Tag: Atatürk
ATATÜRK SCHOOL 2019 EDUCATION YEAR CLASSES STARTING !!! Drummoyne Public School New Turkish Language Classes
Drummoyne Public School – NEW CLASS starts on
7 FEBRUARY 2019 THURSDAY
Lesson times 3:45pm – 5:30pm
Drummoyne Public School, Rawson Avunue DRUMMOYNE
Feel free to contact us on following numbers to obtain further information.
ÖmerCan 0418 695 766
Bahar 0475 738 726
New Drummoyne class student enrolment starts at 3:00pm on 2nd of February. It’s never too late for new student enrolments even if you find out about our school throughout the year anytime.
Enrolment Forms can be found on our school Internet page.
2019 ATATÜRK SCHOOL DRUMMOYNE CLASS TIME TABLE
3:45pm – 4:30pm 1. Lesson
4:30pm – 4:45pm Recess
4:45pm – 5:30pm 2. Lesson
ATATÜRK SCHOOL 2019 EDUCATION YEAR CLASSES STARTING !!! Granville Public School
Granville Public School classes starts on
2 February 2019 Saturday
Lesson times 12:00pm – 4:30pm
Granville Public School, Gate 9 Carpark Entry on Florie Street GRANVILLE NSW 2142
Turkish Language Education, embedded with Turkish Culture, Ataturkism, Modern, Democratic and Secular 2019 education year starting. Enrolments for new students are welcome to all ages and cultures.
Please Contact Ömer Can Şirikçi on 0418 695 766 for inquires and further information.
It’s never too late for new student enrolments even if you find out about our school throughout the year anytime.
Enrolment Forms can be found on our school Internet page.
2019 ATATÜRK SCHOOL GRANVILLE CLASSES TIME TABLE
11:30am Florie Street Carpark Entry Gates Opens
12:00pm – 1:00pm Special Music Education – Students with music instruments taught by Merdan Bey
12:00pm – 1:00pm Beginners Music and Drama Education – for new students
12:00pm – 1:00pm Chess Classes – for new students
12:00pm – 1:00pm TurkishReading Club – for all students
1:00pm – 1:15pm Arrival of Students
1:15pm – 1:30pm Assembly (Turkish National Anthem & Student Oath)
1:30pm – 2:15pm (45 minutes) 1. Lesson
1:30pm-1:45pm Music Lessons Class 1 (15 minutes)
2:00pm-2:15pm Music Lessons Class 2 (15 minutes)
2:15pm – 2:45pm (30 minutes) Recess
2:45pm – 3:30pm (45 minutes) 2. Lesson
2:45pm-3:10pm Music Lessons Class 3 (25 minutes)
3:30pm – 3:45pm (15 minutes) Recess
3:45pm – 4:30pm (45 minutes) 3. Lesson
ATATÜRK OKULU 2019 EĞİTİM YILI DERSLERİNE BAŞLIYOR !!! Drummoyne Public School yeni sınıfımız
7 ŞUBAT 2019 PERŞEMBE günü yeni öğrenci kayıtlarımız ve Bahar öğretmenimiz ile Türkçe derslerine başlıyor.
Ders saatleri Perşembe günleri 3:45pm – 5:30pm
Drummoyne Public School, Rawson Avunue DRUMMOYNE
Türkçe dil eğitimi Türk Kültürü, Atatürkçülük, Çağdaş, Demokratik ve Laik Cumhuriyet ilkeleri öncülüğünde 2019 eğitim yılı derslerimiz için kapılarımız tüm halkımıza açıktır. Başvurular için aşağıdaki numaralardan bizimle iletişime geçebilirsiniz.
ÖmerCan 0418 695 766
Bahar 0475 738 726
Drummoyne sınıfımız için yeni öğrenci kayıtlarımız saat 3:00pm 2 Şubat Perşembe günü başlayacaktır.
Kayıt formlarını okulumuzun İnternet sayfasından indirip doldurarak kayıt yaptırmaya gelmeniz rica olunur.
2019 ATATÜRK OKULU YENİ DRUMMOYNE SINIFI DERS PROGRAMI
3:45pm – 4:30pm 1. Ders
4:30pm – 4:45pm Teneffüs
4:45pm – 5:30pm 2. Ders
ATATÜRK OKULU 2019 EĞİTİM YILI DERSLERİNE BAŞLIYOR !!! Granville Public School
Granville Public School sınıflarımız
2 Şubat 2019 Cumartesi günü Türkçe derslerine başlıyor.
Ders saatleri Cumartesi günleri 12:00pm – 4:30pm
Granville Public School, Gate 9 Carpark Entry on Florie Street GRANVILLE NSW 2142
Türkçe dil eğitimi Türk Kültürü, Atatürkçülük, Çağdaş, Demokratik ve Laik Cumhuriyet ilkeleri öncülüğünde 2019 eğitim yılı derslerimiz için kapılarımız tüm halkımıza açıktır.
Ömer Can Şirikçi 0418 695 766 – Başvuru ve ayrıntılı bilgi için lütfen arayın.
Kayıt formlarını okulumuzun İnternet sayfasından indirip doldurarak kayıt yaptırmaya gelmeniz rica olunur.
2019 ATATÜRK OKULU GRANVİLLE SINIFLARI DERS PROGRAMI
11:30am Florie Street Otopark Kapılarının Açılması
12:00pm – 1:00pm Özel Müzik Eğitimi – Merdan Bey ve Müzik aletleri çalan öğrenciler
12:00pm – 1:00pm Temel Müzik ve Drama Eğitimi – yeni öğrenciler için
12:00pm – 1:00pm Satranç Eğitimi – yeni öğrenciler için
12:00pm – 1:00pm Okuma Klübü – tüm öğrenciler için
1:00pm – 1:15pm Tüm öğrencilerin gelişi
1:15pm – 1:30pm Okul açılış resmi tören (İstiklal Marşı ve Öğrenci Andı)
1:30pm – 2:15pm (45 dakika) 1. Ders
1:30pm-1:45pm Müzik Dersi 1. Sınıf (15 dakika)
2:00pm-2:15pm Müzik Dersi 2. Sınıf (15 dakika)
2:15pm – 2:45pm (30 dakika) Teneffüs
2:45pm – 3:30pm (45 dakika) 2. Ders
2:45pm-3:10pm Müzik Dersi 3. Sınıf (25 dakika)
3:30pm – 3:45pm (15 dakika) Teneffüs
3:45pm – 4:30pm (45 dakika) 3. Ders
AKM Belleten – Cumhuriyet Tarihinde Bugün 23 Temmuz * ERZURUM KONGRESİ
Erzurum Kongresi, bölgesel müdafaa cemiyetlerinin katılımıyla 21 Temmuz-7 Ağustos 1919 tarihleri arasında Erzurum’da toplanan bölgesel nitelikli bir kongredir. Erzurum Kongresi’ne çoğunluğu İtilaf devletleri tarafından işgal edilmiş olan 5 doğu ili Trabzon, Erzurum, Sivas, Bitlis ve Van’dan gelen 62 delege katılmıştır.
İki hafta süren Erzurum Kongresi’nde alınan kararlar, Türk milletinin kurtuluş mücadelesinde izlenen yolda önemli ölçüde belirleyici olmuştur. Erzurum Kongresi’ni geçici başkan olarak Erzurum delegelerinden olan Hoca Raif Efendi açmış ve yoklamanın ardından yapılan oylamayla Mustafa Kemal Paşa kongrenin başkanlığına seçilmiştir.
İtilaf Devletleri ve İstanbul Hükümeti kongrenin Erzurum’da toplanmasını engellemek için çeşitli girişimlerde bulunmuşlarsa da amaçlarına ulaşamamışlardır. Çünkü İstanbul Hükümeti artık Anadolu’da sözünü dinletecek resmi bir görevli bulamamaktadır. Bu da, İstanbul Hükümeti ile Türk milletinin düşüncelerinin çok farklı olduğunu ortaya koymaktadır.
Erzurum Kongresi için öngörülen başlama tarihi aslında 10 Temmuz’du fakat delegelerin önemli bir bölümünün vaktinde gelememesinden dolayı kongre 23 Temmuz’a ertelenmiştir. Kongre, 1881 yılında Erzurum’da bulunan Eski İdadi Mektebi binasının birinci katındaki bir salonda yapılmıştır.
Erzurum Kongresinde alınan kararlar şu şekildedir:
- Milli sınırlar içinde vatan bir bütündür, parçalanamaz.
- Her türlü yabancı işgaline ve müdahalesine karşı millet hep birlikte direniş ve savunmaya geçecektir.
- İstanbul Hükûmeti vatanın bağımsızlığını sağlayamazsa geçici bir hükûmet kurulacaktır. Bu hükûmet milli kongre tarafından seçilecektir. Kongre toplanmamış ise, bu seçimi Temsilciler Kurulu yapacaktır
- Kuva-yi Milliye’yi etkili, milli iradeyi hâkim kılmak esastır.
- Azınlıklara siyasi hâkimiyetimizi ve sosyal dengemizi bozacak ayrıcalıklar verilemez. Ancak bu vatandaşların canları, malları ve ırzları her türlü saldırıdan korunacaktır.
- Manda ve himaye kabul olunamaz.
- Milli irade ve toplanan ulusal güçler padişahlık ve halifelik makamını kurtaracaktır.
- Mebuslar Meclisi’nin derhal toplanmasına ve hükûmetin yaptığı işlerin milletçe kontrolüne çalışılacaktır.
- Sömürgecilik amacı taşımayan devletlerden teknik, sanayi ve ekonomik yardım kabul edilebilir.
Erzurum Kongresi’nin alınan kararlar bakımından birçok özelliği bulunmaktadır fakat bunların en önemlilerinden biri manda ve himayenin kesin bir şekilde reddedilerek ilk kez ulusal egemenliğin koşulsuz olarak gerçekleştirilmesine karar verilmesi olmuştur. Ayrıca, Erzurum Kongresi’nde ilk kez milli sınırlardan bahsedilmiş ve Mondros Ateşkes Antlaşması’nın imzalandığı anda Türk vatanı olan topraklarının parçalanamayacağı net bir dille açıklanmıştır.
Erzurum Kongresi, toplanma şekli bakımından bölgesel nitelikli bir kongre olmasına karşın aldığı kararlar bakımından milli bir kongredir. Bu bakımdan da Erzurum Kongresi, Sivas Kongresinin de bir öne hazırlığı niteliğini taşımaktadır.
Kongrede İlk defa bir geçici hükümetin kurulacağından bahsedilmiştir. Başkanlığını Mustafa Kemal’in yaptığı dokuz kişilik bir Temsil Heyeti oluşturulmuştur. TBMM’nin açılmasına kadar görevine devam eden Temsil Heyeti, çalışmalarını bir hükümet gibi sürdürmüştür.
Erzurum Kongresinin bir diğer önemi de Batı Anadolu’da Yunan kuvvetlerine karşı zor bir mücadele içinde olan Kuva-yi Milliye’ye büyük moral vermesi olmuştur.
AKM Belleten – Cumhuriyet Tarihinde Bugün 18 Temmuz * Türkiye’nin Birleşmiş Milletler Davetini Kabulü
Birleşmiş Milletler’in temeli sayılabilecek bu organizasyon, I. Dünya Savaşı’nın ardından İsviçre’de 1919’da “Cemiyet-i Akvam” (Milletler Cemiyeti) adıyla kuruldu. Amacı, ülkeler arasında yaşanabilecek sorunları barışçı yollarla çözmek idi. Bir süre çalıştı fakat fazla bir varlık gösteremedi. II. Dünya Savaşı’nın ardından dağıldı. 6 Temmuz 1932’de Cemiyet-i Akvam, Türkiye’yi üyeliğe davet etmiş, 9 Temmuz’da TBMM Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne giriş davetini onaylamış ve 18 Temmuz 1932’de Türkiye daveti kabul etmiş ve Milletler Cemiyeti’ne girmiştir.
ATATÜRK’ÜN 1932 MİLLETLER CEMİYETİ ZAFERİ
Dünyanın en büyük uluslararası topluluğuna Türkiye’nin katılması için yapılan öneri karşısında Gazi Mustafa Kemal şöyle dedi:
“Başvurmayı düşünmüyoruz, fakat davet ederlerse katılırız.”
Topluluk, “Başvurma zorunluluğunu” uygulamaktan ilk kez vazgeçti ve 43 üyenin oybirliğiyle, Türkiye’nin topluluğa davet edilmesine karar verdi.
Bu davet üzerine Türkiye, Milletler Cemiyeti’ne katılmayı kabul etti.
Yıl 1932 idi.
Yetmişikinci On Kasım’da Özlemle Andığımız
Birinci Dünya Savaşı sürerken, 2 Nisan 1917 günü yansızlığı bırakan Amerika, Almanya’ya karşı ingiltere, Fransa, Rusya ve italya’nın yanında savaşa katılmış; ardından 1917 Ekim Devrimi’yle Rusya’da yönetimi ele geçiren sosyalistler, devlet arşivinde buldukları gizli Sykes-Picot Antlaşmasını 23 Kasım 1917 günlü izvestia ve Pravda gazetelerinde yayınlamış, ingiliz Manchester Guardian gazetesi de bunları 26 Kasım 1917 günlü sayısında dünyaya duyurmuştu.
İtilaf devletlerinin Osmanlı topraklarını aralarında paylaşmak amacıyla anlaşarak savaşa girmiş oldukları gerçeğini ortaya çıkaran bu “skandal” üzerine ABD Başkanı Woodrow Wilson, 8 Ocak 1918 günü kongrede bir konuşma yapacak ve “Ondört Nokta” olarak açıkladığı barış koşullarında, bütün gizli paylaşım anlaşmalarının geçersiz olduğunu duyuracaktı.
Wilson’un onikinci ilkesi, Osmanlı İmparatorluğunun savaşta yitirdiği topraklar dışında elinde kalan topraklarda çoğunluğu Türk olan yerlerde Türk egemenliğinin kurulmasını öngörüyordu.
Savaş sonunda yenilen devletler, silah bırakışması antlaşmalarını, Wilson’un “Ondört Nokta”sında yer alan “kendi kaderini tayin hakkı”nın nasıl olsa kendilerine de tanınacağına güvenerek imzalıyorlardı. Örneğin, 3 Mart 1918 günü Sovyet Rusya ve Almanya arasında imzalanan Brest-Li-tovsk anlaşmasında Osmanlı Delegelerinin de imzası vardı ve bu anlaşma Wilson’un “kendi kaderini tayin hakkı” çerçevesinde düzenlenmişti. Osmanlı Devleti’nin 30 Ekim 1918’de imzaladığı “Mondros Mütarekesi” de yine Wilson’un kendi kaderini tayin hakkı ve onikinci maddede özellikle yazılı bulunan Türk yoğun topraklarda Türk egemenliğinin tanınacağına güvenilerek imzalanmıştı.
Mustafa Kemal, “Mondros Mütarekesinin imzalanmasından iki hafta sonra, 13 Kasım 1918 günü, İstanbul’a geldi. Mütareke koşulları çok ağırdı; ancak, Wilson ilkeleri Osmanlı Devleti’nde Türk egemenliğini tanıdığına göre; mütarekenin bu egemenliği yok sayacak biçimde uygulanamayacağı düşünülüyordu. Ne denli Wilson’un 1918 yılında yayınlanan haritasında Doğu Anadolu’da bir Ermenistan ve bir Kürdistan gösterilmişse de, buralarda çoğunluğun Türk olduğu saptanır saptanmaz, tüm Anadolu Türk egemenliğine bırakılacaktı. Böyle düşünen Halide Edip vs. aydınlar, mütarekenin imzalanmasından kısa bir süre sonra 4 Aralık 1918 günü İstanbul’da bir “Wilson Prensipleri Cemiyeti” bile kurmuşlardı.
Mustafa Kemal’in tasarısı, Wilson’un Osmanlı topraklarında özerk Ermenistan ve Kürdistan öngören tasarısına uymuyordu; o, 30 Ekim 1918 günü mütareke imzalandığı anda işgal edilmemiş ve o tarihte Osmanlı Devleti’nin elinde bulunan topraklarda yaşayan bütün nüfusu etnik köken ve dinsel inançlara göre ayırmaksızın bölünmez “Osmanlı Milleti” olarak adlandırıyor; ve Osmanlı devletinin işgale uğramamış toprakları üzerinde, Wilson’un önerdiği etnik özerklikleri değil, “Osmanlı Milleti”nin ülkesiyle ulusuyla bölünmez bütünlüğünü savunuyordu. Yeryüzünde iki tür “millet (ulus) oluşumu vardı: Biri “Ethnic Nationalism” dedikleri, etnik kandaşlık soydaşlık temeline dayanan Alman örneğindeki “millet” (ulus); diğeri “Civic / Civil Nationalism” dedikleri, eşit özgür birey yurttaşlığı temel alan Fransız örneğindeki “millet” (ulus) oluşumu… Mustafa Kemal’in mütareke döneminde savunduğu “Osmanlı Milleti” tasarısı, etnik temele dayanmıyor; eşit özgür birey yurttaşlık temeline dayanıyordu. Nitekim, Anadolu’ya geçtikten sonra Bağımsızlık Savaşı’mızın amacı olarak benimsenen “Misak-ı Milli” de Mustafa Kemal’in bu tasarısına uygun olarak düzenlenecekti. Mustafa Kemal, yalnızca bir ordu komutanı değil, aynı zamanda devletler arası güçler dengesini, güçler arasındaki ilişkileri ve çelişkileri an be an izleyip, hangi zamanda ne yapılması gerektiği konusunda en doğru kararları veren bir “stratejist”ti; 18 Ocak 1919 günü başlayan ve ABD Başkanı Wilson’un çok sayıda danışmanıyla birlikte Avrupa’ya gelip başkanlık ettiği Paris Barış Konferansı’nda, galip devletlerin Osmanlı Devleti’nin geleceği konusunda verecekleri kararın Wilson ilkelerinin Türk egemenliğini tanıyan onikinci maddesine uygun olup olmayacağını görmeden önce, hemen bir silahlı direniş başlatılmasını doğru bulmuyordu. İstanbul’da kaldığı sürece, bir yandan yurtseverlerin devlet yönetiminde görev alması için çalışırken, diğer yandan galip devletlerin İstanbul’daki yetkilileriyle görüşmeler yapıyor ve Paris Barış Konferansı’nda olup bitenlere ilişkin haberleri dikkatle izliyordu.
