Türk Büyükleri

Mehmet Akif Ersoy

İstiklal Marşı’mızın yazarı Mehmet Akif Ersoy 1873 yılında İstanbul’da doğdu. İlkokul yıllarında babasından Arapça öğrenmeye başladı.

Dil derslerine büyük ilgi duyuyordu. Rüştiye’deki eğitimi boyunca Türkçe, Arapça, Farsça ve Fransızca derslerinde hep birinci oldu.

Okul yıllarında spora büyük ilgi gösterdi. Mahalle arkadaşı Kıyıcı Osman Pehlivan’dan güreş öğrendi.

Başta güreş ve yüzme olmak üzere uzun yürüyüş, koşma ve gülle atma yarışlarına katıldı.

ŞİİR TUTKUSU

Şiire olan ilgisi okulun son iki yılında yoğunlaştı. 6 ay içinde Kuran’ı ezberleyerek hafız oldu. 1895′te Mektep Mecmuası’nda “Kuran’a Hitab” adlı şiiri yayımlandı.

Memuriyet hayatı başladı. Edebiyata olan ilgisini şiir yazarak ve edebiyat öğretmenliği yaparak sürdürdü. Resimli Gazete’de, Servet-i Fünun Dergisi’nde şiirleri ve yazıları yayımlandı.

Milli Mücadele’yi destekledi. Ankara’ya gidip 1. Millet Meclisi’nde Burdur milletvekili oldu. İstiklal Marşı’nı yazdı. İstiklal Madalyası ile ödüllendirildi. Ardından İstanbul’a döndü.

KUR’AN TERCÜMESİ

Diyanet İşleri ile Kuran’ı Türkçe’ye tercüme etmek için anlaşma imzaladı. Bu görevi başlangıçta reddetmişti. Çünkü kendi eserlerini yazmak istiyordu.

Ancak bu çeviriyi yapabilecek tek adam olarak görüldüğünden çok yoğun ısrar vardı. Kabul etmek zorunda kaldı.

Adeta inzivaya çekilerek 6-7 sene üzerinde çalıştı. Sonuçtan memnun kalmadı. Mukaveleyi fesh etti.

Siroz hastalığına yakalandı. 1936 yılında İstanbul’da hayatını kaybetti.

İsmet İnönü

İsmet İnönü, 1884 yılında İzmir’de doğdu. Babası Hacı Reşit Bey, annesi ise Cevriye Temelli Hanım idi.

Öğrenim hayatına Sivas’taki bir mahalle mektebinde başladı ve Mülkiye İdadisi’nde devam etti. 1897 yılında İstanbul’a geldi ve Mühendishane-i Berri-i Hümayun’a (Topçu Lisesi) girdi. Daha sonra Erkan-ı Harbiye Mektebi’ne girdi ve buradan 26 Eylül 1906’de birincilikle mezun oldu.

Mezun olduktan sonra Edirne’deki İkinci Ordu’ya atandı. Bu sırada Fethi Okyar’ın aracılığı ile İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne girdi.

1910 yılında Yemen’de başlayan ayaklanmanın bastırılmasında görev aldı. Burada 3 yıl kaldı. 1912’de binbaşılığa yükseldi. Birinci Dünya Savaşı sırasında Kafkas Cephesi’nde görev aldı. Burada Mustafa Kemal Paşa’nın emrinde çalıştı. 12 Ocak 1917’de Dördüncü Kolordu Komutanlığı’na atandı. 1917 yılında Filistin Cephesi’nde ilk olarak Yirminci Kolordu Komutanlığı’na, daha sonra ise Üçüncü Kolordu Komutanlığı’na atandı. Buradaki görevinin ardından da Harbiye Nezareti’nde görev aldı.

1920 yılında Mustafa Kemal’in daveti üzerine Anadolu’ya geçti ve Batı Cephesi Komutanlığı’na getirildi. Çerkez Ethem’in başlattığı ayaklanmanın bastırılmasını sağladı. “Birinci İnönü Savaşı” olarak bilinen savaşta Yunanlıların ilerleyişini durdurdu. Bunun ardından Mirliva rütbesine terfi etti.

Lozan Barış Konferansı’na Türk Heyeti Başkanı olarak katıldı. 1923 yılından 1937 yılına kadar -çok kısa bir süre hariç- başbakan olarak görev yaptı. 20 Eylül 1937’de Atatürk’ün isteği üzerine Başbakanlık’tan çekildi.

Atatürk’ün ölümünden sonra TBMM tarafından cumhurbaşkanı olarak seçildi. 1950’de Demokrat Parti’nin seçimleri kazanması üzerine muhalefete düştü. 27 Mayıs Darbesi’nin ardından 1961 yılında Cumurbaşkanı Cemal Gürsel tarafından hükümeti kurma görevi verildi. 1965 yılında bu görevden ayrıldı. 8 Mayıs 1972’de CHP Genel Başkanlığı görevinden istifa etti.

İsmet İnönü, 25 Aralık 1973 günü hayatını kaybetti.

Mareşal Fevzi Çakmak

1856 yılında İstanbul’da doğdu. Anadolu’da kurtuluş kaynaşmaları başladığı sırada, Saray’ın gözde adamları arasındaydı. 1898 yılında kurmay yüzbaşı olarak Akademi’yi bitirdikten sonra, Arnavutluk’ta görev yaptı (1899). Arnavutluk ve Rumeli vilayetleriyle ile ilgili ıslahat kararlarını uygulamakla görevli heyette bulundu (1912); 1917’de Diyarbakır’da tümen komutanlığı; aynı yıl Filistin’de 7. Ordu komutanlığı yaptı. 1918’de Genelkurmay Başkanlığında görevliydi ve Mustafa Kemal’in Samsun’a hareketinden bir gün önce de 1. Ordu müfettişliğine atandı.

1919 yılı başlarında Ali Rıza Paşa Kabinesi’nde Harbiye nazırı oldu. Fevzi Paşa 3 Mayıs 1920’de Kozan milletvekili olarak Türkiye Büyük Millet Meclisine katıldı; aynı gün de Milli Savunma Bakanlığına ve İcra Vekilleri heyeti reisliğine getirildi.

1920 sonlarında Erkânı Harbiye’si Umumiye vekil vekiliydi. 1921’de II. İnönü Savaşı’ndan sonra Korgenerallik rütbesiyle Genelkurmay Başkanlığına getirildi. Sakarya Zaferi’nin ardından da Meclis’ten mareşallik rütbesini aldı. İlk yıllarda aynı zamanda milletvekiliydi ama 1925’te askerlikle siyaset arasında bir seçim yapma durumunda kalınca asıl mesleğinde karar kıldı ve 1944 yılında yaş haddinden emekliye ayrılıncaya kadar Genelkurmay Başkanlığında kaldı. En büyük başarısı Atatürk ile İnönü’nün de kesinlikte aynı görüşte olmalarından güç alarak, orduyu siyaset dışında bırakabilmesiydi.

Çakmak, askerlik hayatını iki ayrı döneminde, iki eser yayınladı: “Gorbi Rumeli’nin sureti ziya ve Balkan Harbi’nde Garp cephesi hakkında konferanslar” (1927) ve “Büyük Harbde Şark cephesi hareketleri” (1936).

Mareşal Fevzi Çakmak, 1948’de siyaset sahnesine çıktı ve emekliye ayrılışından sorumlu tuttuğu İnönü’ye karşı çıkmak için DP listesinden İstanbul milletvekili olarak Meclise girdi. Atatürk dönemi bakanlarından Cami Baykut ve Tevfik Rüştü Aras ile birlikte sol eğilimli İnsan Hakları Derneğini kurdu. 12 Nisan 1950 tarihinde vefat etti. Eyüp Sultan’da toprağa verildi.

Kazım Karabekir (1882 – 1948)

1882 yılında İstanbul’da doğdu. Mehmed Emin Paşa’nın oğludur. İlköğrenimini İstanbul, Van, Harput ve Mekke’de tamamladıktan sonra, 1896’da İstanbul Fatih Askeri Rüştiyesi’ni, 1899’da Kuleli Askeri İdadisi’ni, 1902’de Harbiye Mektebi’ni ve 1905’te de Erkân-ı Harbiye Mektebi’ni bitirerek yüzbaşı rütbesiyle orduya katıldı.

İki yıllık kıta stajını Manastır’da yaptı. İttihat ve Terakki’nin Manstır örgütünün kurulmasına katıldı. 1907’de kolağası (önyüzbaşı) rütbesi alarak İstanbul Harbiye Mektebi, tabiye öğretmen vekilliğine atandı. İttihat ve Terakki İstanbul örgütünün kurulmasında görev aldı.

II. Meşrutiyet’ten sonra Edirne’de II. Ordu 3. Fırka (tümen) erkân-ı harfliğine (kurmaylığına) atandı. 31 Mart 1909 ayaklanmasında Hareket Ordusu’nda görev aldı. 1910 Arnavutluk ayaklanmasının bastırılması harekâtında çalıştı.

14 Nisan 1912’de binbaşılığa yükseldi. Balkan Savaşı’nda Trakya sınır komiseri olarak görev yaptı. 1914’te kaymakam (yarbay) rütbesiyle Birinci Kuvve-i Seferiye komutanlığıyla İran ve ötesi harekâtıyla görevlendirildi.

Bir süre sonra İstanbul Kartal’da 14. Fırka komutanlığına atandı ve Çanakkale’ye gönderildi. Kerevizdere’de Fransızlar’a karşı üç ay savaştıktan sonra miralaylığa (albay) yükseldi.

Buradan, İstanbul’da I. Ordu erkân-ı harbiye başkanlığına, sonra Galiçya’ya gidecek ordunun ve ardından Mareşal Von der Goltz’un erkân-ı harbiye başkanlığına atanarak Irak’a gitti.

1916’da Kutü’l-Amare’yi kuşatan 18. Kolordu komutanlığına getirildi ve burayı aldıktan sonra Irak’ta İngilizler’le çarpıştı. 1917’de Diyarbakır’daki 2. Kolordu komutanlığına getirildi ve Van, Bitlis, Elaziz (Elazığ) cephelerindeki II. Ordu komutanlığına vekâlet etti.

1918’de Erzincan ve Erzurum’u Ermeniler’den ve Ruslar’dan geri aldı. Ardından Sarıkamış, Kars ve Gümrü kalelerini ve Karakilise’yi (Karaköse) kurtardı. Aynı yıl mirliva (tümgeneral) oldu. Mondros Mütarekesi sırasında sadrazam olan Ahmed İzzet Paşa’nın erkân-ı harbiye-i umumiye reisliği (genelkurmay başkanlığı) önerisini kabul etmeyerek Anadolu’da görev almak istedi.

Önce Tekirdağ’daki 14. Kolordu komutanlığına, ardından da Erzurum’daki 15. Kolordu komutanlığına atanmasını sağlayarak Nisan 1919’da göreve başladı. Hazırlıkları yapılan Erzurum Kongresi’nin toplanmasında önemli rol oynadı.

Kurtuluş Savaşı’nda Edirne milletvekilliği ve Doğu cephesi komutanlığı yaptı.

Ermeniler’in eline geçen Sarıkamış, Kars ve Gümrü kalelerini geri alarak 15 Kasım 1920’de Ermeni ordusunu kesin olarak yendi. Ermeni hükümetiyle Ankara hükümeti adına Gümrü Antlaşması’nı imzaladı.

Kars’ın alınmasıyla ferikliğe (korgeneral) yükseldi. Rus Sovyet Sosyalist Federe Cumhuriyeti ve Kafkasya hükümetleriyle Kars Antlaşması görüşmelerini yürüttü. Kurtuluş Savaşı’nın bitiminden sonra I. Ordu müfettişliğine atandı.

1923’te İstanbul milletvekili oldu. 1924’te, TBMM’deki Dörtler Grubu’nu destekledi. Ardından askerlikten ayrılarak Halk Fırkası’ndan istifa etti.

17 Kasım 1924’te kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın başkanlığına seçildi.

Parti 3 Haziran 1925’te Şeyh Sait ayaklanması nedeniyle kapatıldı. Karabekir Mustafa Kemal Paşa’ya karşı yapılan İzmir suikasti ile ilgili görülerek bazı partililerle birlikte yargılandıysa da beraat etti.

Siyasi yaşamına on iki yıllık aradan sonra, 6 Ocak 1939’da İstanbul milletvekili olarak devam etti.

1946’da TBMM başkanlığına seçildi ve bu görevde iken öldü (26 Ocak 1948).

Rauf Denktaş (1924 – 2012)

Rauf Raif Denktaş, 27 Ocak 1924 tarihinde Kıbrıs’ın Baf bölgesinde doğdu. Rauf Denktaş 1,5 yaşında iken annesini kaybetti. Babası hakim Raif Bey’dir. Anneannesi ve babaannesi tarafından büyütülen Denktaş, 1930 yılında eğitim için İstanbul’a gönderildi.

Arnavutköy’de ilkokuldan liseye kadar eğitim veren Fevzi Ati Lisesi’nde yatılı okumaya başladı. Ortaokuldan sonra Kıbrıs’a döndü ve liseyi Kıbrıs’ta bitirdi. II. Dünya Savaşı’ndan sonra hukuk eğitimi için İngiltere’ye gitti. Mezun olduktan sonra avukatlığa başladı. 1949 yılı yaz aylarında savcılık yapmaya başladı. Yine aynı yıl Aydın Hanım’la evlendi.

27 Kasım 1948 tarihinde Kıbrıs Türklerinin düzenlediği ilk mitingte Dr. Fazıl Küçük ile beraber hatiplik yaptı. Türk Cemaatının iki önemli ismi Faiz Kaymak ve Dr. Fazıl Küçük arasında arabulucu rolünü üslenip, toplumun çıkarlarının takipçisi oldu. Faiz Kaymak’ın teklifi ve Dr. Fazıl Küçük’ün tasvibiyle Kıbrıs Türk Kurumlar Federasyonu kongresinde başkanlığa seçildi. Savcılık görevinden İngiliz yönetimini zorlukla ikna ederek istifa etti ve Cemaat sorunlarıyla uğraşmaya başladı.

1955’te terörist bir hüviyete bürünen Enonisle mücadelede ve EOKA karşısında Kıbrıs Türklerinin direnişine yön veren Denktaş, 1958 yılında hükümetteki görevinden istifa etti. Arkadaşlardıyla 1.8.1958’de Türk Mukavemet Teşkilatı’nı kurdu.

1959 Zürih ve Londra Antlaşmaları ile, 1960 antlaşmaları ve Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası’nın hazırlanmasında emeği geçti. Aynı yıl Türk Cemaat Meclisi’yle İcra Komitesi Başkanlığı’na seçildi.

1958 yılında Rum tedhişçiler, Türk köylerine saldırınca, Türkler de bu olayları protesto etti. Zürih-Londra antlaşmaları öncesinde Dr. Fazıl Küçük ve Rauf Denktaş, Ankara’ya Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ile görüşmeye gitti. Bu görüşmede Denktaş adaya Türk askeri gönderilmesi teklifini dile getirdi.

16 Ağustos 1960 tarihinde 650 kişilik Türk Alayı Magosa Limanı’na ayak bastı. 1963 olaylarından sonra Denktaş temaslarda bulunmak üzere Ankara’ya gitti. Temaslarını tamamlayan Denktaş bir sandalla Kıbrıs’a geçti ve Türk direnişini örgütlemeye başladı.

1964 Londra Konferansından sonra Makaryos tarafından “istenmeyen adam” ilan edildi. Yeşilada’ya girmesi yasaklandı. Gizlice Erenköy’e çıkarak savaşa katıldı. 1967’de adaya gizlice girerken tutuklandı. Yoğun girişimler sonucu Türkiye’ye geri verildi. 1968’de adaya giriş yasağı kaldırıldığından Kıbrıs’a döndü.

1970 seçimlerinde Türk Cemaat Meclisi Başkanlığı’na seçildi. 28.2.1973’e kadar Kıbrıs Cumhurbaşkanı Muavini ve Kıbrıs Türk Yönetim Başkanı seçildi.

13 Şubat 1975’te Kıbrıs Türk Federe Devleti’nin ilanından sonra devlet ve meclis başkanı görevlerini de yürüten Denktaş, anayasa uyarınca 1976’da yapılan ilk genel seçimlerde devlet başkanlığına seçildi. 1981 yılında ikinci kez devlet başkanı oldu.

22.4.1990’da yapılan erken seçimde ikinci kez cumhurbaşkanı seçildi. 1995’teki seçimlerde de cumhurbaşkanı seçildi.

17 Nisan 2005’te yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde aday olmayan Denktaş, 24 Nisan’da görevi Mehmet Ali Talat’a devretti.

KKTC’nin kurucu cumhurbaşkanı Rauf Denktaş 88 yaşında vefat etti…

Yakındoğu Üniversitesi Hastanesinin yoğun bakım servisinde 9 Ocak Pazar gününden bu yana tedavi gören KKTC’nin 1. Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş, 13 Ocak 2012 günü vefat etti.

Denktaş, 8 ocak gecesi ishale bağlı su kaybı nedeniyle hastaneye kaldırılmıştı. İç organlarında dün yetersizlik başgösteren Denktaş, bu sabah itibarıyla solunum cihazına, akşam saatlerinde ise diyalize bağlanmıştı.

KKTC Kurucu Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş, 17 Ocak 2012 günü Cumhuriyet Parkı’nda dualar ve gözyaşlarıyla toprağa verildi.

Devlet töreniyle son yolculuğuna uğurlanan Rauf Denktaş’ın naaşı, Selimiye Camii’nde kılınan canaze namazının ardından Girne kapısına, oradan da Şehitler Abidesi ve Meclis önünden izlenen güzergahtan Kuzey Kıbrıslı askerlerin çektiği top arabasıyla yaklaşık iki saat süren bir yürüyüş sonrası Cumhuriyet Parkı’na getirildi.

On binlerce Kıbrıslının Denktaş’ı yalnız bırakmadığı cenaze töreninde alkışlarla, dualarla ve gözyaşlarıyla dev Kuzey Kıbrıs bayrağı açılırken, Denktaş’ın tabutuna karanfiller atıldı.

Cenazeyi bırakamadılar!

KKTC’nin Kurucu Cumhurbaşkanı merhum Rauf Denktaş’ın cenaze töreninde oğlu ve eşi cenazeyi uzun süre bırakamayınca duygusal anlar yaşandı. Tören sırasında ise ilginç bir tesadüf yaşanarak cenazenin üzerine muhteşem bir gökkuşağı doğdu.

Nazım Hikmet

Nâzım Hikmet tam adıyla Nâzım Hikmet Ran lakabı “Güzel Yüzlü Şair”dir. (d. 15 Ocak 1902, Selanik – ö. 3 Haziran 1963, Moskova) Türk şair ve oyun yazarı. Türkiye’de serbest nazımın ilk uygulayıcısı ve çağdaş Türk şiirinin öncüsü. Uluslararası bir üne ulaşmış ve adı 20. yüzyıl’ın ilk yarısında yaşamış olan dünyanın en büyük şairleri arasında anılmıştır.[1] Eserleri birçok yabancı dile çevrilmiştir. Mezarı halen Moskova’da bulunmaktadır. Türkiye Komünist Partisi (TKP) üyesi olup ayrı ayrı toplam 11 davadan yargılanmıştır.

Eserleri birçok ödül almıştır. Ancak Türkiye’deki yaşamının çoğunu hapiste geçirmiş daha sonra Moskova’ya gitmiş ve Türk vatandaşlığından çıkarılmıştır.

1938’de şairin cezaevine girmesiyle yasaklanıp ortadan kaldırılmış olan Nâzım Hikmet şiiri, Türkiye’de ancak ölümünden iki yıl sonra 1965’te yeniden ortaya çıkmıştır.

İlk şiirlerini hece vezni ile yazmaya başlamasına rağmen içerik bakımından diğer hececilerden uzaktı. Şiirsel gelişimi arttıkça hece vezni ile yetinmemeye ve şiiri için yeni formlar aramaya başladı. Sovyetler Birliğinde yaşadığı ilk yıllar olan 1922-1925 arası bu arama tepe noktasına ulaştı. O dönemdeki bir çok şairden farklıydı.

Hece vezninden ayrılarak Türkçe’nin vokal özellikleri ile harmoni oluşturan serbest vezini benimsedi. Mayakovski ve gelecekçilik taraftarı genç Sovyet şairlerinden esinlendi. Şiirlerinden bir çoğu müzisyen Zülfü Livaneli tarafından bestelendi. Ünol Büyükgönenç tarafından özgün bir şekilde yorumlanmış olan küçük bir kısmı ise 1979’da “Güzel Günler Göreceğiz” ismiyle kaset olarak çıktı. Bir kaç şiiri ise Yunanlı besteci Manos Loïzos tarafından bestelendi.

Orhan Kemal

Romancı ve hikâye yazarı. Ceyhan’da doğdu. A. Kemâli Bey’in oğlu. Babasının Suriye’ye kaçması üzerine ortaoku-lun son sınıfından ayrıldı. İşçilik, kâtiplik yaptı. 1950′de İs-tanbul’a geldi ve eserlerinin geliri ile geçindi. Tedavi için gittiği Sofya’da öldü. İstanbul’da Zincirlikuyu Mezarlığına gömüldü.

Önce Yedigün, Yeni Ses, Yürüyüş ve Gün dergilerinde şiirleri çıktı (1939-1946). 1940 yılından İtibaren hikaye yayımlamaya başladı. 1948′den itibaren romana başladı. Eserlerinde kendi hayatını, Çukurova’daki işçi ve ırgatların, istanbul’daki yoksul insanların hayatını anlattı. Ruh tahlil-lerine yer vermez. Üslûbu îtinasızdır. Karşılıklı konuşmalar-da şîve taklitlerine çok yer verir.

