Atatürk’ün Unutturulan Demokratik Açılım Tasarısı

Atatürk’ün Unutturulan Demokratik Açılım Tasarısı / Cengiz ÖZAKINCI

Yurttaşlığın yabanıl düşmanları: Etnik ayrımcılık ve aşiret sorunu

Kişisoyu yeryüzünde yüzbinlerce yıl kana soya dayalı, insan ve yurttaş haklarının kırıntısı dahi bulunmayan aşiret toplulukları biçiminde yaşadı. Aşiret topluluklarını bir arada tutan, soydaşlık, akrabalık bağlarıydı. Bir aşireti diğerinden ayıran, kendisinden türediklerini varsaydıkları atanın öteki aşiretlerin atasından ayrı olmasıydı. Başlangıçta soyun en yaşlı üyesi aşiretin başı olurken, giderek başkanlık bir ailenin tekeline girmiş; “raiyet oğlu raiyettir” (yönetilenlerin çocukları da yönetilen olacaktır) yasasıyla, aşiret üyesinin ana-babası aşirette hangi konumdaysa, oğlu-kızı aynı konumu yüklenir ve sürdürür olmuştu. Aşiret topluluğunun soydaşlığa dayalı yasaları, suç ve cezanın kişiselliğini tanımıyor, aşiretten birine yapılan saldırı, tüm aşirete yapılmış sayılıyordu. Saldırganın bağlı olduğu aşiretin diğer üyeleri, o saldırıya katılmamış olsalar dahi, salt saldırgan o aşiretin üyesidir diye topluca suçlu sayılıyordu.

Aşiret yasası “kısasa kısas“, “kana kan, dişe diş, göze göz“, “intikam“dı. Biri, diğerinin gözünü çıkartırsa, karşılık olarak onun ya da ailesinden birinin gözü çıkartılır, ancak sorun burada bitmezdi; ceza olarak gözü çıkartılan kişi de kendi gözüne karşılık olarak, cezayı veren aileden birilerinin gözünü çıkartmaya hak kazanır; böylece, kimin başlattığına bakılmaksızın, göz çıkartmalar karşılıklı olarak kuşaklar boyu sürerdi. “Kan davası” denilen Aşiret yasası uyarınca, biri diğerini öldürdüğünde cezası ölümdü; fakat katil ceza olarak öldürüldüğünde, bu kez de katilin yakınları onun öcünü almaya, katili öldüreni öldürmeye hak kazanır, karşılıklı öldürüşmelerin sonu aşiretlerin birbirlerini yoketmesine dek uzanırdı.

2009-12-Cengiz-Ozakinci-01 Suç ve cezanın bireysel olmayışı, aşiretler arası soykınmcılığı doğurmuştu. Bir aşiret, diğer aşiretle bir nedenle çatıştığında, çatışmadan üstün çıkan aşiret, yendiği aşiretin tüm üyelerini topluca yok etmeksizin kendisini güvende saymıyordu. Eğer yendiği aşiretin üyelerini sağ bırakacak olursa, yenilen aşiret bir süre sonra toparlanacak, “kısasa kısas” ve “intikam” yasası uyarınca, öç almak için saldıracaklardı. Bunu önlemenin biricik yolu, yenen aşiretin yenilen aşireti geride bir tek bebek dahi bırakmaksızın, kadın çocuk ayırmadan topluca öldürmesiydi. Zaten Aşiret yasası gereği, aşiretin tüm üyeleri, kadınlarıyla, çocuklarıyla birlikte savaşa katılmıyor muydu? Eh, öyleyse topluca öldürülmeleri de haktı.

Bu ortaklık mülkiyete de yansımış, aşiretin yaşadığı yöre, üyelerin ortak toprağı sayılmıştı. Üyelerden hiç birinin kendi özel toprağı olamazdı. Dahası, aşiret üyelerinin kendileri dahi aşiretin otlattığı hayvanlar gibi ortak mal sayılır; hangi aşiret üyesinin kimle evleneceği aşiret yasalarınca belirlenirdi. İç evlilik yasasının yürürlükte olduğu aşiretlerde, bir aşiretten olan, başka aşiretten biriyle evlenemezdi. Böyle aşiretlerde kızların öncelikle kendi amcaoğullarıyla, o da olmazsa yine kendi aşiretinden biriyle evlenmesi zorunluydu. Çoğu kez kimin kimle evleneceği daha onlar kundakta bebek iken aşiret tarafından belirlenirdi. Büyüyünce başka aşiretten birini sevip “ondan başkasıyla evlenmem” diye tutturan olursa, sonu ölümdü. Aşkın dahi yasak olduğu, kişinin duygularına özgürlük tanımayan aşiret düzeninde, üyelerin kendi kararlarını kendilerinin vermesi; başka bir deyişle “kişinin kendi kaderini tayin hakkı” kesinlikle söz konusu olamazdı. Aşiret üyelerinin soluk alıp verdikleri her anı nasıl yaşayacakları, yüzbinlerce yıldır yürürlükte bulunan aşiret gelenek, görenek ve yasalarıyla belirleniyordu.

