Edebiyat ve Eleştiri Dergisi

Edebiyat ve Eleştiri Dergisinde Çıkan Makalelerden Seçmeler

  1. Sanatta Postmodern Yansımalar ve Popülizm (Ocak 2003)
  2. Şiirde Estetik Doyum ve Ritim (Mayıs 2002)

Sanatta Postmodern Yansımalar ve Popülizm

Edebiyatçılar, postmodern ürünlere “Omurgasız eser, başı sonu birbirine bağlantısız roman, sokak dilini edebiyat sanmak, sözcük oyunlarıyla absürd diyaloglar, estetik sezgiden ve estetik doyumdan uzak bireyci bunalım şiiri, kalemin gittiği yeri bilmeyen kurgusuz anlatımlar, sanatsal formların kırıldığı denge oluşturulmamış eser” gibi açıklama getiriyorlar.
Bu tür eserlerin, günlük tüketime yönelik olduğunu, kalıcı olmayacaklarını ve bu nedenle postmodern yazarların aynı zamanda popülist olduklarını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Ressamlar, modern ötesi demek olan postmodernizmin resimdeki karşılığının, klasik bir eserin kalıplarını kırarak ondan yeni bir eser meydana getirmek olduğunu ifade ediyorlar ve soyut resimle karıştırılmaması gerektiğini ekliyorlar. Sanat adına estetik beğeniden uzak ürünler verilmesinden yakınıyorlar. Sokak dilinin edebiyata girmesi gibi, sokak zevksizliği de resim sanatına küreselleşmeyle birlikte girdi.
Karikatür sanatında son yıllarda görülen serseri tipler, sapıklar, cinsel imajlar, argo, bozuk Türkçe, çizgiden çok konuşma, alt kültürü öne çıkarma, düşündürmek yerine alay etme, bayağılaşma, laf cambazlığı, vb. popülist yaklaşımlar postmodern yansıma olarak düşünülmelidir. Bunlar, karikatür sanatının içinin boşaltıldığının ve geriye doğru gidişin göstergesidir.
Klasik eserlerde sanatın içini boşaltma çoğu zaman eseri bugüne uyarlama adına yapılabilmektedir. Önceki sezon Ankara’da sahnelenen, C.F.Gounod’nun Faust adlı operasından söz edeceğim. Oyuncuların giysileri Doktor Faust’un yaşadığı dönemin giysileri değildi. Sahnede bugün sokakta giyilen blucinler, penye gömlekler, pijamalar vardı. Dinlediğimiz aryalar, koro şarkıları aynen duruyordu. Mimikler, şarkı söyleme biçimleri de duruyordu. Ortada giysileri bugünün, giysi dışındaki her şeyi ikiyüzyıl öncesinin olan bir oyun vardı. İzlerken bizimle dalga mı geçiyorlar diye düşünüyor insan. Estetik bütünlük yok, uyum yok, bir acaiplik hissediliyordu. Rejisör “Faust bugün yaşasaydı” düşüncesinden yola çıktı diye açıklanıyordu.
Geçtiğimiz sezon İzmir’de sahnelenen, Karmen operasında da aynı şey yaşandı. Yine “Karmen bugün yaşasaydı”dan yola çıkıldı. Bugüne uyarlanmış giysilerin yanında, Karmen’in sevişme sahnesinde pornoya kaçıldı, üzerindeki giysiler tek tek çıkartılarak magazin basınının ilgisini çekecek bir sevişme sahnesi canlandırıldı. Opera ki estetik boyutun en yukarıda tutulduğu sanattır. Aşkın yüceltildiği sahneleri, cinselliği öne çıkartarak basitleştirmek ancak postmodernizmin işidir.