Öykü kitapları:

1. Ekmek Kavgası (1949)

2. Sarhoşlar (1951)

3. Çamaşırcının Kızı (1952)

4. 72. Koğuş (1954)

5. Grev (1954)

6. Arka Sokak (1956)

7. Kardeş Payı (1957)

8. Babil Kulesi (1957)

9. Dünyada Harb Vardı (1963)

10. İşsiz (1966)

11. Önce Ekmek (1968)

12. Küçükler ve Büyükler (1971)

Romanları:

1. Baba Evi (1949)

2. Avare Yıllar (1950)

3. Murtaza (1952)

4. Cemile (1952)

5. Bereketli Topraklar Üzerine (1954)

6. Suçlu (1957)

7. Devlet Kuşu (1958)

8. Vu-kuat Var (1959)

9. Gâvurun Kızı (1959)

10. Küçücük (1860)

11. Dünya Evi (1960)

12. El Kızı (1960)

13. Hanımın Çiftliği (1961)

14. Eskici ve Oğulları ( Eskici Dükkanı, 1962)

15. Gurbet Kuşları (1962)

16. Sokakların Çocuğu (1963)

17. Ma-halle Kavgası (1963)

18. Kanlı Topraklar (1963)

19. Bir Filiz Vardı (1965)

20. Müfettişler Müfettişi (1966)

21.Yalancı Dün-ya (1966)

22. Evlerden Biri (1966)

23. Arkadaş Islıkları (1968)

24. Sokaklardan Bir Kız (1968)

25. üç Kâğıtçı (1969)

26. Kötü Yol (1969)

27. Kaçak (1970)

Orhan Veli Kanık

Türk şiirinin hececi şairlerinden Orhan Veli Kanık, 1914 yılında İstanbul’da doğdu. Ortaöğrenimini Ankara Gazi Lisesi’nde yapan Orhan Veli, daha sonra İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü’ne girdi. Ancak üniversite eğitimini yarıda bırakmak zorunda kaldı. Çeşitli resmi görevlerde memur olarak çalıştı.

Orhan Veli Kanık’ın ilk şiirleri 1936 yılında Varlık Dergisi’nde yayımlandı. Şiirlerinde yerleşik kalıp ve klişeleri yıkan basit ve sade halk dili ile sıradan insanın güncel yaşamına eğilen Orhan Veli, arkadaşları Melih Cevdet Anday ve Oktay Rifat ile “Garip” akımını kurdu. 1947 yılında “Yaprak Dergisi”ni çıkardı. 1947-1950 yılları arasında 28 sayı yayımlanan dergi, Orhan Veli’nin 14 Kasım 1950’de ölümü üzerine “Son Yaprak” adını taşıyan son sayısı ile yayımını durdurdu.

EDEBİ KİŞİLİĞİ

Orhan Veli’nin gençlik dönemi şiirleri, Mehmet Hamdi ve Ahmet Muhip Dıranas etkilerini taşır. Fransız sembolistlerinden de dikkate değer biçimde etkilendi. Daha sonra “Garip” akımının oluşumuna yol açan “yadırgatıcı” şiirlerini yazdı. Melih Cevdet ve Oktay Rifat ile birlikte şiirin “insanın beş duyusuna değil, aklına hitap eden bir sanat” olduğunu belirterek yeni akımın en temel ilkesini açıkladı.

Orhan Veli, şiirde sürekli bir arayışın simgesi oldu. Oktay Rifat’ın deyimi ile “Şiirde birkaç kuşağın arka arkaya gerçekleştirebileceği hızlı değişimleri birkaç yıl içine sığdırmıştır.” Orhan Veli’nin yayımlanan eserleri arasında “Garip ve Vazgeçemediğim”, “Destan Gibi”, “Yenisi”, “Karşı” adlı kitaplar sayılabilir.

Orhan Veli Kanık, 14 Kasım 1950 tarihinde hayatını kaybetti.

HAKKINDA YAZILANLAR

Adnan Veli Kanık, ağabeyinin biyografisi ile basında çıkmış yazılarından seçme parçaları şu kitapta derledi: Orhan Veli İçin (1953).

Şair üzerine bir inceleme Asım Bezirci’nin, zengin bir bibliyografya da veren Orhan Veli Kanık adlı eseridir (1967).

ANLATAMIYORUM

Ağlasam sesimi duyar mısınız,

Mısralarımda;

Dokunabilir misiniz

Gözyaşlarıma, ellerinizle?

Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel,

Kelimelerin kifayetsiz olduğunu

Bu derde düşmeden önce.

Bir yer var, biliyorum;

Her şeyi söylemek mümkün;

Epeyce yaklaşmışım, duyuyorum;

Namık Kemal

Asıl adı Mehmet Kemal olan yazar 21 Aralık 1840’da Tekirdağ’da doğdu. Babası II. Abdülhamit döneminde müneccimbaşılık yapmış Yenişehirli Mustafa Asım Bey’di. Küçük yaşta annesi Fatma Zehra Hanım’ı kaybetmesi üzerine dedesi Ratib bin Osman’nın yanında büyüdü. Dedesinin kaymakam ve vali olmasından dolayı Anadolu’nun ve Rumeli’nin çeşitli şehir ve kasabalarını dolaştı ve özel eğitim ile Arapça ve Farsça dersleri aldı. Dedesiyle 12 yaşında Kars’a, bir yıl sonra da Sofya’ya giden Namık Kemal, 18 yaşına gelince İstanbul’a yerleşti. İlk şiirleri de bu dönemde yazmaya başladı.

1858 yılında İstanbul’a gelmesiyle Tasavvufa merak saldı. Divan Edebiyatı geleneğini devam ettiren şiirler yazdı. Yakınlık kurduğu Leskofçalı Galib Bey ile Divan Edebiyatı ile ilgili sohbetlere katıldı. Edebiyat dilinde Galib Bey’den etkilenen Namık Kemal, Divan tarzı şiirlerinin oluşmasında etkili oldu. 1861 yılında Galib Bey’in başkanlığında kurulan “Encümen-i Şuara”da yer aldı. Ardından 1862 yılında Tercüme Odası’na Katip olarak girmesiyle batı etkisindeki kişilerle tanıştı.

Tercüme Odası’nda 4 yıl çalıştığı sürece dönemin önemli düşünür ve sanatçılarıyla tanışma fırsatı buldu. 1865 yılında kurulan daha sonra “Genç Osmanlılar” adını alan İttifak-ı Hamiyet isimli derneğe üye oldu. Bu gizli derneğin basın kolu olan Tesvir-i Efkar adlı gazetede Yeni Osmanlılar lehine yazılar yazdı. Agah Efendi ile Tercüman-ı Ahval gazetesinin kurucularından olan İbrahim Şinasi, Sultan Abdülaziz’e düzenlenen suikast girişiminin düzenleyicileri arasında olmasından dolayı 1865 yılında gazeteyi Namık Kemal’e bırakarak Paris’e kaçtı. Bu olay Namık Kemal’in gazeteciliğin yanında siyasete de girmesine neden oldu.

Gazetenin hükümet aleyhine yazdığı yazılar nedeniyle 1867 yılında kapatılmasıyla İstanbul’dan uzaklaşması için Erzurum’a vali muavini olarak atandı. Yeni görev yerine gitmeyi reddetmesi üzerine Mustafa Fazıl Paşa’nın yardımıyla Ziya Paşa ile birlikte Paris’e kaçtı. Aynı dönem Ali Suavi ve Ziya Paşa’nın da bulunduğu Yeni Osmanlılar Cemiyeti’nin kurucuları arasına girdi. Paris’te Osmanlı hükümeti’ne karşı yürüttükleri propagandalar ile Millet Meclisi’nin kurulmasını ve Meşrutiyet idaresinin getirilmesini amaçlıyorlardı.

Yeni Osmanlılar Cemiyeti’nin fikirlerin yaymak amacıyla çıkardığı “Muhbir” gazetesinde çalıştı. Ali Suavi ile görüşlerinin ayrılması üzerine kısa bir süre sonra Mustafa Fazıl Paşa’nın yardımıyla Londra’ya geçerek Ziya Paşa ile birlikte 1868 yılında “Hürriyet” isimli gazeteyi çıkardı. Bu gazetedeki yazılarında da siyasi muhalefete devam etti.

Avrupa’da yeterince destek görmemesi üzerine Sadrazam Ali Paşa ile birlikte 1870 yılında İstanbul’a döndü ve Mutasarrıf olarak Gelibolu’ya gönderildi. Kısa zamanda azledilmesiyle İstanbul’a dönerek “İbret” isimli gazetenin başına geçti. Yazıları yüzünden gazete kapatılınca tiyatro ile ilgilenmeye başladı. Güllü Agop’un Gedikpaşa’daki tiyatrosunda 1 Nisan 1873’te ünlü oyunu “Vatan Yahut Silistre” oynandı. Daha oyunun ilk gecesinden siyasi içeriği yüzünden tepkileri üzerine çekti.

Oyunun tepkileri üzerine Kıbrıs’ta Magosa’ya sürüldü. Otuz sekiz ay süren dönem, onun çalışmalarının en verimli zamanı oldu. Çıktığında 5 piyes ve ilk romanı “İntibah” hazırdı.

1876 yılında V. Murat’ın tahta çıkması ile serbest kalarak İstanbul’a döndü. İstanbul’a dönüşünden sonra halk tarafından destek görmeye başladı ve bu durum karşısında tahta geçen II. Abdülhamit, Namık Kemal’i önce Şura-yı Devlet üyesi sonra da Kanun-i Esasi’nin hazırlanmasında oluşturulan komisyona atadı.

1877 yılında Osmanlı-Rus Savaşı’nın başlaması üzerine II. Abdülhamit, Meclis-i Mebusanı kapattı. Birçok mebus ile birlikte tutuklanarak Midilli Adası’na sürgüne gönderildi. 1879 yılında Midilli Mutasarrıfı oldu. 1884 yılında Rodos Mutasarrıflığı, 1887’de ise aynı görevle Sakız Adası’na gönderildi. 2 Aralık 1888’de Sakız Adası’nda hayatını kaybetti. Vasiyeti üzerine Bolayır’a defnedildi.

Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde yaşayan Namık Kemal, kurtuluş çaresi olarak Tanzimat felsefesini uygun buluyordu. Şinasi, Ziya Paşa gibi yazarlarla beraber bu görüşün savunucusu oldu. Fransızca öğrenmesi ve dönemin önemli gazetecilerinden Şinasi ile tanışması hayatının dönüm noktası oldu. Fransız İhtilali’nden sonra ortaya çıkan düşünce akımlarından etkilenerek, edebiyat, siyaset ve sosyal alandaki yeni fikirlerin Türk Kültürüne girmesini sağladı. Gazeteci ve politikacı kişiliği ile öne çıkan Namık Kemal, devrimci yapısıyla kendinden sonra gelen yazarlara ve düşünürlere yok açmıştır. Edebiyatını propaganda aracı olarak kullanmıştır.

Edebiyat tarzı olarak Fransız Edebiyatı’nın etkisinde kalırken, edebiyat dili olarak Divan Edebiyatı’ndan uzaklaşmamıştır. “Sanat halk içindir” görüşünü savunan Namık Kemal, şiirin yanı sıra biyografi, tiyatro, roman, tarih ve makale türünde eserler vermiştir.

ESERLERİ :

Oyun

  • Vatan Yahut Silistre (1873)
  • Zavallı Çocuk (1873)
  • Akif Bey (1874)
  • Celaleddin Harzemşah (1885)
  • Kara Bela (1908)
  • Gülnihal

Roman

  • İntibah (1876, yeni harflerle 1944)
  • Cezmi (1880, yeni harflerle 1963)

Eleştiri

  • Tahrib-i Harabat (1885)
  • Takip (1885)
  • Renan Müdafaanamesi (1908)
  • Namık Kemal’in Mektupları (1972)

İbn-i Sina

980 yılında günümüz Özbekistanında yer alan Buhara yakınlarındaki Afşana kentinde doğdu. Babası Abdullah, Samani İmparatorluğunun önemli şehri Belh’ten gelen saygın bir bilim adamıydı. Buhara’da iyi bir eğitim aldı. Olağanüstü hafızası ve zekası da bu konuda ona çok yardımcı oldu. 14 yaşına geldiğinde öğretmenlerini geçmeye başlamıştı.

İbni Sinanın Hayatı

16 yaşında tıbba döndü ve bu konudaki bilgileri öğrenmekle kalmayıp yeni tedaviler de geliştirdi. 19 yaşında doktor ünvanı elde etti ve ücret almaksızın hastaları tedaviye başladı.

İbn-i Sina’nın 1271 yılında yapılmış bir tasviriİbn-i Sina ilk olarak 997 yılında tehlikeli bir hastalıktan kurtardığı emirin yanında çalışmaya başladı. Bu hizmetinin karşılığında aldığı en önemli ödül Samanilerin resmi kütüphanesinden dilediğince yararlanmak oldu. Kütüphanede kısa süre sonra meydana gelen yangında düşmanları onu bilerek kundaklama yapmakla suçladı.

22 yaşında babasını kaybetti. 1004 yılının Aralık ayında Samani Hanedanı sona erdi. İbn-i Sina Gazneli Mahmud’un teklifini geri çevirdi ve batıya Ürgenç’e gitti. Buradaki vezir bilim dostuydu ve ona küçük de olsa bir maaş bağladı. Yetenekleri için kullanma sahası arayan İbn-i Sina Merv’den Nişabur’a ve Horasan sınırlarına kadar bölgeyi adım adım dolaştı. Kendisi de şair ve bilim adamı olan ve İbn-i Sina’ya sığınak sağlayan hükümdar Kabus bu sırada çıkan ayaklanmada hayatını kaybetti. İbn-i Sina’nın kendisi de şiddetli bir hastalığa yakalanmıştı. Sonunda Hazar Denizi kıyısındaki Gorgan’da eski bir arkadaşına rastladı. Onun yanına yerleşti ve bu kentte mantık ve astronomi dersleri vermeye başladı. Kanun kitabının başlangıcı da bu döneme rastlar.

Daha sonra Rey’de ve Kazvin’de çalıştı. Yeni eserler yazmaya da devam etti. İsfahan valisinin yanına yerleşti. Bunu öğrenen Hamadan emiri İbn-i Sina’yı yakalattı ve hapsetti. Savaş sona erdikten sonra Hamadan emirinin yanında çalıştı. Kısa süre sonra İbn-i Sina, kardeşi, iyi bir öğrencisi ve iki köleyle kılık değiştirip şehirden kaçtı ve korku dolu bir yolculuktan sonra çok iyi karşılandıkları İsfahan’ a ulaştı.

Sonraki yılları ve ölümü

İbn-i Sina’nın kalan 10 ya da 12 yılı Ebu Cafer’in hizmetinde geçti. Burada doktor, bilim danışmanı olarak çalıştı ve hatta savaşlara bile katıldı. Bu yıllarda edebiyat ve filoloji çalışmaya başladı. Bir Hamadan seferi sırasında şiddetli bir kolik atağına yakalandı. Güçlükle ayakta duruyordu. Hamedan’a vardığında önerilen tedavileri uygulamadı ve kendisini kadere teslim etti. Ölüm yatağında mallarını yoksullara bağışladı, kölelerini azat etti ve son gününe dek 3 günde bir Kuran okudu. 1037 Haziranında Ramazan ayında 57 yaşında öldü. Kabri Hamedan’da bulunmaktadır.

Yunus Emre (?-1320/21)

XIII. yüzyıl tasavvuf şairi. Doğum tarihi bilinmiyor. Ölüm tarihi yaklaşık olarak belirlendi. Bu konuda yapılan çeşitli araştırmalar, farklı görüşleri yansıtıyor.Yunus Emre, bazı bulgulara göre Eskişehir yakınlarındaki Mihalıçcık’a bağlı Sarıköy’de doğmuş ve bir tasavvuf tekkesine dahil olmuştur. Taptuk Emre adlı mutasavvıftan ders görmüştür. Şiirlerinden edinilen bazı bilgilere göre Azerbaycan ve Şam gibi uzak illere gittiği, hatta Mevlâna ile tanıştığı sanılmaktadır.

Anadolu’da Türkçe şiir söyleyen ilk şairler arasındadır. Yunus Emre, şiirlerinde işlediği Vahdet-i vücud görüşü ile de özel bir konuma sahiptir.Halkın günlük konuşma diliyle, yani öz Türkçe ile söylenen bu şiirlerde genellikle hece ölçüsünü görüyoruz.Yunus Emre’nin Risaletü ‘n Nüshiyye (Öğütler Kitabı) adlı bir Divanı vardır. Bu Divan’daki şiirler aruz ölçüsünde yazılmıştır.

Ülkemizde Yunus Emre’nin şiirleri ilk kez 1885 yılında yayımlan­dı. Bu baskı 1902 ve 1909 yıllarında tekrar edildi. Daha sonra yeni harf­lerle üç cilt halinde Burhan Toprak tarafından 1932 yılında yayımlandı. İlk bilimsel baskıyı ise Abdülbaki Gölpınarlı 1943 yılında sağladı.

Pir Sultan Abdal

Gerçek adı Haydar olan Pir Sultan Abdal, XVI. yy ‘da yaşadı. Yaşamı konusunda kesin bilgi yoktur; Horasan’dan gelerek Banaz köyüne (Yıldızeli, Sivas) yerleştiği, tekke ve medrese öğrenimi gördüğü söylenir.

Alevi inancının Anadolu’ da hızla yayılmasında etkin rol oynayan Pir Sultan Abdal, birkaç kez tutuklanmış, sonunda idam edilmiş; yaşamı efsaneleşerek, halk arasında dilden dile, kuşaktan kuşağa aktarılmıştır.

Alevi-Bektaşi şiirinin en büyük ozanı sayılan Pir Sultan Abdal’ın nefeslerinin çoğu bestelenmiştir. Ne var ki, kendisine mal edilen şiirlerden hangilerinin gerçekten onun kaleminden çıktığı kesin olarak bilinmemektedir.

Divan edebiyatından hiç etkilenmeyen ozan, çevre halkının diliyle, derin bir duyuş ve seziş gücü, yapmacıksız bir üslupla yazmıştır. Yaşamı oyunlaştırılan (1969), Pir Sultan Abdal’ın bütün şiirleri, 1971′de derlenerek yayınlanmıştır.

Mevlana Celaledin-i Rumı (1207-1273)

Mevlâna 30 Eylül 1207 yılında bugün Afganistan sınırları içerisinde yer alan Horasan yöresinde, Belh şehrinde doğmuştur.

Mevlâna’nın babası Belh şehrinin ileri gelenlerinden olup sağlığında ‘Bilginlerin Sultanı’ ünvanını almış olan Hüseyin Hatibî oğlu Bahaeddin Veled’dir. Annesi ise Belh Emiri Rükneddin’in kızı Mümine Hatun’dur.

Sultânü’l-Ulemâ Bahaeddin Veled, bazı siyasi olaylar ve yaklaşmakta olan Moğol istilası nedeniyle Belh’ten ayrılmak zorunda kalmıştır. Sultânü’l-Ulemâ 1212 veya 1213 yıllarında aile fertleri ve yakın dostları ile birlikte Belh’ten ayrıldı.

Sultânü’l-Ulemâ’nın ilk durağı Nişâbur olmuştur. Nişâbur şehrinde tanınmış Mutasavvıf Ferîdüddin Attar ile de karşılaşmıştır. Mevlâna burada küçük yaşına rağmen Ferîdüddin Attar’ın ilgisini çekmiş ve takdirlerini kazanmıştır.

Sultânü’l-Ulemâ Nişâbur’dan Bağdat’a ve daha sonra Kûfe yolu ile Kâbe’ye hareket etti. Hac farizasını yerine getirdikten sonra dönüşte Şam’a uğradı. Şam’dan sonra Malatya, Erzincan, Sivas, Kayseri, Niğde yolu ile Lârende’ye (Karaman) geldi. Karaman’da Subaşı Emir Musa’nın yaptırdıkları medreseye yerleşti.

1222 yılında Karaman’a gelen Sultânü’l-Ulemâ ve ailesi burada 7 yıl kaldı. Mevlâna 1225 yılında Şerefeddin Lala’nın kızı Gevher Hatun ile Karaman’da evlendi. Bu evlilikten Mevlâna’nın Sultan Veled ve Alâeddin Çelebi adında iki oğlu oldu. Yıllar sonra Gevher Hatun’ u kaybeden Mevlâna bir çocuklu dul olan Kerra Hatun ile ikinci evliliğini yaptı. Mevlâna’nın bu evlilikten de Muzaffereddin ve Emir Alim Çelebi adlı iki oğlu ve Melike Hatun adlı bir kızı dünyaya geldi.

Bu yıllarda Anadolu’nun büyük bir kısmı Selçuklu Devletinin egemenliği altında idi. Konya ise bu devletin başşehri idi. Konya sanat eserleri ile donatılmış, ilim adamları ve sanatkarlarla dolup taşmıştı. Kısaca Selçuklu Devleti en parlak devrini yaşıyordu ve devletin hükümdarı Alâeddin Keykubad idi. Alâeddin Keykubad, Sultânü’l-Ulemâ Bahaeddin Veled’i Karaman’dan Konya’ya davet etti ve Konya’ya yerleşmesini istedi.

Bahaeddin Veled, sultanın davetini kabul etti ve Konya’ya 3 Mayıs 1228 yılında ailesi ve dostları ile geldi. Sultan Alâeddin onu muhteşem bir törenle karşıladı ve ona ikametgâh olarak Altunapa (İplikçi) Medresesi’ni tahsis etti.

Sultânü’l-Ulemâ, 12 Ocak 1231 yılında Konya’da vefat etti. Mezar yeri olarak Selçuklu Sarayı’nın Gül Bahçesi seçildi. Günümüzde müze olarak kullanılan Mevlâna Dergâhı’na bugünkü yerine defnedildi.

Sultânü’l-Ulemâ ölünce talebeleri ve müridleri bu defa Mevlâna’nın çevresinde toplandılar. Mevlâna’yı babasının tek varisi olarak gördüler. Gerçekten de Mevlâna büyük bir ilim ve din bilgini olmuş, İplikçi Medresesi’nde vaazlar veriyordu. Medrese kendisini dinlemeye gelenlerle dolup taşıyordu.

Mevlâna 15 Kasım 1244 yılında Şems-i Tebrizî ile karşılaştı. Mevlâna Şems’te ‘mutlak kemâlin varlığını’ cemalinde de ‘Tanrı nurlarını’ görmüştü. Ancak beraberlikleri uzun sürmedi. Şems aniden öldü. Mevlâna Şems’in ölümünden sonra uzun yıllar inzivaya çekildi. Daha sonraki yıllarda Selâhaddin Zerkubi ve Hüsameddin Çelebi, Şems-i Tebrizî’nin yerini doldurmaya çalıştılar.