Özellikle son 30-40 yıldır, “aşiret” ile “ulus”u kasıtlı olarak birbirine karıştırıp “aşiret”lerden “ulus” diye söz ederek, aşiretlere “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” tanınmasına yönelik aldatıcı söylemler doruğa tırmanmıştır. Oysa, hangi örgütlenmenin çağcıl “ulus”, hangi örgütlenmenin çağdışı “aşiret” örgütlenmesi olduğu “İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi”nde yazılı değerlerle tartılarak kolayca saptanabilir: Kendi kararlarını kendi özgür istençleriyle veren birey yurttaşlardan oluşan topluma, “ulus” adı verilir. “Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı”, aynı zamanda o ulusu oluşturan “birey yurttaşların kendi kaderlerini tayin hakkı” demektir. Aşiret ise, üyelerinin duygularına, düşüncelerine, sözlerine ve kararlarına en küçük bir hak dahi tanımayan, insan hakları düşmanı yabanıl ve ilkel bir toplumsal örgütlenmedir. “Aşiret”e “ulus” diyerek “ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı”nı savunuyormuş görüntüsü altında “aşiretlerin kendi kaderlerini tayin hakkı”nı, eşdeyişle insan hakları düşmanı yapıya devlet dokunulmazlığı kazandırmayı savunmak, insan hakları düşmanlığıdır.

İnsanın insan olması, her şeyden önce aşiret (kandaş topluluk) düzeninin parçalanması ve topluluk üyelerinin özgür bireylere dönüşmesiyle gerçekleşebilmiş ve binlerce yıl süren bu sancılı evre ‘Tüm Varolanları Yaratan Tek Tanrı’ inancıyla başlamıştır. Tanrı, aşiret düzeninde birbirlerini boğazlamakta olan kişisoyuna, ayrı ayrı atalardan değil, tek bir ana-babadan türediklerini, hepsinin soy kökünün Adem ile Havva’ya dayandığını, kan soy döl ayrılığı güderek birbirlerini düşman bellemek yerine; bu ayırımları kaldırarak evrensel kardeşlik bilinciyle barış içinde yaşamalarını buyurmuştur.

 2009-12-Cengiz-Ozakinci-02Tanrı’nın çağlar boyu değişik dönemlerde değişik topluluklara değişik dillerde esinleyerek elçileri aracılığıyla yeryüzüne yaydığı bu buyruk; insanı birey olmaktan alıkoyan soydaş topluluk bağlarına dayalı aşiret düzeninden kurtarıp özgür düşünen; düşündüğü gibi davranan; söz ve davranışlarının sorumluluğunu üstlenebilen yetkin bireylere dönüştürmeyi amaçlıyordu. Gelgelelim, yüzbinlerce yılda kökleşen “ayrı ayrı ataların çocuklarıyız” yanılsaması, kişisoyunun belleğinde öylesine derin izler bırakmıştı ki; aşiretler, “ortak atadan türediniz; hepiniz kardeşsiniz” diyen Tanrı Bildirgesi’ni benimsemiş görünerek dinin bütün tapım biçimlerini titizlikle uyguladıkları durumlarda bile, ikiyüzlü bir tutumla, Tann’nın kişisoyunu uygarlaştırıcı evrensel kardeşlik öğretisini çiğneyerek, aşiret örgütüerini korumuş; özellikle kentlerden ve devlet denetiminden uzak yörelerde, aşiret yasalarını inatla sürdürmüştür. Kişiye yaradılışından verilmiş özgür düşünce ve davranış yetisini boğan, etnik ayırıma dayalı, kangüder, soygüder, aşiret örgütlenmesi; yalnızca çağcıl “İnsan ve Yurttaş Hakları”na değil, aynı zamanda Tanrı’nın; “tüm kişisoyu tek Adem’den ve Havva’dan türemiştir; dil ve ten ayırımlarına dayalı emik örgütlenmeleri, ayrışmaları, çatışmaları bırakın; hepiniz kardeşsiniz” buyruğuna da aykırıdır.