İstanbul’daki İtalyan yetkili Kont Sforza, yakında Yunanlıların İzmir’e asker çıkartacaklarını, Yunan askerinin İzmir’e çıkmasını önlemek için Türklere para ve silah vermeye hazır olduklarını fısıldıyordu gizli toplantılarda. Ama, Wilson ilkelerinin Türk egemenliğini tanıyan onikinci maddesine ve Wilson’un Ege’yi Türk olarak gösteren 1918 haritasına ters düşen bu olasılığa inanmak kolay değildi. Yine de dikkate alınmış ve İtalyanlarla sıkı ilişkileri bulunan Cami Baykurt, İzmir’e giderek, olası bir Yunan işgaline karşı Müdafaayı Hukuk örgütlenmesini başlatmıştı. Bu sırada, ABD, İngiltere, Fransa ve İtalya’dan oluşan “Dörtler Konseyi”, 28 Nisan 1919 günü Cenevre’de, Milletler Cemiyeti’nin Silahsızlanma Konferansı’nda yaptığı bir konuşmada, “Eğer Milletler Cemiyeti Türkiye’yi katılmaya davet ederse, Türkiye Hükümeti bunu memnuniyetle kabul edecektir.” diyecek; ve bir Paris Barış Konferansı’nda aldıkları bir kararla, Wilson’un ondördüncü ilkesini yerine getirerek, “Cemiyet-i Akvam” denilen “Milletler Cemiyeti”ni kurmuşlardı. Wilson ilkelerinin Paris Barış Konferansı’nda galip devletlerce benimsendiğini gösteren bu haber, barış görüşmelerin sonunda, Türk egemenliğinin tanınacağına duyulan umudu da pekiştiriyordu. Şimdiki Birleşmiş Milletler Örgütü’nün öncülü olan “Cemiyet-i Akvam”
yani Milletler Cemiyeti’nin Wilson ilkelerine dayanması, “Mondros Mütarekesi” maddelerinin de Wilson’un Osmanlı Türk egemenliğini tanıyan on ikinci maddesine aykırı biçimde uygulanamayacağına kanıt oluşturuyordu.
Gelgelelim, Milletler Cemiyeti’nin kuruluşundan çok değil 18 gün sonra, 15 Mayıs 1919 günü, bu kuruluşun üyesi olan Yunanistan, Milletler Cemiyeti’nin dört kurucusundan biri olan İngiltere’nin onayıyla, İzmir’e asker çıkartacak ve böylece, İtalyanların bir süre önce verdikleri haber de doğrulanacaktı. Milletler Cemiyeti üyeleri, kurucu Wilson’un ilkelerini çiğneyerek, üzerinde Türk çoğunluğun yaşadığı Osmanlı topraklarını işgale başlamışlardı. Milletler Cemiyeti üyesi devletlerin, kurucu Wilson’un ilkelerini çiğneyerek giriştikleri bu işgal; her şeyden önce kendi ilkeleriyle tutarsız ve dolayısıyla da savunulamaz bir eylem olduğundan; Anadolu’da başlatılacak silahlı direnişin haklılığı tüm dünyaca kabul edilecekti.
İşte Mustafa Kemal, Yunan işgalinin başlamasından bir gün sonra, 16 Mayıs 1919 günü, böyle bir ortamda Anadolu’ya geçecek; ve kendi kurucu ilkelerini bizzat kendileri çiğneyerek işgale girişen Milletler Cemiyeti üyesi devletlere; başka bir deyişle “Yedi Düvele” karşı, ulusal direnişin önderi olacaktı. Sevr’de karşımıza dikilenler de, Lozan’da karşımıza dikilenler de, hep “Milletler Cemiyeti” üyesi devletlerdi. Milletler Cemiyeti yasasının 10. maddesi, üye devletlerin toprak bütünlüğünü ve siyasal egemenliğini korumayı yükümleniyordu. Türkiye, bu kuruluşa üye olmadığına göre; toprak bütünlüğüne saygı gösterilmeyecek; ve Milletler Cemiyeti, 5 Haziran 1926 günlü kararıyla, Musul’u Ankara’ya değil, Irak’a bağlayacaktı. Milletler Cemiyeti’nin bir de Azınlıklar Komitesi vardı. Lozan’da gayrı müslim cemaatlere ilişkin hükümlerin uygulanması da Milletler Cemiyeti’nin denetimine bırakılmıştı.1925-26’da, gayrı müslimlerin Medeni Kanun dolayısıyla; azınlık ayrıcalıklarından feragatleri, Yunanistan ve Almanya tarafından Milletler Cemiyeti’ne götürülecek; Milletler Cemiyeti, 1927’de bu itirazları kabul etmeyerek gayri müslimlerin “anlaşmalı azınlık” konumundan çıkıp “öz yurttaş” konumuna geçişlerini onaylayacak; fakat Milletler Cemiyeti’nin başını çeken İngiltere ve Fransa, Türkiye’nin etnik olarak bölünmesine yönelik çabalarını aralıksız biçimde sürdüreceklerdi.
İngiltere, daha çok Irak ve İran üzerinden; Fransa ise daha çok Suriye üzerinden Türkiye’ye karşı bölücü etkinlikler yürütüyor; buralarda örgütleyip silahlandırdıkları etnik ayrılıkçıları Türkiye’ye yollayarak yurttaşlarımızı etnik ayrılıkçı ayaklanmalara yöneltiyorlardı. İngiliz, Fransız güdümlü etnik ayrılıkçı örgütler, Milletler Cemiyeti’ni kendileri için uluslararası bir dayanak olarak görüyordu. Kalkıştıkları her ayaklanmada haklılıklarını tescil etmesi için Milletler Cemiyeti’ne başvuruyor; ve bastırılan her ayaklanmaların dan sonra, Türkiye’yi şikayet etmek üzere, yine Milletler Cemiyeti’ne dilekçeler yağdırıyorlardı.
1925 Şeyh Sait Ayaklanması’nın hemen ardından, 1926’da İran’dan Anadolu’ya sızan ayrılıkçı örgütler 1926-1930 arası dört yıl boyunca “Ağrı İsyanı” adıyla bilinen ayaklanmalar gerçekleştirmişler; “Agri” adında bir gazete çıkartmışlar; ve söylentiye göre, 1928’de “biz burada Ağrı Kürt Cumhuriyeti kurduk” diyerek, resmen tanınmak üzere İngiltere aracılığıyla Milletler Cemiyeti’ne başvurmuşlardı.
İsyanın Ağrı’da çıkartılmasının özel bir amacı vardı. Sovyet Ermenistan’ıyla sınırdaş olan Ağrı’da isyan, hem Ermenileri Sovyetler’den ayrılıp Büyük Ermenistan’ı kurmaya özen direcek; hem Kürt kardeşlerimizi Türkiye’den ayrılmaya özendirecekti.
Ağrı İsyanı, hem Sovyetler Birliği’nin hem de Türkiye’nin toprak bütünlüğünü tehdit ediyordu. O tarihte Ağrı dağının yarısı Türkiye sınırları içinde, diğer yarısı İran sınırları içindeydi. İsyancılar, Türk Ordusu gelince dağın İran tarafındaki eteklerine kaçıyor; ordu çekilince yeniden Ağrı dağının tepesine tırmanıp bayrak dalgalandırıyorlardı. Sonunda Türk Ordusu, Rus Kızılordusu ile uyum içinde çalışarak, isyancıların İran’a kaçış yollarını kesmiş ve ayrılıkçı isyan önderleri yakalanıp etkisizleştirerek ayaklanma bastırılmıştı. Türkiye, ileride aynı sorunla karşılaşmamak için 23 Ocak 1932’de İran’la bir antlaşma imzalayarak Ağrı Dağı’nı bütünüyle Türkiye sınırları içine katacak; ve etnik öbeklenmeleri dağıtıp tüm yurda yayarak etnik kaynaşmayı sağlamak amacıyla düzenlenen İskan Yasa Tasarısı, 5 Mayıs 1932 günü T.B.M.M. tarafından kabul edilecekti. Türkiye ile Rusya’nın arasına Ağrı merkezli bir Kürt + Ermeni Koalisyon Devleti sokarak, bu iki ülkeyi birbirinden ayırma girişimlerinin, Türk Sovyet dayanışmasını daha da güçlendirdiğini gören; bu yöndeki her kalkışmanın Türk Sovyet ortak harekatlarıyla bastırılacağını anlayan; “Kürt Kartı”nın işe yaramadığını kavrayan İngiliz ve Fransızlar; Türkiye’ye karşı etnik ayırımcılık politikalarını gözden geçirmek zorunda kalacaklardı.
Mustafa Kemal Ağrı İsyanı’nın bastırılmasından sonra İngilizlerin Türkiye’ye karşı etnik bölücü politikalarını gözden geçirmekte olduklarını, Türkiye’yi Sovyet Rusya’dan koparmak istediklerini sezmişti. Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras, Ağrı Dağı’nın bütünüyle Türkiye sınırları içine katılmasından 3 ay gibi kısa bir süre sonra, gazeteyle yaptığı söyleşide, aynı sözleri yineleyecekti. İlk kez, Eski Bern Elçimiz Cemal Hüsnü Taray’ın 6 Kasım 1962 günlü Cumhuriyet’te; sonra Büyükelçi Dr. Üner Kırdar’ın 10-17 Kasım 1971 arası Milliyet’te yayımlanan makalelerinde ve daha sonra Mahmut Goloğlu’nun 1974’te yayımlanan “Tek Partili Cumhuriyet” adlı kitabında yer alan Türkiye’nin Milletler Cemiyetine davet edilmesi süreci, Dışişleri Bakanı T.R.Aras’ın bu demeçleriyle başlamıştı.
Aras’ın sözleri, bir türlü bölemedikleri ve Sovyet Rusya’dan uzaklaştıramadıkları Türkiye’ye karşı ne yapacaklarını şaşırmış durumda olan İngilizlerin dikkatini çekmişti. Rusya ve Türkiye, her ikisi de Milletler Cemiyeti üyesi değillerdi. Eğer Türkiye Milletler Cemiyeti’ne alınırsa; böylelikle Türkiye’yi Rusya’dan uzaklaştırma amacına ulaşılmış olurdu. Milletler Cemiyeti, azınlıklara özerklik öngörüyordu. Eğer Türkiye Milletler Cemiyeti’ne girmek istiyorsa, azınlıklara özerklik tanımayı da kabul edebilir ; ve onca uğraşmayla sağlanamayan etnik özerklik, Milletler Cemiyeti’ne üyeliğin bir koşulu olarak dayatılabilirdi.
Milletler Cemiyeti Genel Sekreti İngiliz Sir Eric Drummond, derhal Aras’ı Milletler Cemiyeti’ndeki makamına davet etmiş; Türkiye’nin örgüte üyeliği konusunu kendisiyle özel olarak görüşmüş; ve yardımcısı Comert de Türkiye’nin örgüte katılması için yapması gereken zorunlu işlemleri Aras’a anlatmıştı. Buna göre: Milletler Cemiyeti’nin üye olmak isteyen devletleri davet etmek gibi bir yetkisi yoktu.
Üye olmak isteyen devlet, davet üye olmak isteyenin başvuruda bulunmasıdır; ancak, şayet bu prosedürü uygulamamız Türkiye Cumhuriyeti’nin örgüte katılmasına engel oluşturacaksa; bu durumda bu yasal uygulamanın bir yana bırakılması gerekir; çünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin Milletler Cemiyeti’ne katılmasının örgüt açısından çok büyük bir önemi vardır, diyecek ve bu konuda bir karar vermek üzere Genel Kurulu’nu toplantıya çağıracaktı.
Milletler Cemiyeti’nin 1 Temmuz 1932 günlü toplantısının tek gündem maddesi vardı: “Türkiye Cumhuriyeti’nin Milletler Cemiyetine Katılma Biçimi”…
Türkiye Cumhuriyeti, katılma prosedürü bir yana bırakılarak örgüt tarafından üyeliğe davet mi edilecekti, yoksa diğer ülkeler gibi Türkiye’den de başvuru dilekçesi vermesi mi istenecekti?
İspanya Delegesi Salvador de Madariaga, Türkiye Cumhuriyeti’nin örgüt prosedürü dışına çıkılarak davet edilmesini savunan 29 imzalı bir öneri sundu: “Biz Arnavutluk, Almanya,Avusturya, Avusturalya, İngiltere, Bulgaristan, Kolombiya, Küba, Danimarka, İspanya, Estonya, Finlandiya, Fransa, Yunanistan, Guatemala, Macaristan, İtalya, Japonya, Letonya, Yeni Zelanda, Panama, Hollanda, İran, Lehistan, Romanya, İsveç, İsviçre, Çekoslovakya, Yugoslavya delege kurulları, bir devletin Milletler Cemiyeti’ne üye olabilmesi için Antlaşmanın birinci maddesinde göz önünde tutulan genel koşulları Türkiye Cumhuriyeti’nin yerine getirmiş olduğunu görerek, Türkiye’nin Milletler Cemiyetine üye olmaya ve değerli işbirliğinden Cemiyeti yararlandırmaya davet edilmesini teklif ediyoruz.”
Milletler Cemiyeti’nin 6 Temmuz 1932 günlü toplantısında üye devlet delegeleri Türkiye’nin davet edilmesini savunan coşkulu konuşmalar yapmışlardı. Yunanistan delegesi Dışişleri Bakanı Mihalakopulos’un sözleri özetle şöyleydi:
“Türkiye Cumhuriyeti, Avrupa Birliği Komisyonu’nun çalışmalarına da eylemli olarak katılmış ve daima barış için çalışmakta içten isteğini açıkça göstermiştir. İnsanlığa daha iyi bir gelecek sağlamak için, Türkiye Cumhuriyeti, yapılacak davetin şerefine hak kazanmıştır… Yunan delegeler, Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne girmesini özellikle selamlayacaklardır.”
Avustralya delegesi Sir Granville Ryrie, sık sık alkışlarla kesilen konuşmasında şöyle diyordu:“Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne davet edilmesine dair öneriyi hararetle destekleriz. Bir çok kuşaklardan sürekazandım. Gelibolu’da, arkadaşlarım ve ben, Türklerin cesaretleri ve dayanma güçleri karşısında çok kez şaşkın kaldık. Türk ordularının Avustralya mitralyözlerine karşı ve Britanya donanmasının gülle yağmuru altında, korkusuzca ileri atıldıklarını gördük. Türklerin değerleri ve dayanma güçleri hakkındaki yüksek düşüncelerimi işte ben böyle elde ettim. Savaşın korkunç kötülüklerini bu kadar yakından gören bu milletin, gelecekteki çabalarını savaşa engel olmaya adayacağı kanısı o günden beri her türlü duygunun üstünde olarak bende kesinlikle yer etmiştir.
Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne girmesinin birinci derecede öneme sahip olduğunu düşünmekten kendimi alamıyorum.” İtalya delegesi Vittorio Scialoja’nın uzun konuşmasının özeti şuydu: “Avrupa’nın esaslı bir unsuru olan Türkiye’nin aramızdaki eksikliği açıkça belliydi. Öneriyi desteklemekle sadece Türkiye hakkındaki dostluğumuzu ve içtenliğimizi açıklamış olmuyor, aynı zamanda Gazi’nin aydın yönetiminde genç Akdeniz Devleti’nin doğuşunu memleketimin nasıl bir güvenlik duygusuyla karşıladığını ve gelişimini de izlediğini Genel Kurulumuz önünde tekrar perçinliyorum.”
Fransız Delegesi Paul Boncour, coşkulu konuşmasında özetle; “Türkiye’nin davet edilmesi için açıklanan duygulara katılmak üzere Fransa adına bizzat kendim gelmek istedim. Avrupa ile Asya arasında bir bağlılık kuran bu çok eski ülkenin Cemiyete katılması, izlenen evrensel değerlerin bir sembolüdür.” diyordu.
İngiliz delegesi Lord Londonderry: “Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne alınması, dünya çapında memnunluk doğuracaktır.. Türkiye çağırıyı kabul ederse, İngiltere hükümeti bunu ilk kabul edeceklerden biri olacaktır.” Japon delegesi Büyükelçi Naotake Sato: “Japonya, Batılılarca çok az tanınmış olduğu bir dönemde bile samimi ilişkilere sahip olduğu Büyük Türk Milletini olağanüstü bir memnunlukla karşılar.”
Alman Dışişleri Bakanı Baron Von Neurath adına konuşan Almanya temsilcisi Otto Goeppert: “Ünlü Başkanı Atatürk’ün isabetli yönetimi altında uluslararası barış yapıtında işbirliğine özellikle layık olan Büyük Türkiye Cumhuriyeti’nin davet edilmesini Almanya memnunlukla karşılar.” diyordu. Diğer ülkelerin delegeleri de söz alıp Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne özel olarak davet edilmesi gerektiğini savunan konuşmalar yaptıktan sonra, oylamaya geçilmiş ve bütün üyelerin oybirliği ile Türkiye’nin davet edilmesine karar verilmişti. Örgütün Genel Sekreteri Sir Eric Drummond, Milletler Cemiyeti’nde alınan davet kararını Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras’a gönderdiği bir mektupla bildirdi.
Bu davet, Türkiye’nin hiç bir konuda hiç bir yaptırımla karşılaşmaksızın hiç bir hesap sorulmaksızın, tüm geçmişinin uluslararası hukuka uygunluğu onaylanarak üyeliğe kabul edilmesi anlamına geliyordu.
Fransız Uluslararası Diplomasi Akademisi’nden Vasiliei Nitikine, Diplomasi Sözlüğü’nde yayımlanan ve “Davet’ten kısa süre önce yazdığı “Kürtler” başlıklı makalesinde şöyle diyordu: “Eğer bir gün Türkiye Milletler Cemiyeti’ne kabul edilmeyi talep ederse, Kürt etnik azınlığının varlığını dikkate alacağını, bütün azınlıkların statüsünün bu konuda Cenevre toplantısında kabul edilen ilkelere uygun olarak gözden geçirileceğine ve düzenleneceğine inanıyoruz.”
Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne “davet edilmesi”; Nikitine’in öngörüsünü boşa çıkartmıştı. Bu davet, Türkiye’nin hiç bir konuda hiç bir yaptırımla karşılaşmaksızın hiç bir hesap sorulmaksızın, tüm geçmişinin uluslararası hukuka uygunluğu onaylanarak üyeliğe kabul edilmesi anlamına geliyordu. Atatürk’ün Milletler Cemiyeti’ne üyelik başvurusunda bulunmayıp, Milletler Cemiyeti’nden “davet” beklemesinin hukuksal anlamı buydu. Bu davetle, Türkiye’nin toprak bütünlüğünün ve siyasal egemenliğinin dokunulmazlığı da Milletler Cemiyeti tarafından kabul edilmiş oluyordu. Bu, Atatürk’ün, 1919’dan bu yana Türkiye’nin bütünlüğünü parçalamaya çalışan Milletler Cemiyeti’ne karşı kazandığı en büyük zaferdi.