Klasik bir operayı bugüne uyarlamak, halk türküsüne piyano eşliği yazmak gibi değildir. Tüm sanatsal ögelerin klasik formda olmasını gerektirir. Bir türküyü opera tarzında söylemek, türküyü evrensel sanat ortamına taşır ki bu çağdaşlıktır, insana yakışan bir durumdur. Klasik bir eseri, alt kültürün malzemesi yapmaksa ona katkı değil, onu yozlaştırmak, bozmak, değerini düşürmektir, popülizm yapmaktır.
Sanat toplumun dışında değildir ama yeri toplumun önüdür. Toplumdaki değer yargılarının yeni dünya düzeni ile birlikte değişmesi, sanatta da beğenileri değiştirmiştir. Değişimin geriye doğru olduğu su götürmez. Oysa sanatın ve sanatçının toplumun beğenilerini, estetik düzeyini yukarı çekmek diye bir görevi vardır.
Özellikle insanı yüceltme ve erdem sahibi yapma işlevi olan sanatçıların, insanı dışlayan, insanı aşağılayan küresel kirlenme karşısında duruşlarını koruyabilmeleri önemlidir. İnsanın kirletilmesi, sanatın ve sanatçının kirletilmesinden ayrı düşünülemez. Sanatçı, küreselleşmenin bir avuç azınlığa sunduğu nimetlerden yararlanmak uğruna, günlük popülist hesaplarla postmodern ürünler verirse ürünleri geleceğe kalmayacak, çöpe gidecektir.
Yaşadığımız süreçte etik değerlerin çiğnendiğini, sanatın dünya tekellerinin hizmetine geçtiğini görüyoruz. Yakın zamana kadar radyoda, televizyonda, oyun içerisinde kullanılan bir ürünün adı reklam olmasın diye gösterilmez, benzer bir ürünü satan diğer üreticiye haksızlık olmasın diye adı gizlenirdi. Bu yerleşmiş bir kuraldı. Herkesin eşit olduğu bir üretim anlayışı etik değer olarak topluma yerleşmişti.
Örneğin, televizyon dizisi içerisinde cep telefonu reklamı yapmak ne kadar doğrudur, ne kadar tiyatro sanatına uygundur? Artık TV dizilerinin uluslararası tekellerin kâr etmesine yöneldiğini görüyoruz. Sanat kâr hesabı üzerine oturtulamaz. Eğer böyle olursa sanattan ödün verilmiş demektir.
Gösteri sanatlarında ‘Tolk şov’ gibi sanatsal olmayan bir türe tanık olmaktayız. Meddah ya da tek kişilik oyunla hiç ilişkisi olmayan bu konuşma gösterisi, tiyatro sanatını yozlaştırmaya örnektir. Oyun demek mümkün değil; baştan sona bir konu veya metni olmayan, kopuk kopuk, belli bir konuya yoğunlaşma gerektirmeyen, izleyici ile alay eden, aşağılayan, derinliği olmayan sıradan magazinleştirme, herşeye gülüp geçilen bir şey. Postmodern tiyatroya iyi bir örnek.
Küreselleşmenin en büyük aracı olan televizyonun kanal sayısındaki artış ve zaplama, programlardaki kalitenin düşürülmesiyle birlikte ortaya çıktı. Zaplama, hızlı tüketimin ürünüdür. Hızlı tüketilen teknoloji beraberinde insanın doğal yapısını bozma tehlikesini yarattı. Böylece neo liberal ekonominin istediği insan modeli yaratıldı.