Kişisoyunun aşiret örgütlenmesi ve yabanıl kandaş sürü yasalarından uzaklaşarak “hepimiz kardeşiz” bilincine varması nice bin yıllar almış; tarihte buna yönelik en önemli girişimlerden biri, göçlerle büyük bir alana yayılarak gittikleri her yerde başka soydan aşiretlerle karşılaşıp onlarla savaş-barış ilişkileri kurmak zorunda kalan İskitlerce gerçekleştirilmiştir. İsa’dan önce 450’lerde tarihçi Heredot’un tanık olduğu iskitler, savaşta yendikleri aşiretlerin sağ kalan üyelerini topluca öldürmek yerine, birbirlerinin parmak uçlarım kanatıp şarap kupalarına damlattıkları kanlarını karıştırarak içerken; “işte kanlarımız birbirine karıştı, hepimiz kandaş olduk; öyleyse bundan böyle aramızda kana kan intikam olmayacak” diye topluca ant içmişlerdir. “Dış evlilik”e yönelip birbirlerinden kız alıp vererek soylar arası kaynaşmayı pekiştirmişlerdir.

2009-12-Cengiz-Ozakinci-03Doğuştan kandaşlık“a ve “iç evliliğe” dayanmayan bu “andla edinilebilir kan kardeşliği“, aşiretlerin doğuştan akrabalığa dayanan “kana kan, intikam, toplu kıyım” yasasını uygulanamaz kılmıştır. Bizans, Ermeni, Süryani ortaçağ tarihlerinde “İskit” olarak nitelenen Türkler, Moğollar, Tatarlar, aşiret düzeninin toplu kıyımcı, intikamcı yasalarını delen “andla edinilebilir kan kardeşliği” buluşunu binlerce yıl öncesinden günümüze taşıyarak yaşatmışlardır. Örneğin Türk + Tatar (Moğol) İmparatorluğu, Cengiz Han’la babasının Nasturi Hıristiyan Türklerin önderi Onghan Tuğrul ile “antlı kan kardeşliği“nden doğmuştur. Türklerin en eski yazmalarında geçen “and içmek”, “andlı içkin” deyimleri, “doğuştan kandaş” aşiret yasalarını yurt kardeşliğine doğru eviren “antla edinilebilir kan kardeşliği”nin Türk tarihindeki derin köklerini belgelediği gibi, Türklerin çoğu Batılı kaynaklarda belgelenen “yabancı soylarla barış içinde kaynaşabilme” özelliğinin nereden kaynaklandığını da göstermektedir.

Avrupalıların kandaş sürü aşiret evresinden uygar yurttaş evresine geçişleri, önce “edinilebilir kan kardeşliği”nin doğudan batıya göçlerle, savaşlarla yayılması ve Türk yönetim biçimi konusunda yaptıkları toplumbilimsel çalışmaların bir ürünü olmuştur.

