir takım asalak tüccar ve politikacının oluşturduğu, sıkıntılı ülkelerin siyasî ve ekonomik özgürlüklerini kısıtlayan ve kendi çıkarları doğrultusunda yönlendiren bir “şer ve savaş” yapılanmasının Orta Doğu planıdır.

(GPT) kendisine hizmet edecekleri seçer. Genelde kendi bünyesinde yetişmiş olanları ya da toplumun bir biçimde peşine takıldığı, yahut takılabileceği isimleri belirler, bunların zayıflıklarını kullanarak sömürü hedefine ulaşmaya çalışır. Güney Amerika ülkelerinde böyle olmuştur, ülkemizde de böyle olmuştur ve olmaktadır. Bunun için, din, etnik köken ve siyasi görüş alanları, kullanılabilirlikleri ölçüsünde makbuldürler. En geçerli kavram slogan “DEMOKRASİ”dir! Medyamızda “demokrasiden” bolca söz edenleri yakından izlemek ve ana maksatlarını sezmek gerekir.”

Toplumsal hareketler boşluk kabul etmez. Cumhuriyet devrimlerine “özünde” sahip çıkamayıp bunu hayata geçirememiş toplumlarda, aydın da, cahil de aynı ölçüde pay sahibidir, hadi cahil bir ölçüde bağışlanabilir, ama aydın asla. Özel günlerde bayrak sallayıp şiirler okuyarak ya da “andımızı”, “çarpık” bir eğitim sistemini süslemek için ezberletmekle laik cumhuriyet korunamaz ve gelişemez. Maddî ve manevî yoksulluklara sahip çıkarak, dertlinin ayağına kadar giderek derdine planlı, programlı ve örgütlü bir biçimde el atmasını bilememiş ve çağdaş anlamda aydınlatamamış olan “ göstermelik” bir cumhuriyet anlayışı ve uygulamalarının oluşturduğu büyük boşluğu “şer ve savaş erbabı” kurnaz ve hazırlıklı bir biçimde doldurmuştur. Kredi kartı denen “çağdaş kelepçelerimize” olan aşkımızı, hayallerimizi satın almaya yarayan sevdamızı terk edecek gücü bulmadan, “onurumuzdan başka kaybedecek bir şeyimiz kalmadı” deyip “dik durmadan” bu belaları aşmak mümkün değildir.

Saygılarla,

Ömer Can Şirikçi

omercan.sirikci@ataturk.org.au

Avustralya Atatürk Kültür Merkezi