Türkiye Cumhuriyeti, Milletler Cemiyeti’nin davetine verdiği yanıtta, en başından itibaren o güne dek yaptığı bütün işlemlerin ve anlaşmaların, Milletler Cemiyeti ilkelerine ve uluslararası hukuka aykırılığının iddia edilemeyeceğini özellikle vurgulamaktan çekinmemişti. Türk Dışişlerinin davete yanıtı özetle şöyleydi:
Sayın Genel Sekreter, Genel Kurul adına yapılan davetinize karşı, Türkiye Cumhuriyetinin Milletler Cemiyeti’ne üye olmaya hazır olduğunu ve Türkiye’nin Milletler Cemiyeti üyesi olmayan devletlerle yaptıklarını da içine alan şimdiye kadar yapmış olduğu bütün sözleşmelerle üzerine almış olduğu yükümlülüklerin, Milletler Cemiyeti üyeliği görevi ile bağdaşmaz olmadıklarını bildirmekle onur duyarım. Bu hususta zaten Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne kabulünden önce imzalanan bütün anlaşmaların Milletler Cemiyeti üyeliği göreviyle bağdaşmaz olmadıklarını bildirmekle onur kazanırım. Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne kabulünden önce imzalanan bütün anlaşmaların Milletler Cemiyeti üyelerinin çoğununun imzalamış olduğu Paris Misakı’nın ruhuna uygun olarak yapıldığını belirtirim. Bu açıklamayı yaparken, Türkiye’nin
24.7.1923’de Lozan’da imzalanan sözleşmelerden doğan askeri nitelikteki yükümlülüklerden ötürü özel bir durumda bulunduğunu da eklemeyi görev bilirim…
Derin Saygılarımla… Dr. Tevfik Rüşdü
Türkiye Cumhuriyeti, Milletler Cemiyeti’nin davetine verdiği bu yanıtla; üyelik daveti öncesi gerçekleştirdiği hukuksal işlemlerden hiç birinin Milletler Cemiyeti ilkelerine aykırılığının iddia edilemiyeceğini, Milletler cemiyetine kabul ettirmiş oluyordu
Türkiye Cumhuriyeti, Milletler Cemiyeti’nin davetine verdiği bu yanıtla; gerek Sovyet Rusya ile imzalamış bulunduğu anlaşmaların; gerek gayrı müslimlerin Lozan’da kendilerine tanınan anlaşmalı azınlık konumundan feragat ederek öz yurttaşlar konumuna geçişlerine dair yapılan yasal işlemlerin; özetle üyelik daveti öncesi gerçekleştirdiği hukuksal işlemlerden hiç birinin Milletler Cemiyeti ilkelerine ve dolayısıyla uluslararası hukuka aykırılığının iddia edilemeyeceğini, Milletler Cemiyeti’ne kabul ettirmiş oluyordu. Türkiye’nin, Anadolu’daki etnik öbekleşmeleri nüfus içine dengeli bir biçimde yaymaya yönelik olarak daha önce çıkartıp uygulamış olduğu zorunlu iskan yasalarının Milletler Cemiyeti ilkelerine aykırılığı da iddia edilemeyecekti. Türkiye Cumhuriyeti’nin Milletler Cemiyeti tarafından üyeliğe davet edilmesi, Türkiye’nin o güne dek gerçekleştirdiği bütün iç ve dış hukuk işlemlerinin, Milletler Cemiyeti tarafından uluslararası hukuka uygun olarak kabul edilmesi anlamına geliyordu.
Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’nin Milletler Cemiyeti davetine verdiği yanıt, örgütün Genel Kurul’unda Başkan Hymans tarafından okunmuş; Türkiye’nin üyeliğinin kabul edildiğine ve Türk delegelerin dönem toplantılarına çağrılmasına ilişkin karar tasarısı, üye devletlerin oyuna sunulmuş; ve Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne üyeliği, toplantıda bulunan 43 üyenin oybirliğiyle kabul edilmişti.
İşte o gün, etnik ayrılıkçı örgütler için “kara bir gün”dü. O güne dek İran, Irak ve Suriye’de yuvalanmış, İngiliz Fransız parası ve silahlarıyla örgütlenerek Türkiye’ye sızıp yurttaşlarımızı etnik ayrılıkçı eylemlere katılmaya zorlayan; aşiretleri “ulus” diye etiketlendirip kışkırttıkları aşiret isyanlarını “ulusal kurtuluş savaşı” diye yutturan ve yabancıların buyruğuyla “intiafada”(!)lar, “serhildan”(!)lar gerçekleştirip, Ağrı dağının tepesinde Kürt Cumhuriyeti kurduk diye Milletler Cemiyeti’ne başvurup zılgıtlar çeken Herekol Azizan kod adlı Celadet Ali Bedirhan önderliğinde ayrılıkçı Hoybun örgütü; o gün karalar bağlamıştı. Güvendikleri İngilizlerin Fransızların kışkırtmasıyla Milletler Cemiyeti tarafından tanınacaklarına inandırılarak çıkardıkları Ağrı isyanının bastırılmasından sonra; bölmek istedikleri Türkiye, Milletler Cemiyeti tarafından davet edilmiş; o güne dek devlet olarak yaptığı bütün işlemlerin uluslararası hukuka uygunluğu tescil edilmiş; dahası toprak bütünlüğüyle siyasal egemenliği de Milletler Cemiyeti’nce onaylanmıştı. Milletler Cemiyeti o günden sonra Türkiye’de dinsel ya da etnik azınlıklardan ve bunlara ayrıcalıklar, özerklikler tanınmasından vs. söz edemeyecekti.
1930’ların etnik bölücü terör örgütünün başı Celadet Ali Bedirhan, Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne üyeliği haberinden sonra, iki yıl kendine gelemeyecek; Millet Cemiyeti’ne öfke kusan ve kendilerine ihanet etmekle suçlayan Fransızca bir kitapçık yazmakla geçirecekti günlerini: “De La Question Kurde”..
Bedirhan bu kitapçıkta özetle şöyle diyordu:
“Rus-Türk yakınlaşmasının ertesinde, müttefikler Kürt sorunuyla ilgilerini kestiler ve Kürtleri ulusal özlemleriyle birlikte Ankara’nın insafına terkettiler. (sf.16) Ankara, Milletler Cemiyeti’ne kabul edilişinin arifesinde, genel olarak azınlıkların çıkarlarını savunmak ve korumak ve üye devletlerin azınlıklarla ilgili yönetimlerini denetlemekle görevli olan Yüksek Kurula meydan okur gibi, 5 Mayıs 1932 Mecburi Iskan Yasasını hazırladı, resmen yayınladı ve uygulamaya sokmaya çalıştı. Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne kabulü sırasında hiç bir üye ülke Türkiye’deki azınlıklar rejimini tartışmayı uygun görmedi. Çünkü büyük güçlerin çıkarları böyle gerektiriyordu.” (sf.19)
O yılların bölücü silahlı örgüt elebaşılarından Dr. Nuri Dersimi de 1952 yılında Halep’te yayımlanan “Kürdistan Tarihinde Dersim” adlı kitabında, aynı olgulardan yakınıyordu:
“Sovyetlerle Türkler arasında dostluk anlaşmasına dayanarak Ruslar Kürt harekatına engel olacak derecede Türk kuvvetlerine yardımda bile bulunmuşlardı. ingiliz ve Fransızlar, bir taraftan Musul petrolleri ve diğer taraftan Fransızlarla Türklerin henüz çözülmemiş anlaşmazlıklarının kendi çıkarları doğrultusunda çözümlenmesi için Türklere karşı (etnik ayrılıkçı) Hoybun (örgütünün) faaliyetini kullanmışlardır. Türklerle olan sorunlarını çıkarlarına uygun şekilde hallettikten sonra (etnik ayrılıkçı) Hoybun (örgütünün) faaliyetlerine engel olmuşlardır. Hoybun, dünya siyasetinin gidişatına ayak uydurarak çalışmalarına son vermek zorunda kaldı.” (Sf. 252)
Atatürk Türkiyesi’nin Sovyet Rusya ile dostluk anlaşmaları ve 1932 yılında Milletler Cemiyeti’ne üyeliği, etnik ayrılıkçı bölücü örgütlerin dış kaynaklarını kurutmuş ve Dersim’i Tunceli’ye dönüştüren 1937-1938 harekatlarından sonra, yaklaşık kırk yıl boyunca hiç bir etnik ayrılıkçı örgüt bir daha silaha el sürememişti. Bu da, etnik ayrılıkçı örgütlerin dış güçler beslediği sürece var, dış destek kesildiği an yok oluverdiklerinin kesin, somut, yadsınamaz kanıtını oluşturuyor. Etnik ayrılıkçı örgütler, Türkiye’yi her zaman Milletler Cemiyeti’ne şikayet etmişlerdir. Ağrı İsyanı dolayısıyla Türkiye’yi suçlayan Celadet Ali Bedirhan imzalı şikayet dilekçeleri de, Dersim Olayları dolayısıyla Türkiye’yi kitle kıyımı yapmakla, zehirli gaz kullanmakla suçlayan Nuri Dersimi imzalı şikayet dilekçeleri de; Ermeni Taşnak Örgütünün Türkiye’yi soykırımcılıkla suçlayan şikayet dilekçeleri de; bunların hepsi 1946 öncesi Milletler Cemiyeti’nin arşivindedir.
Milletler Cemiyeti, Türkiye’ye yönelik bu gibi şikayetleri haklı bulmamış; incelemeye değer görmemiştir. Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne “davet”le girişi; girmeden önce gerçekleştirdiği bütün işlem ve tasarrufların uluslararası hukuka uygunluğunun, Milletler Cemiyeti üyesi bütün devletlerce kabul ve tescil edilmiş olduğu anlamına geldiği gibi; bu Cemiyet 1946’da Birleşmiş Milletler Örgütü’ne dönüşünceye dek Türkiye’nin yaptığı bütün işlem ve tasarrufların uluslararası hukuka uygunluğunun da yine üye devletlerce tescil edilmiş olduğu anlamına gelmektedir.
Atatürk, kurucusu olduğu Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin uluslararası hukuka uygunluğunu, “davet” yoluyla Milletler Cemiyeti’ne tescil ettirmekle; “Benim naciz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır, fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar olacaktır” sözünü eylemle perçinlemiştir. Atatürk’ün “Milletler Cemiyeti’ne Davetle Katılma” zaferi; herhangi bir devlet ya da uluslararası kuruluşun Türkiye’nin karşısına dikilip, parmağını sallayarak, “sen geçmişte şu suçu işlemiştin, geçmişte şu haksızlığı yapmıştın” diyerek tarihsel suçlamalarda bulunma hakkını ortadan kaldıran, ve böylesi densizlikleri boşa çıkartmaya yetecek bir dayanaktır.
Türkiye Cumhuriyeti, Milletler Cemiyeti’nin pasif bir üyesi olmamış, yönetsel görevler üstlenmiştir. 1934’te, Afganistan’ın Milletler Cemiyeti’ne üyelik başvurusunu incelemek üzere kurulan özel komisyonda başkanlık ve raportörlük görevi üstlenen Türkiye, 1934-1936 arası Milletler Cemiyeti Konseyi üyeliği ve 1935’de Milletler Cemiyeti Konseyi’nin 84’üncü ve 85’inci dönem başkanlığını üstlenmiş ve 1937’de Milletler Cemiyeti genel kurul başkanlığını yapmıştır. (Dr. Üner Kırdar, Milliyet, 15.11. 1971)
Türk Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras, 1937 yılında Türkiye adına Milletler Cemiyeti başkanı seçildiği zaman, eski başkan onu şöyle tanımlamıştır: “Genel Kurul, oybirliğiyle Türkiye birinci temsilcisi Sayın Rüştü Arası başkanlığa seçmiştir. Kendilerinin çok seçkin bir politik meslek yaşamları vardır ve üstün nitelikleri geniş görgü ve deneyimleri, sonsuz incelikleri ile, Milletler Cemiyetine katıldıkları ilk günden buyana herkesin derin sevgi ve saygılarını kazanmışlardır. Genel kurul kendilerini başkan seçmekle, yalnızca bu devlet adamı ve kuruluşun iyi hizmetkarına değil, aynı zamanda temsil ettikleri Mustafa Kemal Türkiyesi’ne ve ulusuna karşı duyduğu saygıyı da belirtmek istemiştir.”
Milletler Cemiyeti Genel Sekreteri, 10 Kasım 1938 günü ölüm haberini aldığında Atatürk’ü “Barışın Dahi Yapıcısı” olarak nitelendirmiş ve Milletler Cemiyeti’nin Atatürk’e duyduğu saygı ve hayranlığı bir kez daha belirtmek üzere, cenazesine özel bir temsilciler kuruluyla katılmıştır. (Dr. Üner Kırdar, Milliyet, 11.11.1971)
Bugün, özellikle de Atatürk dönemine sövgüler yağdırarak, Türkiye Cumhuriyeti’ne soykırım, toplu katliam gibi iftiralarda bulunan devletlere; kendilerinin geçmişte Atatürk’e ve Türkiye Cumhuriyeti’ne övgüler yağdırıp Milletler Cemiyeti’ne alkışlarla “davet” etmiş olduklarını anımsatacak kimse yok mu devletimizde?
Milletler Cemiyeti arşivindeki Türkiye ile ilgili bütün belgeleri, tıpkı basımları ve Türkçe çevirileri ile birlikte, anıtsal bir kitap halinde basarak; bu kitabı, hem ders kitabı hem de Türkiye’ye yöneltilen suçlamalara karşı yanıt olarak kullanmak; üniversitelerimize düşen en onurlu görevlerden biri değil midir?
***
Ölümünün 72. yılında, Atatürk’ü, “1932 Milletler Cemiyeti Zaferi”yle; başka bir deyişle, Türkiye Cumhuriyeti’nin bütün tasarruflarının uluslararası hukuka uygunluğunu tescil ettirerek, ülkemizi ölümünden sonra 40 yıl süreyle etnik ayrılıkçı terörden kurtarmış olan uluslararası diplomasi zaferiyle anıyorum.
Ve buruk bir şarkı dolanıyor dilime:
“Unutturamaz seni hiç bir şey; unutulsam da ben….”
Cengiz Özakıncı
Tevfik Rüştü Aras’ın yazmış olduğu kitap
Atatürk’ün Dış Politikası
1925’ten Atatürk’ün ölümüne kadar 13 yıl Dışişleri Bakanlığı yapmış olan Tevfik Rüştü Aras’ın bu kitapta yer alan makaleleri seçilirken, Atatürk’ün dış politikasını mümkün olduğunca ortaya koyan yazıların bir araya getirilmesine özen gösterildi.
“Atatürk’ün dış politikası” denince, ilk akla gelen kuşkusuz “Yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesidir. Tevfik Rüştü Aras’ın bu konuda söyledikleri Atatürkçü dış politikanın bir özetidir. Barışın korunması konusunda son derece gerçekçi saptamalarda bulunan Aras, kitapta yer alan çesitli makalelerinde Türkiye-Sovyetler Birligi dostluğuna özel bir önemle vurgu yapıyor ve Atatürk döneminde olduğu gibi bu ülkeyle yeniden yakın ve dostane ilişkiler kurulmasını tavsiye ediyor.
***
HAVADAN ATIP KONUŞANLARA,
GÜNDEM YARATIP
İNSANLARIN KAFALARINI KARIŞTIRANLARA DA
DERS OLARAK OKUTULSUN.
HATTA GÖZLERİNE SOKULSUN !!!
AKM Belleten – Cumhuriyet Tarihinde Bugün 12 Temmuz * Türk Dil Kurumu Kuruluşu
Atatürk’ün 1932 yılında başlattığı dil devrimi çalışmalarına, milli kültür politikasının gerekli kıldığı bir anlayışla eğilmiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin devlet felsefesinin temelinde, Türk toplumunu çağdaş medeniyet seviyesinin ön safına çıkarma amacı yer aldığına göre, dilimizin de uzun vadede böyle bir medeniyet seviyesinin gerekli kıldığı bütün kelime, kavram ve terimleri karşılayabilecek bir kültür dili durumuna getirilmesi gerekiyordu. Atatürk’ün çabaları ile, Türkçe’nin bütün sorunları bir bütün olarak düşünülmüş, sistemli bir şekilde başarılı çözümlere ulaştırılmaya çalışılmıştır.
Türk Dil Kurumu. “Dilimiz çok zengindir, güzeldir. Bunu ortaya çıkaracaklar, sizin gibi duygusu derin, yorulmaz Türk gençleridir. Türkçemizi günün en ileri bilgi dili yapmak, değerli araştırmanızdan beklenir. Sizlere uğurlar dilerim.” (27 Ağustos 1932) Mustafa Kemal Atatürk
Tarihçe:
Türk Dil Kurumu, Türk Dili Tetkik Cemiyeti adıyla 12 Temmuz 1932’de Atatürk’ün talimatıyla kurulmuştur. Cemiyetin kurucuları, hepsi de milletvekili ve dönemin tanınmış edebiyatçıları olan Sâmih Rif’at, Ruşen Eşref, Celâl Sahir ve Yakup Kadri’dir. Kurumun ilk başkanı Sâmih Rif’at’tır. Türk Dili Tetkik Cemiyetinin amacı, “Türk dilinin öz güzelliğini ve zenginliğini meydana çıkarmak, onu yeryüzü dilleri arasında değerine yaraşır yüksekliğe eriştirmek” olarak tespit edilmiştir. Atatürk’ün sağlığında, 1932, 1934 ve 1936 yıllarında yapılan üç kurultayda hem Kurumun yönetim organları seçilmiş, hem dil politikası belirlenmiş, hem de bilimsel bildiriler sunulup tartışılmıştır. 26 Eylül-5 Ekim 1932 tarihleri arasında Dolmabahçe Sarayı’nda yapılan Birinci Türk Dili Kurultayı sonunda Kurumun “Lügat-Istılah, Gramer-Sentaks, Derleme, Lenguistik-Filoloji, Etimoloji, Yayın” adları ile altı kol hâlinde çalışmalarını sürdürmesi kabul edilmiştir. Sonraki kurultaylarda bu kollardan bazıları ayrılmış, bazıları tekrar birleştirilmiş; fakat ana çatı değiştirilmemiştir. 1934’te yapılan kurultayda Cemiyetin adı, Türk Dili Araştırma Kurumu; 1936’daki kurultayda ise Türk Dil Kurumu olmuştur.
Türk Dil Kurumu başlangıçtan beri çalışmalarını iki ana eksen üzerinde yürütmüştür:
1. Türk dili üzerinde araştırmalar yapmak, yaptırmak;
2. Türk dilinin güncel sorunlarıyla ilgilenerek çözüm yolları bulmak.
Atatürk’ün kendisi de Türk dili üzerindeki yerli ve yabancı araştırmaları bizzat inceleyerek, dönemindeki bilginleri Türk dili üzerinde araştırmalar yapmaya yönlendirmiştir. Nitekim Türk dilinin en eski anıtları olan Göktürk (Runik) yazılı metinlerin ilk iki cildi onun sağlığında yayımlanmış; 1940’larda yayın hayatına çıkabilen Divanü Lügati’t-Türk, Kutadgu Bilig gibi eserler üzerinde de yine onun sağlığında çalışılmaya başlanmıştır. Daha sonra birçok cilt hâlinde ortaya çıkacak olan Tarama ve Derleme Sözlüğü’yle ilgili çalışmalar da Atatürk’ün sağlığında başlamıştır. Tarama Sözlüğü, 13. yüzyılda başlayan Batı Türkçesinin eski eserlerinin taranmasıyla; Derleme Sözlüğü, Anadolu ağızlarında kullanılan kelimelerin derlenmesiyle oluşturulmuş büyük sözlüklerdir. Çağdaş Türkçenin grameri, sözlüğü, imlâsı ve terimleriyle ilgili çalışmalar da Atatürk tarafından ilgiyle izlenmiştir.
Türk Dil Kurumunun kuruluşuyla birlikte çağdaş Türkçede çok hızlı bir arılaştırma akımı da başlamıştır. Bizzat Atatürk’ün öncülük ettiği, Türk dilinin yabancı kökenli sözlerden temizlenmesi akımı 1935 güzüne kadar sürmüş; halkın diline girip yerleşmiş kelimelerin dilden atılması işleminden bu tarihte vazgeçilmiştir. Atatürk’ün ölümünden sonra öz Türkçe akımı Türk aydınları arasında sürekli tartışılan bir konu olmuş ve özellikle 1960’tan sonra Türk Dil Kurumu bu akımın öncülüğünü yapmaya devam etmiştir. 1980’den sonra tartışmalar durulmuş, bilimsel çalışmalar hız kazanmıştır.