Yaşamını ‘Hamdım, piştim, yandım’ sözleri ile özetleyen Mevlâna 17 Aralık 1273 pazar günü Hakk’ın rahmetine kavuştu. Mevlâna’nın cenaze namazını vasiyeti üzerine Sadrettin Konevi kıldıracaktı. Ancak Sadreddin Konevi çok sevdiği Mevlâna’yı kaybetmeye dayanamayıp cenazede bayıldı. Bunun üzerine Mevlâna’nın cenaze namazını Kadı Siraceddin kıldırdı.

Mevlâna ölüm gününü yeniden doğuş günü olarak kabul ediyordu. O öldüğü zaman sevdiğine, yani Allah’ına kavuşacaktı. Onun için Mevlâna ölüm gününe düğün günü veya gelin gecesi manasına gelen ‘Şeb-i Arûs’ diyordu ve dostlarına ölümünün ardından ah-ah, vah-vah edip ağlamayın diyerek vasiyet ediyordu.

ESERLERİ

Mesnevi klasik doğu edebiyatında, bir şiir tarzının adıdır. Edebiyatta aynı vezinde ve her beyti kendi arasında ayrı ayrı kafiyeli nazım türüne Mesnevi adı verilmiştir. Uzun sürecek konular veya hikayeler şiir yoluyla anlatılmak istendiğinde, kafiye kolaylığı nedeniyle mesnevi türü tercih edilirdi.

Mesnevi her ne kadar klasik doğu şiirinin bir türü ise de, ‘Mesnevi’ denildiği zaman akla ‘Mevlâna’nın Mesnevi’si’ gelmektedir.

Mevlâna Mesnevi’yi Hüsameddin Çelebi’nin isteği üzerine yazmıştır. Kâtibi Hüsameddin Çelebi’nin söylediğine göre, Mevlâna, Mesnevi beyitlerini Meram’da gezerken, oturuken, yürürken, hatta semâ ederken söylermiş. Çelebi Hüsameddin de yazarmış.

Mesnevi’nin dili Farsça’dır. Halen Mevlâna Müzesi’nde teşhirde bulunan 1278 tarihli, elde bulunulan en eski Mesnevi nüshasına göre beyit sayısı 25618 dir.

Aşık Veysel Şatıroğlu

Aşık Veysel Şatıroğlu son dönem halk ozanlarımızdan biridir. 25 Ekim 1894 tarihinde Sivas’ın Şarkışla ilçesine bağlı bir köyde doğmuştur. Çocukluğunda geçirdiği çiçek hastalığından dolayı iki gözünü ve ikiz kardeşini kaybeden ozan Sivas’tan Ankara’ya yürüyerek gidince yurt çapında meşhur olmaya başladı.

Küçük yaşta bağlama ile türküler söylemeye başlayan Veysel, 1933 yılında Ahmet Kutsi Tecer ile tanıştığında Tecer onu kendi şiirlerini yazması için teşvik etti. Âşık Veysel, bir dönem ülkemizi gezerek Köy Enstitüleri’nde bağlama öğretmenliği yaptı. 1965 yılında kendisine özel kanunla maaş bağlandı.

Eserlerinde yalın bir Türkçe kullanmıştır. Yaşama sevinci, hüzün, iyimserlik, umutsuzluk şiirlerinde aynı anda işlediği temalardır. Doğa, toplumsal olaylar, dini öğeler de şiirlerinde görülür. Ayrıca siyasete ince göndermeler yaptığı şiirleri de vardır. Şiirleri, Deyişler (1944), Sazımdan Sesler (1950), Dostlar Beni Hatırlasın (1970) isimli kitaplarında toplandı.

Aşık Veysel Şatıroğlu 1973 yılında Sivas’ta akciğer kanserinden dolayı vefat etmiştir.

Halide Edip Adıvar (1884 – 1964)

Halide Edip Adıvar, önemli yazarlarımızdan biridir. Genel olarak romanları ile tanınır. Yazarımız İstanbul da 1884″de dünyaya gelmiştir. Öğrenim hayatında Amerikan kolejinin katkısı vardır.Farklı mekteplerde müfettişlik görevini üstlenmiştir. Özellikle kurtuluş savaşının çıkacağı kriz zamanlarında düşmanları kınamak için yapmış olduğu etkili konuşmaları ile kendini tanıtmıştır.

Kocası ile beraber, kurtuluş savaşının ilk zamanlarında Anadolu”ya gitmiştir. Savaş boyunca Atatürk”ün en yakınında olup görev üstlenmiştir. Cumhuriyet”in ilan edilmesi ile birlikte, eşi Adnan Adıvar ile beraber yurt dışına çıkmıştır. Bağımsız milletvekilliği yapmıştır.

Yazarımız ilk olarak yazılarını 1908 yılında yayınlamıştır. Bu tarihten kısa bir süre sonra farklı gazetelerin yanı sıra farklı dergilerde hikaye, makale şeklinde eserlerini yayınlamıştır. Yazarın sinekli bakkal isimli romanı ödüle layık görülmüştür. Genel olarak ilk yazılarında genç bayan tiplerini kaleme almasının yanı sıra bunların ruhunu duygularını güçlü bir şekilde aktarmıştır.

Başlıca kitapları: Harap Mabetleri, Dağa çıkan Kurt, Seviyye talip, Handan, Raik”in annesi, Yeni Turan, Son Eseri, Mevut Hükümi, Ateşten gömlek, Kalb ağrısı, Zeyno”nun oğlu, Sinekli Bakkal, Yol Palas Cinayeti, Tatarcık, Sonsuz Panayır, Hayat Parçaları, Akile Hanım Sokağı, Kenan Çobanları( Oyun), Türk”ün ateşle imtihanı, Mor Salkımlı Ev (Anılar ).

Karacaoğlan

1606′ doğduğu, 1679’da ya da 1689’da öldüğü sanılmaktadır. Karacaoğlan, halk şiirimizin en ünlü, en kuvvetli saz şairlerinden biridir. Karacaoğlan Adana’nın Bahçe ilçesinin Farsak köyünde doğduğu; Toroslarla Gavurdağı bölgelerindeki Türkmenler arasında yetiştiği rivayet edilir. Ankara, Kayseri, Konya, Karaman, Adana, Diyarbakır, Mardin, Halep şehirlerini görmüş; Mısır, Suriye, Trablus, Rumeli bölgelerini gezmiş; uzun yılları gurbet ellerde geçmiştir.

Adı bazı kaynaklarda Simayil, kendi şiirlerinden bazısında ise Halil ve Hasan olarak geçer. Akşehirli Hoca Hamdi Efendi’nin anılarına göre Karacaoğlan yetim büyüdü. Çirkin bir kızla evlendirilmek, babası gibi ömür boyu askere alınmak korkusu ve o sıralarda Çukurova’da derebeyi olan Kazanoğulları ile arasının açılması sonucu genç yaşta gurbete çıktı. İki kız kardeşini de yanında götürdüğünü, Bursa’ya, hatta İstanbul’a gittiğini belirten şiirleri vardır. Yine bu şiirlerinden anlaşıldığına göre, Bursa’da ev bark sahibi oldu, evlat acısı gördü. Anadolu’nun çeşitli illerini gezdiği, Rumeli’ye geçtiği, Mısır ve Trablus’a gittiği de sanılıyor. Yaşamının büyük bir bölümünü Çukurova, Maraş, Gaziantep yörelerinde geçirdi.

Mezarının Mut ilçesinin Çukur köyünde bulunduğu sanılmaktadır. Karcaoğlan; içinde yaşadığı çevrenin ve insanların coşkun, gerçekçi şairidir. Türkçe ‘sindeki arılık ve durulukla, gönülden duyuş ve deyişle çağdaş bir ozandan daha yeni gibidir. Elinde sazı, dilinde sözüyle köy-köy, diyar-diyar dolaşarak yalnızca insan sevgisini, yeryüzü güzelliklerini dile getirir. Türk saz şiirinin en ünlü şair Karacaoğlan’dır. Eski Türk geleneklerine, halk zevkine köylerimizle aşiretlerin yaşantılarına en uygun şiirleri yazdı. Kendinden önceki Katibi, Kuloğlu, Öksüz Dede, Kayıkçı Kul Mustafa gibi saz şairlerinin etkisinde yetiştikten sonra, kişiliğini bulmuştur. Şiirlerinde coşkun bir lirizm, doğal bir içtenlik vardır. Gerçek aşk serüvenlerini, gönlünü kaptırdığı güzellerin verdiği üzüntülerle sevinçlerini sade bir konuşma diliyle, halk söyleşileriyle dile getirir. Tasavvufla, tekke şiiriyle hiçbir bağlantısı yoktur. Aruza iltifat etmemiş; koşma, semai ara sıra da destan tarzında yazdığı şiirlerinde hece ölçüsünü kullanmıştır. Çağdaşlarında başlayan etkisi, zamanımıza değin, devam edegelmiştir. Bugün elimizde beş yüzden fazla şiiri vardır.

Köroğlu

Köroğlu veya asıl isimiyle Ali Ruşen 16. asır ‘da Anadolu’da yaşamış bir halk ozanıydı. İsmine Köroğlu Destanı’da vardır. KÖROĞLU (XVI. Asır) Halk şairlerimiz içerisinde dövüşün, özgürlüğün simgesi.Doğum, ölüm tarihleri bilinmeyen, bir daha önceki efsane kahramanı olan Köroğlu’nun ismini alan bir şairimizdir. Bu şairin, Sultan III. Murat zamanında (1574-1595) Osmanlı silahlı gücüyle İran savaşlarına katıldığı (1578-1584) bilinmektedir.

Bolu Beyi’nden babasının intikamını almak üzere dağlara çıkan, yiğitlik ve iyilikseverliği destanlaşan harami Köroğlu ile şair Köroğlu halk zihninde kaynaşmış vaziyettedir. Köroğlu; halk şairlerimiz içerisinde dövüşün ve özgürlüğün simgesidir. Şiirlerinde coşkun bir seslenişle yiğitlik, arkadaşlık, aşk, tabiat sevgisi çok sade bir dille anlatılır. Bu şiirler, hikayeci aşıkların nesirle anlatılan hikayeleri arasına serpiştirilmiştir. Yirmi dördü bulan bu hikayeler , Türklük dünyasına dağılan bir Köroğlu destanının doğuşunu hazırlamıştır. Köroğlu; yiğit, adil, inançla dolu ideal bir Türk’tür. Köroğlu destanımız ise Anadolu Türklüğünün yüreğinde yaşayan ihtiraslarla, isteklerin, değerlerle inançların simgesidir. Bu destana göre:

Köroğlu’nun asıl isimi Ruşen Ali’dir. Babası Yusuf, Bolu Beyi’nin seyisidir. At meraklısı olan Bolu Beyi, seyisi Yusuf’u cins bir at almaya gönderir; ancak Yusuf’un getirdiği tayı beğenmez, adamın gözlerine mil çektirir. Yusuf tayı ve erkek çocuğunu alıp memleketten çıkar .Ruşen Ali, babasının tarif ettiği tarzda, tayı karanlık bir ahırda besler, tay belli bir zaman sonra kanatlanır, eşsiz bir küheylan olur. Yusuf ile Ruşen Ali, Aras ırmağına gider, orada Bingöl’den inecek olan üç sihirli köpüğü beklerler. Yusuf, köpükleri içince, tekrar görmeğe başlayacak, gençleşecek ve Bolu Beyi’nden intikamını alacaktır. Ancak, Ruşen Ali köpükleri kendisi içer, babasına köpüksüz su verir. Yusuf buna bir yandan üzülür, bir yandan da erkek çocuğu intikamını alacak bir yiğit olacağı için sevinir. Bu sihirli üç köpükten biri Köroğlu’na sonsuz hayat, biri yiğitlik, biri de şairlik sağlar.Yusuf, erkek çocuğuna, intikamını almasını önerdikten sonra can verir. Ruşen Ali Kırat’ı ile beraber dağa çıkar.Köroğlu diye ün alır, bir derebeyi gibi yaşamaya başlar, her savaşta üstün gelir; bezirganlardan, beylerden,paşalardan aldıklarını fakirlere dağıtır. Delik demir (tüfek) buluş olunup da eski yiğitlik ananeleri bozulunca, arkadaşlarına dağılmalarını tavsiye eder, “sır olur”, Kırklar’a karışır.

Mahsuni Şerif

1940 ‘ın başlarında, ileride ‘ Pir Sultanların ‘ ölümsüzlüğünün en büyük ispatlarından biri olacak Mahzuni Şerif, Afşin’ in Berçenek Köyünde doğar. 1956 seneninde Berçenek’e gelen ilk okuldan mezun olur. Berçeneğin okulsuz senelerinde, Elbistan’ ın Alembey Köyü’ nde, Lütfü Efendi Medresesinde Kur ‘an eğtimi almış, Daha önceki Türkçe okumuş ve yazmıştır. 1957 seneninde Mersin Astsubay Okulu’ na gider. 17 yaşındayken babasının zoruyla dayısının kızı Emine ile izdivaç eder. Bu evlilikten bir kızı olsa da Mahzuni bu evliliği bir mektupla bitirir.

1960 seneninde Ankara Silahlı güç Donatım Teknik Okulu’nu başarıyla bitirir. Başarısının gereği Kuleli Askeri Lisesi’ ni aynı senelerde hak etmesine karşılık, toplumculuğa ve halk edebiyatına gönül verdiği ve Alevi olduğu için silahlı güçten ihraç edilir.

1961 Ankara’da İtalyan asıllı Sovina (Suna) isimli bir kızla tanışır. Bu evlilikten Züleyha, Emrah, Ferhat isimli üç çocuğu olur. Bu seneden itibaren, sevip gönül verdiği yoldan gittikçe, onlarca plak ve kaset yapar. İle ilgili yazılan ve yazdığı kitaplar beynelmilel edebi tartışmalara konu olur.

1971 Mahzuni üçüncü eşi Fatma Hanım’ı görür beğenir sever ve izdivaç eder. Bu evliliklerinden Derya, Ali, Şeyda ve Yetiş isimli dört çocukları oldur. Aynı yılolan askeri darbeden sonra kurulan Nihat Erim hükümeti nin Deniz Gezmiş ve Arkadaşlarına kıymasına dayanamayıp ‘Erim Erim Eriyesin’ türküsünü patlatmasından dolayı hemen gözaltına alınıp dört ay cezaya çarptırılır. Tahliye olur ve yine gözaltına alınır. 1972 de Gaziantep’ deki hanesi kundaklandı. Ozanmız’ ın tüm ödülleri ve arşivinin yandığı söyleniyor. seneninde halkı suça teşvik etmekten gözaltına alınır. Ankara’da Sıkıyönetim Mahkemesi’nde yargılanır.

1962 – 1988 sürecinde defaatle saldırıya uğrar, hanesi yakılır, mahkemelik olur, gözaltına alınır, mapusa atılır, dövülür, dişleri sökülür. 1989-seneleri arasında ‘Halk Ozanları Derneği’ genel başkanlığını yapmıştır.seneyin haziran ayında Almanya’da beyin kanaması geçirip, Almanya ‘nın Ulm Şehrinde rehabilitasyon görür.

1998 seneninde, 58 kaset sahibi olan ozanımız, dünyanın yaşayan üç büyük ozanı arasında birinci sırayı aldı. Bir çok yabancı ülkede söylemleri değişik dillerde okunmuştur. Tüm türkülerinin yer aldıığı 8 kiyabı bulunan Ozanımız ‘ın, Bektaşı Kültürünün ve Anadolu Ezgilerinin dünyaya tanıtılmasında ehemmiyetli bir yeri vardır.

2001′in başlarında rahatsızlanarak, kalp ve solunum yetmezliği sebebiyle, JFK Hospital’da yoğun bakım altına alındı. Mayıs ayında, günümüzün Pir Sultan’ı Aşık Mahzuni Şerif, bir defa daha ölümü yenmeyi muvaffak oldu. Ve aynı sene kasım ayında kendisine, ”Elhamdülüllah Kızılbaşım ve Laikim. Ben değil yedi sülalem kızılbaştır. Bir suç varsa oda dedemdedir! ” dediği için, DGM tarafından dava açıldı. Duruşma 27. 12.2001 tarihinde DGM ‘de yapıldı.

2002 Mayıs ayının 17′si Mahzuni severler için kara bir gün: Evli, sekiz çocuk, dört torun sahibi olan Değerli Ozanımız 62 yaşında Almanyanın Köln Şehrinde hayata gözlerini yumdu. Bu acı ana kadar o, devletin düzenini yıkmak suçundan, hala yargılanıyordu. Şu an son ikamatkahı olan Hacı Bektaş Veli Külliyesi’nin yakınındaki Çilehane isimi verilen bölgede huzur içinde yatıyor.

Aşık Mahzuni Şerif Eserleri

Bahar Ayları

Aha geldi geçti, bahar ayları

Kuş mu konar gayrı selvi dalına

Gel otur yanıma, ağlama bari

Türküler yaz duyalım dediler vay

Biterm’ola yüreğimin yarası

Merhemimdir kaşlarının karası

Elbistan ile Akçadağ’ın arası

Gönlüm düştü böyle tatlı geline vay

Ömür pençesini takip gidiyor

Geçtiği yerleri yakıp gidiyor

Biçare gözlerim akıp gidiyor

Bin dokuz yüz altmış yedi yılına vay vay

Der Mahzuni yüreğime can gelir

Dermansız doktorlar her zaman gelir

Azrail çökse de gene can gelir

Yeter ki al yatır beni koluna vay

Erkek Yolcu Kadın Yoldur

Ey erenler şu dünyada

Erkek yolcu, kadın yoldur

Nazenin bir bahçe imiş

Erkek bülbül, kadın güldür

Güneş doğar sanma asmaz

Gerçekler yurdundan sapmaz

Erkek boşuna çalışmaz

Erkek arı, kadın baldır

Boşuna mı neler çektim

Boşuna mı boyun büktüm

Bir bahçeye fidan diktim

Erkek fidan, kadın daldır

Ben nereden oldum aşık

Neden işlerim dolaşık

Kadın evde olur ışık

Kadın lamba, erkek pildir

Mimar Sinan

Mimar Sinan veya Koca Mimar Sinan Ağa (d. 15 Nisan 1490, Kayseri – ö. 9 Nisan 1588, İstanbul), Osmanlı mimarı. Mimar Sinan, Kayseri’nin Ağırnas köyünde doğmuştur. 17 nisan 1588 yılında da ölmüştür. 1511 de Yavuz Sultan Selim zamanında devşirme olarak İstanbul’a gelmiştir.

Cumhuriyetin ilk yıllarında Mimar Sinan’ın naaşı antropolojik incelemeye alınmış fakat sonuç açıklanmamıştı. Mimar olarak Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferine katıldı. 1521 yılında Kanuni Sultan Süleyman’ın Belgrad Seferine Yeniçeri olarak katıldı. 1522’de Rodos Seferine Atlı Sekban olarak katılıp, 1526 Mohaç Meydan Muharebesi’nden sonra, gösterdiği yararlıklar sebebiyle takdir edilerek Acemi Oğlanlar Yayabaşılığına (Bölük Komutanı) terfi ettirildi. 1533 yılında Kanuni Sultan Süleyman’ın İran Seferi sırasında Van Gölü’nde karşı sahile gitmek için Mimar Sinan iki haftada üç adet kadırga yapıp donatarak büyük itibar kazandı. İran Seferinden dönüşte, Yeniçeri Ocağında itibarı yüksek olan Hasekilik rütbesi verildi. Bu rütbeyle, 1537 Korfu, Pulya ve 1538 Moldavya seferlerine katıldı. 1538 yılında Hassa baş mimarı oldu. Mimar Sinan’ın, Mimarbaşılığa getirilmeden evvel yaptığı üç eser dikkat çekicidir. Bunlar: Halep’te Husreviye Külliyesi, Gebze’de Çoban Mustafa Külliyesi ve İstanbul’da Hürrem Sultan için yapılan Haseki Külliyesidir. Halep’teki Hüsreviye Külliyesinde, tek kubbeli cami tarzı ile, bu kubbenin köşelerine birer kubbe ilave edilerek yan mekanlı cami tarzı birleştirilmiş ve böylece Osmanlı mimarlarının İznik ve Bursa’daki eserlerine uyulmuştur. Külliyede ayrıca, avlu, medrese, hamam, imaret ve misafirhane gibi kısımlar bulunmaktadır. Gebze’deki Çoban Mustafa Paşa Külliyesinde renkli taş kakmalar ve süslemeler görülür. Külliyede cami, türbe ve diğer unsurlar ahenkli bir tarzda yerleştirilmiştir. Mimar Sinan’ın İstanbul’daki ilk eseri olan Haseki Külliyesi, devrindeki bütün mimari unsurları taşımaktadır. Cami, medrese, sübyan mektebi, imaret, darüşşifa ve çeşmeden oluşan külliyede cami, diğer kısımlardan tamamen ayrıdır. Mimar Sinan’ın Mimarbaşı olduktan sonra verdiği üç büyük eser, onun sanatının gelişmesini gösteren basamaklardır. Bunların ilki İstanbul’daki Şehzade Camii ve Külliyesidir. Dört yarım kubbenin ortasında merkezi bir kubbe tarzında inşa edilen Şehzade Camii, daha sonra yapılan bütün camilere örnek teşkil etmiştir. İstanbul Süleymaniye Camii, Mimar Sinan’ın İstanbul’daki en muhteşem eseridir. Kendi tabiriyle kalfalık döneminde, 1550-1557 yılları arasında yapılmıştır. Mimar Sinan’ın en büyük eseri ise, seksen yaşında yaptığı ve “ustalık eserim” diye takdim ettiği, Edirne’deki Selimiye Camiidir (1575). Mimar Sinan, Mimarbaşı olduğu sürece birbirinden çok değişik konularla uğraştı. Zaman, zaman eskileri restore etti. Bu konudaki en büyük çabalarını Ayasofya için harcadı. 1573’te Ayasofya’nın kubbesini onararak çevresine, takviyeli duvarlar yaptı ve eserin bu günlere sağlam olarak gelmesini sağladı. Eski eserlerle abidelerin yakınına yapılan ve onların görünümlerini bozan yapıların yıkılması da onun görevleri arasındaydı. Bu sebeplerle Zeyrek Camii ve Rumeli Hisarı civarına yapılan bazı ev ve dükkanların yıkımını sağladı. İstanbul caddelerinin genişliği, evlerin yapımı ve lağımların bağlanmasıyla uğraştı. Sokakların darlığı sebebiyle ortaya çıkan yangın tehlikesine dikkat çekip bu hususta ferman yayınlattı. Günümüzde bile bir problem olan İstanbul’un kaldırımlarıyla bizzat ilgilenmesi çok ilgi çekicidir.