  • 1096-1192 arası Haçlı Seferleri sırasında Tapınak Şövalyeleri, Hospitalier gibi daha sonra Mason örgütlerinin manevi önderi olacak Hıristiyan tarikat başlarının soygütmez Müslüman Türk yaşamına ilişkin gözlemlerini Avrupa’da yaymalarından ve çoğulcu Endülüs İslam devletiyle ticari ilişkilerden etkilenen İngiltere’de 1215 yılında soygüdücülüğü yumuşatan ilk adım ‘Magna Karta’nın imzalanması;
  • 1240’larda Türk + Tatar (Moğol) ordularının Macaristan’a, Adriyatik’e dek uzanması ve 1271-1292 arası Moğol Hanı Kubilay yönetiminde yaşayan Marco Polo’nun gördüklerini duyduklarım yazıp Avrupa’ya yayması;
  • Tapınak Şövalyesi Katalanlar’ın 1302’de Bizans hizmetine giren komutanı Roger de Flor’un, kroniklerde adı Ataman, A tuman, Otman, Tuman (onbin askerin başı) olarak geçen Osman Gazi çevresindeki Türk komutanlarla ortaklık kurup Atina Dükalığı’nı birlikte kurmalarına tanık olan Ramon Muntaner’in, soy ve din ayırımı gütmeyen bu birlikteliği kitaplaştırarak Avrupa’ya yayması;
  • 1310’larda Anadolu’da Yunus Emre gibi ozanların “dört kutsal kitabının hepsinin özünün bir olduğu” görüşünü yaymaları;
  • 1355’te Selanik Piskoposu Palamas’la din tartışmalarına giren Orhan Gazi’nin, “bütün dinler aynı kapıya çıkar, insanlık sonunda bir düşüngüde birleşecektir” sözlerinin Rum doktoru Taronites tarafından yazılıp yayılması;
  • 1500’lere dek Türk topraklarında dolaşan Busbecq gibi Avrupalı gezginlerin, din ve soy ayrımcılığına dayanmayan, bir çobanın eğer yetenekliyse sadrazam bile olabildiği Türk yönetim biçimini, tüm görevlerin aşiret yasasıyla asalete göre dağıldığı soygüder Avrupa’ya tanıtmaları;
  • 1525’te ölen Papaz Thomas Münzer’in Türklerin soygütmez, din ve mezhep ayrımcılığı yapmaz yönetim biçimini savunan Alman köylüleri, feodal soylulara karşı ayaklandırması;
  • 1532’de Machiavelli’nin “soygütmez Türk yönetim biçimi örnek alınıp uygulanmadıkça Türk yayılmasının durdurulamayacağını” savunan ‘Prens’ adlı yapıtımn Avrupa’da yayılması;
  • 2009-12-Cengiz-Ozakinci-04Martin Luther’in 1546’da ölümüne dek Türklerin Avrupa’ya yayılmasında ırk, din ve mezhep ayrımcılığı gütmemelerinin en önemli etken olduğunu vurgulayan vaazlar vermesi;
  • Montaigne’in 1580’de yayımlanan “Denemeler”inde Türklerin soygütmez yönetimlerinden övgüyle sözetmesi;
  • 1610’larda doğunun ışığını batıya yayan Mason öncüllerinden Rosenkreuzer (Gülhaç Kardeşliği) Bildirgesi’nde soy, din ve mezhep ayrımlarım geriye atan Müslüman Türk yaşamının, İhvan-ı Safa ve Ahiliğin örnek alınması;
  • Rosenkreuzer savunucuları İngiltere’de Royal Society’de toplandıktan sonra Locke’un “Yönetim Üzerine Tezler”ini 1680’lerde aynı etkiler altında yazması;
  • 1717-1738 arası oluşturulan Anderson Anayasası’nda Mason örgütünün “Hepimiz Nuh’un Çocuklarıyız” (Noachidae) görüşünü benimseyerek soy ayırımlarına dayalı etnik feodal aşiret düzeninin aşılmasını en yüce amaç olarak duyurması;
  • İngiliz ve Fransız Akademileri üyesi Fransız tarihçi Guignes’in 1748’de yayımlanan “Mémoire historique sur l’origine des Huns et des Turcs” adlı yapıtında Türklerin İslam öncesi ve sonrasında laik, soy, din, mezhep ayrımı gütmez yönetim anlayışlarını övmesi ve örnek göstermesi;
  • Voltaire gibi yaşadıkları dönemin çok okunan aydınlarının Guignes’e dayanarak, Türk soygütmezliğini örnek göstermeleri;
  • Soygüdücülüğe başkaldıran 1774-1776 Amerikan ve 1789 Fransız devrimlerinde, Guignes ve Voltaire üzerinden Türk soygütmezliğine duyulan ilginin etkileri;

2009-12-Cengiz-Ozakinci-05 İşte bütün bu olgular, Avrupa’da aşirete, kana, döle, soya dayalı toplulukların mezar kazıcısı olan 1789 İnsan ve Yurttaş Hakları Büdirgesi’nin köklerinin doğuda olduğunu, insan haklarına aykırı aşiret yasalarını “antla edinilebilir kan kardeşliği”yle etkisizleştiren ve Tann’nın “hepiniz Adem’le Havva’nın çocuklansnız, dil ve ırk ayrımlarına dayanmayın” bildirgesine bağlı Müslüman Türk yönetim biçiminin, İnsan ve Yurttaş Hakları’nın oluşum sürecinde önemli bir etkisi bulunduğunu tanıtlamaktadır.