Atatürk, ölümünden kısa bir süre önce yazdığı vasiyetname ile mal varlığını Türk Dil Kurumu ile Türk Tarih Kurumuna bırakmıştır. Bu iki kurumun bütçesi bugün de Atatürk’ün mirasından karşılanmaktadır. Bu miras bugün Türkiye’nin en büyük bankalarından biri olan Türkiye İş Bankası sermayesinin %28,9’unu oluşturmaktadır.
Türk Dil Kurumunun yapısıyla ilgili ilk önemli değişiklik 1951 yılındaki olağanüstü kurultayda yapılmıştır. Atatürk’ün sağlığında Millî Eğitim Bakanının Kurum başkanı olmasını sağlayan tüzük maddesi 1951’de değiştirilmiş; böylece Kurumun devletle bağlantısı koparılmıştır. İkinci önemli yapı değişikliği 1982-1983 yıllarında gerçekleştirilmiştir. 1982’de kabul edilen ve şu anda da yürürlükte olan Anayasa ile Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu, bir Anayasa kuruluşu olan Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu çatısı altına alınmış; böylece devletle olan bağlar yeniden ve daha güçlü olarak kurulmuştur.
Atatürk, 1 Kasım 1936’da Türkiye Büyük Millet Meclisinin V. dönem 2. yasama yılını açış konuşmasında Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu’nun geleceği ile ilgili dileklerini şu sözlerle dile getirmişti:
Başlarında değerli Eğitim Bakanımız bulunan, Türk Tarih Kurumu ile Türk Dil Kurumunun her gün yeni gerçek ufuklar açan, ciddî ve aralıksız çalışmalarını övgü ile anmak isterim. Bu iki ulusal kurumun, tarihimizin ve dilimizin, karanlıklar içinde unutulmuş derinliklerini, dünya kültüründe başlangıcı temsil ettiklerini, kabul edilebilir bilimsel belgelerle ortaya koydukça, yalnız Türk ulusunun değil, bütün bilim dünyasının ilgisini ve uyanmasını sağlayan, kutsal bir görev yapmakta olduklarını güvenle söyleyebilirim. (Alkışlar)Tarih Kurumunun Alacahöyük’te yaptığı kazılar sonucunda, ortaya çıkardığı beş bin beş yüz yıllık maddî Türk tarih belgeleri, dünya kültür tarihinin yeni baştan incelenmesini ve derinleştirilmesini gerektirecektir. Birçok Avrupalı bilim adamının katılması ile toplanan son Dil Kurultayının aydınlık sonuçlarını görmekle çok mutluyum. Bu ulusal kurumların az zaman içinde ulusal akademilere dönüşmesini dilerim. Bunun için, çalışkan tarih, dil ve bilim adamlarımızın, bilim dünyasınca tanınacak orijinal eserlerini görmekle mutlu olmanızı dilerim.
Atatürk’ün bu dileği dikkate alınarak her iki kurum da böylece akademik bir yapıya kavuşturulmuştur.
Bugün Türk Dil Kurumu, 20’si Yüksek Öğretim Kurumu; 20’si Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Yüksek Kurulu tarafından seçilen 40 asıl üyeye sahiptir. Üyelerin büyük çoğunluğu Türk üniversitelerinde çalışan Türkologlardır. Başbakanın önerisiyle Cumhurbaşkanınca tayin edilen Kurum Başkanı ve 40 asıl üye Bilim Kurulunu oluşturur. Kurumun bilimsel çalışmaları bu kurul tarafından plânlandığı gibi yönetim işlerini üstlenen Yürütme Kurulu ile bilimsel çalışmaları yürüten Kol ve Komisyonların üyeleri de bu kurul tarafından seçilir.
Bilimsel çalışmaları yürüten kollar şunlardır:
1. Sözlük Bilim ve Uygulama Kolu,
2. Gramer Bilim ve Uygulama Kolu,
3. Dil Bilimi Bilim ve Uygulama Kolu,
4. Terim Bilim ve Uygulama Kolu,
5. Ağız Araştırmaları Bilim ve Uygulama Kolu,
6. Kaynak Eserler Bilim ve Uygulama Kolu.
Türkiye Türkçesinin çağdaş sözlüğünü sürekli geliştirerek yayımlayan ve Genel Ağ ortamında sürekli güncelleyen Türk Dil Kurumu, İmlâ Kılavuzu’nu 2000 yılında yayımlamış olup, 2004 yılında İlköğretim Okulları için İmlâ Kılavuzu’ nu yayımlamıştır. 1998 yılı içinde 9. baskısı çıkmış olan Türkçe Sözlük’te 75.000 civarında kelime yer almıştır.
Son dönemde, yılda 30-40 bilimsel eseri yayın dünyasına kazandıran Türk Dil Kurumunun üç süreli yayını da bulunmaktadır. Güncel dil konularını ve geniş kitlenin anlayacağı dilde yazılmış araştırmaları içine alan Türk Dili dergisi ayda bir yayımlanmaktadır. Altı ayda bir yayımlanan Türk Dünyası Dil ve Edebiyat Dergisi; Kazak, Kırgız, Tatar vb. Türk topluluklarının dil ve edebiyatlarıyla ilgili araştırmalara yer verir. Türk Dili Araştırmaları Yıllığı-Belleten ise tamamen bilimsel araştırmaları içine alır ve yılda bir sayı yayımlanır.
Türk Dil Kurumunda şu anda, üç proje yürütülmektedir:
1. Türklük Bilimi (Türkoloji) Alanında Yabancıların Eserlerinin Türkçeye Çevrilmesi Projesi,
2. Türk Dünyası Destanlarının Tespiti, Türkiye Türkçesine Aktarılması ve Yayımlanması Projesi,
3. Mühendislik Terimleri Sözlüğü Projesi.
Kurumumuzun biten projeleri ise şunlardır:
1. Türkiye Türkçesi Sözlükleri Projesi,
2. Karşılaştırmalı Türk Lehçeleri ve Şiveleri Sözlüğü ve Grameri Saha Araştırması Projesi,
3. Türkiye Türkçesi ve Tarihî Devirler Yazı Dilleri Grameri Projesi,
4. Göktürk (Runik) Yazılı Belge, Yazıt ve Anıtların Albümü Projesi.
Türk Dil Kurumu 800’e ulaşan yayını, 40 Bilim Kurulu üyesi, 17 uzmanı, 56 çalışanı ve zengin bir araştırma kütüphanesiyle Türkiye’nin saygın bilim kuruluşlarından biri olarak çalışmalarını sürdürmektedir.
Atatürk Ve Türk Dil Kurumu
TDK’nin kurucu ve koruyucu başkanı Yüce Atatürk, 12 Temmuz 1932 tarihinden itibaren ölünceye dek TDK ile yakından ilgilenmiş; çalışmalarını takip etmiş, bazen Genel Merkez Kurulu ve Terim Kolu toplantılarına başkanlık etmiş, bazen de bazı yönetici ve üyelerle sofrasında uzun uzadıya Kurum çalışmalarını ele almış, yönlendirici uyarılarda, tavsiyelerde bulunmuştur. Bu yazımızda, Atatürk’ün hayatında TDK’nin nasıl yer aldığını, tarih sırasına göre kısaca açıklamaya çalışacağız:
11 Temmuz 1932: I. Türk Tarihi Kurultayı’nda seçilen Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti (Türk Tarih Kurumu) Merkez Heyeti üyelerinden Âfet (İnan), Yusuf (Akçura), Sâmih Rifat, Sadri Maksudî (Arsal), Hâmit Zübeyr (Koşay) ve Macar Prof. Zayti Ferenç, Cumhurbaşkanı ve Türk Tarihi Tetkik Cemiyetinin de kurucu ve koruyucu (hami) başkanı Gazi Mustafa Kemal tarafından Çankaya Köşkü’ne davet edilirler. Prof. Clemens Holzmeister’in planını çizdiği yeni köşke henüz taşınılmıştır. Ruşen Eşref (Ünaydın) Bey de köşke davetlidir.
Türk tarihiyle ilgili konular görüşüldükten sonra Gazi, şu soruyu sorar:
-“Dil işlerini düşünme zamanı da gelmiştir. Ne dersiniz?”
Düşüncesinin sevinçle karşılanması üzerine:
-“Öyle ise Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti gibi bir de ona kardeş bir dil cemiyeti kuralım. Adı, Türk Dili Tetkik Cemiyeti olsun” der.
O akşam, Gazi’nin önerisiyle Sâmih Rifat Bey Başkan, Ruşen Eşref Bey Umumi Kâtip (genel yazman) olurlar. Ruşen Eşref Bey’in önerisi üzerine de Yakup Kadri (Karaosmanoğlu) ve Celâl Sahir (Erozan) Beyler de kurucu üyeliklere uygun görülürler. Ertesi gün, kuruluş izninin alınması kararlaştırılır.
12 Temmuz 1932: Türk Dili Tetkik Cemiyeti (TDTC)’nin İçişleri Bakanlığından kuruluş izni alındı. İzinnamenin ekindeki Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti tüzüğünün benzeri ilk tüzük de yürürlüğe girdi.
18 Ağustos 1932: Gazi Mustafa Kemal, TDTC’nin kuruluş amacı ve yapması gereken çalışmalar konusunda gazeteci Yunus Nadi (Abalıoğlu) ile Yalova’da görüştüler. Yunus Nadi Bey, o sırada hazırlıkları sürdürülen I. Türk Dili Kurultayı’nı düzenleyen TDTC Teşebbüs Heyeti üyesiydi. Gazi’nin düşüncelerine çok değer verdiği bir yazardı. Kurul (heyet) toplantılarına düzenli olarak katılamadığından, daha sonra yerine başka bir üye alındı. TDTC kurulalı henüz bir ay geçmişti. Cumhuriyet gazetesinin 21 Ağustos 1932 tarihli baskısında yer alan ve Söylev ve Demeçler kitabına girmemiş “Gazi Hz. ile Bir Hasbıhâl” başlıklı makalede yayımlanmış bu sohbette şunlar konuşulmuştur:
“Büyük Reis ve Rehber, birkaç gün evvel kendilerini Yalova’daki son ziyaretimizde maksadın Türk milletine kendi mazisinde mevcut ve kendi mazisinden mevrus (miras) ve bu itibar ile bittabi daha mütekâmil (gelişmiş) şekiller ile istikbaline de şamil kendi kültürünü ortaya çıkararak göstermek olduğunu izah ettikten sonra Türk Dili Cemiyetinin bu yoldaki mesaisinden ortaya cidden hayret olunacak neticeler, yani hakikatler çıkması muhakkak bulunduğunu bütün bir emniyet ve kuvvetle beyan buyurdular ve:
-“İsterseniz”, dediler, “evvela mevzuubahsimiz olan kültür kelimesini ele alalım.”
Şöylece bir tesadüf bu kelime bile bizi tenvire (aydınlatmaya) kifayet etti.
Bunları söyleyerek büyük reis bize yanlarındaki bir kitabı uzatarak:
-“Evvela”, dediler, “bu kitabın ismini, müellifini (yazarını) ve basma tarihini okuyunuz.”
Okuduk:
-Lûgat-i Çağatay. Müellifi Şeyh Süleyman Efendi Buharî. İstanbul 1298
Sonra da:
-“Şimdi”, dediler, “bu kitapta kilturmak kelimesini bulunuz!”
Bulduk.
-“Kelimenin karşısındaki mana izahlarını okuyunuz.” dediler.
Şöylece okuduk:
-Getürmek, ihzar, isal. İrat ve peyda etmek. Sevk ve ikame etmek. Takarrür.
Bundan sonra Gazi Hz. şunları söylediler:
-“Türkçe fiillerinde mek ve mak lahikalarının (eklerinin) kaldırılmasıyla geri kalan maddenin asıl kelime olduğunu bilirsiniz. Kilturmak fiilinin asıl maddesi kilturdur demek. Fransızca, İngilizce, Almanca gibi belli başlı Garp dillerinde pek az telaffuz farkıyla kullanılan kültür kelimesi ile bu kiltur kelimemiz arasında telaffuz itibarıyla olduğu gibi mana itibariyle de mevcut olan kuvvetli tetabuka (uygunluğa) dikkat etmemek mümkün müdür? Malûmdur ki garp dillerinde kültürün manası hem maddidir, hem manevi. Türkçede de aynı. Nihayet Çağatayî Türkî de yapılacak işe takarrür edecek son şeklini vermeye kiltur diyor. Frenk tarlayı ekmeye kültür dediği gibi ulum ve fünunda tekemmül muhassalasına da kültür diyor. Şeyh Süleyman Efendi Buharî’nin bu kiltur kelimesini Garp lisanlarından almamış olduğuna şüphe yok. Öyle bir şey hatıra dahi gelemez. Bu zatın Türk dilleri şubelerinden Çağataycanın kelimelerini toplamış ve onların manalarını yazmış olduğu meydandadır. Pek ufak bir telaffuz farkıyla kelime bütün manaları itibarıyla Asya’da ve Avrupa’da aynıdır. Acaba onun asıl menşei Asya mıdır, Avrupa mıdır? Burasını tetkike çok zaman ve imkânımız vardır. Fakat şimdiden söylenebilir ki kelime esasen Asyalıdır. Avrupa’nın hâlen çok müterakki (ileri) olduğunda şüphe olmayan kültürü dahi aslen Türk’tür demek olur…
Filhakika biz kültür kelimesini Garp medeniyetinde gördükten sonra onu Arapça bir kelime ile ifade etmek için hars kelimesini almışız. Hars ve haraset, kültürün aslına ve iştikaklarına maddi ve manevi manalarıyla tetabuk eden (uygun düşen) bir kelimedir. Garp dillerindeki kültür kelimesine menşe olarak Latince kültüra (cultura) ve kültive (cultiver) mukabili olarak da kültivare (cultivare) kelimelerini buluyoruz ki aynı ile hars ve haraset demektir. Fakat şimdi asıl Türk dilinde kiltur kelimesini buluyoruz, bunun da aynen kültür demek olduğunu görüyoruz.”
Gazi Hz.nin bu yolda verdikleri izahlara ve tafsillere (açıklamalara) nazaran yukarıya kaydetmiş olduğumuz bu kültür ve kiltur tetabuku şöylece ilk misallerden biridir. İlk tetkiklerin umumi bir göz gezdirişten ibaret olan ilk araştırmaları ortaya şimdiden böyle yüzlerce misal koymuştur. Bu tetkikler ise yoktan bir şey icat etmek veya yakıştırmak için yapılmıyor. Evvela Türk’ün tarihi tespit olunmuştur. Bu tarih, tarihe hâkim olan bir hayattır. Ondan sonradır ki şimdi bu hakikatin diğer evsaf ve eşkâli üzerinde çalışmaya geçilmiştir. Vereceği müspet neticeler evvelinden bilinerek diyebiliriz ki Türk’ün kültürü uyanmıştır, ayaklanıyor. (Yunus Nadi)
27 Ağustos 1932: Gazi Mustafa Kemal, TDTC’yi kurarak Dil Devrimi çalışmalarına başlaması dolayısıyla kendisini kutlayan Sivas Millî Türk Talebe Birliği Araştırma Heyetinin telgrafını cevaplandırdılar:
Millî Türk Talebe Araştırma Heyetine:
“Dilimiz çok zengindir, güzeldir. Bunu ortaya çıkaracaklar, sizin gibi duygusu derin, yorulmaz Türk gençleridir. Türkçemizi günün en ileri bilgi dili yapmak, değerli araştırmanızdan beklenir. Sizlere uğurlar dilerim.”
2 Eylül 1932: Gazi Mustafa Kemal, Dolmabahçe Sarayı’nda TDTC Başkanı Sâmih Rifat, Umumi Kâtip (Genel Yazman) Ruşen Eşref (Ünaydın) ve TDTC Teşebbüs Heyetinden gazeteci Yunus Nadi (Abalıoğlu) ile görüştüler. O günlerde Sâmih Rifat Bey çok hastaydı. Gazi’nin emriyle Sarayda TDK’ye bir büro tahsis edilmiş, bir odaya da Sâmih Rifat Bey yatırılmıştı. Doktor gözetiminde, hasta yatağından Kurultay hazırlıklarını yürütmekteydi. Basına herhangi bir açıklama yapılmamış olmakla beraber, söz konusu görüşmede Kurultay hazırlıkları üzerinde durulduğu kesindir.
5 Eylül 1932: Gazi’nin emriyle ünlü şair Yahya Kemal (Beyatlı) Paris Büyük Elçiliğine çekilen bir telgrafla I. Türk Dili Kurultayı’na davet edildi. Telgraf Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Y. Hikmet (Bayur) imzasıyla çekilmiştir.
10 Eylül 1932: Atatürk’ün Nöbet Defteri; Gazi, I. Türk Dili Kurultayı Düzenleme Kurulu (TDTC Teşebbüs Heyeti) üyelerinden Ruşen Eşref (Ünaydın), Ragıp Hulûsi (Özdem), Ahmet İhsan (Tokgöz), Ruşenî (Barkın), İhsan (Sungu) ve Ahmet Cevat (Emre) ile Dolmabahçe Sarayı’nda görüştüler. Bu görüşmelerin toplu veya tek tek yapıldığı hakkında elimizde bir belge yok. Ancak, her ne şekilde olursa olsun Kurultay hazırlıkları ve sunulacak tezler üzerinde durulduğunu kesinlikle söyleyebiliriz. Kurultay’ın 26 Eylül 1932 tarihinde Dolmabahçe Sarayı’nda toplanacağı gerçeğinden yola çıkarak bu kanıya ulaşmış bulunuyoruz. Hastalığı sebebiyle Başkan Sâmih Rifat, yatağından kaldırılmamış olmalıdır.
15 Eylül 1932: Gazi, Dolmabahçe Sarayı’nda I. Türk Dili Kurultayı Düzenleme Kurulundan Ruşen Eşref (Ünaydın), Ahmet İhsan (Tokgöz), Ahmet Cevat (Emre), Prof. Ragıp Hulûsi (Özdem), Ruşenî (Barkın), Celâl Sahir (Erozan), Reşat Nuri (Güntekin), Hasan Âli (Yücel) ve Prof. Dr. Saim Ali (Dilemre) Bey’le görüştüler. Bu görüşmeler sırasında da I. Türk Dili Kurultayı hazırlıklarının gözden geçirildiğine şüphe yoktur. Kurucu ve Koruyucu Başkan, Kurultay’da sunulacak tezleri önceden okuyup bilgi sahibi olmaktaydı. Başkan Sâmih Rifat’ın yatağından kaldırılıp hırpalanmamasına dikkat edilmiştir görüşündeyiz.
20/21 Eylül 1932: Atatürk’ün İstanbul’daki hayatını, çalışmalarını gün gün inceleyen Niyazi Ahmet Banoğlu’na göre, Gazi bu günlerde de Dolmabahçe Sarayı’nda I. Türk Dili Kurultayı’nı düzenleyen TDTC Teşebbüs Heyeti üyeleriyle toplantılar yapmış, Kurultay’da sunulacak tezleri incelemiştir. Her ne kadar, Atatürk’ün günlük çalışmalarının not edildiği Nöbet Defteri’nde bu konuda bir bilgi bulunmamaktaysa da, Gazi’nin dil konusuna verdiği önem dolayısıyla verilen bilginin doğru olduğuna inanıyoruz.