Mimar Sinan 84 Cami, 52 Mescit, 56 Medrese, 7 Darül-kurra, 20 Türbe, 17 İmaret, 3 Darüşşifa (hastane), 5 Su yolu, 8 Köprü, 20 Kervansaray, 36 Saray, 8 Mahzen ve 48 de Hamam olmak üzere 364 eser vermiştir. Büyükçekmece Köprüsü üzerinde kazılı olan mührü, onun aynı zamanda mütevazı kişiliğini de yansıtmaktadır. Mühür şöyledir: El-fakiru l-Hakir Ser Mimaranı Hassa. Yani “Değersiz ve muhtaç kul, Saray özel mimarlarının başkanı” demektir. Eserlerinin bir kısmı İstanbul’dadır. 1588 de İstanbul da vefat eden Mimar Sinan, Süleymaniye Camii’nin yanında kendi yaptığı sade türbeye gömüldü. Mimar Sinan Türbesi, İstanbul Müftülüğü’nün sütunlu kapısından çıkınca hemen solda, iki caddenin kesiştiği noktada Fetva Yokuşu sonunda solda, Süleymaniye Camii’nin Haliç duvarının önünde, beyaz taşlı sade bir türbedir.

Nasreddin Hoca

Türk edebiyatının ve geleneğinin en önemli mizah ustalarından ve bilgelerinden biridir. 1208 yılında Sivrihisar’ın Hortu köyünde doğan Nasreddin Hoca, iyi bir eğitim almış, imamlık, müftülük, öğretmenlik ve kadılık yapmıştır. 1284 yılında Akşehir’de vefat etmiş ve farklı üsluptaki mizahı ile yüzyıllardır halkın sevgilisi olmuştur. Genellikle eşeğin üzerine ters binmiş şekilde karikatürize edilir. Aynı şekilde inşa edilmiş bir heykeli ve Nasreddin Hoca adına yapılmış Nasreddin Hoca Türbesi, Akşehir’de ziyaretçi akınına uğramaktadır.

İnsanlar tarafından çok sevilen Nasreddin Hoca, İslam inancına bağlı biridir. Hazırcevap olma yönü ile herkesi hem şaşırtmayı hem de güldürmeyi başarmıştır. Toplumsal hayatta karşılaşılan sosyal problemlere mizahi bir üslup ile yaklaşan Nasreddin Hoca, fıkralarında, Anadolu insanlarının yapısını, düşüncesini ve olaylara bakışını anlatmıştır. Fıkralarının özünde insanları iyiye ve doğruya yöneltme, kusurları ve hataları espriler ile birleştirerek gözler önüne serme anlayışı hakimdir.

Bireyleri ve toplumları her yönü ile çok iyi tanıyan Nasreddin Hoca, aile, komşuluk, dostluk ve iş ilişkilerinde gördüğü aksaklıkları kendine has tarzı ile dile getirip insanlara ders verecek şekilde latifelerle birleştirmiştir.

Nasreddin Hoca fıkraları Türk sözlü edebiyatının kısa, açık ve sade olma özelliklerini taşır. Dolaylı anlatımlara başvurmadan, açıksözlü ve net ifadeler kullanılır. Fıkralarda anlatılan olayların sonunda ise her zaman bir ders verilir. En büyük amacı insanları düşündürmeye sevk etmek olan fıkraları sayesinde, hem Türk toplumunda hem de diğer ülkelerde tanınmakta ve günümüz dünyasında bile adından bahsettirmektedir. Nasrettin Hoca fıkraları Batı dillerine de çevrilmiştir.

Piri Reis

Gerçek ismi Muhiddin Piri,1465 yılında Gelibolu’da doğmuştur. Osmanlı denizcisi Kemal Reis’in yeğeni olur. Piri Reis Akdeniz’de 1481 yılından itibaren, bağımsız olarak dolaşan amcasının yanında denize açıldı. 1487’de onunla İspanya’da zor durumda bulunan Müslümanların yardımına gitti. 1493 yılına kadar ise Sicilya, Sardunya, Korsika adalarına ve Fransa’nın güney kıyılarına yapılan akınlara katıldı.

Bu tarihlerde, bir dünya devleti haline gelen Osmanlı, denizlerde de hâkimiyet kurarak Akdeniz’i bir Türk gölü hâline getirmişti. Piri Reis, denizcilik faaliyetlerini daha faydalı kılmak maksadıyla amcasıyla Osmanlı Devleti’nin hizmetine girdi. 1499-1502 yıllarında meydana gelen Osmanlı-Venedik savaşlarında bir savaş gemisinde kaptanlık yaptı.

1511’de amcasının vefatıyla bir süre Gelibolu’ya çekilen Piri Reis, burada Kitab-ı Bahriye adlı eseri üzerinde çalışmaya başladı. 1513’te ise denizcilikte edindiği tecrübe ve bilgilerini aktarabilmek için, ilk dünya haritasını çizdi.

1516’da yapılan Mısır Seferi’ne Osmanlı donanmasında kaptan olarak katılan Piri Reis, 1517’de tamamladığı ilk haritasını, Yavuz Sultan Selim’e sundu. 1522’de ise Rodos Seferi’ne katıldı. 1524’te Sadrazam Makbul İbrahim Paşayı Mısır’a götüren gemiye kılavuzluk ettiği sırada, kendisiyle ilgilenen sadrazamın yardımıyla tamamladığı Kitab-ı Bahriye’yi, Kanuni Sultan Süleyman’a sundu.

1528’de daha da geliştirerek çizdiği ikinci haritasını da padişaha takdim etti. Bu tarihten sonra Piri Reis, güney denizlerinde görev yaptı. Aden’in (Yemen) Portekizlilerin eline geçmesi üzerine, Süveyş’teki Osmanlı donanmasına kaptan tayin edildi ve 1548’de Aden’i geri aldı. Piri Reis’in 1554’te Kahire’de hayat yolculuğu son buldu.

Prof. Dr. Alâeddin Yavaşça

1 Mart 1926’da Kilis’te doğdu. Babası Kilis’li Şair Yavaşça Zâda Sezâi Efendi’nin oğlu Hacı Cemil Efendi, annesi Kınoğlu Kadri Efendi’nin kızı Enver hanımdır.

Kilis Kemaliye İlkokulu ve Kilis Ortaokulunu bitirdikten sonra lise birinci sınıfı yatılı olarak Konya Lisesi’nde başlayıp, 2 ve 3. Sınıfları İstanbul Erkek Lisesi’nde tamamlayıp 1945’de mezun oldu. İstanbul Üniversitesi’ne giriş imtihanını kazanarak Tıp Fakültesine başladı.

1951 yılında İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden mezun olan Yavaşça, İstanbul Üniversitesi 1. Kadın Doğum Kliniğinde, Ord. Prof. Dr. Tevfik Remzi Kazancıgil’in yanında Haseki Hastanesinde ihtisasını yaptı ve 1955 yılında Kadın-Doğum Mütahassısı oldu. Askeri hizmetini Kasımpaşa Askeri Deniz Hastanesi’nde yapan Yavaşça, sırasıyla, Zeyneb Kâmil Doğumevi, Taksim İlk Yardım Hastanesi, Şişli Etfal Hastanesi’nde Başasistanlık ve Şef Muavinliği görevlerini yapmış, 1969 yılında açılan Vakıf Gureba Hastanesi Şeflik imtihanına girmiş, imtihanı kazanıp o tarihten 1976 yılına kadar adı geçen Hastanede Kadın-Doğum Kliniği Şefliği yaparak, bu hastanede olmayan Doğum Bölümünü kurmuştur. 1976 yılında da, boşalmış olan Haseki Hastanesi Kadın-Doğum Kliniği Şefliğine naklen atanmıştır. Bu süreler içinde birçok Kadın-Doğum Mütehassısları yetiştirmiştir. 1985 yılı 1 Ekim tarihinde aynı hastanenin Başhekimi olmuştur.

Dr. Yavaşça 1980 yılında Birleşik Amerika Baltimor şehrindeki Johns Hopkins Üniversitesi Hastanesi’nde “İdarecilik ve Aile Plânlama Kurslarını” bitirmiştir.

Dr. Yavaşça’nın mesleki hayatı esnasında Tıp Dünyası, Şişli Hastanesi Bülteni, Zeynep Kâmil Hastanesi Bülteni, Vakıf Gureba Bülteni, Haseki Tıp Bülteni, Sağlık Bakanlığı Bülteninde yayınlanmış 54 bilimsel neşriyatı bulunmaktadır. Birçok Ulusal ve Uluslararası sempozyumlara katılmış ve bildiriler sunmuştur.

Dr. Alâeddin Yavaşça’nın mûsiki hayatı, doğduğu ve âilece bağlı bulunduğu Kilis’te küçük yaşlarda başlamış, daha 8 yaşındayken o sıralarda Ortaokulda hoca olan Zihni Çelikalp’ten Batı Mûsikisi keman dersleri almış, İstanbul’a gittikten sonra, Saadeddin Kaynak, Münir Nureddin Selçuk, Dr. Subhi Ezgi, Hüseyin Sâdeddin Arel, Zeki Arif Ataergin, Nuri Halil Poyraz, Refik Fersan, Mes’ud Cemil, Ekrem Karadeniz, Süleyman Erguner, Dr. Selahâddin Tanur gibi üstadlardan istifadeler sağlamış, İstanbul Belediye Konservatuarı, İleri Türk Mûsikisi Konservatuarı, İstanbul Üniversitesi Korosu gibi kuruluşlarda icra kabiliyetini ve mûsiki bilgisini geliştirdikten sonra 1950 yılında açılan imtihanı kazanarak İstanbul Radyosunda solist icracı olmuş, zamanla Türkiye Radyolarında ve TRT Bünyesinde Danışma, Denetleme ve Repertuar Kurullarında önemli görevler almış. 1967’den bu yana solistliği yanında Koro Yöneticiliği de yapmıştır. Ayrıca belirli zaman aralıklarıyla Türkiye Radyolarına alınan stajyerlerin hocalığını yapmış ve onların san’atçı olmalarını sağlamıştır. Halen Solist ve İstanbul Radyosu Klâsik Türk Mûsikisi Erkekler Korosu’nun şefi olarak icracılığa devam ederken, TRT Repertuar Kurulu Başkanlığını da sürdürmektedir. Bu faaliyetlerinin dışında Milli Eğitim Bakanlığının “Türk Mûsikisi İnceleme Kurulunda, ve Devlet Plânlama’nın 5. Beş yıllık Türk Musikisi Eğitimi Komisyonunda üyelik hizmeti vermiştir.

Dr. Alâeddin Yavaşça, Türk mûsikisinde Devlete Bağlı ilk Konservatuarın kurucuları arasında yer almış, 1976’dan itibaren Türk Mûsikisi Devlet Konservatuarının Yönetim Kurulunda ve Öğretim Kadrosunda çalışmıştır. Konservatuar YÖK yasasıyla İstanbul Teknik Üniversitesine bağlandıktan sonra, teşkil edilen “Danışma Biriminde” yer almıştır.

Dr. Alâeddin Yavaşça, Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK) Başkanlığının 19/03/1990 tarihli yazısıyla İstanbul Teknik Üniversitesi Türk Mûsikisi Devlet Konservatuarı Profesörlüğüne atanmış olup, sözü geçen konservatuarın Ses Eğitimi Bölüm Başkanlığı’nı sürdürmüştür.

Dr. Alâeddin Yavaşça’nın icracılığı yanında 470 civarında Beste Simâi, Şarkı, Çeşitli Saz Eserleri (Peşrev, Saz Semai, Methal, Etüd), dini sahada da Mevlevi Ayini Çocuk Şarkısı Marş ve İlâhi formunda besteleri vardır. Bestelerinin birçoğu radyo repertuarında yer almış, plâk ve kasetlere okunmuştur.

– Ümitsiz bir aşka düştüm

– Ne günah etse açılmaz iki gönlüm arası

– Nerde o günler nerde

– Kız sen ne güzelsin sana gençler tapacaklar

– Boğaziçi sen gönüller yatağ

– Gönlümü aldın güzel

– Ağlar Gezerim Sahili

– Artık bu solan bahçede bülbüllere yer yok

– Kimseyi böyle perişan etme Allahım yeter

– Rûhum su gelen yılda bile mâziyi andı

– Şen gözlerinle yüzüme bir baktın

– Sarı mimozamsın sen benim

– Gülen gözlerinin mânası derin

– Kimdir bu kadın saçları ak beni sararmış

– Saçlarını yüzüne dökerek

– Gölümün bülbülüsün aşk bahçemin gülüsün

– Mavi gök mavi deniz

– Ne bildin kıymetin, ne bildin kıymetim

– Geçmesin günümüz sevgilim yasla

– Bu şarkı sana ait sevgili dinle

– Senden uzak günlerim zindan oluyor

– Şimdi bahara erdim

– Sevgi deli gönülden gönüle bir akıştır

– Bana nasıl vazgeç dersin, bir garip âşığım ben (güneşin kavurduğu)

– Gözlerini gördüğüm an

– Bu tatsız akşam saatinde (hatıralar)

v.b. tanınan şarkılardan bazılarıdır.

Dr. Alâeddin Yavaşça, 1950’li yıllardan bu yana yurtiçi ve yurtdışı birçok konserler vermiş olup her yıl İstanbul Sanat Festivali Programlarında da muntazaman yer almakta ve konserler vermektedir. Yurtdışı verdiği konserler arasında iki defa Amerika Birleşik Devletleri’ne bazı kuruluşlarca davet edilmiş, bu iki davette 5 konser vermiştir. Bir kere de BBC’nin 1988’de Londra’da Quean Elizabeth Hall’de tertiplediği “Mûsiki Festivali”ne davet edilmiş, orada 3 konser vermiştir. Ayrıca Berlin’de, Köln’de, Hamburg’ta ve Aachen’da müteaddit konserler vermiştir.

Dr. Alâeddin Yavaşça’nın bir Uzun Çaları (L.P.) 25 adet 78’lik taş plağı, 15 adet 45’lik plağı mevcuttur. Cinuçen Tanrıkorur’la beraber yaptığı CD’ler, Yapı Kredi Bankasının Kültür Bölümünün çıkarttığı solo ve yönettiği korolara ait CD’leri vardır.

DR.ALÂEDDİN YAVAŞÇA’NIN ALDIĞI ÖDÜLLER

1. Kasımpaşa Askeri Deniz Hastanesi Hizmet Karşılığı 04/05/1973

2. Pamukkale Altın Horoz Beste yarışmasında Altın Horoz 21/06/1973

3. Milliyet Gazetesi Beste Yarışması “Ağlar Gezerim” 1974

4. Ankara Jinekoloji Derneği (ihtisasta 25 Yılı Doldurma nedeniyle)

5. Yıldız Üniversitesi San’at Bayramı Münasebetiyle 1980

(Sempozyumdaki Bildiri için) 1983

6. Ehl-i Kur’an Cemiyeti yararına verilen Konser dolayısıyla 1984

7. Bezm-i Alem Valide Sultan Vakıf Gureba Hastanesi

(6.5 Yıllık Hizmet Karşılığı) 1985

8. Konya Selçuk Üniversitesi Sempozyum Bildirisi

(Konu: Türk Mûsikisi) 1986

9. Bakırköy Meslek Lisesi (Konferans Dolayısıyla) 23/05/1987

10. TRT’ye yapmış olduğu 37 yıllık hizmet karşılığı 17/01/1987

11. Konya Selçuk Üniversitesi (Musikiye Katkıdan Dolayı) 03/05/1987

12. Boğaziçi Mûsîki Vakfı Şeref Kurulu Üyesi Olarak 19/12/1987

13. İzmir Tabibler Odası Hizmet Karşılığı 02/03/1988

14. Bursa Mûsîki Cemiyeti tarafından 1990

15. İTÜ. Türk Mûsîkisi Devlet Konservatuarı

(1975- 1990 Kurucu üye olmak nedeniyle) 1990

16. Milliyet Gazetesi Sevilen Şarkılar Yarışması (Bir Garip Aşığım Ben) 1990

17. Haseki Hastanesi Başhekimlik Hizmeti nedeniyle 1990

18. Siirt İli Kültür Derneği Siirt Valisi Eliyle 1990

Veysel Karani Beste Ödülü 24/05/1990

19. Samsun Mûsîki Cemiyeti (Mûsîkiye Hizmet) 17/11/1990

20. Bursa Belediyesi Konservatuarı (Mûsîkiye Hizmet) 1990

21. Kilis Belediyesi (Bir Park’a isminin verilmesi) 1990

Dr. Alâeddin Yavaşça Yök tarafından İ.T.Ü. TSM. Devlet Konservatuarına Profesörlüğe atandı. Bunlar dışında, çeşitli Lions ve Lioness Dernekleriyle, Rotary Kulüplerinde, Türk- Alman Dostluk Derneğinde, Türk- Amerikan Üniversiteliler Derneğinin yapmış olduğu Konuşmalardan aldığı ödüller, vb… 1990

Yavaşça, 10 Ekim 1991’de Devlet Sanatçısı olarak ödüllendirildi. 1990’DAN İTİBAREN ALDIĞI ÖDÜLLER

22. Gaziantep Üniversitesi Rektörlüğünce Fahri Doktora 26/05/1992

23. Samsun Kültür ve San’at Derneği onur üyeliği 1992

24. Türk Hekimleri Dayanışma Vakfı Katkı Ödülü 1992

25. Bursa Devlet Klasik Türk Müziği Korosu Koruma ve

Yaşatma Derneği, Katkı Ödülü 1993

26. TRT Genel Müdürlüğü, Türk Müziğine Katkı ve Hizmet Ödülü

27. Kilis Eğitim Vakfı, Üstün Hizmet ve Yardım Ödülü 1994

28. Mersin Bahçelievler Mûsîki Derneği Onur Üyeliği 1994

29. Cerrahpaşa Tıp Fak. Türk Mûsîkisi Korosu Hizmet ve

Şükran Ödülü 1994

30. Aachen, Türk- Alman Dostluk Cemiyeti Onur Belgesi 1994

31. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Hizmet Belgesi 1995

32. Hacettepe Üniversitesi Gönül Dostları Kulübü

Hizmet ve Onur Ödülü 1995

33. İstanbul Erkek Lisesi Mezuniyeti 50. Yıl Ödülü 1995

34. Kilis Kültür Derneği Genel Merkezi (Ankara) Onur Üyeliği 1995

35. Eskişehir Halk Eğit. Merk. TSM. Korosu Şükran ve Onur Üyeliği 1995

36. Trabzon Müzik ve Halk Oyunları Derneği Katkı ve Onur Ödülü 1995

37. Hacettepe Üniversitesi Takdir ve Şükran Ödülü 1996

38. Hacettepe Üni. Dede Efendi’nin 150. Ölüm Yıldönümü münasebetiyle

yapılan müzikli söyleşiye katkı ve şükran ödülü 1996

39. İskenderun Mûsîki Derneği Katkı ve Onur Ödülü 1997

40. Lions Derneği Katkı ve Onur Ödülü 1997

41. Malatya Mûsîki Cemiyeti (İlgi ve Katkı Ödülü) 1997

42. Dede Efendi’nin 150’nci ölüm yıldönümü münasebetiyle Samanyolu

TV’den naklen verilen konser için ödül 1997

43. YOYAV “Yoksullara Yardım Vakfı” (Kilisteki Baba Evini

yoksul çocukların yetiştirilmesi için Vakfa hibe etmesi dolayısıyla) 1997

44. MÜZDAK “Hayat Boyu Başarı Ödülü” 1997

45. İstanbul Musiki ve Kültür Derneği “Üstün Hizmet Ödülü” 1998

46. Kartal Belediyesi “Türk Kültürüne Hizmet ve Katkı Ödülü” 1998

47. Konya Valiliği ve Selçuk Üni. Rektörlüğü “Cumhuriyetin 75. Yılı

münasebetiyle 1998 Türk Müziği Etkinliklerine Katkıdan” 1998

48. YOYAV Hizmetlerime Katkıdan 1998

49. Türk Mûsikisi Vakfı “Türk Musikisine 50 yılı aşan Hizmet ve Katkı” 1998

50. YOYAV için bestelediğim marş dolayısıyla ödül 1998

51. Cumhuriyetin 5’inci yılı dolayısıyla Cumhuriyetle yetişen ve

besteleriyle Türk Kültürüne hizmetten dolayı Balıkesir Vilayetince

verilen ödül 1998

52. Kilis iline sosyal ve Kültürel kalkınması yolunda katkıdan dolayı

Kilis Valiliğince verilen ödül 1998

53. Kilis Vakfına gösterilen ilgiden dolayı Kilis Vakfı Başkanlığı’nın

verdiği ödül. 1998

54. SAMDER “Sağlık Mensupları Derneği” “Hizmet Ödülü” 1999

55. Kayseri Erciyes Üniv. Rektörlüğünce verilen San’ata Hizmet Plâketi 1999

56. Nazilli Belediyesi “Türk Musikisine Hizmet Ödülü” 1999

57. Samsun Valiliği Türk Mûsikisi

58. Lions İnternasyonal “Türk Kültür ve Üstün Hizmet Ödülü” 1999

59. Türk Tabipler Odasından (Tıp Fakültesinden Mezuniyetimin

50. Yılı münasebetiyle) 1999

60. Kıbrıs Girne Belediyesi “Türk Sanat Musikisine Hizmet Ödülü 2000

61. Mersin Rotarien’lerden “Türk Kültürüne Hizmet Ödülü” 2001

62. Gaziantep Üniversitesi’nden “Türk Musikisine Hizmet Ödülü” 2001

63. Kilis Üniversitesi Temel Atmaya Katkıdan dolayı “Kilis Belediye Başkanlığından” 2001

64. Kilis Üniversitesi Temel Atmaya Kuruluşuna katkı “Kilis Valiliğinden” 2001

65. Fevziye Mektepleri Vakfı, Okul Aile Birliği Ödülü 2001

66. Türk Edebiyat Vakfı’ndan “Türk Kültürüne Katkı Ödülü” 2001

67. Beşiktaş Musiki Derneği “Yavaşça Gecesi” “Vesile Ödülü” 2001

68. Girne Belediyesi’nden “Unutulmayan Bestekârlar Anısı Ödülü” 2001

69. Kültür Bakanlığı “Konya Kült. Ve Turizm Derneği”nden Ödülü” 2001

70. Gaziantep Türk Mûsikisi Derneğine Onursal Üyelik 2001

71. TKHV- Türk Kültürüne Hizmet Ödülü 2001

Yavaşça’ya Cumhurbaşkanlığı Büyük Ödülü

2005’ten bu yana verilen Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü’ne bu yıl üç ayrı dalda üç isim değer görüldü.