Zaplama teknolojisinin insan üzerindeki olumsuz etkilerini araştırmak üzere yapılan bir çalışmada ilginç sonuçlara ulaşıldı. (” Kişisel Zamanın Belirleyicisi Olarak Medyatik Zaman “, Denis Carot, Agon Tiyatro Dergisi s.10 Paris 1997)
Fransa’da yapılan bu araştırmaya göre, birçok kanalı arka arkaya izlememizi, yâni zaplamamızı isteyen teknoloji, insanın dikkat yoğunlaştırmasını ortadan kaldırmaktadır. Zamanı bölerek kullanma, haberin reklamı, reklamcılığın nüfuzu, keserek anlatma, sansasyonelleştirme, sunucuyu starlaştırma, yapay bilgi aktarımı, analiz yokluğu ve benzeri durumlar araştırılmış ve bunların günlük yaşantımıza aşağıdaki şekillerde yansıdığı saptanmıştır:
1. Toplumda çatlama ve dağılma
2. Tecrit ve yalnızlaşma eğilimi.
3. Dikkat yoğunluğu kaybı.
ABD’de günde 500 kanalı aynı anda izleme deneyleri yapılıyor. Bilgi akışında dev otobanlar tasarlanıyor. Bu teknoloji ile beyni boşaltılmış robotlar yetiştirme işi hızlandırılacaktır.
Beri yandan teknoloji insan için olmaktan uzaklaştı, insana karşı teknolojiye dönüştü. Bu dönüşüm en belirgin biçimde sinema sanatında kendini göstermektedir.
ABD’li yetkililer, silah sanayisine harcadıkları kadar film sanayisine harcadıklarını söylemektedirler. Bu filmler şiddet içeren aksiyon filmleridir. Hayali bir düşman yaratılıp onunla son model silahlarla savaşılmaktadır.
Hep savaş ve düşmanlık kavramlarıyla büyüyen bir kuşak yaratıldı. Dostluk, kardeşlik, barış içinde birlikte yaşama kavramları unutturuldu. Batıl inançlar, bilimdışı kurgular, CIA planları film senaryolarının ana malzemesi oldu. Postmodern özellikler taşıyan bu senaryolar, Amerika’dan dünyaya pazarlandı ve dünya sinemasının %93 ünü kapladı.
Televizyon haber kanalları insanları yanıltmaya ve korku psikolojisine sokmaya yöneldi. Bu yolla silah satışlarında artış ve en son teknolojinin ürünü silahları kullanmaya piyasa yaratıldı. Körfez savaşında olduğu gibi, savaşların canlı yayınlarına kadar bu silah reklamları yapıldı. Füze kalkanı projeleri yaşama geçirildi, medeniyetler çatışması teorileri geliştirildi ve ikiz kulelerin yıkılışında olduğu gibi, kıtalar arası füzelerin satışını artıran provokasyonlar canlı yayınlarla verildi. Televizyon, en kötü amaçlarla insanın varlığını tehdit eden, insanın en temel hakkı olan yaşama hakkını elinden alan savaşın aracı olarak kullanıldı. Postmodern filmlerde insanlara sunulan senaryolar bir bir gerçek yaşamdan görüntülere dönüştürüldü.
Küreselleşme yâni yeni dünya düzeninde, sanatla insan ilişkisini biraz daha özele indirelim. Fazıl Say’ın dört el için düzenlemiş olduğu piyano eserine gelelim. Elektronik kayıttan piyanonun biri çalıyor, ikinci piyanoyu kendisi çalıyor. Birincisini de kendisinin kaydetmiş olması, olayın teknoloji ürünü olmasını engellemiyor. Dinlerken iki piyanisti de karşınızda görmek istiyorsunuz. Çalanı karşınızda görmediğiniz için empati kuramıyorsunuz. Yâni orada dışlanmışsınız. İki piyanistin birbiriyle iletişiminden yoksun bir yorum ortaya çıkıyor ve Fazıl şov izliyorsunuz. Fazıl monolog oynuyor, sanatçının biri sanal. O zaman, Fazıl tek başına oynamak istiyor diye düşünüyor, popülist bir yaklaşım hissediyor ve rahatsız oluyorsunuz.