21 Eylül 1932: Gazi’nin emri üzerine Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliğince Sofya’da yaşayan Ermeni Dil Bilgini Agop Martayan’a (Ata’nın isteği üzerine TDK’de görev alarak 1936-1978 yılları arasında çalıştı. Soyadı, Ata tarafından “Dilaçar” olarak verildi.) I. Türk Dili Kurultayı’na yetişmek üzere vize verilmesi hakkında Dahiliye (İçişleri) Vekili (Bakanı) Şükrü Kaya’ya bir telgraf yazıldı ve Agop Martayan Kurultay’a katıldı.
22 Eylül 1932: Gazi, Dolmabahçe Sarayı’nda I. Türk Dili Kurultayı’nı düzenleyen TDTC Teşebbüs Heyeti üyelerinden Ruşen Eşref (Ünaydın), Ragıp Hulûsi (Özdem), Ruşenî (Barkın), Ahmet İhsan (Tokgöz), Hasan Âli (Yücel), Celâl Sahir (Erozan), İhsan (Sungu), Ahmet Cevat (Emre), Reşat Nuri (Güntekin) ve Prof. Dr. Saim Ali (Dilemre) Beylerle görüştüler. Bu görüşmelerde Kurultay hazırlıklarının gözden geçirildiği kesindir.
24 Eylül 1932: I. Türk Dili Kurultayı’nı düzenleyen kurul üyeleri ve bazı dil bilginleri, Gazi’nin başkanlığında saat 15.00’te Dolmabahçe Sarayı’nda toplandılar. Saat 15.00’te başlayıp gece yarısına değin süren toplantıda iki gün sonra başlayacak olan Kurultay’da sunulacak tezler gözden geçirildi. Başkan Sâmih Rifat Bey yine yataktaydı. Son gücünü açılış gününe saklıyordu. Toplantıya Ruşen Eşref (Ünaydın), Ragıp Hulûsi (Özdem), Ruşenî (Barkın), Ahmet İhsan (Tokgöz), Hasan Âli (Yücel), Celâl Sahir (Erozan), İhsan (Sungu), Ahmet Cevat (Emre), Reşat Nuri (Güntekin), Dr. Saim Ali (Dilemre) ve Sofya’dan Gazi’nin isteği üzerine gelen Ermeni dil bilgini Agop Martayan (Dilaçar) katıldılar.
26 Eylül 1932: Cumhurbaşkanı, Kurucu ve Koruyucu Başkan Gazi Mustafa Kemal, 13.30-19.00 saatleri arasında, Dolmabahçe Sarayı’nda çalışmalarına başlayan I. Türk Dili Kurultayı’nın açış toplantısında hazır bulundular. Kurultay açış konuşmalarını ve oturumda sunulan Sâmih Rifat Bey’in “Türkçenin Ari ve Sami Lisanlarla Mukayesesi” başlıklı konferansını dinlediler.
27 Eylül 1932: Gazi Mustafa Kemal, konuğu ABD Genelkurmay Başkanı Gen. Mc Arthur’la birlikte saat 14.00-18.00 arasında I. Türk Dili Kurultayı çalışmalarını izlediler. Ahmet Cevat (Emre), Prof. Dr. Saim Ali (Dilemre) ve Agop Martayan (Dilaçar)’ın tezlerini ve tartışmalarını dinlediler. Ayrıca, Ruşen Eşref (Ünaydın) ve Celâl Sahir (Erozan) Bey’le bir süre görüştüler.
28 Eylül 1932: Gazi Mustafa Kemal, saat 14.00’ten itibaren Kurultay toplantı salonunu teşrif ederek; Mehmet Saffet, Hakkı Nezihi, Artin Cebeli ve Prof. Yusuf Ziya (Özer) Beylerin tezlerini dinlediler. Ayrıca TDTC yöneticilerden Ruşen Eşref (Ünaydın) ve Celâl Sahir (Erozan) Beylerle görüştüler. 29 Eylül 1932: Gazi, öğleden sonra (14.00-18.00) Dolmabahçe Sarayı’ndaki Kurultay toplantı salonunda Prof. Ragıp Hulûsi (Özdem), Sâmih Rifat ve Hasan Âli (Yücel) Beylerin tezlerini dinlediler.
1 Ekim 1932: Öğleden sonra 14.00’te Kurultay toplantı salonunu teşrif ederek; Köse Raif Paşaoğlu Fuat, Abdullah Battal (Taymas), Bedros Zeki (Usman) Beylerin tezlerini ve tartışmalarını dinlediler. Ayrıca, TDTC yöneticilerinden Kurultay düzenleyicilerinden Ruşen Eşref (Ünaydın), Ruşenî (Barkın), Hasan Âli (Yücel), Ali Canip (Yöntem), Celâl Sahir (Erozan), Ahmet Cevat (Emre) Beylerle de bir süre görüştüler.
2 Ekim 1932: Gazi, Niyazi Ahmet Banoğlu’nun yazdığına göre bugün de Dolmabahçe Sarayı’nda Kurultay çalışmalarına katıldılar. Dil tartışmalarını dinlediler. O gün, Hüseyin Cahit (Yalçın) ve Faik Âli (Ozansoy) Beyler tezlerini sunmuşlardır. Hüseyin Cahit Beyin tezi tartışma yaratmıştır. Hasan Âli (Yücel), Ali Canip (Yöntem), Fazıl Ahmet (Aykaç), Dr. M. Şükrü (Akkaya), Sâmih Rifat, Sadri Etem (Ertem) ve Namdar Rahmi (Karatay) söz alarak bu tez üzerinde görüşlerini açıklamışlardır.
3 Ekim 1932: Gazi, öğleden sonra (14.00-18.00) Kurultay toplantı salonunu teşrif ederek Halit Ziya (Uşaklıgil), Ahmet Cevat (Emre), Ali Canip (Yöntem), Reşat Nuri (Güntekin) Beylerin tezlerini dinlediler. Ayrıca; Kurultay’ı düzenleyenlerden Ahmet İhsan (Tokgöz), Ali Canip (Yöntem), Ahmet Cevat (Emre), Prof. Dr. Saim Ali (Dilemre), İhsan (Sungu) ve Ruşenî (Barkın) Beylerle bir süre görüştüler.
4 Ekim 1932: Öğleden sonra (14.00-19.00) Kurultay çalışmalarını takip ederek; Prof. Dr. Saim Ali (Dilemre), İhsan (Sungu), Ruşenî (Barkın), Ahmet İhsan (Tokgöz), Fuat (Köprülü), Besim (Atalay) Beylerle, Mediha Muzaffer Hanımın tezlerini dinlediler. Toplantıdan sonra Celâl Sahir (Erozan), Ruşenî (Barkın), Ahmet İhsan (Tokgöz), Falih Rıfkı (Atay), Prof. Yusuf Ziya (Özer), Besim (Atalay) Beylerle görüştüler. Gazi’nin, Kurultay’ın günlük çalışmalarının ardından Kurultay düzenleyicilerinin bazılarıyla yaptığı görüşmelerde o günkü çalışmaları değerlendirdiği görüşündeyiz.
5 Ekim 1932: Gazi Mustafa Kemal, öğleden sonra (14.00-16.00) Kurultay’ın son oturumunda hazır bulundular. Tüzük değişikliği ve program çalışmalarını izlediler. Seçimlerden önce salondan ayrıldılar. Kurultay kapandıktan sonra Boğaziçi’nde tekneyle bir gezinti yapıp 20.00’de Dolmabahçe Sarayı’na döndükten sonra Kurultay’da TDTC Umumî (Genel) Merkez Heyetine (Kuruluna) seçilen Başkan Sâmih Rifat, Genel Yazman (Umumi Kâtip) Ruşen Eşref (Ünaydın), Sayman (Muhasip) Besim (Atalay), Celâl Sahir (Erozan), Ahmet Cevat (Emre), Prof. Ragıp Hulûsi (Özdem), Hâmit Zübeyr (Koşay), Hasan Âli (Yücel) ve İbrahim Necmi (Dilmen) Beylerle Maarif Vekili Dr. Reşit Galip (Baydur) Beyi, ayrıca Kurultay düzenleme kurulundan Ali Canip (Yöntem) ve Ruşenî (Barkın) Beyleri kabul ettiler. Bu kabulde, Gazi’nin Merkez Heyeti üyelerini tebrik ettiği, başarılar dilediğini tahmin etmek güç olmasa gerek. Ayrıca, Kurultay’ın değerlendirilmesinin yapıldığını da bu tahmine ekleyebiliriz. Gazi, aynı gün, Kurultay’ın tamamlanması dolayısıyla Başbakan İsmet (İnönü) Bey’e bir telgraf göndererek; “Kurultay’ın değerli çalışmasından, yüksek duygular ortaya koymasından ne kadar sevindiğini” bildirmişlerdir. Telgrafta ayrıca Kurultay’ın kapanışında İsmet Bey’in adı geçince çok alkışlandığı da belirtilmiştir.
6 Kasım 1932: Gazi, Çankaya Köşkü’nde, TDTC Fahri Başkanı ve Maarif Vekili Dr. Reşit Galip (Baydur), TDTC Genel Merkez Heyeti Üyesi ve Kol Başkanlarından Ruşen Eşref (Ünaydın), Ahmet Cevat (Emre), Hâmit Zübeyr (Koşay), Prof. Ragıp Hulûsi (Özdem), İ. Necmi (Dilmen), Celâl Sahir (Erozan), Naim Hâzım (Onat) ve Besim (Atalay) Beyleri kabul edip görüştüler, muhtemelen yemek yediler. Falih Rıfkı Atay da o gün Köşk’teydi. Ata’nın sofrası bir akademik tartışma alanıydı. Bu yemekte Türkçe ve yapılması gerekenler konusunun konuşulduğundan hiç şüphemiz yok.
4 Aralık 1932: TDTC’nin ağır hasta olan Başkanı Sâmih Rifat Bey’in 3 Aralık 1932 günü İstanbul’da vefat etmesi üzerine Kurucu ve Koruyucu Başkan Gazi Mustafa Kemal, TDTC Başkanlığına bir başsağlığı mektubu gönderdiler.
21 Aralık 1932: Gazi, SSCB Ankara Büyükelçiliği tarafından kendisine armağan edilen dille ilgili 23 kitabı, Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliğinin bir yazısıyla TDTC’ye gönderdiler.
4 Ocak 1933: Gazi, saat 17.00’de TDTC’nin Ankara Vakıf Apartmanı sırasındaki Anadolu Kulübünden devralınan binasına gelip Genel Merkez Kurulu (Umumi Merkez Heyeti) toplantısına başkanlık ettiler. Bu toplantıya; Millî Eğitim (Maarif) Bakanı Dr. Reşit Galip (Baydur)’in yanı sıra Ruşen Eşref (Ünaydın), Besim (Atalay), İ. Necmi (Dilmen), Celâl Sahir (Erozan), Ahmet Cevat (Emre), Prof. Ragıp Hulûsi (Özdem), Hâmit Zübeyr (Koşay), Hasan Âli (Yücel) Beyler ve Türk Tarihi Tetkik Cemiyetinden Âfet (İnan) Hanım katıldılar. Toplantıda alınan kararların en önemlisi, tüzüğe göre fahriî başkan konumundaki Millî Eğitim Bakanı Dr. Reşit Galip’in başkanlığı gelecek kurultaya kadar asaleten yürütmesi oldu. Millî Eğitim Bakanlarının TDK Başkanlığını yürütmesi uygulaması öylesine benimsendi ki, tüzük değişikliği yapılarak 1936 (III. Kurultay)’dan itibaren 1951 yılı olağanüstü kurultayına değin devam etti.
7 Mart 1933: TDTC Genel Merkez Kurulu, Kurum binasında Gazi Mustafa Kemal’in başkanlığında toplandı. Toplantıda Arapça ve Farsça kelimelere karşılık bulunması için bir dil anketi açılmasına karar verildi. 8 Mart gününe de sarkan toplantıya TDTC Başkanı ve Millî Eğitim Bakanı Dr. Reşit Galip (Baydur), Ruşen Eşref (Ünaydın), İ. Necmi (Dilmen), Besim (Atalay), Celâl Sahir (Erozan), Ahmet Cevat (Emre), Prof. Ragıp Hulûsi (Özdem), Hâmit Zübeyr (Koşay), Hasan Âli (Yücel)’in yanı sıra CHP Genel Sekreteri Recep (Peker) ve Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Yusuf Hikmet (Bayur) Beyler de katıldılar. Alınan karar uyarınca dil anketi açılıp birçok Arapça ve Farsça kelimeye Türkçe karşılık bulundu.
23 Mart 1933: Gazi, TDTC Başkanı ve Millî Eğitim Bakanı Dr. Reşit Galip (Baydur) ve Genel Merkez Kurulundan Besim (Atalay), Ahmet Cevat (Emre), Prof. Ragıp Hulûsi (Özdem), Hasan Âli (Yücel), Naim Hâzım (Onat) ve Hâmit Zübeyr (Koşay) Beyleri Çankaya Köşkü’nde kabul edip görüştüler. Bu görüşmede TDTC’nin çalışmaları ve dil anketi uygulamasının konuşulduğu muhakkaktır. O gün ayrıca, S. Maksudî (Arsal), Hasan Cemil (Çambel), ve Yusuf (Akçura) ile de bir süre görüşmüşlerdir.
2 Nisan 1933: Çankaya Köşkü’nde gece Gazi Mustafa Kemal’in başkanlığında TDTC Genel Merkez Kurulu ve bazı üyeler toplandılar. Toplantıya; TDTC Başkanı ve Millî Eğitim Bakanı Dr. Reşit Galip (Baydur), Genel Yazman Ruşen Eşref (Ünaydın), Sayman Besim (Atalay), Prof. Ragıp Hulûsi (Özdem), Ahmet Cevat (Emre), Celâl Sahir (Erozan), İ. Necmi (Dilmen), Hâmit Zübeyr (Koşay), Naim Hâzım (Onat), Prof. Yusuf Ziya (Özer), Yusuf (Akçura) ve Sadri Maksudî (Arsal) katıldılar. Bu toplantıda dil anketi çalışmaları üzerinde durulduğunu tahmin ediyoruz.
27 Temmuz 1933: Genel Yazman Ruşen Eşref (Ünaydın) Bey’in başkanlığında toplanan TDTC Genel Merkez Kurulunun dil anketi değerlendirme toplantısına bir ara Gazi de gelmiş, çalışmaları incelemiş, memnuniyetini bildirerek üyeleri teşvik etmişlerdir.
17 Ağustos 1933: Yalova’dan İstanbul’a dönen Gazi Mustafa Kemal, Dolmabahçe Sarayı’na gelen TDTC Genel Merkez Kurulu üyeleriyle bir toplantı yaptılar. Bu toplantıyla ilgili Anadolu Ajansının haberi şöyledir:
“Türk Dili Tetkik Cemiyeti Umumi Merkez Heyeti, bugün Umumi Kâtip (Genel Yazman) Ruşen Eşref (Ünaydın) Bey’in reisliği altında Dolmabahçe Sarayı’nda toplanarak iki celse (oturum) yapmıştır.
Cemiyetin hami (koruyucu) reisi Gazi Mustafa Kemal, Cemiyetin müzakere etmekte olduğu odayı, yanlarında Muallim Âfet (İnan) Hanım, Meclis Reisi Kâzım (Özalp) Paşa, Hikmet (Bayur, Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri) olduğu hâlde lütfen teşrif ederek uzun zaman toplantıya riyaset (başkanlık) ettiler.”
Bu toplantıda dil anketine gelen cevaplar üzerinde çalışıldığına şüphe yoktur. Çünkü, aynı konudaki toplantılar, 23 ve 24 Ağustos 1933 günleri de sürdürülmüştür.
23 Ağustos 1933: TDTC Genel Merkez Kurulu, Genel Yazman Ruşen Eşref (Ünaydın) Bey’in başkanlığında Dolmabahçe Sarayı’nda toplanarak dil anketi çerçevesinde Arapça ve Farsça kelimelere bulunan Türkçe karşılıklar üzerinde çalışmıştır. Gazi’nin bu konuya verdiği önem ve çalışmaları yakından izlemesi dolayısıyla bu toplantının ve devamının Dolmabahçe Sarayı’nda yapıldığı açıktır. Toplantılar; 24, 26 ve 31 Ağustos 1933 günlerinde de sürdürülmüştür. Sarayda, TDTC’nin bir çalışma odası bulunmaktaydı. Toplantıyla ilgili bilgi Anadolu Ajansı kanalıyla kamuoyuna verilmiştir.
12 Ağustos 1934: TDTC Genel Merkez Kurulu ve II. Kurultay Merkez Bürosu üyeleri Dolmabahçe Sarayı’nda biri sabah, diğeri öğleden sonra iki toplantı yaptılar. Gazi Mustafa Kemal, öğleden sonraki toplantıya başkanlık ettiler. Toplantıda, 18 Ağustos 1934 tarihinde sarayda toplanacak olan II. Türk Dili Kurultayı’nın hazırlıklarını gözden geçirdiler. Toplantıya TBMM Başkanı Kâzım F. (Özalp), Genel Yazman İbrahim Necmi (Dilmen), Sayman Besim (Atalay), Naim Hâzım (Onat), Hasan Âli (Yücel), Ahmet Cevat (Emre), Ali Canip (Yöntem) ve Prof. Dr. Saim Ali (Dilemre) katıldılar.
18 Ağustos 1934: Kurucu ve Koruyucu Başkan Gazi Mustafa Kemal, Dolmabahçe Sarayı’nda toplanan II. Türk Dili Kurultayı’nı 14.00’te teşrif edip 18.00’e değin çalışmaları izlediler. Millî Eğitim Bakanı Abidin (Özmen) Bey’in açış konuşmasını, Genel Yazman İ. Necmi (Dilmen) Bey’in iki yıllık çalışma raporunu dinleyip, yeni program taslağının müzakerelerini takip ettiler. Ahmet Cevat (Emre) Bey’in tezinin birinci bölümünü dinlediler.
19 Ağustos 1934: Gazi, öğleden sonra 14.00’te II. Kurultay toplantı salonunu teşrif ederek akşama değin yapılan konuşmaları dinlediler. Ahmet Cevat (Emre), Prof. Dr. Saim Ali (Dilemre), Doç. Ahmet (Caferoğlu) Beylerin tezlerini ilgiyle takip ettiler. Doç. Ahmet (Caferoğlu) “Rus Dilinde İlk Türk Dili Yadigârları” başlıklı tezini sunarken konu dışına çıkan sözler söyleyince Gazi, salonu terk ettiler. Bunun üzerine Kurultay Başkanı TBMM Başkanı Kâzım F. (Özalp), konuşmacının sözünü keserek kendisini kürsüden indirdi.
20 Ağustos 1934: Gazi, 14.00-18.00 saatleri arasında II. Türk Dili Kurultayı’nda hazır bulunup sunulan tezleri dinlediler. Bugün, Naim Hâzım (Onat), Yusuf Ziya (Özer) Beyler tezlerini sundular.
21 Ağustos 1934: Gazi, 14.00-18.00 saatleri arasında II. Kurultay çalışmalarını izlediler. Prof. Dr. Reşit Rahmeti (Arat), Tahsin Ömer, Dr. Şevket Aziz (Kansu), Prof. Meşçeninov ve Prof. Dr. W. Friedrich Carl Giese ve Agop Martayan (Dilaçar)’ın tezlerini dinlemişlerdir.