Edebiyat alanında Yaşar Kemal, mimari sahasında Turgut Cansever ve müzik dalında da Türk müziğinin ünlü bestakárı ve solisti Dr. Alaeddin Yavaşça değer görüldü. 2008 Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü, Çankaya Köşkü’nde düzenlenecek bir törenle sahiplerine verilecek.

Ödül, Türk kültür ve sanat yaşamına önemli katkılarda bulunan, ülkemiz kültür ve sanatının yücelmesine çalışan Türk vatandaşı ve yabancı uyruklu kişiler ile kurumlara, devlet adına, onurlandırmak ve özendirmek amacıyla 2005 yılından bu yana veriliyor.

1995 yılından bu yana dağıtılan Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Ödülleri, bugüne kadar 18 kişiye ve iki sivil toplum örgütüne verildi.

(Hürriyet 30 Ekim 2008)

Attila

Büyük Türk-Hun İmparatoru’dur. 395 yılında doğdu. Hun Devleti’nin kurucularından Muncuk’un oğludur. 434 yılında kardeşi Bledu ile birlikte İmparatorluğun başına geçti. Bir süre sonra kardeşinin öldürülmesiyle Tuna kıyılarından Çin Seddi’ne kadar uzayan imparatorluğun tek hâkimi oldu. 750 bin kişilik ordusuyla Galya şehirlerini alt üst etti. Orleans’ı kuşattı. Kuzey İtalya’yı silindir gibi ezip geçti. Avrupa’yı titreten bir cihangir oldu. 453 yılında öldü.Tıpkı Büyük İskender gibi bütün dünyaya hâkim olmak ihtirası ile dopdolu bulunan Attila, bu büyük emelini tamamen gerçekleştiremedi. Ancak tarihin tanıdığı en ünlü cihangirlerden biri oldu.Gençliğini barış için rehin olarak Roma’da geçirmiş, bu yüzden Roma kültürünün yanı sıra zaaflarını ve karakterlerini incelemişti. Latince’yi de ana dili gibi öğrenmişti. Hükümdar olduktan sonra Romalılar hakkındaki bütün bu bilgilerini en iyi şekilde değerlendirmeyi başardı.

Attilâ önce Doğu Roma’yı hedef aldı. Bizans üzerine yürüdü. Kendisinden aman dileyen İmparatoru yıllık vergiye bağladı. Bir süre sonra vergisini ödemeyen imparatora, bunu pek pahalıya ödetti. Balkanlardan Mora’ya, oradan İstanbul kapılarına kadar olan bölgeyi ele geçirdi. Bizanslılar vergiyi iki misline çıkartarak İstanbul’u kurtardılar. Fakat, bu arada Bizans İmparatoru III. Valentinianus, bir suikastçi göndererek Attilâ’yı öldürtmeye teşebbüs etti. Bu teşebbüs sonuçsuz kaldı. İmparator bu kez kendi emriyle suikasti hazırlayanın kafasını kestirip Attilâ’ya göndermekle, kendisini temize çıkarmaya kalkıştı.

Bu arada III. Valentinianus’un hayatı boyunca evlenmemeye mahkum ettiği kız kardeşi, rahibe olarak kapatıldığı manastırdan Attilâ’ya bir nişan yüzüğü göndererek kendisiyle evlenmeye hazır olduğunu bildirdi. Bütün Avrupa’ya dehşet saçan Attilâ, Bizans İmparatoru’na daha sert bir mesaj göndererek, nişanlısının kapatılmış bulunduğu manastırdan serbest bırakılmasını ve müstakbel eşine çeyiz olarak Batı Roma İmparatorluğunun yarısının verilmesini istedi. III. Valentinianus, Büyük Türk-Hun İmparatoru’nun bu teklifi karşısında kara kara düşüncelere daldı. Bunun verdiği huzursuzluk bütün Bizans’ı kapladı. Doğu Roma İmpatorluğu sınırları içinde bitip tükenmek bilmeyen korkulu günler ve aylar başladı, Attilâ’nın bütün emeli Batı ile Doğu Roma İmparatorluklarının kendisine karşı birleşmelerini önlemekti. İki cephede birden savaşmak istemiyordu. Doğu Roma’yı bu huzursuzluğun içinde bıraktıktan sonra ani bir kararla Batı Roma’ya yürüdü. Bir hallaç pamuğu gibi attı, Batı Roma İmparatorluğu’nu.

Roma’ya girmesinin gün meselesi halini aldığı bir sırada Papa III. Leon, bizzat Attilâ’nın karargâhına giderek Roma’yı çiğnememesi için ricada bulundu. Hattâ bunun için kendisine yalvardı. Papanın bu yalvarışı karşısında istilâyı durdurmayı kabul eden Attilâ, Romalıları çok ağır bir vergiye bağladı.Sekiz yıl içinde bütün Avrupa’da eşi görülmemiş ölçüde büyük bir istilâda bulunan Attilâ, korku ve dehşet ifade eden tek isim oluvermişti. Bu yüzden son derece âdil bir hükümdar olmasına rağmen bütün Avrupa kendisini barbar gözüyle gördü. Onun etrafına saçtığı büyük korku ve dehşetin psikolojik bir sonucu olmuştu bu yanlış teşhis…

Attilâ yalnız büyük bir istilâcı ve yaman bir komutan değil, mükemmel bir hükümdardı. Tarih onu, milletine medenî bir düzen veren ve dünyada posta teşkilatını kuran ilk kişi olarak tanır.Attilâ’nın ilk eşi ve baş kadını Arıkan idi. Ölümünden sonra yerine geçen oğlu İlek’in anası olan Arıkan’dan başka bir kaç kadın daha almıştı. 453 yılında büyük Türk-Hun İmparatorluğu’nun başkenti olan Etzelburg’da (Bugün Macaristan sınırları içinde bulunan Attila şehri) İlkido adında genç bir kızla evlendi. Elli sekiz yaşında olmasına rağmen son derece dinç ve kuvvetli idi. Zifaf gecesinin sabahında, bütün Avrupa’yı tir tir titreten cihangir, yatağında ölü bulundu. Ağzından, burnundan boşanan kanlarla, bütün yatak kıpkırmızı olmuştu. Ölümünün şiddetli bir burun kanamasından mı, bir hastalıktan mı, yoksa bir suikast sonucu mu meydana geldiği kesinlikle anlaşılamadı.

Cenazesi, ölümünün ertesi günü yapılan çok büyük bir törenle kaldırıldı. Cesedi altın bir tabuta konulmuştu. Bu tabut, önce gümüş, sonra da demir bir mahfazanın içine yerleştirilmiş ve böylece toprağa verilmişti.Attilâ, ölümünden sonra, kimse tarafından rahatsız edilmeden ebedî uykusunu uyumak isterdi. Bunu, böyle vasiyet etmişti. Bu nedenle mezarını kazıp kendisini toprağa verenler okla vurulmak suretiyle hemen oracıkta öldürüldü. Sonra mezarının yanından geçmekte olan bir çayın mecrası değiştirildi. Sular başta tarafa, muhtemel olarak mezarın üzerinden verilen yeni mecrasına akıtıldı. Böylelikle büyük cihangirin son arzusu yerine getirilmiş oldu.

Ne yazık ki bugün mezarının yeri dahi bilinmez…

HAKKINDA YAZILANLAR

  • Hun Atilla’nın Zafer Sırları
  • (Victory Secrets of Atilla The Hun)
  • Wess Roberts
  • Say Yayınları

Bilge Kağan

Bilge Kağan Göktürkleri, elli yıllık Çin esaretinden kurtararak, ikinci defa Göktürk Hakanlığını kuran, İlteriş (İl’i, devleti toplayıp tanzim eden) unvanı ile anılan Kutluk Kağanın büyük oğlu. 684 yılında doğdu. Babası Kutluk Kağan öldüğü zaman kardeşi Kültigin’le birlikte, küçük yaşta olmaları sebebiyle, amcaları Kapağan Kağanın ve millet emektarı, büyük müşavir Vezir Bilge Tonyukuk’un himayesinde büyüdü

O zaman Bilge Kağan 8, Kültigin Han 7 yaşında idiler. Amcası Kapağan Kağan tarafından 14 yaşında “şad” tayin edilerek devlet hizmetine girdi. Vezir Tonyukuk kumandasında, Göktürk Hakanlığının İnal ile birlikte sevk ettikleri batı orduları grubunda yer aldı. İnal Kağanla birlikte Altayları aşarak Bolçu’da On-ok ordusunu mağlup etti ve Seyhun (Sir derya= İnci Nehri) kıyılarına ulaştı. Tonyukuk’un başkumandanlığını yaptığı bu ordunun başında Maveraünnehir’e kadar dayanan Bilge Kağan, Kızıl Kum Çölüne girerek güney istikametini aldı. Göktürk Abidelerinde tezik şeklinde zikredildiği gibi, ilk defa olarak batıda Müslüman Araplarla karşılaşıldı (701). 709 yılında Kırgızlar’ın komşusu olan ve Yukarı Kem-İrtiş arasında bulunan Çikler ile Isıg Gölünün batısında yaşayan Azları, Hakanlığa bağladı. 710 yılında kardeşi Kültiginle birlikte zaman zaman başkaldıran Kırgızları mağlup etti. 714’te Çin’in yığınak merkezi olan Beşbalık’ın kuşatılmasına, İnal Kağan, Tung-lu Tekin ve eniştesi ile birlikte katıldı. 22 Temmuz 716 tarihinde Çinlilerle münasebet kuran Bayırkular’ın amcaları Kapağan Kağanı pusuya düşürerek öldürmeleri üzerine karışıklığa sürüklenmiş olan devletin yükünü, Kapağan Kağanın oğullarını ve taraftarlarını bertaraf ederek, kardeşi Kültigin’le birlikte yüklendi. Kültigin’le birlikte seferler yaptı. Memlekette karışıklıklar çıkaran Dokuz Tatarlar ve Oğuzlar üzerine yürüyerek bozguna uğrattı. Kültigin’in aşırı derece ısrarı üzerine 716 yılında hükümdar oldu. Göktürk orduları başkumandanlığını yüklendi. O zamana kadar bu vazifede bulunan baba yadigârı, Bilge Kağanın kayın babası vezir Tonyukuk da devlet müşaviri olarak kaldı. İçte ve dışta yaptığı mücadelelerde büyük başarılar kazandı. Yurtsuz milleti yurtlu, fakir halkı zengin ettiği gibi, devleti ve milleti için canla başla çalıştı. 717 yılında Uygur İl-teber’i Kargan Savaşında yendi. Bir yıl sonra da isyana teşebbüs eden Karluklarla savaştı ve galip geldi.

Bilge Kağan, Çinlilerle iyi münasebet kurmak istiyordu. Bu Tonyukuk’un da arzu ettiği bir durumdu. Fakat Çinliler, Türk birliğini bozmak için Beşbalık’taki Basmıllar ile anlaşmışlardı. Bütün bunlar, Çinlileri çok iyi tanıyan ve vaktiyle Kutluk (İlteriş) Kağanla birlikte istiklal mücadelesi veren Vezir Tonyukuk tarafından gayet iyi biliniyordu. Onun planı sayesinde Basmıllar, Beşbalık’ta kuşatılarak mağlup edildi. Entrikalarının boşa çıktığını gören Çin de baskı altına alındı. Çin ordusu, Kan-su’da bozguna uğratıldı (Eylül 720). Daha sonra çeşitli seferler düzenlendi. Kitanlar ve Tatabılar saf dışı bırakıldı (722-723).

Bütün bu hadiselerden sonra Çin, iyi geçinme noktasına geldi. 725 yılında Çin İmparatoru tarafından gönderilen elçiyi Bilge Kağan, Kültigin ile Tonyukuk’un hazır bulunduğu bir mecliste kabul etti.

Bilge Kağan, 725 yılında kayınbabası Tonyukuk’u 731 yılında da 47 yaşında olan kardeşi Kültigin’i kaybetti. Bu iki Türk büyüğünün ölümü, hakanlıkta büyük boşluklar meydana getirdiği gibi, millet de, başta Bilge Han olmak üzere büyük üzüntü içine düştü. Orhun Kitabeleri’nde bu husus: “Küçük kardeşim Kültigin öldü, görür gözüm görmez oldu, bilir bilgim bilmez oldu, zamanın takdiri Tanrı’nındır. Kişi-oğlu ölmek için yaratılmıştır, kendimi bıraktım, gözden yaş akıtarak, gönülden feryad ederek yanıp yakıldım” şeklinde Bilge Kağan’ın ağzından, kendi inançlarına göre, bir nevi tevekkül içinde anlatılmaktadır.

Bu iki büyük millet ve devlet emektarının hatırasına, Bilge Kağan zamanında bengü taşlar (kalıcı eserler) dikilmiş, hizmetleri ve düşünceleri kendi ağızlarından verilmiştir.

734 yılının yazında K’i-tan ve Tatabılara karşı Töngez Dağında kazanılan savaş, Bilge Kağanın en son zaferi oldu. Bütün ömrünü milletinin birliği ve büyüklüğü için geçirmiş olan Bilge Kağanın, 19’u “şad” 19’u da “kağan” olmak üzere 38 senelik bir hizmeti vardır. Son zamanlarında, Çinli bir prenses ile evlenme arzusu, Çin imparatoru tarafından kabul edilmişse de, Çinlilerce aldatılan Buyruk-çor tarafından zehirlenmiş ve 25 Kasım 734 tarihinde, milleti büyük bir yas içinde bırakarak 50 yaşında vefat etmiştir. Adına, oğlu tarafından Baykal Gölünün güneyinde, Orhun Nehri Vadisinde, Koşo Tsaydam Gölü civarında Bilge Kağan Abidesi diktirilmiştir. Abideyi, yeğeni Yollug Tigin kaleme almış ve 34 günde tamamlatmıştır.

Kitabelerde görüleceği üzere, Bilge Kağan, milletine bağlı, dindar bir hükümdardır. Böyle olmasına rağmen, yeni bir dinin arayışı içinde olduğunu söylemek mümkündür. Çünkü onun yerleşik hayata geçmek isteği ve kuracağı şehirlerde Budist mabetlerine yer verme teklifi, kayın babası Tonyukuk tarafından reddedilmiştir. Şayet sağlıklarında İslamiyet, ülkelerine ulaşabilseydi, Türklüğün eski yurdunda alperenlerin, gazilerin daha erken görüleceği büyük ihtimal dahilindeydi. Tonyukuk’un, Bilge Kağanı bu iki düşüncesinden men edişi, Çin’e karşı kendilerini müdafaa şuuru iledir. Fakat bu fikir, netice olarak sonraları Türk dünyasının İslam’a girmesine zemin hazırlamıştır.

Alprslan

Sultan Alp Arslan (1029 – 15 Aralık, 1072), Büyük Selçuklu Devleti’nin ikinci hükümdarıdır. Alp Arslan, Türklerin Orta Asya’dan Anadolu’ya gelişlerini ve mücadelesini yöneten askerî komutan ve hükümdardır. Gerçek adı Muhammed olup, daha çok ünvanı olan Alp Arslan adıyla tanınmaktadır. Malazgirt Meydan Savaşıyla Anadolu’nun kapısını türklere açmıştır.

Tuğrul Bey 1063´de ölünce Selçuklu ülkesinde taht kavgaları başladı. Oğlu olmayan Tuğrul Bey, Alp Arslan’ı tahta layık gördü ; fakat Alp Arslan’ın ağabeyi Kavurd tahta kendisi çıkmak istedi.Alp Arslan Kavurd ile yaptığı savaşı kazandı ve Selçuklu’nun başına geçti.

1068’te Bizans İmparatorluğu’na karşı savaş ilan ettikten sonra,kazandıkları savaşlar Türkler’i Ortadoğu’ya doğru geri çevirmiş; bu başarılar Bizanslılar’ı, Türkleri’i çıkarmak için Malazgirt’e kadar getirmiştir. Alp Arslan 1071 yılında, Türk tarihinin en önemli zaferlerinden biri olan Malazgirt Savaşı’nı kazanmıştır.

Alp Arslan, esir aldığı bir kale komutanı tarafından 1072 yılında şehit edilmiştir. Bazı kitaplara göre Alp Arslan’ın savaşta esir aldığı bir kişi yüzünden öldürüldüğü söylenmektedir. Türkmen takviminde 2002 yılından Temmuz 2008’e kadar Ağustos ayı Alp Arslan olarak adlandırılmıştır. 2005 yılından bu yana Yusuf Halaçoğlu başkanlığında yapılan kazı ve çalışmalarda mezarının Merv şehrinde olduğu tespit edilmiştir.

Oğuzhan

Doğum tarihi tespit edilememiştir. İlk Hun hükümdarı Teoman ın oğludur. Teoman ın başka bir karısından ve Oğuz Han dan yaşça küçük bir oğlunun annesi, kendi oğlunu tahta geçirmek için çareler aradı ve sonunda Teoman ı kandırarak Oğuz Han ı güney-batı komşuları olan Kuşanlara rehin yollattı. O dönemdeki hukuk anlayışına göre, rehin, barış teminatı demekti. Oğuz Han ın üvey annesi, oğlunun tahta geçmesini garantilemek için, Teoman ı bir kere daha kandırarak Kuşanlara savaş açtırdı.

Anlaşma bozulduğundan, Oğuz Han ın Kuşanlar tarafından öldürülmesi gerekiyordu. Fakat Oğuz Han, süratle ülkesine kaçtı. Babası buna sevindi ve ödül olarak ona 10 bin askerlik bir vilayet verdi. Oğuz Han, yakaladığı bu imkanı iyi kullandı. Kahramanlık ve teşkilatçılık gibi özelliklerini kullanarak, kin duyduğu babasına karşı askeri hazırlığa başladı. Elindeki orduyu bir savaş makinesi haline getiren Oğuz Han, alışılagelmiş bir silah olan oku da geliştirerek menzilini uzattı. Hazırlıklarını tamamladıktan sonra, babasının üzerine yürüdü ve onu yenerek M.Ö. 209 yılında Hun tahtına çıktı.

Hun Devleti nin başına geçen Oğuz Han ın ilk işi, doğudaki Tunguzları ortadan kaldırarak, Hazar Denizi ne kadar olan bölgedeki bütün Türk boylarını da hakimiyeti altında toplamak oldu.

Türk boylarını birleştirerek ilk defa Türk birliğini kuran Oğuz Han ın devletinde, boylar iç işlerinde serbestti. Bu gelenek Osmanlılara kadar geldi. Boylar, merkezî devlete sadece vergi ya da haraç vermek ve asker hazırlamakla yükümlüydü.

Oğuz Han, M.Ö. 209-174 yılları arasında geçen otuz beş yıllık kağanlığı sırasında, devamlı savaş halinde oldu. Ülkesinin sınırları Hazar Denizi nden Hint Okyanusu na, Himalayalardan Sibirya ya kadar genişledi. Hun saldırılarına karşı inşa edilen Çin Seddi bile Oğuz Han ordularını durdurmaya yetmedi.

Nitekim Oğuz Han, bir seferde 320 bin kişilik bir orduyla Çin in içlerine kadar girerek Çin Hükümdarı Kao-Ti yi, ülkesinin kuzey bölgelerini Hunlara terk ederek, Hun devletine vergi ödemeye mecbur bıraktı. Çinliler, 58 yıl müddetle bu vergiyi ödedi. Oğuz Han M.Ö. 174 yılında ölmüştür. Oğuz Han ın Türkçe deki başka bir adının Alp Er Tunga olduğu, aynı ismin Çin kaynaklarında Mete olarak geçtiği rivayet olunur.

Oğuz Han, Oğuz Destanı nda şöyle tasvir edilir: Samur omuzlu, kurt belli bir yiğitti. Gözlerinin içi nur, avuçlarının içi kandı. Kırk gün anasının sütünü emdi, bir daha emmedi. İki üç yaşında iken ata binmeye başladı. Yetişip aklı erer yaşa gelince Oğuz a haber verdiler ki yakın ormanda bir canavar türemiş, bir iki şehrin sürülerine ve insanlarına aman vermiyor. Ormana gitti, bir geyik buldu ve ortalıkta bir ağaca bağladı gitti. Ertesi gün gelince geyiği yenmiş buldu. Bu sefer bir ayı buldu, yine o ağaca bağladı ve gitti. Daha sonra geldiğinde onun da kemiklerine rastladı. Bu defa kendisi o ağaca dayanıp gecelemeye başladı. Hazır ava alışan canavar geldiğinde, başıyla Oğuz un kalkanına dokundu, dövüştüler; o, canavarı yendi, başını getirdi; komşu şehirler halkı düğün bayram ettiler. Büyükler bir araya gelip kendilerini bayrağı altında birleştirecek olanın bu Oğuz olduğunu anladılar. Hepsi onun çevresine toplandılar.