Fazıl Say’ın İstanbul Yedikule’de Mercan Dede ile çalması giderek popülerleşme gösterdiğinin işaretidir. Mercan Dede’nin teknolojiyi çok iyi kullandığı bir gerçek. Ama teknoloji insanın önüne geçiyorsa burada bir yanlış var demektir. Kimin neyi çaldığı görülmediğinde, çıkan sesle insanın varlığı arasında bir kopukluk yaşanır. Dinleyici kendisinin dışlandığını hissetmeye başladığında kalkıp gitmek ister ki öyle de oldu.
Sanatçı, kendini insandan ve toplumdan koparmaya başladığında, yaptığı sanat tartışılmaya başlanır. Fazıl Say, politik görüşünü küresel sermayenin görüşüyle birleştirdiğini açıkça söylemeye başladığından beri, sanat çizgisi doruk noktasından aşağıya doğru bir düşüş göstermektedir. Bu durum, klasik müzik sanatında postmodernizmin ve popülizme kaymanın örneğini oluşturmaktadır.
Fazıl Say’ın, Newyork’taki piyano yarışmasında, kendisini yedi dakika dinleyen jürinin diğer yarışmacıları kırk dakika dinlemesine şaşırmamasını başka neyle açıklayabiliriz? Kendi ifadesiyle daha Avrupa yarışmasındayken jüri, kendisi hakkında karar vermiş imiş. Kendisini birinci seçmek üzere hazırlanmış bir yarışmayı neden protesto etmedi? Paris Yahudi lobisinin kendisini parlatacağı vaadini neden önemsedi? Başka piyanistlerle eşit olmayan bir meydan güreşine neden çıktı? Bu soruların yanıtı sanatta kirlenmenin postmodernizmle birlikte düşünülmesi gerektiğini vurgular.
Popülizm, etik değerlerin çiğnendiği yeni dünya düzenine ayak uydurmadır, sanatta kirlenmedir. Pop kültürünün pompalandığı TV kanalları bu kirlenmenin örnekleriyle doludur. Kapitalizmin ahlâki çöküntü sürecine girdiği yeni dünya düzeninde, bu kirlenmeden kendini kurtarabilen aydın sanatçı olabilmek bir erdemdir.
Elektronik müzikte dünyanın önemli isimlerinden John Cage’in “4.33” adlı eseri postmodern müzik örneğidir. Bu eseri(!) iki kez konser programına almış bir festival konserini izledikten sonra üzerinde düşünme ve bu müziği irdeleme gereği duydum. Sanatın içinin nasıl boşaltıldığını gördüm. Eserde hiç müzik yok. Dört dakika otuzüç saniye salondaki sessizliği dinliyorsunuz. Salondaki öksürük, tıksırık, nefes alma, hışırtı, her şey o anın doğaçlama bestesi kabul ediliyor. Peki bu bir eserse nerede bestecinin emeği, nerede sanatçının yorumunu, neyi şekillendiriyor, nedir sanatçının müdahalesi? Hiç biri yok. Kayıt bile yapılamaz. Dinleyici sadece bekliyor, sanatçı da sahnede öylece bekliyor. Yaratıcılıkmış. Ortada yaratılan hiçbir şey yok.
Klasik müzik eserinin fon müziği olarak kullanıldığı bazı yerlerde bilerek yapılmış bir yapaylığa veya çarpıtmaya rastlayabiliyoruz. Buna postmodern montaj da diyebiliriz. Örneğin 9.Senfoni bu tür çarpıtmaya en çok uğrayan eserdir. Barış ve kardeşlik amacının dışında kullanıldığı her yerde asıl anlamını unutturma ve değer kaybına uğratma söz konusudur.