22 Ağustos 1934: Gazi, 14.00-18.00 saatleri arasında II. Kurultay’da yapılan konuşmaları dinlediler. Bugün; Hakkı Nezihi, Prof. Salih Murat (Uzdilek), Prof. Aleksandr N. Samoiloviç, Harp Akademisi Komutanı Korg. Ali Fuat (Erden) tezlerini sundular.
23 Ağustos 1934: Gazi, saat 14.00’te II. Kurultay’ın toplandığı salonu teşrif ettiler. Saat 15.30’da Kurultay sona erinceye değin çalışmaları izlediler. Komisyonların sunulan tezler hakkındaki raporlarını dinlediler.
26 Eylül 1934: Gazi Mustafa Kemal, yanında Başbakan İsmet (İnönü) Bey olduğu hâlde saat 17.30’da Ankara Halkevi’ni teşrif edip locasından TDTC’ce düzenlenen II. Dil Bayramı toplantısını izleyip saat 19.30’da Çankaya Köşkü’ne döndüler. Aynı gün; TDTC Başkanı ve Millî Eğitim Bakanı Abidin (Özmen) ve TDTC üyelerinden Besim (Atalay), Naim Hâzım (Onat) ve Velet Çelebi (İzbudak) Beylerle görüştüler.
31 Ocak 1935: Atatürk, akşamüstü TDTC yönetici ve üyelerinden bir grupla Dolmabahçe Sarayı’nda bir toplantı yaptılar. Basına yansımayan bu toplantıya kimlerin katıldığı ve hangi konuların görüşüldüğü bilinmiyor. Ancak, TDTC çalışmalarıyla o günlerin güncel konusu Arapça ve Farsça kelimelere Türkçe karşılıklar bulunması üzerinde durulduğu söylenebilir.
15 Nisan 1935: Atatürk, 14 Nisan gecesinden başlayarak uyumaksızın Çankaya Köşkü’nde dil bilginleriyle birlikte Türkçeyle ilgili incelemeler yaptılar. Bu çalışmaya TDTC Genel Merkez Yönetici ve Kol Başkanlarından İbrahim Necmi Dilmen (Genel Yazman) Naim Hâzım Onat, Ahmet Cevat Emre, Hasan Âli Yücel, İsmail Müştak Mayakon ve Üye Reşat Nuri Güntekin katıldılar.
12 Temmuz 1935: Atatürk, TDTC’nin kuruluşunun 3. yıl dönümü dolayısıyla Genel Yazman İ. Necmi Dilmen’in saygı ve teşekkürlerini bildiren telgrafını cevaplandırdılar. Çektikleri telgrafın başında “Türk Dili Araştırma Kurumu Genel Sekreterliğine”, hitabı bulunmaktadır. Telgrafta; “Kurumun üç yıl içinde büyük işler yaptığı, Kurum çalışanlarının bununla övünmeleri gerektiği” belirtilerek başarılar dilenmektedir.
26 Eylül 1935: Atatürk, 3. Dil Bayramı dolayısıyla TDTC’nin çektiği telgrafı cevaplandırdılar. “TDK’nin verimli çalışmasını sevinçle andığını belirterek Dil Bayramı’nı kutladığını” bildirdiler. Tamim Telgraf ve Beyannameler, kitabında telgraf tarihi yanlış olarak 21 Eylül yazılmıştır. III. Kurultay’dan önce TDK adı kullanılmaya başlamıştır.
1 Kasım 1935: Atatürk, TBMM yasama yılını açış konuşmasında Türk Tarihi ve Türk Dili Tetkik Cemiyetlerinin çalışmalarından; “Türk tarih ve dil çalışmaları büyük inanla beklenilen ışıklı verimlerini şimdiden göstermektedir” diye söz etmişlerdir.
25 Kasım 1935: Atatürk, Cenevre’de bulunan Afet İnan’a yazdığı mektuba, Çankaya’daki sofrasında “dil dersleri” sırasında çekilmiş bir fotoğrafı, 25.XI.1935 tarihini atarak imzalayıp göndermişlerdir.
12 Ocak 1936: Atatürk, saat 17.00’de Çankaya Köşkü’nde DTCF öğretim üyeleriyle TTK ve TDTC üyelerine bir çay verdiler. Aynı gün, ayrıca TDTC Başkanı ve Kültür (Millî Eğitim) Bakanı Saffet Arıkan, TDTC Genel Yazmanı İ. Necmi Dilmen’le dilci ve edebiyatçılardan Prof. Fuat Köprülü, Prof. Yusuf Ziya Özer, İhsan Sungu, Abdülkadir İnan ve İsmail Müştak Mayakon’u da kabul edip görüştüler.
22 Ağustos 1936: Atatürk, Dolmabahçe Sarayı’nda Türk Tarih Kurumunun III. Türk Dil Kurultayı dolayısıyla verdiği çayda, dil bilginlerine şu sözü söylemişlerdir: “Dünya dil âlimlerinin Türk âlimleriyle beraber çalışmaları, dil ilminin şimdiye kadar halledemediği birçok güçlüklerin hallini kolaylaştıracaktır.”
24 Ağustos 1936: Atatürk, Dolmabahçe Sarayı’nda toplanan III. Türk Dili Kurultayı’nın açılış törenini şereflendirdiler. Açılış oturumunda bir konuşma yapan Türk Tarih Kurumu Asbaşkanı Âfet (İnan), Atatürk’ten naklen şunları söyledi: “Türk Tarih Kurumu, Türk Dil Kurumunun kendinden ayrılmaz eşidir. Bu iki kurum, birlikte yükselmesi, birbirini tamamlaması icabeden iki aydın abidedir.” Atatürk, açış konuşmalarını, TDK çalışma raporunu ve Prof. Yusuf Ziya Özer’in tezini dinlediler. Kurultay’ın o günkü çalışması 17.30’da sona erdi. III. Kurultay’da ağırlıklı olarak Güneş Dil Teorisi ele alındı.
25 Ağustos 1936: Atatürk, saat 14.00-18.00 arasında III. Türk Dili Kurultayı’nın çalışmalarını izlediler. İbrahim Necmi Dilmen ve Vecihe Kılıçoğlu (Hatipoğlu)’nun tezlerini dinlediler. Aynı gün TDTC Başkanı ve Kültür (Millî Eğitim) Bakanı Saffet Arıkan’ı da kabul edip bir süre görüştüler. Bu kabulde Kurultay çalışmaları üzerinde de durulduğunu söyleyebiliriz.
26 Ağustos 1936: Atatürk, saat 14.00-18.00 arasında III. Türk Dili Kurultayı’na zaman ayırarak Hasan Reşit Tankut ve Sabahat Türkân’ın tezlerini dinlediler.
Sadri Maksudi (Arsal) Bey’in Türk Ocakları tarafından 1930 yılı sonlarında yayımlanan “Türk Dili İçin: Geçmişteki, Bugünkü ve Gelecekteki Yazı Dilimiz Üzerine Düşünceler”adlı kitabının iç kapağına, 2 Eylül 1930 tarihinde yazdığı not.
“Milli his ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin milli ve zengin olması milli hissin inkışafında başlıca müessirdir. Türk Dili, dillerin en zenginlerindendir, yeterki bu dil şuurla işlensin.
Ülkesini, yüksek istiklalini korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.”
Gazi. M. Kemal
27 Ağustos 1936: Atatürk, saat 14.00-18.00 arasında III. Kurultay çalışmalarını izlediler. Naim Hâzım Onat, Ahmet Cevat Emre, Prof. Abdülkadir İnan ve İsmail Müştak Mayakon’un tezlerini dinlediler. O gün, ayrıca TDTC Başkanı ve Kültür (Millî Eğitim) Bakanı Saffet Arıkan, Prof. Dr. Saim Ali Dilemre, Hasan Reşit Tankut, Ahmet Cevat Emre ve İ. Müştak Mayakon’la da görüştüler. Bu görüşmelerde Kurultay’da ileri sürülen görüşlerin değerlendirildiğinden şüphe yoktur.
28 Ağustos 1936: Atatürk, bugün de saat 14.00-18.00 arasında III. Kurultay çalışmalarını izlediler. Agop Dilaçar, Dr. Mehmet Ali Ağakay ve İ. Hâmi Danişment’in tezlerini dinlediler.
29 Ağustos 1936: Atatürk, saat 14.00-18.00 arasında III. Kurultay çalışmalarını izlediler. Yabancı dil bilginlerinin (Prof. Anagnastopulos, Prof. J. Deny, Prof. Dr. W. F. C. Giese, Dr. Miatef, Prof. Dr. M. Hilaire Barenton, Prof. Sir Denisson Ross, Prof. Bartalini, Prof. Okubo, Prof. Dr. A. Zajaczkowski, Prof. A. N. Samoiloviç ve Dr. Herman F. Kvergic) konuşmalarını dinlediler. Aynı gün, dil bilginlerinden Prof. Fuat Köprülü, Ahmet Cevat Emre, Abdülkadir İnan, Ruşen Eşref Ünaydın, Prof. Yusuf Ziya Özer’le bir süre görüştüler.
5 Eylül 1936: Atatürk, öğleden sonra Dolmabahçe Sarayı’nda TDK yöneticilerinden İbrahim Necmi Dilmen, Hasan Reşit Tankut, Ahmet Cevat Emre ve Dr. Mehmet Ali Ağakay’la bir süre çalıştılar. Bu toplantıda Atatürk’ün TDK’de görevlendirdiği ve soyadını bizzat verdiği Agop Dilaçar (Martayan) ve Avusturyalı dilci Dr. Herman Kvergic de bulundu. Toplantıda, Kurultay’ın değerlendirildiği, yeni dönemde yapılacak çalışmalar üzerinde durulduğundan şüphe yoktur.
13 Eylül 1936: Atatürk, saat 16.30’da Florya Deniz Köşkü’nden Dolmabahçe Sarayı’na gelerek TDK’nin toplantısına başkanlık ettiler. Bu toplantı, III. Kurultay’da seçilen yeni Genel Merkez Kurulu üyeleriyle yapılmış olmalıdır. Basına herhangi bir bilgi yansımamıştır. Kurucu ve Koruyucu Başkan, aynı gün TDK Genel Yazmanı İ. Necmi Dilmen ve dil bilginlerinden Dr. Mehmet Ali Ağakay ve Agop Dilaçar’la da görüşmüşlerdir.
28 Eylül 1936: Atatürk, 4. Dil Bayramı dolayısıyla halktan ve çeşitli kuruluşlardan gelen telgraflara Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği vasıtasıyla ve Anadolu Ajansı kanalıyla teşekkür etmişlerdir.
29 Eylül 1936: Atatürk, 4. Dil Bayramı dolayısıyla TDK Genel Yazmanı İ. Necmi Dilmen’in telgrafını cevaplandırmış; teşekkür ederek TDK’nin Dil Bayramı’nı kutlamış ve çalışmalarında başarılar dilemişlerdir.
19 Ekim 1936: Atatürk, öğleden sonra 15.50’de TDK’nin Ankara Ulus semtindeki binasına gelmiş, bir saat kadar yöneticilerle görüşmüşlerdir. Ata’nın yanında Bilecik Milletvekili Salih Bozok da bulunmaktaydı. Genel Yazman İbrahim Necmi Dilmen, üyelerden Hasan Reşit Tankut, Uzman Abdülkadir İnan ve Avusturyalı dil bilgini Dr. Herman F. Kvergic tarafından karşılanmışlardır. Gazetelere göre bu görüşmeden sonra Köşk’e, Nöbet Defteri’ne göre de Orman Çiftliği’ne gitmişlerdir. O gün, ayrıca TDK yönetici ve üyelerinden İbrahim Necmi Dilmen (Genel Yazman), Ahmet Cevat Emre, Hasan Reşit Tankut ve İsmail Müştak Mayakon’u Çankaya Köşkü’nde kabul ederek görüşmüşlerdir.
1 Kasım 1936: Atatürk, TBMM yeni yasama yılını açış konuşmasında Türk Tarih ve Dil Kurumlarının çalışmalarından övgüyle söz etmiş, “bu kurumların az zaman içinde ulusal akademiler hâlini almasını” temenni ettiğini söylemişlerdir.
1936-1937 kış ayları: Atatürk, bir geometri kitabı yazarak geometri terimlerine Türkçe karşılıklar bulmuşlardır. Bu terimler, okul kitaplarına girmiştir.
12 Mart 1937: Atatürk, saat 16.30’da TDK’nin Ankara Ulus semtindeki binasına gelerek saat 23.00’e değin Terim Kolu üyeleriyle çalıştılar. Daha sonra bazı Terim Kolu üyeleriyle birlikte Çankaya Köşkü’ne dönüp yemekte de tartışmalarını sürdürdüler. Atatürk’ün Nöbet Defteri’ne göre; o gece Köşk’e gelenler Hasan Reşit Tankut, Dr. Mehmet Ali Ağakay, Naim Hâzım Onat, Abdülkadir İnan ve İsmail Müştak Mayakon’du.
31 Mart 1937: Atatürk, Çankaya Köşkü’nde sinüs ve kosinüs terimlerinin gelişimini söğüt çubuklarıyla TDK yöneticilerine açıklamışlar, bu açıklamanın bir anı olmak üzere bronz levha dökümü yapılmıştır. Bu bronz levha, TDK Kitaplığında sergilenmektedir.
27 Eylül 1937: Atatürk, 5. Dil Bayramı dolayısıyla TDK Genel Yazmanı İbrahim Necmi Dilmen’in kendisine çektiği tebrik ve şükran telgrafını cevaplandırarak; “TDK’nin hakkındaki duygularından çok mütehassis olduğunu belirterek kurumun değerli çalışmalarında başarılarının devamını” dilemişlerdir. Telgraf tarihi, Atatürk’ün Tamim Telgraf ve Beyannameleri’nde 29 Eylül olarak gözükmekteyse de Türk Dili Bülteni’nin 23-26. sayfalarındaki özgün yayımında 27 Eylül’dür.
1 Kasım 1937: Atatürk, TBMM yeni yasama yılını açış konuşmasında, Türk Tarih ve Dil Kurumlarının çalışmalarını övmüş; “bu kurumların değerli ve önemli birer bilim kurumu durumuna geldiğini” söylemişlerdir.
13 Temmuz 1938: Atatürk, TDK’nin altıncı kuruluş yıl dönümü dolayısıyla TDK Genel Sekreteri İbrahim Necmi Dilmen’in telgrafını cevaplandırmışlardır.
5 Eylül 1938: Atatürk, durumunun ağırlaşması üzerine vasiyetini yazmışlardır. Vasiyetinin 6. maddesinde Türkiye İş Bankasındaki hisselerinin gelirinden her yıl Türk Tarih ve Dil Kurumlarına eşit miktarlarda pay tahsis etmişlerdir. Vasiyet, 6 Eylül 1938 günü İstanbul 6. Noterine teslim edilmiş, Atatürk’ün vefatı üzerine 28 Kasım 1938 günü açılmıştır.
26 Eylül 1938: Atatürk, 6. Dil Bayramı dolayısıyla TDK Genel Sekreteri İbrahim Necmi Dilmen’in radyoda yaptığı konuşmayı dinleyerek takdirlerini İstanbul Radyosu kanalıyla bildirmişlerdir.
27 Eylül 1938: Atatürk, 6. Dil Bayramı dolayısıyla TDK Genel Yazmanı İbrahim Dilmen’in çektiği telgrafı cevaplandırmış; “kendisine karşı gösterilen temiz duygulardan çok mütehassis olduğunu belirterek Kurumun verimli çalışmalarında sürekli başarılar dilemişlerdir.”
Aynı gün Dil Bayramı dolayısıyla yurdun her tarafından kendisine gönderilen kutlama telgraflarına, Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliğinin hazırladığı teşekkür cevabı Anadolu Ajansı aracılığıyla kamuoyuna duyurulmuştur.
1 Kasım 1938: Atatürk, Başbakan Mahmut Celâl Bayar’a okutturduğu TBMM yeni yasama yılını açış konuşmasında Türk Tarih ve Dil Kurumlarının çalışmalarından övgüyle söz etmişlerdir.
Kaynak:1- Atatürk Ve Türk Dil Kurumu, hazırlayan; Nail Tan, Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Yayınları No: 863, ISBN: 975-16-1843-6. sayfa:12
2- http://www.tdk.gov.tr
AKM Belleten – Cumhuriyet Tarihinde Bugün 11 Temmuz * SÜMERBANK
SÜMERBANK
Sümerbank, tüzel kişiliği ve özel kanununda belirtilen sınırlar içinde muhtariyeti olan, sorumluluğu sermayesiyle sınırlı; sermayesinin tamamı devlete ait, iktisadi alanda ticari esaslara göre faaliyet göstermek üzere, özel hukuka tabi şekilde Sanayi Bakanlığına bağlı, İktisadi Devlet Teşekkülü olarak 1933 yılında kuruldu. O dönem verimlilik ve karlılık ilkelerini göz önünde tutarak, imalat sanayii kurdu, işletmecilik, sınaî mamullerini pazarlama, bankacılık işleriyle meşgul oldu.
Çağdaş Türkiye Cumhuriyetinin ilk kuruluş yıllarında ülkenin tüm milli kaynak ve iktisadi unsurlarını kullanarak sanayileşme hareketinin daha verimli ve entegre bir şekilde yürütülmesini sağlamak üzere milli ihtiyaç ve menfaatlerimiz paralelinde sanayide öncü görevi üstlenebilecek güçlü bir kuruluşa ihtiyaç duyulması nedeniyle “Türkiye’de temel sanayileri kurmak ve yönetmek” ana amacı doğrultusunda 11 Temmuz 1933 tarihinde adını büyük önder Atatürk’ten alan Sümerbank kurulmuştur.
Türkiye’nin “Sanayi Mektebi” Sümerbank, tüzel kişiliği ve özel kanununda belirtilen sınırlar çerçevesinde bağımsızlığı olan, sorumluluğu sermayesi ile sınırlı, sermayesinin tamamı devlete ait, iktisadi alanda ticari esaslara göre faaliyette bulunmak üzere özel hukuka tabi, sanayi ve teknoloji bakanlığına bağlı iktisadi devlet teşekkülüdür. Sanayileşme hareketimizin milli ihtiyaç ve menfaatlerimizin verimli bir şekilde ve ahenkli olarak yürütülmesi, kurulan bütün kurumların etüd ve planlarının hazırlanması ve yönetimi, kurulmuş ve kurulacak sınaî kurumlara kredi açmak ve Türkiye ekonomisinin geliştirilmesine, halkın refahının yükseltilmesine, Türkiye’nin siyasal bağımsızlığının ekonomik altyapısının oluşturulmasına, halk ile devlet arasındaki bağların güçlendirilmesine ve farklı etnik kökenlerden ve inançlardan insanların ulus ve sınıf bilinçlerinin geliştirilmesine çok önemli katkılarda bulundu.