Goethe’nin yapıtları ve Beethoven’in günümüzde Avrupa Birliği Marşı olarak benimsenen 9. Senfonisinde yankılanan “Kardeş olun ey insanlar bunu ister Tanrımız!” çığlığı; “soygüdücü feodal aşiretler Avrupası”nın, “özgür yurttaşlar Avrupası”na dönüşüm sürecinde Müslüman Türk etkisinin Antik Yunan ve Roma etkisinden çok daha güçlü olduğunu göstermektedir.

Karanlıklar Avrupası döneminde “ışık Doğu’dan yükselir” diyerek Doğu’nun ışığını Prometheus gibi “çalıp” Batı’ya getiren “hümanist”, “masonik” çevreler; ilk iş olarak Doğu’nun ışığını söndürmeye, böylelikle tüm aydınlığı kendi tekellerine almaya kalkışmışlardır. Emperyalistler kendi toplumlarını hızla uluslaştırırken, Müslüman Türk coğrafyasındaki aşiret kalıntılarını koruyup yaşatmak için var güçleriyle çalışmış; bir yandan Peygamber’in “Veda Haccı Söylevi”nin ve Kur’an’ın soygüder aşiret yasalarını geçersiz kılan buyruklarına aykırı “Medine Vesikası” diye bir yazı ortaya atıp, bunu “Peygamber tarafından hazırlanmış ilk İslam Devleti Anayasası” diye yutturarak, aşiret yapılanmalarının dinen dokunulmaz olduğu, İslam’a en uygun düşen yönetim biçiminin aşiretler konfederasyonu olduğu yalanını Müslümanlar arasında yayarken; öte yandan soygüderlik, üstün ırkçılık tohumları aşıladıkları Osmanlı uyruklarını ayrılıkçılığa ve ayrı devlet kurmaya yöneltmişlerdir.

1840’larda uluslaşmaya yönelen Osmanlı Devleti’nin merkezden uzak sarp bölgelerdeki aşiretleri dağıtmaya yönelik nitelikler taşıyan 1858 Toprak Kanunu, aşiret bağlarını kırmayı amaçlamış; fakat emperyalistler, yöredeki konsolosları aracılığıyla o bölgedeki Hristiyan Ermenileri kışkırtmaya başlayınca, aşiretlerin dağıtılması tasarısı uygulanamamış, 1890’larda Müslüman Kürt aşiretler Hamidiye Alayları biçiminde örgütlenerek Hıristiyan Ermeni ayrılıkçılara karşı kullanılmıştır.

Doğu Anadolu’da Büyük Ermenistan düşleri 1921’de kırıldıktan sonra Türkiye, 1923’te yurttaşlığa dayalı Cumhuriyet’i ilan etmiş; aşiret başları, kendi soya, kana, ırka, döle dayanan çağdışı aşiret düzenlerinin yurttaşlığa dayanan Cumhuriyetle ortadan kaldırılacağını derhal kavrayıp, peşpeşe ayaklanmaya başlamışlardır.

Silahlı ayaklanmaları bastırmak için silaha başvuran ATATÜRK, aşiret yapılanmasını ortadan kaldırmak için silaha değil, ekonomik, siyasi ve eğitsel önlemlere başvurmuştur. 1927 yılında Milli Eğitim Bakam Mustafa Necati Bey’i Van’a göndermiş, Mustafa Necati Bey, Van’da üniversite kurulmasını gerekli görmüş; bu öneriyi yerinde bulan ATATÜRK, 1928 yılında, öğretmen Ferit Nur (Kuran) Bey’i Van’a gönderirken, oradaki ortaokulu liseye dönüştürerek, kurulmasının tasarlandığı üniversitenin çekirdeğini oluşturmasını istemiştir. 1937’de, Meclis’i açış söylevinde:

“Doğu bölgesi için Van Gölü sahillerinin en güzel bir yerinde ilkokulu ve nihayet üniversitesi ile modern bir kültür şehri oluşturmak yolunda şimdiden faaliyete geçilmelidir.”