Böyle bir çarpıtma örneği 9.Senfoninin ikiz kulelerin yıkılışına fon müziği yapılışıdır. Orada tam bir postmodern montaj yapılmıştır. Eser, Avrupa’da feodal krallıkların yıkılışını devrimci bir ruhla destekleyen Ludvig van Beethoven’in bestesidir. Shiller’in “Özgürlüğe Övgü” şiirinden esinlenilerek yazılmıştır. Türkçe’ye “Neşeye Şarkı” olarak çevrilmiştir. 1980 sonrası müzik ders kitaplarında (Selçuk Yıldırım ve Salih Akkaş yazarlı kitaplarda olduğu gibi) sözlerinde yapılan tahrifat bestesinde de yapılmış, eser katledilmiştir. Bu durum ülkemize has bir yozlaştırma örneği olabilir. Ancak, ABD tarafından belli amaçlarla yapılan 11 Eylül iç darbesinde yıkılan ikiz kulelere fon müziği yapılması asla affedilmeyecek bir çarpıtma ve eserin içeriğini boşaltma örneğidir. Bu durum, postmodernizmin merkezinin ABD olduğunun (küresel sermayenin de aynı merkez oluşuyla paralellik taşıması doğaldır) bir başka göstergesidir.
Halk türkülerinin pop müzik haline getirilip kaset piyasasına hizmete sunulması, popülerleştirilip hızla tüketilmesi ülkemizde yaşanan bir başka postmodern yansıma örneğidir. Pop müzik adı üstünde, günlük kullan at anlamındadır. Postmodern ürünlerin özelliği de budur. Pop müzik alanında nasıl bir kirlenmenin yaşandığı bilinmektedir. Kirlenme, kalite düşüklüğü, sokak dilini şarkı sözü yapma, argo, küfür, etik değerlerin kayboluşu, cinsel sapmaların ön plana çıkartılışı, popülerleşme uğruna magazin basınında manşet olma kavgaları, reklam için her yol mübah, vb. ortak özellikleridir.
Deforme edilen, kullanılıp atılan bir meta haline getirilen bir kültür, yok edilme tehlikesini yaşıyor demektir. Dünya bu yolla tek kültüre doğru gitmektedir. Neo liberalizm, iki yüzlü bir şekilde herkese özgürlük derken, kendi kültürünü /kültürsüzlüğünü dayatmakta, diğer kültürleri erozyona uğratmaktadır. Bu da çağdaşlıkmış gibi sunulmaktadır.
Postmodernizm, yeni dünya düzeninin bir ürünüdür ve neo liberal ekonominin sanattaki yansımasıdır.
Postmodernizm, insanlığın asırlarca emek vererek yarattığı tüm klasik sanatları tehdit etmekte, değer kaybına uğratmakta ve günlük kâr hesaplarıyla tüketmektedir. Tüm klasik sanatların korunması ve yaşatılması insanoğlunun kendine saygısı gereğidir. Bu nedenle postmodern ürünlerin ve popülist yaklaşımların teşhir edilmesi tehlikenin bertaraf edilmesi açısından önemlidir.


Şiirde Estetik Doyum ve Ritim

Konuşma dilinin malzeme olarak kullanıldığı şiir, şarkı, opera gibi sanatlar fonetik sanatlardır. Bu sanatlar, yazın sanatı değildir, seslendirilmek/dillendirilmek üzere yazılırlar. Bu nedenle konuşma dilindeki ritim fonetik sanatların ortak özelliğidir.
Konuşma dilindeki ritmin açığa çıkarılma işlemine müzikte tartımlama denir. Tartımlama, hecelerin uzunluk/kısalıklarını ölçme işidir. Ölçü birimi vuruştur, yazım için nota adı verilen semboller kullanılır. Örneğin, tartma veya ölçme eyleminin sonucu, söz konusu ağırlıksa kilo olarak, kumaş ise metre olarak yazıldığı gibi, sözcüğün /hecenin/cümlenin uzunluğu vuruş olarak yazılır. Her notanın uzunluk süresi/değeri sayısal olarak gösterilebilir, yani sayı diliyle ifade edilebilir. Aynı tartım cümlesi, el çırparak veya ritim çalgısı kullanarak müzik diliyle ifade edilebilir.