ATATÜRK’ün Akıllı Projesi – SÜMERBANK – SOSYAL FABRİKA
Atatürk Sümerbank Nazilli Basma Fabrikasının açılışında. (9 Ekim 1937)
I. BÖLÜM
SÜMERBANK
Çağdaş Türkiye Cumhuriyetinin ilk kuruluş yıllarında ülkenin tüm milli kaynak ve iktisadi unsurlarını kullanarak sanayileşme hareketinin daha verimli ve entegre bir şekilde yürütülmesini sağlamak üzere milli ihtiyaç ve menfaatlerimiz paralelinde sanayide öncü görevi üstlenebilecek güçlü bir kuruluşa ihtiyaç duyulması nedeniyle “Türkiye’de temel sanayileri kurmak ve yönetmek” ana amacı doğrultusunda 11 Temmuz 1933 tarihinde adını büyük önder Atatürk’ten alan Sümerbank kurulmuştur.
Türkiye’nin “sanayi mektebi” Sümerbank, tüzel kişiliği ve özel kanununda belirtilen sınırlar çerçevesinde bağımsızlığı olan, sorumluluğu sermayesi ile sınırlı, sermayesinin tamamı devlete ait, iktisadi alanda ticari esaslara göre faaliyette bulunmak üzere özel hukuka tabi, sanayi ve teknoloji bakanlığına bağlı iktisadi devlet teşekkülüdür. Sanayileşme hareketimizin milli ihtiyaç ve menfaatlerimizin verimli bir şekilde ve ahenkli olarak yürütülmesi, kurulan bütün kurumların etüd ve planlarının hazırlanması ve yönetimi, kurulmuş ve kurulacak sınaî kurumlara kredi açmak ve Türkiye ekonomisinin geliştirilmesine, halkın refahının yükseltilmesine, Türkiye’nin siyasal bağımsızlığının ekonomik altyapısının oluşturulmasına, halk ile devlet arasındaki bağların güçlendirilmesine ve farklı etnik kökenlerden ve inançlardan insanların ulus ve sınıf bilinçlerinin geliştirilmesine çok önemli katkılarda bulundu.
Türkiye ekonomisine damgasını vuran Sümerbank’a verilen görevler;
” -Devlet Sanayi Ofisi’nden devralacağı fabrikaları işletmek ve özel sanayi kurumlarındaki Devlet katılım hisselerini Ticaret Kanunu hükümlerine göre idare etmek,
– Özel kanunlarla verilmiş izinlere dayanılarak yapılacak fabrikalar hariç olmak üzere devlet sermayesi ile oluşturulacak bütün sınai kurumlarının etüt ve projelerini hazırlamak ve bunları tesis etmek ve idare etmek,
– Girişimleri veya büyümeleri memleket için ekonomik olarak verimli olan sanayi işletmelerine sermayesinin izin verdiği ölçüde katılmak veya yardım etmek,
– Memlekete ve kendi fabrikalarına gerekli olan usta ve işçileri yetiştirmek için yüksek okullarda öğrenci okutmak veya bu amaçla iktisat vekaletince açılacak okullara yardım etmek ve yabancı devletlere öğrenci ve stajyer göndermek,
– Sanayi kurumlarına kredi temin etmek ve genel bankacılık işlerini yapmak,
– Milli sanayiin gelişmesi için gerekli önlemlerini aramak ve gerek bu konuda ve gerek Ekonomi Bakanlığınca tetkik için Bankaya verilecek konular hakkında bilgi vermek etmek.”
Bursa Sümerbank Merinos Fabrikası’nın açılışına gelirken. (02 Şubat 1938)
Başta tekstil ve giyim sanayisi olmak üzere imalat sanayisi alanlarında yatırım, kuruculuk, işletmecilik ve bankacılık yapmak, her türlü mal ve hizmetin üretimi, pazarlanması, dışsatımı ve dışalımı hizmetlerini yürütmek amacıyla 11 Temmuz 1933 tarih ve 2262 sayılı yasayla, 20 milyon TL sermayesinin tamamı hazine tarafından karşılanarak kuruldu. 1938’de yürürlüğe giren 3460 sayılı yasayla iktisadi devlet teşekkülü konumuna getirildi. Başlıca görevleri: çalışma konuları ile ilgili fabrika ve öteki sanayi ve ticari tesislerin etüt ve projelerini hazırlamak ve kurmak; her türlü mamul, yarı mamul ve hammaddeyi üretmek; gerektiğinde sanayi girdilerinin yurt içinden yada yurt dışından alımını ve satımını yapmak; banka kaynaklarının kalkınma planı ve yıllık programların hedeflerine uygun olarak kullanılmasının ve selektif kredi politikasının etkin bir biçimde uygulanmasını sağlamak amacıyla başta tekstil, giyim ve deri sanayisi olmak üzere etkinlik alanlarına giren konularda bankacılık, kredi işlemleri, kredi işlemleri, sigorta acentalığı yapmak, bu konuda yurt içinde ve gerektiğinde yurt dışında şubeler açmak, temsilcilikler kurmak, katılımda bulunmak; bilgi ve teknoloji satmak ve satın almak, mühendislik ve müşavirlik hizmetleri yapmaktır.
Sümerbank Bursa Merinos Fabrikasında, fabrika şeref defterine yazdığı not. (2 Şubat 1938)
“Sümerbank Merinos Fabrikası, çok kıymetli bir eser olarak millî sevinci artıracaktır. Bu eser, yurdun, özellikle Bursa bölgesinin endüstri gelişimine ve büyük millî ihtiyacın giderilmesine yardım edecektir. Eserin başarılmasından Ekonomi Bakanlığını tebrik ederim. Sümerbank direktörlüğüne teşekkür ve fabrikayı gördüğüm gibi yüksek bilgi, tam düzenli idarede, direktörüne başarı temenni ederim.”
K. Atatürk
Kurumun merkez teşkilatı, yönetim kurulu, genel müdürlük, danışma kurulu, teknik danışma kurulu, eğitim kurulu, disiplin kurulu, reklam ve propaganda kurulu, kredi kurulu birimlerinden meydana gelir. Danışma birimleri: müşavirler, teftiş ve kontrol müdürlüğü, hukuk müşavirliği, araştırma ve planlama müdürlüğünden ibaret olup, esas birimler: yünlü, pamuklu ve kimya sanayi müdürlükleri, kimya ve tekstil proje müdürlükleri, bankacılık ve kredi işleri müdürlüğü, satın alma müdürlüğü, iştirakler müdürlüğüdür. Yardımcı birimler ise şu kısımlardan meydana gelir: inşaat, makine ve enerji, tesis, personel genel muhasebe, eğitim, sosyal işler, konjonktür ve neşriyat, personel seferberliği, ana görevler seferberliği, sivil savunma istatistik daire müdürlükleridir.
Sümerbank’ın katılacağı ve ülke açısından öncelik verilen sanayi yatırımları;
a) Hammaddesi ülkede yetişmesine karşın üretimi yeterli olmayan sanayi dalları,
b) İşlenmemiş ihracat mallarını işleyerek değerini artıran sanayi dalları,
c) Ülke içinde büyük ölçüde tüketilmesine karşın hammaddesi ülkede bulunmayan, ancak kurulmaları halinde hammaddelerinin yurt genelinde de yetiştirilmesi mümkün olan sanayi dalları,
d) Hammaddesi yurtta bulunmayıp yetiştirilmesi de olanaklı olmayan, fakat üretimlerinin ülkeye önemli kazanımlar getireceği sanayi dallarıdır.
Sümerbank; Yünlü grubu işletmeciliği, Pamuklu dokuma işletmeciliği, Deri ve Kundura grubu işletmeciliği, Halıcılık, Kimya, Porselen, Konfeksiyon, Bankacılık ve Tarım sektörü alanlarında ülkemizde hizmet vermiştir. Bu alanlara şehir-işletme karşılaştırması yaparak genel açıdan bakacak olursak:
1. TARIM SEKTÖRÜ; kullanılan girdilerin, kullanılan motorlu araçların, ileri tarımsal teknolojilerin sürekli artışı ile her yıl gelişmiştir. Her yıl ortalama % 4 oranında gelişmenin sağlanması ile toplam nüfusun %60’ı bu zenginleşmeden yararlanmıştır. Buğday ve tahıl üretiminde, toplam üretimin her yirmi yılda bir 4 kat kadar artması geleceğe güvenmenin kaynağını oluşturmaktadır. 1940 da 4 milyon ton olan buğday üretimi, 1960 da 8.4 milyon tona, 1980 de 16 milyon tona yükselmiştir. Pirinç, şekerpancarı, ayçiçeği, pamuk üretimindeki artışlar daha da yüksek oranlarda olmuştur.
2. PAMUKLU DOKUMA İŞLETMECİLİĞİ; Türkiye pamuk ülkesidir. Sümerbank da pamuklu dokuma ustası. İyi niteliklere sahip Türk pamuğu; toplam iğ sayısı 486.444’e varan 19 tesisinde, dünyaca ün kazanmış Sümerbank pamukluları haline gelmiştir. Yüzyılların bilgi ve kültür mirası üzerine çağdaş teknikler ve uluslararası standartlar eklenerek gelişmiştir. 18 çağdaş pamuklu dokuma tesisinde 24.594 personeliyle 7387 dokuma tezgahında her yıl ortalama 276 milyon metre pamuklu dokuma ve 69.000 ton pamuk ipliği üretebilmektedir. Toplam pamuk ipliği üretimi, Türkiye’nin toplam pamuk ipliği üretiminin % 16.4 ü toplam pamuklu dokuma üretimi Türkiye’nin pamuklu dokuma üretiminin %16’sıdır.
2.1- ADANA Pamuklu sanayi müessesesi; 1946 yılında Sümerbank bünyesine alınan Adana Pamuklu sanayi müessesesi Türkiye’nin modern pamuklu işletmelerinin başında gelir. İşletme pamuk ipliği ve pamuklu dokuma ünitelerinden oluşur. İplik ünitesinde iplik üretimi minimum 8, maksimum 40 “NE” üzerinden yapılmaktadır. Kullanılan dokuma tezgahlarının tarak eni 130 cm. ile 180 cm. arasındadır. Dokuma ünitelerinde, Dornier, Sulzer ve Ruti tezgahları kullanılmıştır.
2.1.1- Ürünler; üretilen ürünlerin başlıcaları dokuma ipliği ve hambez’dir.
2.2- ADIYAMAN Pamuklu sanayi müessesesi; 1967 yılında işletmeye açılmıştır. İşletmede dokuma ipliği trikotaj, penye ve konfeksiyon üniteleri yer almaktadır. İplik ünitesinde iplik üretimi minimum 12 ve maksimum 30 “NE” üzerinden yapılmaktadır. Triko kapasitesi yılda 1.690 tona ulaşmaktadır.
2.2.1- Ürünler; üretilen belli başlı ürünler arasında dokuma ipliği, atlet, fanila, slip gibi iç çamaşırları ve T-Shirt’ler sayılabilir. Yılda 14 milyon parça hazır giyim ürünü üretebilmektedir.
2.3- BAKIRKÖY Pamuklu sanayi müessesesi; 1850 yılında kurulmuş 1933 yılında Sümerbank’a devredilmiştir. Sümerbank’ın en eski ve en köklü müesseselerinden biridir. İşletmede dokuma ve hazır giyim üniteleri bulunmaktadır. Dokuma tezgahlarının tarak enleri 110 cm. ile 130 cm. dir. Kullanılan tezgahların cinsi eksantrik ve armürlü tezgah cinsleridir. Üretilen dokuma ürünlerinin parlaklığını sağlamak üzere dokumalar merserize işlemlerinden geçirilmektedir.
2.3.1- Ürünler; nevresimlikler, ekmek torbalıkları, mataralıklar, tente bezleri, brandalar, tülbentler ve hambezlerdir. Özellikle kalın tip branda dokumalar askeri ihtiyaçlara cevap vermektedir. Hazır giyim alanındaki ürünler olarak da çeşitli renklerde gömlekler, pijamalar, pantolonlar, ceketler, takım elbiseler sayılabilir.
2.4- DENİZLİ Pamuklu sanayi müessesesi; Sümerbank bünyesinde 1953 de kurulmuş, 1976 da müessese haline getirilmiştir. Bünyesinde iplik ve ham dokuma üniteleri bulunmaktadır. İplik üretimi minimum 6 ve maksimum 20 “NE” üzerinden yapılmaktadır. Kullanılan tezgahların tarak enleri 102 cm. dir.
2.4.1- Ürünler; dokuma ipliği, hambez ve toz bezleridir.
2.5- DİYARBAKIR Pamuklu sanayi müessesesi; 1978 yılında işletmeye açılmıştır. Sümerbank’ın diğer müesseselerinde ortaya çıkan pamuk ipliği gereksinimini büyük oranda karşılamaktadır. İplik üretimi minimum 12 ve maksimum 20 “NE” üzerinden yapılmaktadır.
2.5.1- Ürünler; pamuk ipliği üretilmektedir.
2.6- EREĞLİ Pamuklu sanayi müessesesi; 1937 yılında işletmeye açılmıştır. İşletme hazır giyim ve iplik dokuma ünitelerinden oluşmaktadır. Dokuma üretimi minimum 8 ve maksimum 60 “NE” üzerinden yapılmaktadır. Dokuma tezgahlarının tarak eni 180 cm. dir. Dokuma ünitesinde Dornier cinsi tezgah kullanılmaktadır.
2.6.1- Ürünler; hambez, alpaka kumaş, hasse, gabardin, etamin, trençkotluk kumaş ve dikiş ipliği iplik ve dokuma ünitelerinde üretilmekte, hazır giyim alanında ise; okul önlükleri, iş elbiseleri, iş tulumları, iş ceketleri ve pantolonlar, iş gömlekleri ve kepler üretilmektedir.
2.7- ERZİNCAN Pamuklu sanayi müessesesi; müessesenin iplik ünitesi 1954, dokuma ünitesi 1964 de işletmeye açılmıştır. İplik üretim ve dokuma ünitelerinden oluşur. İplik üretimi minimum 8 maksimum 12 “NE” üzerinden yapılmaktadır. Kullanılan tezgahların tarak enleri 105 cm. dir.
2.7.1- Ürünler; dokuma ipliği ve hambezdir. Üretilen hambez cinsleri arasında en çok kullanılanı büyük ambalajlarda kullanılan çuval bezleridir.
2.8- ESKİŞEHİR Pamuklu sanayi müessesesi; 195 tarihinde iplik dokuma, 1966 da ise basma üniteleri işletmeye açılmıştır. İşletme iplik üretim, dokuma ve basma ünitelerinden oluşmaktadır. İplik üretimi minimum 8 ve maksimum 36 “NE” üzerinden yapılmaktadır. Dokuma tezgahlarının tarak enleri 115 cm. ile 130 cm. arasında değişmektedir. Dokuma üretiminde kullanılan tezgah cinsi Dornier’dir. Kullanılan baskı tekniği film baskı, rotasyon baskı ve rulo baskıdır.
2.8.1- Ürünler; polyesterli emprime, poplin emprime, flanel, saten döşemelikler, saten emprimelerdir. Hem iç pazarda hem de dış pazarda ürünler ilgi görmüştür.
2.9- İZMİR Basma sanayi müessesesi; 1953 yılında işletmeye açılmıştır. Müessese iplik üretim, dokuma ve hazır giyim ünitelerinden oluşmaktadır. İplik üretimi minimum 6 maksimum 30 “NE” üzerinden yapılmaktadır. Kullanılan tezgahların tarak enleri 115 cm. dir. Baskı tekniği olarak rulo baskı, rotasyon baskı, film baskı teknikleri kullanılmaktadır.
2.9.1- Ürünler; çeşitli renk ve desenlerde emprimeler, döşemelik kumaşlar, flanel, divitinler sayılabilir. Hazır giyim ünitesinde ise; elbise, bluz, pantolon, şort, bermuda, gecelik, eteklik olmak üzere kadın giysileri, erkek pijamaları, gömlekler ve ayrıca çarşaf, nevresim, komple yatak takımları üretilmektedir.
2.10- KAHRAMANMARAŞ Pamuklu sanayi müessesesi; 1963 yılında işletmeye açılmıştır. 1968 yılında Sümerbank’a geçmiştir. Müessese iplik üretimi, pamuklu dokuma ve konfeksiyon üretimi üniteleri mevcuttur. 20 “NE” üzerinden iplik üretimi yapılmaktadır.
2.10.1- Ürünler; dokuma ürünleri; hambez ve hasse, konfeksiyon ünitesinde ise; çarşaf, yastık kılıfı, nevresim ve nevresim takımlarıdır.
2.11- Bu bölgelerle birlikte Sümerbank; Karaman, Kayseri, Malatya, Nazilli ve Nevşehir’de pamuklu sanayi müesseseleriyle hizmet vermiştir.
3. YÜNLÜ SANAYİ MÜESSESELERİ; Toplam iğ sayısı 40.539, toplam tezgah sayısı 534 olan 5 çağdaş işletmesinde her yıl ortalama 8.824 ton yün ipliği, 7.6 milyon metre has yünlü üretilmiştir. Yünlü sanayi grubundaki 10 müessese, fabrika ve bağlı ortaklığından 5 tanesi yün ipliği ve yünlü dokuma, 5 tanesi ise halı dokuma ünitelerinden oluşmaktadır. Toplam 5.526 kişinin çalıştığı Sümerbank yünlü grubunda kadın erkek kostümlük kumaşları, yün ve tiftik battaniyeler, yün perdelikler, döşemelikler üretilmektedir. Hazır giyim ünitelerinde kadın-erkek-çocuk giysileri üretilmektedir. Sümerbank’ın yün ipliği ve yünlü üretimi, Türkiye’nin toplam yün ipliği üretiminin % 8’ini, yünlü dokuma üretiminin ise % 14.4’ünü oluşturmaktadır.
3.1- DEFTERDAR Yünlü Sanayi Müessesesi; Türkiye’nin en eski kurulmuş yünlü dokuma fabrikalarındandır. 1836 yılında FESHANE (fes imalathanesi) olarak kurulmuştur. Sümerbank’ın kuruluşu ile birlikte 1933’te devralınan fabrika, yakın bir tarihe kadar silahlı kuvvetlerin, çeşitli resmi kuruluşların ve tüm ulusun elbiselik, paltoluk ve şayak kumaş ihtiyacını karşılamış ve bünyesine daha sonra yünlü hazır giyim ünitesi de katılmıştır. Müessese yün ipliği üretimi, yünlü kumaş dokuma ve esas olarak yünlü konfeksiyon ünitelerinden oluşmuştur.
3.1.1- Ürünler; üretilen yünlü kumaşlar arasında serj elbiselik kumaş, paltoluk kumaş ve şayak kumaş sayılabilir. Yünlü hazır giyim olarak da tek pantolonlar ve ceketler ve ayrıca takım elbiselerdir.
3.2- HEREKE Yünlü Sanayi Müessesesi; 1843 yılında kurulan ve Türkiye’nin geçmişi en eskilere kadar giden kurumlarından biridir. 1933 yılında Sümerbank bünyesine dahil olmuştur. Yünlü iplik üretimi, yünlü dokuma ve ipekli dokuma üniteleriyle birlikte; ürettiği bu dokumalardan günlük kullanım eşyası imal eden tesislerden oluşmaktadır.
3.2.1- Ürünler; flanel, blaizer, fresko, tweet, serj gibi fantezi elbiselik kumaşlar, ceketlik, paltoluk, mantoluk kumaşlar ile çeşitli dokumalar sayılabilir.