Kılıçarslan

Kılıçarslan; Anadolu Selçuklu Sultanlığı’nın kurucularından olup; Haçlı ordularına karşı Anadolu’yu ve hatta bütün İslam alemini müdafaa eden bir Türk hükümdarıdır. Vatan topraklarının nasıl müdafaa edilmesi lazım geldiğini, bu uğurda yaptığı kanlı mücadelelerle bütün insanlığa ispat etmişti.

Kılıçarslan olmamış olsaydı, belki bugün Anadolu’da bir Türk hakimiyeti yerine bir Latin devleti mevcut bulunacaktı.Anadolu kıtası; 26 Ağustos 1071 yılında Alpaslan’ın Bizanslılarla yaptığı Malazgirt Meydan Savaşı ile fethedilmişti. Bu fetih üzerine Horasan ellerinde bulunan birçok Oğuz Türkmen oymakları, Anadolu’nun çeşitli yerlerine yerleşmişlerdi.

Anadolu’nun kuzey bölgesinde Oğuzların Bozok kabileleri, güney bölgesinde de Üçok kabileleri yurt tutmuştu. Büyük kütleler ise Orta Anadolu’yu doldurmuştu. Bunların çoğu Kınık kabileleri idi. İlk etapta Anadolu’ya bir milyon Türkmen gelmişti. Bunların bir kısmı hayvan sürülerine sahip olduklarından Yörük kaldılar. Bir kısmı da toprağa yerleşerek çiftçi oldular. Ancak, Anadolu’nun Marmara kıyıları henüz Bizanslıların elinde bulunuyordu. Marmara havzasının fetihlerine Kutulmuş oğlu Süleyman ile kardeşi Mansur gönderilmişti.

Bu iki kardeş, Anadolu’nun fetih olunmamış kısımlarını Türk topraklarına katarak Anadolu Selçuklu Sultanlığı devletini kurdular. Fakat bu iki kardeş birbiriyle uğraşmaya başladılar. Bunun üzerine büyük Selçuklu Hakanı Melikşah, Mansur’un üzerine Porsuk Bey ve kuvvetlerini gönderdi. 1077 tarihinde Mansur mağlup edilerek öldürüldü. Melik Şah, Anadolu’nun idaresini Sultan unvanıyla Kutulmuş oğlu Süleyman’a bıraktı. İşte, bu şekilde Anadolu Selçuklu Sultanlığını kuran Aslan’ın torunu Kutulmuş oğlu Süleyman oldu. Anadolu’da bu devlet 1077 yılında kuruldu. Anadolu Selçuklularından on yedi hükümdar gelmişti.

Kutulmuşoğlu, Konya şehrini merkez yaparak Bizanslılarla savaşlara girişti. İznik şehrini fethettikten sonra burayı merkez yaptı. Bir müddet sonra Antakya’yı da fethetti. O zaman Melikşah’ın kardeşi Tutuş ile harbe girişerek yenildi. Bu olay onu olumsuz olarak çok etkiledi ve sonunda intihar etti.

Kutulmuşoğlu Süleyman’ın ölümü ile Anadolu’da karışıklıklar baş gösterdi. Beyler her tarafta bağımsızlıklarını ilan ettiler. Süleyman’ın oğlu Kılıçarslan, Büyük Selçuklu İmparatoru tarafından hapse atılmıştı.

Anadolu’nun karışıklığını ancak Kılıçarslan düzene koyabilirdi. Dört yıl sonra Kılıçarslan, Melikşah tarafından Konya’ya gönderildi. Kılıçarslan babası zamanından kalan büyük kumandanları başına topladı. İznik şehrini tekrar zaptederek burayı kendisine merkez yaptı. Bundan sonra bağımsızlık hevesinde bulunan bütün beyleri ortadan kaldırdı. Bu suretle babasının elde ettiği bütün toprakları tekrar ele geçirdi. Bir donanma yaparak Çanakkale Boğazı önlerindeki adaları birer birer fethetti.

Kılıçarslan çok yiğit, aynı zamanda pek cesur bir hükümdardı. Anadolu’nun birliğini kurmaya muvaffak oldu. Bu sebeple şöhret ve namı her tarafa yayıldı. Kılıçarslan’ın en büyük amacı Bizanslıların elinden İstanbul’u almaktı. Bu amacına ulaşmak için Marmara kıyılarında bir tersane kurup çok sayıda harp gemileri yaptırdı. Türklerin bu hazırlığını gören Bizanslılar telaşa düştüler.

O zamanlar Bizans tahtında Yedinci Mihal Dükas bulunuyordu. Türklerin kara ve deniz kuvvetleriyle başa çıkamayacağını anlayınca, Roma’da oturan Papa Yedinci Greguvar’a elçiler gönderdi. Papaya, batı devletlerinin yardımına muhtaç olduğunu bildirdi. Eğer bu yardım gelmezse, İstanbul Türklerin eline geçecek ve Doğu Roma İmparatorluğu tarihe karışacaktı. Papa, Ortodoksların Katolik kilisesine müracaatını kendi menfaatine uygun buldu. İleride bu iki kilisenin birleşeceğini düşündü. Bu sebeple Batı Avrupa devletlerinden 40,000 kişilik bir ordu toplanılarak İstanbul’a gönderilmesi için çok çalıştı. Fakat muvaffak olamadı.

Bizans’ı korku sardığı sıralarda, Kılıçarslan durmadan donanma yaptırıyor; bir an öne İstanbul’u Türk topraklarına katmayı arzu ediyordu. O devirde Avrupa’da dinî taassup çok şiddetli idi. Papazların halk üzerinde büyük tesirleri vardı. Bütün papazlar, Hazret-i İsa’nın doğduğu mukaddes Kudüs şehrini İslamların elinden kurtarmak için halkı haçlı seferine teşvik ediyorlardı. Bilhassa Fransa’da kurulmuş olan Kloni tarikatının halk üzerinde etkisi büyüktü.

1095 tarihinde Fransa’nın Klermon şehrinde Papa İkinci Urban, ruhanî bir meclis topladı. Bu meclise on dört başpiskopos, iki yüz elli piskopos, dört yüzden fazla papaz katıldı. Ayrıca birçok da şövalye bulundu. Bu ruhanî meclis, Kudüs’ün İslamlardan alınmasına karar verdi. Bu işe ön ayak olan Piyer Lermit adında bir papazdı. Buna Yoksul Gotye adında bir şövalye de katıldı. Bunların teşvikiyle Avrupa’da büyük bir haçlı ordusu hazırlandı. Bu sel Anadolu’ya akmak üzere idi. Bu seli Kılıçarslan nasıl durdurabilecekti?

Haçlı ordusunun sayısı altı yüz bin kişi idi. Haçlı ordusu muhtelif Hıristiyan milletlerinden kurulmuş olup, içinde ihtiyarlar, gençler ve kadınlar da bulunuyordu. Hepsi göğüslerine birer kırmızı Haç takmışlardı. Bu haçlı ordusunun önünde eski Cermen efsanelerinde mukaddes sayılan bir Keçi ile bir de Kaz bulunuyordu. Bu insan seli Batı Avrupa’dan yaya olarak Bizans’a geldi. Bizans imparatoru bu kalabalıktan ürkerek bunların hepsini Anadolu yakasına geçirtti.

Kılıçarslan, Anadolu’ya çıkan bu korkunç afet karşısında soğukkanlılığını muhafaza etti. Neye mal olursa olsun, bu müstevli kuvvetlere karşı Türkün öz yurdu olan Anadolu’yu müdafaa etmeğe ant içti. Kılıçarslan, bu büyük kuvvetlere karşı bir gerilla harbi yapmaya karar verdi. Türk kuvvetlerini muhtelif çetelere ayırdı. Şehirlerde bulunan halkı dağlara ve yaylalara çıkarttı.

Ambarlarda ne kadar zahire varsa yaktı ve suları da zehirletti. Selçuk askerleri baskın halinde grup grup haçlıların üzerine atılarak ilk çıkan kafileyi bir anda imha etti. Fakat arkadan daha büyük kuvvetler Anadolu’ya çıktılar. Kılıçarslan o büyük kuvvetleri de Eskişehir ovasında yıprattı. Bundan sonra kuvvetleriyle Çorum’a çekildi. Bu durum karşısında bütün Anadolu Türkleri top yekün silaha sarıldı. Saadetini yıkanlarla kanlı mücadelelere girişti. Bu tarihte eşine az rastlanır bir vatan müdafaası idi. Askerî kıtalar her tarafta bir şimşek gibi çakıyorlar; düşmanın yurt tutmasına imkan bırakmıyorlardı. Anadolu şehir ve kasabalarında büyük bir yangın vardı.

Bu kıyametin içine girenler de şaşırıp kaldılar. Bunlar nasıl bir millet! Vatanlarını canla başla ne şekilde müdafaa ettiklerini görüp öğrendiler. Nihayet haçlılar kırıla kırıla bir geçit bularak Kudüs’e gidip bir Latin Krallığı kurdular. Fakat güzel Anadolu’da yerleşemediler. Çünkü buranın bekçileri yüksek vatansever ve kahraman Türklerdi. Kumandanları da Kılıçarslan gibi cesur bir yiğitti.

Türkler bu şekilde Anadolu için kan döktüler. Bu sebeple Anadolu toprakları Türkün kanıyla yoğrulmuş bir ana vatandır. Kılıçarslan’ın haçlılara karşı kazandığı zaferler onun adını Türk tarihinde ebediyen yaşatmaya kafi gelmiştir. Onun hayatı büyük destandır. Tarih onun (Ebulgazi) unvanını vermişti.

Sekiz buçuk ay süren bu kanlı mücadeleden sonra Birinci Kılıçarslan Konya Sarayına yerleşti. Bir sabah sarayından çıkıp bir meydanda toplanmış binlerce esirin arasından geçerken bir ses yükseldi.

-Bizler ne olacağız?

Kılıçarslan sesin geldiği tarafa baktı. Bu sözü söyleyen genç ve güzel bir esir kızdı. Ona:

-Kimsin, ne istiyorsun? Diye sordu.

Esir kız:

– Savaşta esir düşen Efon Ejyid’in kız kardeşi İzabella’yım. Bir an önce vatanıma dönmek istiyorum! Dedi.

Kılıçarslan şöyle mukabele etti:

-Biz Türkler, yurdumuzda oturanlara çıkıp gidin! demeyiz, ve yurdumda din ve adetiniz üzere hür yaşayabilirsiniz. Fakat arzu ettiğiniz gün de yurdunuza dönebilirsiniz. Ben vatan hasretini takdir edenlerdenim…

Hiç beklemediği şekilde bir cevapla karşılaşan dilber Fransız kız, hem hayrette kaldı, hem de çok sevindi. Kılçarslan, yiğit olduğu kadar da yakışıklı bir Türk delikanlısı idi: bu esire Kılıçarslan’ın yüzüne dikkatli bakarak:

-Sizi nerede ziyaret edip minnet ve şükranlarımı bildirebilirim? Diye sordu.

-Her saat, nerede bulunursam!

Meydana toplanmış olan bütün esirler Türk Hakanının bu yüksek kalpliliğine hayran kaldılar. Teşekkür makamında hepsi birden boyun kestiler. Kılıçarslan bütün esirlere harçlık verilmesini emretti. Eğlence yerlerine gitmelerine de izin verdi. Bir müddet sonra da bu haçlı ordusunun esirleri grup grup memleketlerine iade edildiler. Bu kanlı mücadeleden muzaffer çıkan Kılıçarslan sarayında eşi Sevindik Hatun ve çocukları Şehinşah ve Mesut adlı iki oğlu ve Aydın adındaki kızı ile mesut ve tatlı günler yaşadı.

Fakat Kılıçarslan, Suriye’de yaptığı bir savaştan dönerken 1106 tarihinde Fırat Nehrine düşerek boğuldu.

Nene Hatun (d. 1857- ö. 22 Mayıs 1955)

93 Harbi olarak da anılan 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında, Erzurum’daki Aziziye Tabyası’nın savunulmasında kahramanca çalışarak adını tarihe yazdıran Türk kadınıdır. Aziziye savunmasına 20 yaşlarında genç bir gelinken, küçük yaştaki oğlunu ve 3 aylık kızını evde bırakarak katılmıştır.

Nene Hatun 1857 yılında Erzurum’da doğdu.

1877 yılında 8 Kasım’ı 9 Kasım’a bağlayan gece, Osmanlı vatandaşı olan Ermeni çeteleri Erzurum’un Aziziye Tabyası’na girmeyi başarmışlardı. Tabyayı koruyan Türk askerlerini uykuda yakalayıp kılıçtan geçirdiler. Bu sırada arkadan gelen Rus askerleri ise hiçbir zorlukla karşılaşmadan tabyayı ele geçirdiler.

Erzurumlular, ölüme gittiklerini bildikleri halde, Aziziye Tabyası’na doğru koşuyordu. Tabyaya yerleşmiş olan Rus askerleri, gelenlere yaylım ateşi açtı. Ön sıradakiler o anda şehit oldular

Nene Hatun’un vatan için gece başlayan mücâdelesi, tüm düşman Erzurum’dan kovuluncaya kadar devam etti. Erzurum’un her karış toprağında cephâne taşıyarak, yaralılara hemşirelik yaparak, yemek pişirerek, su dağıtarak, hizmetten hizmete koşarak destanlaştı.

Türk Kadınlar Birliği tarafından ölümünden 3 ay önce yılın annesi seçilmiştir.

Barbaros Hayrettin Paşa

1478 yılı civarlarında Midilli’de doğdu. Aslen Vardar yenicesinden olan babası Yakup Ağa, bir Osmanlı sipahisiydi ve 1461 yılında Midilli’nin fethi sırasında Fatih Sultan Mehmed ile birlikteydi. Asıl adı Hızır olduğu halde Barbaros ve Hayreddin lakaplarıyla tanınır. Batılılar havuç rengine çalan kırmızı sakalından dolayı, ağabeyi Oruç’a verdikleri “Barbarossa” adını daha sonra Hızır içinde kullandıklarından Barbaros diye tanınmış, Hayreddin lakabını ise kendisine Yavuz Sultan Selim takmıştır.

Barbaros Hayreddin Paşa, kardeşleri İlyas ve Oruç ile beraber birçok deniz savaşında bulundu. Diğer kardeşi İshak ise Midilli’de kaldı. Barbaros Hayreddin Paşa, Cezayir seferine Oruç Reis ile birlikte çıktı. Cezayir’in fethedilmesinden sonra Oruç Reis, Cezayir’e Bey oldu. Barbaros Hayreedin Paşa, İshak ve Oruç Reis’ler şehit olunca Cezayir Beyliği’ne atandı. Beylerbeyi ünvanını alan Barbaros Hayreddin Paşa, İstanbul’a gelip 1534 yılında Kaptan-ı Derya oldu.

Bir çok zafer kazanan Barbaros, Avrupa’da nam saldı. Avrupalılar çocuklarını Barbaros geliyor diye korkutur hale geldiler. 5 Temmuz 1546 tarihinde vefat eden Barbaros Hayreddin Paşa, sağlığında Beşiktaş’ta yaptırdığı medresenin yanındaki türbesine defnedildi. Onun ölümü için “Mate reisü’l-bahr-Denizin reisi öldü” denildi. Barbaros Hayreddin Paşa zamanında Osmanlı denizciliği gücünün zirvesine ulaşmış, onun mektebinde yetişen değerli denizciler ve teşkilatlı tersane sayesinde bu güç varlığını bir süre daha devam ettirmiştir.

Barbaros Hayreddin Paşa, alim ve cesur bir komutandı. İri yapılı ve kumral tenliydi. Saçı, sakalı, kaşları ve kirpikleri çok gürdü. Ömrü denizlerde geçtiğinden Rumca, Arapça, İspanyolca, İtalyanca ve Fransızca gibi Akdeniz dillerini çok iyi bilirdi. Çinili Hamam kendisine aittir. Oğulları Mehmed Paşa, Hasan Paşa ve Vali Paşa’dır.

Dede Korkut

Türklerin yaşayışlarını, örf ve adetlerini, geleneklerini, sosyal ve kültürel hayatını, Türklerin tüm yaşantısını günümüze kadar getiren onu masal ve hikayelerinde işleyerek bugünlere kadar ulaştıran Büyük Türk atasıdır Dede Korkut. Hayatı hakkındaki bilgiler yok denecek kadar azdır. Doğumu ve yaşadığı yer hakkındaki bilgiler kesin kaynaklara dayanmamaktadır. Hayatı hakkındaki bilgiler, rivayetlere dayalıdır. Kimi araştırmacılara göre Hz. Peygamber zamanında yaşamıştır, kimileri ise Uzun Hasan döneminde yaşadığını söyler. Bazı araştırmalara göre ise Dede Korkut Oğuz döneminde yaşamıştır. Bu döneme ait olan on iki Dede Korkut hikayesi bu savın doğruluğunu kanıtlar niteliktedir. Pertev Naili Boratav kaleme aldığı İslam Ansiklopedisi’nde Dede Korkut Hikâyelerinin on beşinci yüzyıla kadar sözlü olarak geldiğini, bu yüzyıldan sonra ise Akkoyunlular tarafından yazıya geçirildiğini söylemektedir. Dede Korkut hikayeleri Oğuz Türklerinin hayatı, günlük yaşayışı hakkında bilgi vermektedir. Ancak Akkoyunlular bu hikayeleri yazıya geçirirken hikayelerin motiflerinde kendi gelenek ve göreneklerine göre de değişiklik yapmışlardır. On iki hikayeden oluşan eserin tüm hikayelerinde Dede Korkut ortaya çıkar. Hikayenin sonunda ortaya çıkan Dede Korkut boy boylayıp, soy soylar, dua eder.

On İki Dede Korkut Hikayesi

1—Derse Han oğlu Boğaç

2—Salur Kazan’ın Evinin Yağmalanması

3—Bay Büre Beğ Oğlu Bamsi Beyrek

 4—Kazan Oğlu Uruz’un Tutsak Olması

5—Deli Dumrul

6—Kazılık Koca Oğlu Yeğenek

7—Kanlı Koca Oğlu Kan Turalı

8—Tepe-Göz

9—Beğil Oğlu İmren

10—Uşun Koca Oğlu Zegrek

11—Salur Kazan’ın Tutsak Olması

12—İç-Oğuza, Taş-Oğuzun Başkaldırması

Evliya Çelebi

25 Mart 1611’de İstanbul’un Unkapanı semtinde doğdu. Babası Derviş Mehmed Zilli, I. Süleyman’dan I. Ahmed’e kadarki padişahların kuyumcubaşılığında bulunmuş ve seferlere katılmıştır. Çelebi ailesi aslen Kütahyalı olup, fetihten sonra İstanbul’a yerleşmiştir.

Evliya Çelebi, çok iyi bir öğrenim gördü. Önce mahalle mektebine gitti. Daha sonra Şeyhülislam Hamit Efendi Medresesi’ne girdi. Burada yedi yıl okuduktan sonra saraya özgü bir okul olan Enderun’a devam etti.

Okul öğreniminin dışında özel hocalardan Kur’an, Arapça, güzel yazı, musiki, beden eğitimi ve yabancı dil dersleri aldı. Kur’an’ı ezberleyerek hafız oldu.

Evliya Çelebi, öğrenimini bitirdikten sonra sarayda görev aldı. Yaptığı işlerle padişah ve devlet ileri gelenlerinin beğenisini kazandı.

Evliya Çelebi, bu gezileri sırasında çok ilginç yerler gördü. Yeni insanlarla tanıştı. Birçok olayla karşılaştı. Karşılaştığı ilginç olayları okuyucuya anlatarak kitabına renk kattı.Gezileri sırasında birçok kez ölümle burun buruna geldi. Savaşlara katılarak hem savaşları hemde o yerleri anlattı. Gezmek için gittiği son yer Mısır oldu. 1682 yılından sonra vefat etti.

Farabi

Geçmiş tarihte yaşayan en büyük müslüman felsefecilerdendir. Genellikle lise müfredatlarında yer almaya başlayıp üniversitenin sonlarına kadar sürekli karşımıza çıkmaktadır. Hayatının yanı sıra eserleri de büyük ilgi görmektedir.

Farabi Türk asıllı İslam Felsefecisi’dir.

Asıl adı Ebu Nasır Muhammed ibn Türkan el Farabî, 870 yılında Türkistan’ın Seyhun ırmağı kenarındaki Farab kasabasında doğdu. ilköğrenimini Farab’da, medrese öğrenimini Tahran ve Bağdat’ta gördükten sonra, Harran’da felsefe araştırmaları yaptığı yıllarda tanıştığı Yuhanna bin Haylan’la birlikte Aristoteles’in yapıtlarını okuyarak gezimciler okulunun ilkelerini öğrendi.

Mantık, felsefe, matematik, tıp ve musikî üzerinde büyük bilgi sahibi idi. Bu konular üzerinde 100′den fazla eser verdi. Ancak bugün elde sadece 39 eseri kalmıştır. Bu arada Aristo’nun bütün eserlerinide şerh etti. 950 yılında Şam’da vefat etti. Babüssagîr mezarlığında yatmaktadır

Felsefenin Müslümanlar arasında tanınmasında ve benimsenmesinde büyük görevler yapmış olan Türk filozoflarının ve siyasetbilimcilerinden Fârâbî’nin, fizik konusunda dikkatleri çeken en önemli çalışması, Boşluk Üzerine adını verdiği makalesidir. Fârâbî’nin bu yapıtı incelendiğinde, diğer Aristotelesçiler gibi, boşluğu kabul etmediği anlaşılmaktadır.

Fârâbî’ye göre, eğer bir tas, içi su dolu olan bir kaba, ağzı aşağıya gelecek biçimde batırılacak olursa, tasın içine hiç su girmediği görülür; çünkü hava bir cisimdir ve kabın tamamını doldurduğundan suyun içeri girmesini engellemektedir. Buna karşılık eğer, bir şişe ağzından bir miktar hava emildikten sonra suya batırılacak olursa, suyun şişenin içinde yükseldiği görülür. Öyleyse doğada boşluk yoktur.