diyen ATATÜRK; bu amaçla, dönemin Milli Eğitim Bakanı Saffet Arıkan’ı, arazi tespiti için Van’a gönderrniştir. 1938 yılı Meclis’i açış konuşmasında; “Doğu Üniversitesi’nin yapılan çalışmalarla saptanmış olan ilkeler çerçevesinde Van Gölü dolayında kurulması hızla ve önemle sürmektedir” diyen Atatürk’ün, aşiret yapılarını tasfiye doğrultusundaki ekonomik girişimiyse, aşiret üyelerini toprak sahibi, özel mülk sahibi yaparak aşiret başkanlarına bağlılıklarını koparmaya yönelikti. 1929 yılı Meclis’i açış konuşmasında; “Çiftçiye toprak dağıtılması da hükümetin aralıksız izlenmesi gereken bir uygulamadır. Çalışan Türk köylüsüne işleyebileceği kadar toprak sağlamak, ülkenin üretimini arttıracak başlıca önlemlerdendir.” diyen ATATÜRK, 1936 yılı Meclis’i açış konuşmasında:

“Toprak yasasının bir sonuca eriştirilmesini TBMM’nin üstün çabalarından beklerim. Her Türk çiftçi ailesinin geçineceği ve çalışacağı toprağa sahip olması kesinkes lazımdır.”

demiş; bu konunun peşini bırakmayarak 1937 yılı Meclis’i açış konuşmasında:

“Her şeyden önce ülkede topraksız çiftçi bırakılmamalıdır. Bundan daha önemlisi de bir çiftçi ailesini geçindirebilecek toprağın -hiçbir nedenle ve biçimde- bölünemez hale getirilmesidir. Büyük çiftçi ve çiftlik sahiplerinin işleyebilecekleri toprak genişliği, söz konusu toprağın bulunduğu bölgenin nüfus yoğunluğuna ve toprağın verimine göre sınırlandırılmalıdır.”

sözleriyle, aşiret yapısının ortadan kaldırılmasının demokratik ve ekonomik yolunu göstermiştir.

2009-12-Cengiz-Ozakinci-06 ATATÜRK’ün başını çektiği bu Demokratik Açılım’a Emperyalizmin verdiği yanıt, 1930’da Kurt Ziemke tarafından açıklanmıştır: “Kemalizm’in Kürt düşmanı ve İslam düşmanı olduğu propagandası yapmak…” Çağdışı aşiret yapılarını dağıtıp insan haklarından yoksun yaşayan aşiret üyelerini özgür birey yurttaşlara dönüştürmeye yönelik ekonomik ve eğitsel bütün girişimler; kendisini insan ve yurttaş haklarının beşiği olarak yutturan Batı tarafından “Kürt ve İslam Düşmanlığı” damgası vurularak aşiret isyanlarıyla engellenmeye çalışılmıştır.

ATATÜRK’ün önerileri 1939-1945 arası II. Dünya Savaşı ortamında uygulanamamış; çok partili düzene geçişle birlikte oy avcılığı başlayınca, aşiret başlarını kendi partilerine katarak aşiretin tüm oylarını almayı yeğleyen partiler, ATATÜRK’ün önerdiği toprak dağıtımı ve aşiretlere yönelik yurttaşlık eğitimini rafa kaldırmışlardır

1978’lerden önce yapılan yerli yabancı bütün antropolojik yayınlarda “çağdışı soya dayalı aşiret örgütlenmeleri” olarak adlandırılan sorun, 1980’lere doğru birden bire “Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkı” (!) olarak adlandırılmaya başlanmıştır. O güne dek “aşiret’ dedikleri yapı değişmediği halde, Batılı akademik odaklar, yeryüzünde 4000 dolayında ayrı dil konuşulmasına karşın yalnızca 200 dolayında devlet bulunduğunu, bir topluluğu “ulus” sayıp ona ayrı devlet kurma hakkı tanımak için dil ayrılığının tek başına yeterli olmadığını çok iyi bildikleri halde, 1978’de PKK kurulur kurulmaz Kürt “aşiretleri” demeyi bırakmış, yayınlarında Kürt “ulusu” demeye başlamışlardır. Henüz PKK’nın Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne yönelik tek kurşun dahi atmadığı dönemde, 6 Aralık 1979 günlü Günaydın gazetesinde, dönemin Başbakanının; “Türkiye’yi Ankara’dan yönetmek imkânı kalmamıştır. Türkiye, 15 bölgeye ayrılmalı, her bölge için ayrı plan yapılmalı” demeci yayımlanmış ve 12 Eylül Yönetimi 10 Mart 1981 tarihinde Türkiye’yi eyaletlere bölme tasarıları hazırlamıştır. PKK’nın devlete yönelik ilk eylemi devletin eyalet düzenine geçme hazırlıklarına başlamasından yıllar sonra, 15 Ağustos 1984’te gerçekleşmiştir. Bu öncelik sonralık ilişkisinde, düşünenler için, çıkarsanacak çok önemli sonuçlar vardır.