Tartımlama eylemi, dildeki ritmi kağıt üzerine aktarma ve orada matematiksel hesaplar yapma işidir. Bu işlem sonucu ortaya çıkan ritim kalıbına, ele alınan sözcüğün veya cümlenin tartımı denir.
Ritim, evrenin değişmez tek kuralıdır. Eğer evrende her şey ritmik hareket içerisinde olmazsa üzerinde hesap yapılamaz, bilim olmazdı. Bilimsel düşünme de bu ritmik düzen üzerinde varsayımlar yapmayı gerektirir. Örneğin, dünyanın kendi etrafında dönüş hareketi bir gün 20 saat, ertesi gün 30 saat, ertesi gün 25 saat gibi belirsizlik gösterseydi bunu algılamak, üzerinde matematik yapmak olanaksızdı.
Evrenin devamı onu oluşturan her birimin/kümenin kendi hareketinin ritmik tekrarına bağlıdır. Ritmin durduğu yerde o ritme bağlı tüm yaşam biter. Ritmin devamlılığı dengeyi sağlar. Sayıları ve çarpım tablosunu ritmik okumayınca matematiği, uygun adım yürümeyince yürümeyi öğrenemediğimiz gibi.
Evrenin ritmik yapısı insan bedeni için de belirleyicidir. Kalp atışlarımız bedenimizin ana ritmini/temel vuruşlarını oluşturur. Ana ritim bozulursa yaşam tehlikeye girer, o durursa yaşam durur.
Şu bilimsel saptamalara bakalım:
1.İnsan beyni ritmik olmayan şeyleri algılayamama özelliğindedir.
2.Beyinde müzik merkezi ile konuşma merkezi aynı yerdedir.
3.Ritim bir sayı dilidir.
Buradan yola çıkarak, müzik eğitimi, ki müzikte temel eğitim ritim eğitimidir, müziğin yanısıra pek çok alana daha hizmet eder diyebiliriz.
Tüm evren ve onun bir kopyası olan bedenimiz kendi içinde ritmik uyumlu alt birimlerin (alt kümelerin) birleşmesinden oluşur. Buna holistik yapı deniyor. Konuşma dilindeki ritim bu oluşumun dışında değildir.
Ritmik mükemmellik insanı büyüleyen bir estetiktir. Ritimle estetiğin böylesine yakın ilişkisi vardır. Örneğin, bir mimari eserde bizi büyüleyen şey, yapının muhteşemliği, onun mühendislik hesaplarındaki, kolon- sütun vb. ritmik dizilişlerinin ve bu ritimlerden oluşan dengenin bizde yarattığı hayranlıktır. Mühendislikte Altın Oran (Proportion d’or) olarak tanımlanan bu estetik mükemmelliğin şiirdeki karşılığı Estetik Doyum’dur.
Konuşma dilinin estetik boyutta olması hecelerin uzunluğunu doğru vererek dillendirilmesiyle, yani ritmine uygun seslendirilmesiyle olasıdır. Bu ritmik okuyuşu fonetik sanatlarda görmek isteriz.
Çağdaş şiirde ritmi en mükemmel kullanma örneğini Nazım Hikmet vermiştir. “O Duvar” adlı şiirinin ritmi açığa çıkarıldığında, dört vuruşlu ölçüler ve üç vuruşlu ölçüler olağanüstü bir diziliş gösterir. Gizli uyakların ritim kalıplarının tekrarı olduğu açıkça görülür. Şiirde asla bozuk ölçü, yani vuruş sayısı hatalı olan satır yoktur. (Bkz.M.Morgül, Müzik Nasıl Öğretilir, Yurtrenkleri Yay. Ankara, 2001, sh.185)
Neruda gibi bir dünya şairi Nazım’ı bu alanda bir numara olarak kabul etmektedir. Türkçe’nin mükemmel matematik yapısına sahip olduğunu savunan dahi matematikçi Oktay Sinanoğlu’nun bakışıyla Nazım’ın şiirlerini ele alıp incelediğimizde Nazım’ın elinde şiire hazır bir malzeme olduğunu görmek olasıdır. Dünya şairi yetiştiren bir dilin mükemmelliği üzerine somut şeyler ortaya koyabilmek için onun ritim gibi evrensel kurallara uygunluğunu açıklayabilmek gerekir.