Aristotales’in ortaya attığı madde ve suret kavramını hiçbir değişiklik yapmadan benimseyen, eşyanın oluşumunda, yani yaradılışta madde ve sureti iki temel ilke olarak gören Farabi’nin fiziği de, metafiziğe bağlıdır. Buna göre, evrenin ve eşyanın özünü oluşturan dört öğe (toprak, hava, ateş, su) ilk madde olan el-aklül-faalden çıkmıştır Sözkonusu dört öğe, birbirleriyle belli ölçülerde kaynaşır, ayrışır ve içinde bulunduğumuz evreni (el-alem) oluştururlar.

Farabi, ilimleri sınıflandırdı. Ona gelinceye kadar ilimler trivium (üçüzlü) ve quadrivium (dördüzlü) diye iki kısımda toplanıyordu. Nahiv, mantık, beyan üçüzlü ilimlere; matematik, geometri, musiki ve astronomi ise dördüzlü ilimler kısmına dahildi. Farabi ilimleri; fizik, matematik, metafizik ilimler diye üçe ayırdı. Onun bu metodu, Avrupalı bilginler tarafından kabul edildi.

Farabi Eserleri

İki Felsefeci Arasındaki Düşüncelerin Uzlaştırılması

Ele Alınan Kaynakların Kaynakları

Hikmetlerin Özleri

Erdemli Toplumun İlkeleri Üstüne Kitap

Aklın Anlamları

Bilimlerin Sayımı

Büyük Müzik Kitabı

Müziğe Giriş

Selçuk Bey

Selçuklu Devleti Kurucusu

Selçuklu Devleti’ne adını veren Selçuk Bey, Aral Gölü ile Hazar denizi arasına hakim olan Oğuz Devleti’nin komutanlarından Dukak Subaşı’nın oğludur.

X. yüzyılın başlarında doğan ve Dukak Bey öldüğü zaman henüz 17-18 yaşlarında olan Selçuk Bey, Yabgu’nun yanında görev aldı ve yetişti. Daha sonra da Yabgu Oğuzlarına subaşı oldu.

Genç yaşına rağmen yüksek mevkilere ulaşan Selçuk Bey’in giderek artan itibarı, Oğuz Devleti’nin Yabgusu ve eşini rahatsız etti. Bir süre sonra Yabgu ile arası açılan Selçuk Bey, kendisine bağlı kalabalık Oğuz kütleleriyle, Maveraünnehir’e doğru göç etti. Çok sayıda at, deve, koyun ve sığırı da yanlarında götürdüler. Bu göçün asıl sebebi yer darlığı ve otlak yetmezliği idi.

Selçuk Bey 960’ı takip eden yıllarda Seyhun (Sırderya) nehri kenarında yine bir Oğuz şehri olan Cend’e geldi. Maveraünnehir’den daha evvel göç etmiş Müslüman Türkler de burada oturuyordu. Selçuk Bey’in Türklerle diğer İslâm ülkeleri arasında bir sınır teşkil eden Cend’e gelişi, tarihte önemli bir çağın başlangıcı sayılır.

Selçuk Bey, bu yeni bölgenin siyasî ve sosyal şartlarını da değerlendirerek, kendisine bağlı Oğuzlarla birlikte Müslüman oldu. Buhara ve Harezm gibi yakın İslâm ülkelerinden de din adamları istedi. Böylece, Türkmen adıyla da anılan bu Türk kütlesi, siyasî ve sosyal yönden yeni bir hüviyet kazanmış oluyordu. Artık o, İslâmiyet için “cihada hazır bir gazi” idi. Nitekim, Oğuz Yabgusu’nun memurları Cend şehrine yıllık vergiyi almak için geldikleri zaman “Ben kâfirlere haraç vermem” diye onları uzaklaştırdı. Gerçekten de Oğuz Yabgusu henüz Müslümanlığı kabul etmemişti.

Bundan sonra İslâmiyeti yaymak için mücadeleye başladı. Oğuz Devletine karşı yaptığı çarpışmalardan iki önemli fayda sağladı. Birinci fayda, Müslüman Oğuzların kendisine katılması ve savaşlarda görev alması oldu. İkinci fayda ise, Cend şehri ve civarında Yabgu’nun nüfuzunu kırarak kendi bağımsızlığını ilân etmesi idi. Komşu devletler de onun bağımsızlığını tanıdılar. Artık Selçuklu Devleti kurulmuş oluyordu. Şimdilik küçücük bir devlet idi ve tam bağımsız sayılamazdı.

Bu sırada Türk Karahanlı Devleti ile İranlı Sâmanî Devleti savaş halindeydiler. Sâmanî Devleti, Selçuk Bey’den yardım istedi. Selçuk Bey’in hem yeni topraklara ihtiyacı, hem de Büyük Türk Hakanlığı’nda gözü vardı. Oğlu Arslan Bey’in kumandasında gönderdiği kuvvetler sayesinde Sâmanî Devleti Karahanlılara galip geldi. Bunun sonucu ve karşılığı olarak da Buhara ile Semerkant arasında, Nûr kasabası yakınlarında bir bölge yurtluk olarak Selçuklulara verildi.

Artık Selçuklu Devleti, bir yanda Karahanlı Türk Devleti, öbür tarafta İran Sâmanî Devleti olmak üzere iki büyük devlet arasında yer almış bulunuyordu ve burada tutunmak zorundaydı. Selçuklular, iki devletle ilişkilerini bütün fırsatları değerlendirerek dengelediler.

Karahanlılar 992’de Sâmanîler başkenti Buhara’yı zaptettiler. Sâmanîler bölgeye yani Maveraünnehir’e ancak Oğuz Devletinin yardımı ile tekrar hâkim olabildiler. Fakat artık Sâmanî Devletinde huzursuzluk ve kargaşa yoğunlaşıyordu. Bundan Gazne Türk Devleti de yararlanmak istedi. Çünkü yeni Gazne Türk Devleti henüz Sâmanîlere bağımlı olmaktan kurtulamamıştı ve kurtulmak için fırsat kolluyordu.

Sâmanî Devleti, Büyük Hakanlığı elinde tutan kuvvetli Karahanlı Devleti ile, gittikçe kuvvetlenen Selçuk ve Gazne Türk devletleri arasında yok olmaya mahkûmdu. Türk devletleri de Büyük Hakanlık için birbirleriyle mücadele verdiler ve yavaş yavaş üstünlüklerini kabul ettirdiler.

Mikail, Arslan, İsrafil, Yusuf ve Musa adındaki oğullarıyla birlikte Büyük Selçuklu Devleti’nin temellerini atan Selçuk Bey 1009 yılında ve 100 yaşlarında öldüğü zaman devleti iyice teşkilâtlanmış, Selçuklu İmparatorluğunun temelleri tamamen atılmıştı.

Fatih Sultan Mehmet

30 Mart 1432 tarihinde Edirne’de doğdu. Babası Sultan İkinci Murat, annesi ise Hatice Hüma Hatun’du. 11 yaşında Manisa’da Saruhan sancakbeyi oldu. Dönemin önemli bilginleri tarafından dersler aldı. Hocaları arasında Molla Gürani, Temcidoğlu, Çelebizade Mehmet, Molla Hüsrev gibi isimler vardı.

1443 yılında ağabeyi Alaaddin Ali Çelebi’nin vefat etmesi üzerine tahtın tek varisi oldu. Babası İkinci Murat’ın tahttan feragat etmesiyle birlikte -1444 yılında- henüz 12 yaşındayken tahta çıktı. Bu durum devlet adamları arasında bazı rahatsızlıklara sebep oldu. Tahta oturalı çok kısa bir süre olmuşken Haçlı Seferi ile karşı karşıya kaldı. Birtakım devlet adamlarının isteği üzerine İkinci Murat tekrardan tahta geçti. Fatih Sultan Mehmet ise Manisa’ya gitti.

Babası İkinci Murat’ın 1451 yılında vefat etmesi üzerine 19 yaşında ikinci kez tahta çıktı. Fatih Sultan Mehmet, tahta oturur oturmaz İstanbul’un fethine yoğunlaştı. 1453 yılına dek yaptığı hazırlıkların ardından 6 Nisan’da kuşatmayı başlattı. 53 gün süren kuşatmanın ardından 29 Mayıs günü İstanbul fethedildi.

Fatih Sultan Mehmet, bilime ve sanata çok önem verirdi. Örneğin, dönemin önemli bilimadamlarından Ali Kuşçu’yu İstanbul’a çağırdı. İtalyan ressam Gentile Bellini’yi de İstanbul’a çağırdı ve resimlerini yaptırdı.

Fatih Sultan Mehmet, 3 Mayıs 1481’de vefat etti.

FATİH SULTAN MEHMET DÖNEMİNDE FETHEDİLEN YERLER

  • 1459’da Belgrad’ın dışında bütün Sırbistan Osmanlı egemenliğine girdi.
  • 1460’da Venediklilerin elindeki bazı kaleler dışında Mora ve Atina şehri ele geçirildi.
  • 1461’de Trabzon Rum İmparatorluğu’na son verildi.
  • 1462’de Eflak Osmanlı hakimiyeti altına girdi.
  • 1463’de Bosna fethedildi. Osmanlı’nın gösterdiği hoşgörüden etkilenen Boşnaklar Müslümanlığı benimsemişlerdir.
  • 1465’de Hersek Osmanlı hakimiyeti altına alındı.
  • 1476’da Boğdan Osmanlı hakimiyetine alındı.
  • 1478’de Arvanutluk ele geçirildi.
  • 1480’de İtalya’ya yapılan sefer neticesinde Otranto fethedildi.

FATİH SULTAN MEHMET DÖNEMİNDE DENİZLERDE FETHEDİLEN YERLER

  • Eğriboz
  • İmroz
  • Limni
  • Midilli
  • Bozcaada
  • Taşoz
  • Semadirek
  • Gökçeaada
  • Zenta
  • Ayamavra
  • Kefalonya

Kanuni Sultan Süleyman

Osmanlı en büyük hükümdarlarından Kanuni sultan süleymanın hayatı kanuni sultan süleyman kimdir sorunun yanıtı…

Kanûnî Sultan Süleyman 27 Nisan 1495 Pazartesi günü Trabzon’da doğdu. Babası Yavuz Sultan Selim, annesi Hafsa Hatun’dur. Hafsa Hatun Osmanlı ya da Çerkezdir. Kanûnî Sultan Süleyman yuvarlak yüzlü, ela gözlü, geniş alınlı, uzun boylu ve seyrek sakallıydı.

Kanûnî Sultan Süleyman devri, Türk hakimiyetinin doruk noktasına ulaştığı bir devir olmuştur. Babası Yavuz Sultan Selim, onu küçük yaşlardan itibaren çok titiz bir şekilde yetiştirmeye başladı. Benzeri görülmemiş bir terbiye ve tahsil gördü. İlk eğitimini annesinden ve ninesi Gülbahar Hatun’dan (Yavuz Sultan Selim’in annesi) aldı. Yedi yaşına gelince tahsil için İstanbul’a, dedesi Sultan İkinci Bayezid’in yanına gönderildi. Şehzade Süleyman, burada Karakızoğlu Hayreddin Hızır Efendi’den tarih, fen, edebiyat ve din dersleri alırken, savaş teknikleri konusunda da öğrenim görüyordu.

15 yaşına kadar babası Yavuz Sultan Selim’in yanında kalan Şehzade Süleyman, kanunlar gereği sancak istemesi üzerine, önce Şarki Karahisar’a oradan da Bolu, kısa bir süre sonra da Kefe sancakbeyliğine tayin edildi (1509).

Yavuz Sultan Selim’in 1512 de tahta geçmesi üzerine İstanbul’a çağırılan Şehzade Süleyman, babasının kardeşleriyle mücadeleleri sırasında İstanbul’da kalarak babasına vekalet etti. Bu sırada Saruhan sancakbeyliğinde de bulundu. Babası Yavuz Sultan Selim’in ölümü üzerine, 30 Eylül 1520′de 25 yaşındayken Osmanlı tahtına geçti.

Kendisinden başka erkek kardeşi olmadığı için tahta geçişi kolay ve çatışmasız oldu. Çok ciddi ve kendinden emin bir padişah olan Kanûnî Sultan Süleyman, azim ve irade sahibiydi. Yapacağı işlerde hiç acele etmez, gayet geniş düşünür ve verdiği emirden asla geri dönmezdi. İş başına getireceği adamlara, kabiliyet derecelerine göre görev verirdi. Zigetvar kuşatmasını idare ederken, 7 Eylül 1566 yılında 71 yaşında vefat etti.

Kendisine “Kanûnî” denmesi, yeni kanunlar icad etmesinden değil, mevcut kanunları yazdırtıp çok sıkı bir şekilde tatbik etmesinden dolayıdır. Kanûnî Sultan Süleyman adaleti seven bir padişahtı. Mısır’dan gelen vergiyi haddinden fazla bulup, yaptırdığı araştırma sonunda halkın zulme uğradığını düşünmesi ve Mısır Valisini değiştirmesi bunun açık kanıtıdır.

Osman Gazi

Osman Bey, 1258 yılında Söğüt’te doğdu.Osmanlı Devleti’nin kurucusu ve ilk padişahıdır. Osmanlı Türkleri’nin lideri, Osmanlı İmparatorluğunun ve imparatorluğuna hükmeden hanedanlığın kurucusudur. Altı yüzyıl boyunca dünyanın hakim güçlerinden biri olacak olan imparatorluk, onun ismine dayandırılarak adlandırılmıştır.

Batı Anadolu’da Söğüt Ovası ile Domaniç Yaylasında yaşayan Kayı Aşiretinin Beyi Ertuğrul’un oğlu olan Osman Gazi,1258 yılında Söğüt’te doğmuştur. 1281 yılında 23 yaşında iken Kayı Boyu’ndan Ömer Bey’in kızı Mal Hatun ile evlendi. Bu evlilikten daha sonra Osmanlı Devleti’nin başına geçecek olan Orhan Gazi doğdu.Osman Gazi Kısaca Hayatı

1324 yılında, devlet işlerini oğlu I. Orhan’a bıraktı. Ancak padişahlığı fiilen devam etti. 1326 yılında nikris hastalığı yüzünden, hayatını kaybetti.

Orhan Gazi

Orhan Bey veya Orhan Gazi, Osmanlı Devleti’nin ikinci padişahıdır. Orhan Bey 1326 ile 1359 yılları arasında beylik yapmıştır.Orhan Bey Babası Osman Gazi’den 16.000 km² olarak aldığı devleti, oğlu I. Murat’a 95.000 km² olarak bırakmıştır.

Orhan Bey Osmanlı Beyliği’nin kurucusu Osman Gazi ve Malhun Hatun’un oğludur. Babası Osman Gazi’nin vefatı üzerine 1324’te bey olmuştur. Orhan Gazi’ye dinin kahramanı manasına gelen Şücaeddin lakabı verilmiştir. Ölüm tarihini 1359,1360,1361 ve 1362 gösteren kaynaklar da vardır.

Orhan Gazi’nin hükümdarlığının son döneminde yeni bir strateji ortaya çıkmıştır. Bu strateji Bizans’a yardım etme vesilesiyle Rumeli’ye Osmanlı askeri gönderilmesi ile başlayıp Osmanlıların ve Turklerin Rumeli’de toprak edinip şehirlere de yerleşmesi ve yeni bir küffar elinden toprak fethetme sürecinin (sonucunda ta orta Avrupa’ya uzanacak olan sürecin) başlaması ile devam etmiştir.

Ertuğrul Gazi

veya Ertuğrul Bey (d. 1198 – ö. 1281, Söğüt).

Osmanlı Devleti’nin kurucusu olan Osman Bey’in babasıdır. Babasının Süleyman Şah olduğu ve 1227 yılında Moğol istilasında atıyla girdiği Fırat Nehri’nde boğulunca, Oğuz Türkleri’nin Kayı boyu’nun başına oğlu Ertuğrul’un geçtiği söylenir.

Ertuğrul Gazi’nin eşi Hayme Hatun’dur. Boy içerisinde Hayme Ana deniliyordu. İç Anadolu’daki Haymana Yöresinin adı ondan gelmektedir. Ertuğrul Gazi’nin üç oğlu vardı: Saru Batu Savcı Bey, Gündüz Alp ve Osman Bey. Üçüncü oğluna öncelikle Otman adını vermiştir. Daha sonra İslam Dünyası’yla ilişkileri geliştirmek için Otman, Osman Bey olarak anılmaya başlamıştır.

Yavuz Sultan Selim

10 Ekim 1470’de Amasya’da dünyaya geldi. Babası II. Bayezid, annesi Dulkadırlı ailesinden Aişe Hatun’du. Şehzadeliği Amasya’da geçen Yavuz Sultan Selim, devrin önemli âlimlerinden Arap ve Fars Dili ile yüksek din ve fen dersleri aldı. Devlet idaresi ve askeri konularda eğitim alması için Trabzon Valiliği’ne atandı.

Babası II. Bayezid’in kuvvetli bir padişah olmaması dolayısıyla, Yavuz Sultan Selim’in iktidarı Trabzon ile sınırlı kalmadı. Trabzon’a akınlar düzenleyen Gürcüler üzerine seferler düzenledi. 1508 yılında Kars, Ardahan, Erzurum ve Artvin’e düzenlediği seferler ile buraları Osmanlı topraklarına kattı. Yavuz Sultan Selim’in Trabzon Valiliği döneminde Doğu Anadolu’da Şah İsmail’in başlattığı propaganda hareketleri şiddetli bir hal almıştı. Yavuz Sultan Selim bu durumdan babasını haberdar ettiyse de II. Bayezid hiçbir tedbir almamıştı. Sultan Selim, Valilik göreviyle bu propaganda hareketlerinin önüne geçemeyeceğini bilmekteydi.

24 Nisan 1512’de babasının tahttan indirilmesini sağlayarak kardeşleri korkut ve Ahmet Çelebileri saf dışından bıraktı ve Osmanlı Devleti’nin başına geçti. II. Bayezid bundan kısa bir süre sonra 26 Mayıs 1512’de vefat etti. Yavuz Sultan Selim tahta geçtikten hemen sonra 1512 ve 1513 yılları arasında Şah İsmail sorununu halletti. Safevi Devleti’ne karşı düzelediği seferler ile ülkenin doğu kesiminin güvenliğini sağladı. Doğu sınırları güvence altına alındıktan sonra Macar, Eflak, Boğdan, Venedik ve Mısır elçileriyle görüşüp yürürlükte olan barış antlaşmalarını devamı için görüşmeler düzenledi.

Bu sırada Şah İsmail, doğuda Akkoyunlu Devleti’ni yıkmış ve bu bölgeyi kendi kontrolüne almıştı. Koyu bir Şii taraftarı olan Şah İsmail, bölgede yaşayan Sünnilerin Anadolu’ya göç etmesine neden olmuştu. Yavuz Sultan Selim’in Anadolu’da iktidarını sağlamlaştırmasının tek yolu Şah İsmail üzerine yürümek olduğunda batı illerindeki devletler ile anlaşmalar yapılmıştı.

Yavuz Sultan Selim 1514 yılında, ordusuyla beraber İran üzerine sefere çıktı. 23 Ağustos 1514’te İran Safevi devleti ile yapılan Çaldıran Savaşı sonucunda Safevi devleti büyük bir yenilgi aldı. Sultan Selim’in Tebriz’e girmesi ile Şah İsmail kaçtı. 15 Eylül 1514’te Sultan Selim, Tebriz’den Karadağ’a yöneldi. Çaldıran Savaşı’ndan sonra İran’nın tamamı ele geçirilmek istense de hava koşullarının uygunsuzluğundan dolayı Amasya’ya dönüldü. Ancak Erzincan ve Bayburt ele geçirilmişti.

Kısa bir süre sonra Anadolu’daki ve yeni ele geçirilen topraklardaki hakimiyetin kuvvetlenmesi için 12 Haziran 1515’de Dulkadıroğlu Beyliği’ne son verildi. Böylece Diyarbakır, Mardin ve Bitlis Osmanlı topraklarına geçti. Fatih Sultan Mehmet döneminden beri süregelen Hicaz su yolları ve hacıların güvenliği konuları yüzünden Mısır Memlük Devleti ile Osmanlı Devleti’nin arası açıktı. Safevi Devleti’nin Memlük Devleti ile ittifak yapmasından dolayı Yavuz Sultan Selim ikinci doğu seferine çıktı. 5 Haziran 1516’da çıkılan seferde Osmanlı ordusu kısa zamanda Mısır sınırlarına dayanmıştı. Mısır’a bağlı olan Antep ve Besni Kaleleri kısa zamanda teslim oldular. Mısır hükümdarı Kansu Gavri yenilerek öldürüldü. 24 Ağustos 1516’da Mercidabık zaferinin kazanılmasından sonra tüm suriye Osmanlı topraklarına katılmış oldu.

28 Ağustos 1516’da Halp’in alınmasından sonra Hama, Humus ve Şam ele geçirildi. Lübnan Emirleri Osmanlı hakimiyetine girdiler. Ardından Gazze ve Kudüs şehirleri alındı. Mercidabık Savaşı’ndan sonra Mısır’ın başına geçen Tumanbay, osmanlı hakimiyetini kabul etmemekteydi. Tumanbay yönetimindeki Mısır ordusuna karşı 22 Ocak 1517’de Ridaniye Savaşı kazanıldı. Bu savaşla birlikte Memlük Devleti yıkılmış, bölgede Osmanlı hakimiyeti güçlenmiş oldu. Bu seferler sonucunda Suriye, Filistin ve Mısır Osmanlı hakimiyetine girdi.

24 Ocak 1517’de Kahire’nin alınmasından sonra Yavuz Sultan Selim Kahire’de Memlük Devleti’ne bağlı bulunan Abbasilerden halifeliği aldı. Yavuz Sultan Selim’in halifeliği alması ile Kahire’de bulunan kutsal emanetler Osmanlı Devleti’nin başkenti olan İstanbul’a getirildi. Osmanlı Devleti, İslam dininde bağlayıcılık ve güç sağlayan halifelik kurumunu ele geçird, Böylece ilk halife olan Osmanlı padişahı Yavuz Sultan Selim oldu. 12 Eylül 1520’de “Aslan Pençesi” adı verilen bir çıban yüzünden vefat etti. Fatih Camii’nde kılınan cenaze namazından sonra Sultan Selim Camii’ndeki türbeye defnedildi. Ölümünden sonra yerine oğlu Kanuni Sultan Süleyman geçti.