Dünyada insan ve yurttaş haklarının oluşumunda yadsınamaz katkısı bulunan Türk ulusunun bugün içinde kıvrandığı siyasal sorun, bölgenin akarsu (Dicle+Fırat) ve akaryakıt (Musul+Kerkük) kaynaklarını kendi denetimleri altına almayı amaçlayan Batılı odakların, tam da bu kaynaklar üzerinde yaşayan kimi aşiret topluluklarını, 1800’lerden başlayarak siyasal ayrılıkçılığa yönlendirmesinden kaynaklanmaktadır. Eğer bu toplulukların aşiret yapıları çözülmüş, üyeleri özgür birey yurttaşlara dönüştürülmüş olsalardı, emperyalizm bölgede kullanılacak aşiret bulamayacaktı.

Kürt Sorunu” nitelemesi, sorunun özünün doğru kavranmasını ve toplumbilimsel yöntemlerle çözümlenmesini önlemeye çalışan odaklarca yayılan yanlış bir adlandırmadır; sorunun doğru, toplumbilimsel adı, “kan soy döl ayrımına dayalı insan ve yurttaş haklarına düşman toplumsal yapılanmalar”, kısaca: “Aşiret Sorunu“dur.

Aşiret Sorunu“nun demokratik ve ekonomik yöntemlerle nasıl çözüleceğini ATATÜRK göstermiştir: Toprak dağıtımı ve yurttaşlık eğitimi… Aşiret sorunu, “aşiret“in salt dili ayrıdır diye adım değiştirip onu “ulus” olarak niteleme akademik dalaveresiyle uluslara tanınan “kendi kaderim tayin (ayrı devlet kurma) hakkı”nı aşiretlere tanıyarak çözülemez. Oysa şimdi yapılmak istenen, tam da budur.


1789 İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’nden:

I- İnsanlar, haklar yönünden özgür ve eşit doğarlar ve yaşarlar. Sosyal farklılıklar ancak ortak yarara dayanabilir.

II- Her siyasal toplumun amacı, insanın doğal ve zamanaşımı ile kaybedilmeyen haklarını korumaktır. Bu haklar; özgürlük, mülkiyet, güvenlik ve baskıya karşı direnmedir.

III- Egemenliğin özü esas olarak ulustadır. Hiçbir kuruluş, hiçbir kimse açıkça ulustan kaynaklanmayan bir iktidarı kullanamaz.

VII- Bir kimse, ancak yasanın belirlediği hallerde ve yasanın öngördüğü şekillere uyularak suçlanabilir, yakalanabilir ve tutuklanabilir. Keyfi emirler verilmesini isteyenler, keyfi emirler verenler, bunları uygulayanlar ya da uygulatanlar cezalandırılır. Ancak yasaya uygun olarak yakalanan, yasaya uymaya çağrılan her yurttaş anında itaat etmelidir, direnirse suçlu olur.

IX- Her insan suçlu olduğuna karar verilinceye kadar masum sayılacağından, tutuklanmasının zorunlu olduğuna karar verildiğinde, yakalanması için zorunlu olmayan her türlü sert davranış yasa tarafından ağır biçimde cezalandırılmalıdır.

XI- Düşüncelerin ve inançların serbest iletimi insanın en değerli haklarındandır. Bu nedenle her yurttaş serbestçe konuşabilir, yazabilir ve yayınlayabilir, ancak bu özgürlüğün yasada belirlenen kötüye kullanılması hallerinden sorumlu olur.

XII- İnsan ve yurttaş haklarının güvenliği bir kamu gücünü gerektirir, bu nedenle bu güç herkesin yararı için kurulmuştur, yoksa bu gücün emanet edildiği kişilerin özel çıkarları için değil.

XV- Toplumun tüm kamu görevlilerinden, görevleriyle ilgili olarak hesap sormak hakkı vardır.

 

Cengiz ÖZAKINCI, “Bütün Dünya”, Aralık 2009

cengizozakinci@butundunya.com.tr

Leave a Reply