Müzikte vuruş sayıları birbirine eşit bölümlere ölçü denir. Matematikte bunun karşılığı kümedir. Kümedeki eleman müzikte vuruştur. Her bir vuruşa düşen nota değerleri toplanarak hesaplanır. Bir ölçüde kaç tane nota bulunduğu değil notaların toplam değeri hesaplanır. Nazım’ın şiirlerinde müzik vardır denir de bunun ne demek olduğu bilinmez. Onun şiirinde, müziğin matematiği demek olan ritimleri hasaplamak olanaklıdır; hecelerin sayısı değil, hecelerin uzunlukları dikkate alınır. Estetik olarak bize mükemmel gelen bir şiirde şarkıya benzer ölçülemeler vardır. Hecelerin/sözcüklerin dillendirilme süresi, yani okunma süresi müzikteki ölçülere denk düşmektedir. Müzikte süreyi ölçme birimi vuruştur. Bir satırda dört vuruşlu bir seslendirme süresi kullanılmışsa diğer satırda süre yine dört vuruş olacaktır. İki ölçüden biri ikibuçuk vuruş, diğeri üççeyrek vuruş olamaz.. Böyle hesap yoktur. Bunu insan beyni algılayamaz. Şiirin akılda kalıcı olması da yine bu matematiksel denklikle bağlantılıdır.
Düzenli vuruşlarını hissettiğimiz bir şarkıda, her bir vuruşa denk gelen ritmik hesaplar bestecinin yaratıcılığına kalmıştır; hangi nota değerlerini, şiir için söyleyecek olursak, hangi uzunlukta/kısalıkta heceleri kullanacağına şair kendisi karar verir. Hecelerin uyaklı olması estetik kazanım olacaktır. Ama asıl estetiği tamamlayan şey iç ritimdir; her bir ölçünün ve vuruşun içerisine yerleştirdiği ritmik okuyuş benzerliği olan sözcüklerdir. Buna gizli uyak deniyor. Mimaride sütunların arasındaki süslemeler gibi. Sütunlar ana ritme/vuruşlara karşılık gelirken, sütunlar arasındaki süslemeler iç ritme karşılık gelmektedir.
Dilimizin zengin bir uyak dağarcığına sahip olduğunu biliyoruz. Bu durum önemli bir estetik kazanımdır. Ancak, bu uyakları halk şirinden farklı biçimde kullanarak ondan yeni sanat ürünleri yaratmak isteyenler dildeki ritmi sezmek ve bilerek kullanmak durumundadır. Dilimize dışarıdan giren sözcükler, onun matematiğini, ritmini, akışını bozduğu, onunla sanat yapmayı, estetik doyuma ulaşmayı engellediği için fonetik sanatların malzemesi olamazlar.
Estetik doyum insanoğlunun psikolojik bir gereksinimidir. Bir şeyi insana yakışır bulmak gibi. Yani insanoğlu yücelme duygusu yaşamak ister. Ritim insanoğluna bu duyguyu tattırır. Ritmini hissettiğimiz şeyle birlikte evrenin bir parçası olduğumuzu duyumsarız. Bu da insana güven verir. Ritmin psikolojik etkilerini de içine katarsak, şiirde neden estetik doyum, başka bir deyişle ritmik mükemmellik aradığımız daha iyi anlaşılacaktır.
Şiir dostları ve şairlerimiz, postmodernizmin şiirde estetiği nasıl yıktığının ipuçlarını da yazımın içerisinde kendiliğinden bulacaklardır.