Yavuz Sultan Selim döneminde imar faaliyetlerine de önem verildi. Diyarbakır Fatih Paşa, Elbistan Ulu Camii, Şam Salihiye’de Muhyiddini Arabi’ye Camii, İmaret ve Türbesi yaptırıldı.

Yıldırım Beyazıt

1360 yılında Edirne’de doğmuş olup, dördüncü Osmanlı Padişahıdır. 1389′dan 1402 yılına kadar hükümdarlık yapmıştır. Babası Sultan I. Murat, annesi ise Gülçiçek Hatun’dur.Babası Sultan I. Murat, annesi bir Bulgar asıllı (bazı kaynaklara göre ise Bizans asıllı) Gülçiçek Hatun’di. Adı babaannesinin babası Türkmenler’in Ede-Balı diye andığı Ebâ Yezîd’in adından gelir. Küçük yaştan itibaren zamanın seçkin alimlerinden genel İslam eğitimi ve değerli kumandanlardan askerlik, sevk ve idare dersleri aldı. Osmanlı tarihlerinde kendisinden ilkin söz edilmesi, 1381′de Germiyanoğulları beyi Süleyman Şah’ın kızı Devlet Sultan/Hatun ‘la evlenişi nedeniyledir. Bu evlilik babası I. Murat’in Germiyan topraklarının neredeyse tamamını “gelin ceyizi” olarak sınırlarına katmak politikasının sonucuydu. 1381 yılında evlenişinin takip eden yıllarda devlet idaresinde yetişmesi için Sultanönü (Eskişehir) ve sonra Germiyan İli (Kütahya) sancakları beyliğine atandı; sancaklarının askeriyle Anadolu ve Rumeli yakalarında savaşlarda babasının safında yer aldı. 1385′de kardeşi Şehzade Savcı Bey’in (Bizans veliahtı Andronikos Palaiologos ile birlikte hareket ederek) ayaklanmasının bastırılışı ve Şehzade Savcı’nın gözlerine mil çekilmesi sonucu öldürülmesi olayları ile de Osmanlı tarihlerinde bahsi geçmektedir. 1389′da Sırpların çoğunluğunu oluşturduğu Haçlı ordusu ile yapılan Birinci Kosova Savaşı’na katıldı. Osmanlı ordusunun sağ kanadının komutanlığını yaptı; savaşta büyük kahramanlık gösterdi ve savaşın Osmanlılar tarafından kazanılmasında komutası altında bulunan Osmanlı sağ kanadının Sırplara bir karşı taarruz ile Sırp ordusunu çökertmesi çok önemli katkı sağladı. Babası Sultan Murat, bu savaş sonunda bir Sırp soylusu olan Milos Obilic tarafından şehit edilince, devlet ileri gelenlerinin müşterek kararı ile Osmanlı tahtı kendine verildi.

Yakup Bey’in öldürülmesi

I. Bayezid Kosova Meydan Savaşı’nin son saatlerinde babasının suikaste uğrayip öldürülmesi üzerine savaş alanından çağrılarak kendisine biat edildi. Bu biat töreni biter bitmez düşman peşinde olan kardeşi Yakup Çelebi’yi çağırtılıp çadırda boğduruldu. Zamanının tarihçisi Âşıkpaşazade Yakup’un öldürülmesi o gece askeri iztiraba düşürdü demektedir. [4]Yıldırım’ın bu aksi askerî tepkiden kurtarılması için Yakup Bey’in umera ve ulemanın onayı ve başvezir Ali Paşa’nin buyruğu gereği idam ettirildiği kontr-propagandası yaydırılmaya çalışıldı. Askeri yeni padişaha bağlamak için de Osmanlı tarihinde ilk defa olarak cûlus bahşisi dağıtılmış ve böylece cülus bahşisi dağıtmak geleneği ortaya çıkartıldı.

Rumeli sorunları ve seferleri

1389′da ilk olarak I. Bayezid, Anadolu işlerini bir köşeye koyup Rumeli sorunları ile ilgilendi. Sırbistan işlerini yoluna koymak için çaba verdi. Kosova Savaşında öldürülen Sırp Kralı Lazar’in ardılı olan İstvan Lazaroviç’le yeni bir anlaşma yapılarak Sırplar için yıllık vergi ödenmesi tayin edildi ve yeni kralın kızkardeşı Mara Despina’nın I. Bayezid ile evlenmesi icin anlaşma yapıldı. Yeni bir Hristiyan ittifakını önlemek amacıyla Vidin, Eflak ve Bosna yörelerine Paşa Yiğit, Hoca Firuz ve diğer akıncı beyleri komutasında akıncı birlikleri sevkedildi. Yoğun bir Türkmen göçmen grubunun Üsküp ve civarına yerleştirilmesi sağlandı. Padişah kışı Edirne’de geçirdi. Edirne’nin imar edilmesi için uğraştı. Hükümdarlığını kutlamaya gelen elçileri kabul etti. Venedik Cumhuriyeti elçisi Francesko Kuirini’ne Venedik ticari kolonilerine tanınan imtiyazların devam etmesi için güvence sağlandı.

1391′de ilkbaharında Anadolu’da Kastamonu seferi yapmaktayken Eflak Voyvodası Mirce Tuna Nehrini geçip Karinabad’a kadar ilerledi. Bunun üzerine I. Bayezid hızla Rumeli’ye Mirce üzerine yöneldi. Arkus Ovası Savaşı’na Mirce komutasındaki Eflak ordusuna karşı çıktı. Savaşı Osmanlı ordusu kazanıp Eflak Voyvodası Mirce esir alındı. Mirce ile yapılan anlaşmaya göre Mirce çok yüksek bir kurtuluş akçesi ödemek zorunda kalıp ülkesine dönebildi. Eflak Voyvadalığı da Osmanlı devletine bağımlı bir vasal devlet statüsüne girdi.

1393′de de I. Bayazid Anadolu’da Amasya ve civarında iken Macarların saldırıları üzerine Rumeli’ye döndü. Bulgarların başkenti olan Tırnova’yi ele geçirdi. Macar-Bulgar karışık orduları işgaline ugrayan Tuna boyu kaleleri olan Silistre, Niğbolu ve Vidin’i tekrar Osmanlı egemenliğine aldı. Niğbolu kalesine kapanmış Bulgar Kiralı Şişman ve oğlu Aleksander kısa bir kuşatma sonunda bu kalede I. Bayezid eline esir düştüler.

1394′te Selanik ve Yenişehir’i (Mora) alan Osmanlı orduları, Teselya ve Arnavutluk’a kadar ilerlediler.

1395′de Bizans imparatoru ve prenslerinin Serez’de görüşmeleri başarısız kalınca I. Bayezid komutasında Osmanli ordusu güneye Yunanistan üzerine hücuma geçip Tırhala, Domacia, Patras ve Farsala şehirlerine eline geçirdi. Sonra tarihî Termofil geçidinden geçerek Atika yarımadası bölgesine girdi. O yazki bu Yunanistan’daki başarısından sonra I. Bayezid yine o yaz sonu Anadolu’ya Kastamonu’ya yöneldi.

1396′da ise, yine Rumeli’nde çok büyük bir Haçlı Seferi ordusuna karşı 23 Eylul 1396da Niğbolu Savaşı yapıldı ve I. Bayezid çok büyük bir zafer kazandı.

1397′de Balkanlardaki akıncı grupları Evrenos Bey, Murtaza Bey ve Yakup Paşa komutalarında Venedik’e bağlı olan Koron ve Modon kaleleri ile Mora’ya akınlar tertip ettiler. Bu akınlar yıldırma ve yağma toplama hedefli idi; bu kaleler ve arazileri fethetmeleri ve arazilerine yeni Türkmen aileleri yerleştirilmeleri ön görülmemekteydi. Tam aksine Rumeli’nin bu yörelerinin bazı yerlerinde bulunan halk toplu olarak Anadolu’ya göç ettirilmişti.

Anadolu Seferleri

1389′da I. Bayezid’a yönelik daha büyük bir tepki Anadolu Türkmen beyliklerinden gelmişti. Sözde Yakup Çelebi’nin öcünü almak üzere, Germiyanlı, Aydınlı, Saruhanlı, Menteşeli, Hamitli beylikleri ve hatta Sivas Hükümdarı Kadı Burhaneddin eyleme geçmişlerdi. Amaçları giderek büyüyen Osmanlı devletinin gücünü kırmak ve kaybettikleri topraklar varsa bunları geri almaktı.

1390 baharında I. Bayezid yanına vasal devletlerden katkılar olarak Sırp Kıralı İstavan Lazarovic ile Bizans İmparatorunun oğlu ve veliahtı Manuel’i alarak olağanüstü başarılar sağlayan bir Anadolu seferi gerçekleştirdi. Hızla hareket ederek Aydınoğulları, Saruhanoğulları, Germiyanoğulları, Menteşeoğulları ve Hamitoğulları beyliklerini ortadan kaldırdı. Saruhan beyleri Hızırşah ve Orhan Bey’in Bursa’da, Germiyanlı Yakup Bey’in İpsala’da ve Aydınlı İsa Bey’in ise Tire’de oturmaları emredildi. Antalya’ya kadar indi. Bu arada Bizans’in elinde bulunan Anadolu içinde dört tarafı Osmanlı arazisi ile çevrili bir enklav şekilindeki Filedelfia (şimdiki Alaşehir) kalesini vasalı olan Manuel’e zaptettirdi. O yıl sonbaharda Karamanoğlu Alaeddin Bey, Candaroğlu Emir Süleyman ve Sivas Hükümdarı Kadı Burhaneddin arasındakı ittifakı yıkmak için Konya’yı kuşattı. Yıldırım’in eniştesi olan Karamanoğlu Alaeddin Bey barış imzalayarak Çarşamba Suyu’na kadar topraklarını Osmanlılara bırakmak zorunda kaldı.

1391-92 kışını Bursa’da geçiren I. Bayezid 1392 baharında Kastamonu üzerine yürüyerek, Candaroğlu topraklarını ele geçirdi.[5]Kadı Burhaneddin üzerine gönderilen öncü Osmanlı birlikleri önce Osmancık kalesini aldılar. Fakat Kadı Burhaneddin ordularına karşı yapılan Kırkdilim Savaşı’nda yenilip bu ordunun komutanı olan I. Bayezid’ın büyük oğlu Şehzade Ertuğrul Çelebi bu savaşta şehit düştü. Kadı Burhaneddin’in Moğol asıllı akıncıları Anadolu Osmanlı topraklarına yayıldı. I. Bayezid ise Macar ordularının Rumeli’de yaptıkları hücumları önlemek amacıyla Rumeli’ye dönmek zorunda kaldı.

1393 baharında Anadolu büyük bir savaş ortamı halini alıp I. Bayezid müttefikleri ile Kadı Burhaneddin müteffikleri arasında yer yer patlak veren savaşlara sahne oldu. Anadolu’da sefere çıkan I. Bayezid bu defa Amasya ve yöresine yöneldi. I. Bayezid’in yerel müttefiki Niksar merkezli Canik bölgesi yerleşikli Taceddinoğulları idi. Bunun sefer sonucunda Amasya, Merzifon, Turhal ve Tokat kaleleri Osmanlılar eline geçmiştir.

I. Bayezid bu stratejik önemi çok büyük sınır bölgesini yeni bir Osmanlı eyaleti olarak organize etmiş ve eyalet valiğine oğlu I. Mehmet’i atamıştır. O yıl yazı da I. Bayezid Rumeli’ye dönüp Bulgar ve Macarların Tuna kalelerini işgalleri sorunu ile uğraşmak zorunda kaldı.

1394′de Timur Dicle’yi geçip Anadolu’ya girmişti. Anadolu’da ve Suriye’de yerel egemenliğini yitirmiş veya yitirme tehlikesi altında olduğu görünen beyler, Timur’a yanaştılar. Buna karşılık I. Bayezid güney Anadolu’da egemenlik gösteren Mısır merkezli Memluklularla dostane ilişki kurmak niyetiyle Mısır’a bir elçi gonderdi.

1395de Rumeli’de Yunanistan üzerine bir seferden sonra, o yazın da yine ivedilikle Anadolu’ya döndü ve Candaroğulları’na bağlı Sinop kalesini kuşattı. Candaroğlu İsfendiyar Bey bir barış teklif etti ve kendisi anlaşma ile bir bağımlı vasal devlet statüsüne girdi. I. Bayezid kışı Bursa’da geçirdi.

Ali Kuşçu

”Ali Kuşçu (1403 – 1474), ünlü Türk gökbilimci, matematikçi ve dilbilimcidir. Ali Bin Muhammet, tam ve gerçek ismidir. Türkistan’daki Maveraünnehir emiri, Timur’un torunu Uluğ Bey’in kuşcusunun oğlu olarak dünyaya gelen Ali Kuşcu, iyi bir öğrenim görmüştü. Kısa sürede Semerkand rasathanesine müdür olmuştu , çevrede ünlenmişti. Daha sonra, Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ın yanında bulunan Ali Kuşcu, elçilik yapmak üzere İstanbul’a geldiğinde, Fatih Sultan Mehmet’den davet alarak Osmanlı başkentine yerleşti. Matematik ve astronomi dersleri verdi ve çok sayıda öğrenci yetiştirdi. 16 Aralık 1474 (h. 7 Şaban 879) tarihinde İstanbul’da öldü.

FUZÛLİ (1495-1556)

1495 yılında Irak’ın Kerbela kentinde doğmuştur.ASIL ADI MEHMET’TİR.

İyi bir öğrenim görmüştür.

Bağdatın fethinde sonra Kanuni Sultan Süleyman’a ve devletin ileri gelenlerine kasideler takdim etmiş böylece dikkatleri çekmiştir.

Kendisine dokuz akçelik bir maaş bağlanmış ama bunu hiç alamamıştır.Bunu dile getirdiği ŞİKAYET-NAMESİ çok meşhurdur.

ŞİKAYET-NAMEDEN ÇOK ÜNLÜ DİZELER: (günümüz Türkçesiyle şöyle):

selam verdim, rüşvet değildir diye almadılar.

hüküm gösterdim, faydasızdır diye iltifat etmediler.

eğer ki görünürde itaat eder gibi davrandılar.

ama bütün sorduklarıma hal diliyle karşılık verdiler.

Hayatı Hille,Bağdat ve Kerbela dolaylarında geçmiştir.

Yalnızca yaşadığı yüzyılın değil, Divan şiirinin en büyük ustalarındandır.

FUZULİ BİR AŞK,ISTIRAP ŞAİRİDİR.

Arapça, Farsça ve dönemin bütün bilimlerini öğrenmiştir.

Türkçe şiirlerini Azeri şivesiyle yazmıştır.

Gazelleri ve “Leyla vü Mecnun” mesnevisiyle haklı bir şöhret kazanmıştır.

Bir naat olan “Su Kasidesi” de çok beğenilen şiirlerindendir.(SU KASİDESİNDE BÜTÜN EDEBİ SANATLAR İÇİN TIKLAYINIZ…)

Şiirlerinde coşkulu bir lirizm vardır.

DİVAN ŞİİRİNİN EN LİRİK ŞAİRİDİR.

“BİLİMSİZ ŞİİR KALIPSIZ DUVARA BENZER.” anlayışındaki şair dil ustalığını engin kültür ve Divan geleneğiyle gösterir.

Tasavvuftan etkilenmesine karşın, Tasavvuf şairi değildir.

Dili diğer Divan şairlerine göre daha sadedir.

Şiirin temeli bilim, özünün sevgi olduğuna inandı.

Fuzuli’ye göre gerçek varlık Allah’tır.

Hamse sahibi şairlerdendir.

1556 yılında veba salgını sırasında vefat etmiştir.

Bilinen 16 eseri vardır.

EK BİLGİ: FUZULİ NEDEN FUZULİ MAHLASINI KULLANMIŞTIR???

Fuzuli kelimesinin iki anlamı vardır:

1. Gereksiz

2. Faziletli

Fuzulî bu mahlası seçerken muhtemelen bu iki anlamı düşünmüştür. Zaten devrinde şairler tarafından gereksiz denilerek alay konusu olmuştur. Ancak şiirlerindeki mükemmeliyet ile bu kıskanç tenkitleri susturmuştur.

Fuzulî özgün olmak istemiştir. Bu mahlası seçmesinin asıl maksadı budur. Çünkü birçok mahlas şairler tarafından iki, üç hatta dörder defa kullanılmasına rağmen başka bir Fuzulî mahlaslı şair bulunmamaktadır.

Fuzulînin mahlasıyla ilgili anlatılan bir nükte vardır ki Fuzulînin hazır cevaplılığını gösterir.

Bir gün Fuzulî ile o devrin Divan şairi Rûhî (Bağdatlı)beraber yürümektedirler. Yol üzerinde yere yatmış, kir pas içinde bir köpek görürler. Rûhî, Fuzulîye takılmak için:

Ey Fuzulî! Şu köpeğe bak ne kadar fuzuli, der.

Fuzulî altta kalır mı? Yapıştırır cevabı:

Vur tekmeği çıksın rûhi…

ESERLERİ

Türkçe Divan: Mensur bir ön sözle başlar. 40 Kaside, 302 gazel, 1 müstezad, 1 terkib-i bend, 3 terci-i bend, 2 müseddes, 3 muhammes, 2 tahmis, 3 murabba, 42 kıta ve 72 rubaiyi kapsayan büyük bir divandır.

Farsça Divan: Mensur ve manzum karışık yazılmış bir ön sözle başlar. Türkçe divanından daha kalındır. 49 Kaside, 410 gazel, 1 terkib-i bend, 1 müsebba, 1 müseddes, 46 kıta ve 105 rubai vardır.

Arapça Şiirler: Arapça şiirlerinden yalnızca 11 kaside ve 1 eksik kıta bulunur, Sadıki Arapça bir divanı da bulunduğunu söylemektedir, fakat elimizde yoktur. Leningrad Asya Müzesinde bulunmuştur.

Leyla vü Mecnun: Bu konuda yazılmış olan en güzel eserdir. Mesnevi olarak 3096 beyitte tertib edilmiştir. Ayrıca hamsesi bulunduğuna dair Latifi, Kınalı-zade Hasan Çelebi, Beyani ve Riyazî tezkirelerinde bilgiler varsa da, elimizde sadece Leyla vü Mecnun, Beng ü Bade ve Saki-name mesnevileri vardır. Ali ve Sadıki hamsesinden bahsetmezler. Bağdad valisi Üveys Bey’e sunulmuştur. Asıl olarak, Arap hikâyesi olanLeyla ve Mecnun arasındaki aşkı anlatır. Kademe kademe maddi aşktan geçerek, ilahi aşka ulaşan Mecnun’un hikâyesidir.

Beng ü Bade: 444 beyitten oluşmuştur, Türkçedir ve Şah İsmail’e sunulmuştur. Şarap ile Esrar arasında hayale dayanan sembolik bir münazaradır. Tahir Olgun’un yapmış olduğu açıklama çok yerinde görülmüştür; Hikâye’de Bade, Şah İsmail’i, Beng ise II. Bayezid’i simgelemektedir. Sonunda Bade kazanır ve Şah İsmail’e sunulan bu eserde onun ihsanına kavuşma amacı vardır.

Heft-cam/Saki-name: Farsça yazılmış olan bu eser, 327 beyitten oluşmaktadır. Meyhane’nin övgüsü yapılmıştır ve yedi kadehten İlahi şarabı içerek kendinden geçer. Tamamıyla tasavvufi bir anlam taşıyan mistik bir eserdir.

Hadis-i Erbain Tercümesi: Manzum kırk hadis tercümesidir. Nevayi’nin de tercüme etmiş olduğu, Molla Cami’nin Hadis-i Erbain eserinin tercümesidir.

Enis’ül Kalb (Gönül Dostu): 134 beyitlik bir kasidedir.

Mensur Eserler:(düz yazı şeklinde olanlar)

Hadikatü’s-süeda:(kutlu kişiler bahçesi) Fuzuli’nin tanınmış eserlerindendir ve Kerbela Vakasını anlatmaktadır. Mensur olarak tertib edilmiş, yer yer manzum parçalarla süslenmiştir. Hüseyin Vaiz’in Ravzatü’ş-şüheda eserinden telif edilmiştir ve tezkirelerde daha üstün olduğundan bahsedilmiştir. İçerisinde ünlü Kerbela Mersiyesi’ni de barındırmaktadır. Şiiler ve Bektaşiler arasında çok üstün bir yere sahiptir.

Türkçe Mektuplar: 5 mektubu vardır; Nişancı Celal-zade Mustafa Çelebi’ye, Musul Mirlivası Ahmed Beye, Bağdad valisi Ayas Paşa’ya, Kadı Alaüddin’e ve Şehzade Bayezid’e yazılmıştır.

Rind ü Zahid: Fuzuli’nin Farsça mensur eseridir, içinde yer yer manzum parçalar da vardır. Kâtip Çelebi Keşfü’z-Zünun’da Muhavere-i Rind ü Zahid olarak yazmıştır. Leningrad Asya Müzesi’nde ise Risale-i Rind ü Zahid olarak kayıtlıdır. Rind ve Zahid arasındaki tartışmadan bahsetmektedir.

Sıhhat ü Maraz: Farsça mensur bir risaledir. Ali ve Sadıki Sıhhat ü Maraz olarak, Leningrad Asya Müzesi ve British Museum’da Hüsn ü Aşk olarak kayıtlıdır. Ruhun beden ülkesine seyahatini, o günün tıp bilimine dayanarak açıklamış ve ruh-beden ilişkisini tasavvufi bir görüşle anlatmıştır.

Muamma Risalesi: Farsça yazılmıştır ve Fuzuli’nin bir çeşit manzum bilmece olarak bilinen muamma yazmadaki hünerini gösteren eserdir.

Matla’u’l-itikad fi Ma’rifeti’l-mebde’ ve’l-Mead: Arapça mensur eseridir. Bu eser sadece Katip Çelebi’de geçer. Tek yazma nüshası Leningrad Asya Müzesi’nde bulunur. “Nereden geldik, nereye gidiyoruz” konusunu kelam ilmine göre incelemiştir.

Leave a Reply