3.3- MERİNOS Yünlü Sanayi Müessesesi; Sümerbank Merinos Yünlü Sanayi Müessesesi`nin (Bursa) temeli 28 Kasım 1935 tarihinde atıldı. İşletme, 2 Şubat 1938 tarihinde Atatürk tarafından işletmeye açıldı. Atatürk Merinos Fabrikası`nın şeref defterine şunları yazdı: “Sümer Bank Merinos Fabrikası, pek kıymetli bir eser olarak milli sevinci artıracaktır. Bu eser yurdun, husus ile Bursa bölgesinin endüstri inkişafına ve büyük milli ihtiyacın giderilmesine yardım edecektir.” İşyerinde 1985 yılında 3018 işçi ve 130 memur çalışıyordu. İşletme 23.9.2004 tarihinde kapatıldı. İşletmeye ait arsa, arazi ve üzerindeki gayrimenkuller de 25.10.2004 tarihinde Bursa Büyükşehir Belediyesi`ne devredildi.
3.3.1- Ürünler; üretimde kullanılan kamgarn iplik dışında tops, %100 yün kumaş, yün polyester kumaş, yün viskon kumaş, yün-viskon-polyester kumaş, paltoluk ve pardesülük kumaşlar başta gelenürünleridir. Hazır giyim alanında ise; yazlık kışlık takım elbiseleri, skoç ceketler, yazlık kışlık erkek ve çocuk pantolonları, paltolar üretilmektedir.
3.4- TAŞKÖPRÜ Kendir Sanayi Müessesesi; Sümerbank Taşköprü Kendir Sanayi 1947 yılında kuruldu. 1985 yılında işyerinde 391 işçi ve 35 memur çalışıyordu. 17.11.1995 tarihinde TEKEL`e devredildi. TEKEL de bu işletmeyi kapattı.
3.4.1- Ürünler; jüt ipliği
4. SÜMERBANK HALICILIK MÜESSESELERİ; Sümerbank 4 halıcılık müessesesinde 1487 işçi ve memuruyla 2194 ton halı, el ve makina halısı ipliği ve 560.000 metrekare halı üretmektedir ve ayrıca Türk halıcılığını geliştirme programları; el dokuması halılar; düz desenli makina halılarına yeni nitelikler kazandırmaktadır.
4.1- BÜNYAN Halıcılık ve Battaniye Sanayi Müessesesi; Sümerbank Yünlü Sanayi Müessesesi Bünyan Fabrikası 1927 yılında Sanayi ve Maadin Bankası`nın iştirakiyle Kayseri Bünyan Halı İpliği T.A.Ş. adıyla kuruldu. Şirket 1933 yılında dokuma üretimine geçti ve 1 Mayıs 1934 tarihinde Sümerbank`a devredildi. 1982 yılında adı Sümerbank Bünyan Halıcılık ve Battaniye Sanayi Müessesesi olarak değiştirildi. İşletmede 1985 yılında 378 işçi ve 37 memur çalışıyordu. İşletme 31.10.1997 tarihinde özelleştirildi.
4.1.1- Ürünler; yün ve tiftik battaniyeler, muflon ve çeşitli tiplerde el halısı üretimi ile iştigal etmektedir. Müesseseye; Sivas, Kayseri, Kahramanmaraş ve Malatya halıcılık bölge müdürlükleri bağlı olup, bu bölgelerdeki halıcılık atölyeleri, münferit dokuyucular ve halıcılık kooperatifleri kanalı ile yöresel karakterli halıların dokunması ve yaygınlaştırılması sağlanmaktadır.
4.2- DİYARBAKIR Halıcılık Sanayi Müessesesi; Sümerbank Diyarbakır Halıcılık Sanayii Müessesesi 1954 yılında işletmeye açıldı. İşyerinde 1985 yılında 306 işçi ve 32 memur çalışıyordu. Diyarbakır Halıcılık, Pertek Yün İpliği İşletmesi, Isparta Halıcılık ve Hereke Halıcılık birleştirilerek, Sümer Halı A.Ş. oluşturuldu ve bu işletme de 21.1.1998 tarihinde Sanayi ve Ticaret Bakanlığı`na devredildi.
4.2.1- Ürünler; düz ve çeşitli desenlerde makina halıları.
4.3- HEREKE Halıcılık Sanayi Müessesesi; 1 Ocak 1986 da kurulan müessese, kendisine bağlı Çanakkale, Yozgat ve Niksar halıcılık bölge müdürlükleriyle halıcılık faaliyetlerini, atölye üretimi ve kooperatifçiliğin yaygınlaştırılması şeklinde sürdürmüştür.
4.3.1- Ürünler; el dokuma ipekli kumaş.
4.4- ISPARTA Halıcılık Müessesesi; Isparta bölgesinde halı ipliği ihtiyacının karşılanması amacıyla 1924 yılında Türkiye Sanayi ve Maadin Bankası ile Isparta halıcılarının ortak girişimiyle bir fabrikanın temeli atıldı ve fabrika 1926 yılında işletmeye açıldı. 1933 yılında bu şirket tasfiye edildi ve 1943 yılında Sümerbank tarafından satın alınarak Sümerbank Isparta Halıcılık Müessesesi`ne dönüştürüldü. İşletmede 1985 yılında 305 işçi ve 106 memur çalışıyordu.
4.4.1- Ürünler; halı ipliği ve el dokuması halılar.
5. DERİ VE KUNDURA MÜESSESELERİ; Bu sanayi dalında Sümerbank toplam 3196 personelle yılda 6.9 milyon kadın-erkek-çocuk kundurası, askeri bot; 750 ton kösele, 100 milyon dm kare vidala, 1200 ton suni kösele, 4 milyon metre sentetik deri ve 9000 ton valeks üretim kapasitesine sahip bulunmuştur.
5.1- BEYKOZ Deri ve Kundura Sanayi Müessesesi; Sümerbank Beykoz Deri ve Kundura Sanayi Müessesesi 1812 yılında II. Mahmut tarafından özel sektörden satın alındı (devletleştirildi). Fabrika 1925 yılında Türkiye Sanayi ve Maadin Bankasına devredildi; 1933 yılında da Sümerbank`a bağlandı. İşletmede 1985 yılında 1826 işçi ve 102 memur çalışıyordu. İşletmenin kapatılması için 12.10.1999 tarihinde karar çıktı. Ancak Deri-İş önderliğinde yapılan direnişler sonucunda kapatma kararı uygulanamadı. İşletme 14.4.2005 tarihinde özelleştirildi.
5.1.1- Ürünler; kösele, vidala, suni kösele, lastik üretiminden başka, çeşitli tip kunduralar.
5.2- VAN Deri ve Kundura Sanayi Müessesesi; Sümerbank Van Deri ve Kundura Sanayi Müessesesi 1982 yılında kuruldu. 1985 yılında 292 işçi ve 38 memur istihdam ediliyordu. İşyeri 02.12.2004 tarihinde kapatıldı.
5.2.1- Ürünler; yılda 1 milyon kapasiteyle, yazlık ve kışlık erkek ayakkabıları, erkek terlikleri üretilmektedir.
6. ADANA PAMUK SATINALMA VE ÇIRÇIR FABRİKALARI MÜESSESESİ; 1949 yılında Sümerbankca kuruldu. Türkiye’nin pamuk deposu sayılabilecek Adana bölgesindeki kütlü pamuğun satın alınıp işlenerek pamuklu müesseselerinin pamuk ihtiyacını karşılamak amacıyla Sümerbank bünyesi içerisinde yer almıştır. Müessesenin biri Adana’da diğeri Ceyhan’da olmak üzere 2 çırçır tesisi bulunmaktadır.
6.1- Ürünler; kütlü pamuktan elde edilen çırçırlı pamuk.
7. GEMLİK SUNGİPEK VE VİSKON MAMULLERİ SANAYİ MÜESSESESİ; Sümerbank Gemlik
Sungipek ve Viskon Mamulleri Sanayii Müessesesi`nin temeli 28 Kasım 1935 tarihinde atıldı ve fabrika Atatürk tarafından 1 Şubat 1938 tarihinde işletmeye açıldı. İşletmede 1985 yılında 626 işçi ve 85 memur çalışıyordu. İşletme 16.3.1998 tarihinde TEKEL`e devredildi. TEKEL de bu işletmeyi kapattı.
7.1- Ürünler; laklı ve laksız selofan, beyaz, mat ve renkli viskon üretmektedir.
8. TARSUS MENSUCAT BOYALARI SANAYİ MÜESSESESİ; Sümerbank Tarsus Mensucat Boyaları Sanayi Müessesesi 1966 yılında işletmeye açıldı. İşyerinde 1985 yılında 214 işçi ve 48 memur istihdam ediliyordu. İşletme 10.10.2000 tarihinde kapatıldı.
8.1- Ürünler; azo ve kükürt boyalarından oluşan mensucat boyalarını üretmektedir.
9. YILDIZ ÇİNİ VE PORSELEN SANAYİ MÜESSESESİ; 1892 Yılında Osmanlı sarayının çini ve porselen gereksinimini karşılamak üzere Yıldız Sarayının bahçesinde kurulmuştur. Adını buradan almaktadır. Yıldız Çini İşletmesi 10.7.1995 tarihinde TBMM Milli Saraylar Dairesi Başkanlığı`na devredildi.
9.1- Ürünler; teknik ve el dekorlu porselen süs ve sofra eşyası, çeşitli vazolar, duvar tabakaları, duvar panoları, biblolar, şömineler, yemek takımları, aşurelikler, çorba kaseleri, fincan kaseleri üretilmektedir.
10. SÜMERBANK BANKACILIĞI; Sümerbank’ın ve fabrikalarının yatırım faaliyetlerinin gereksindiği finansal kaynaklar, Sümerbank’ın bankacılık hizmetleriyle sağlanmıştır. Yurt içinde 29 kente yayılmış 44 şubesi ile Sümerbank, bir yandan kendi kuruluşlarının yurt içi ve yurt dışı bankacılık hizmetlerinin süratle görülmesini sağlarken, beri yandan tüm bankacılık hizmetlerini geliştirmiş, tasarrufların toplanıp değerlendirilmesinde de hizmet vermiştir. Sümerbank’ın bankacılık hizmetinde 629 personel çalışmıştır.
10.1- Türkiye Düzeyine Yayılmış Sümerbank Şubeleri; Adana, Antalya, Aydın, Bahçekapı-İstanbul, Balıkesir, Beyoğlu-İstanbul, Bolu, Cebeci-Ankara, Ceyhan-Adana, Demirci-Manisa, Denizli, Diyarbakır, Elazığ, Ereğli-Konya, Erzincan, Eskişehir, Eşrefpaşa-İzmir, Gaziantep, Isparta, İskenderun, İstanbul, İzmir, İzmit, Kadıköy-İstanbul, K.Maraş, Karabük-Zonguldak, Karşıyaka-İzmir, Kayseri, Konya, Malatya, Manisa, Merinos-Bursa, Merkez-Ankara, Mersin, Nazilli-Aydın, Ordu, Rize, Samsun, Sivas, Şişli-İstanbul, Tarsus-Mersin, Yenişehir-Ankara, Zonguldak.
11. SÜMERBANK MÜESSESELERİNE BAĞLI FABRİKALAR
11.1- ÇANAKKALE Sentetik Deri Fabrikası; Çanakkale Sentetik Deri Fabrikası 1982 yılında kuruldu. İşletmede 1985 yılında 181 işçi ve 44 memur çalışıyordu. Fabrika 27.10.2004 tarihinde özelleştirildi.
11.1.1- Ürünler; sentetik deri ve bu deriden yapılan okul çantası, valiz, çadır, yağmurluk, otomobil örtüsü gibi sentetik deri mamulleri.
11.2- PERTEK Halı İpliği Fabrikası; Bünyan Halıcılık ve Battaniye Sanayi Müessesesine bağlı olarak çalışmaktadır.
11.2.1- Ürünler; fabrika 2-6 Nm. Strayhgarn iplik üretmektedir.
11.3- SALİHLİ Palamut ve Valeks Fabrikası; Sümerbank Salihli Palamut ve Valeks Fabrikası 1955 yılında kuruldu ve 1961 yılında Sümerbank`a devredildi. İşletmede 1985 yılında 50 işçi çalışıyordu. Fabrika 29.5.1998 tarihinde özelleştirildi.
11.3.1- Ürünler; deri ve kösele sanayinde sepi maddesi olarak kullanılan valeks üretmektedir.
11.4- SARIKAMIŞ Ayakkabı Fabrikası; Sümerbank Sarıkamış Ayakkabı Fabrikası 1983 yılında işletmeye açıldı. Fabrikada 1985 yılında 282 işçi ve 30 memur çalışıyordu. İşletme 02.12.2004 tarihinde kapatıldı.
11.4.1- Ürünler; askeri ve sivil botlar üretmektedir.
11.5- TERCAN Ayakkabı Fabrikası; Sümerbank Tercan Ayakkabı Fabrikası 1983 yılında işletmeye açıldı. Fabrikada 1985 yılında 325 işçi ve 26 memur çalışıyordu. Bu işletme de 02.12.2004 tarihinde kapatıldı.
11.5.1- Ürünler; bayan ayakkabıları, bayan terlikleri, bayan çizmeleri ve hemşire tipi ayakkabılar üretmiştir.
12. SÜMERBANK’IN BAĞLI ORTAKLIKLARI
12.1- ANTALYA Pamuklu Dokuma Sanayi T.A.Ş. Genel Müdürlüğü; Antalya Pamuklu Dokuma Sanayii T.A.Ş.`nin hisselerinin yüzde 81,6`sı Sümerbank`a aitti ve şirket 1961 yılından beri Sümerbank bünyesinde faaliyet gösteriyordu. İşletmede 1985 yılında 1025 işçi ve 73 memur çalışıyordu. İşletme 23.09.2004 tarihinde kapatıldı ve malvarlığı 10.2.2005 tarihinde Antalya Kepez Belediyesi`ne devredildi.
12.1.1- Ürünler; minerpolin, poplin pijamalık, çeşitli renk ve desenlerde kadın erkek mendilleri üretmiştir.
12.2- BERGAMA Pamuk İpliği ve Dokuma Sanayi T.A.Ş. Genel Müdürlüğü; Bergama Pamuk İpliği ve Dokuma Sanayi T.A.Ş. 1954 yılında işletmeye açıldı. Şirket hisselerinin yüzde 72,3`ü Sümerbank`a aitti. 1985 yılında işletmede 1134 işçi ve 62 memur istihdam ediliyordu. 2005 yılı Temmuz ayında işletme özelleştirilmiştir.
12.2.1- Ürünler; pamuk ve pamuk-polyester karışımı poplin gömleklik, pizamalık üretmiştir.
12.3- MANİSA Pamuklu Mensucat A.Ş. Genel Müdürlüğü; Manisa Pamuklu Mensucat A.Ş. 1960 yılında işletmeye açıldı. Şirket hisselerinin yüzde 84,5`i Sümerbank`a aitti. 1985 yılında işletmede 1264 işçi ve 56 memur çalışıyordu. İşletmenin özelleştirilmesi çalışmaları 2005 yılı Temmuz ayında başlatılmıştı.
12.3.1- Ürünler; Pamuk ipliği dışında trençkotluk, parkalık, beyaz subay kumaşı ve iş elbiseliği üretilmiştir. Hazır giyim alanından ise mont, trençkot ve kot pantolonlar üretmiştir.
12.4- TÜRKİYE Yapağı ve Tiftik A.Ş. Genel Müdürlüğü; Türkiye Yapağı ve Tiftik A.Ş. 1955 yılında kuruldu ve 1984 yılında Sümerbank`a katıldı. Şirketin hisselerinin yüzde 99`u Sümerbank`a aitti. 1985 yılında işletmede 130 işçi ve 217 memur çalışıyordu. İşletme 1995 yılında tasfiye edildi.
12.4.1- Ürünler; ayrımlanmış, işlenmiş, yıkanmış ve yarı mamul haldeki ürünleri yanında halı ipliği ve tiftik tops en önemli üretimidir.
13. SÜMERBANK’IN İŞTİRAKI BULUNAN KURULUŞLAR
13.1- Tekstil
13.1.1- Aydın Tekstil A.Ş.
13.1.2- Balıkesir Pamuklu Dok. San. A.Ş.
13.1.3- SİDAŞ Sivas Dok. San. A.Ş.
13.1.4- Yifaş Yeşilyurt Tekstil San. A.Ş.
13.1.5- Güney Sanayi İşl. A.Ş.
13.1.6- Van Yün ipliği Sanayi A.Ş.
13.2- Bankalar
13.2.1- T.C. Merkez Bankası A.Ş.
13.2.2- T. Emlak Kredi Bankası A.Ş.
13.2.3- T. Vakıflar Bankası T.A.O.
13.2.4- T. Halk Bankası A.Ş.
13.2.5- T. Ticaret Bankası A.Ş.13.2.
13.2.6- DESİYAB
13.3- Kimya
13.3.1- T. Gübre Sanayi A.Ş.
13.3.2- Basf-Sümerbank T. Kim. San. A.Ş.
13.3.3- T. Petrolleri A.O.
13.3.4- SİFAŞ Sent. İpl. Fab. A.Ş.
13.3.5- Soda Sanayi A.Ş.
13.4- Toprak
13.4.1- T. Çimento Sanayi T.A.Ş.
13.4.2- Kütahya Porselen Sanayi A.Ş.
13.4.3- TUG-SAN Gemerek Tic. San. A.Ş.
13.5- Demir-Çelik
13.5.1- Ereğli Demir Çelik Fab. T.A.Ş.
13.5.2- Mannesman-Sb. Bor. End. T.A.Ş.
13.6- Diğer Çeşitli
13.6.1- Kıbrıs Holding
13.6.2- GENTAŞ Gen. Met. San. A.Ş.
13.6.3- Umumi Mağazalar T.A.Ş.
13.6.4- GİMA
13.6.5- Oralgim Ort. An. Giy. San. A.Ş.
13.6.6- Türk Pazarlama A.Ş.
13.6.7- Güven Sigorta A.Ş.
13.6.8- T. Şeker Fabrikaları A.Ş.
1987 de 3291 sayılı Kamu İktisadi Teşebbüslerinin Özelleştirilmesi Hakkındaki Kanun çerçevesi içinde Bakanlar Kurulu kararıyla Sümerbank’ın özelleştirilmesine karar verilerek, kuruluşun bağlı olduğu bakanlıkla ilişkisi kesildi ve idari yönden başbakanlığa bağlandı. Sümerbank’taki devlete ait hisselerin tamamı bedel alınmadan toplu konut ve kamu ortaklığı idaresine devredildi. Şubat 1989 da Sümerbank satışının nasıl yapılandırılacağı konusunda ön danışmanlık anlaşması yabancı danışmanlık kuruluşları Barclays, De Zoete Wedd, Coopers, Lybrand ve Uluslar arası Endüstri ve Ticaret bankası Konsorsiyumu ile toplu konut ve kamu ortaklığı idaresi arasında imzalandı.
Sümerbank; gerek sanayi alanında, gerek tekstil ve bankacılık alanında Türkiye Cumhuriyet’inin önemli bir müessesesi olmuş ve ülke ekonomisine yapmış olduğu katkılar, ülke vatandaşlarına sunmuş olduğu iş imkanları ve ürettiği kaliteli mallar ile farklı işletme alanlarında ve yurdun çok farklı bölgelerinde kurmuş olduğu tesisler ve fabrikalarla, kurulduğu ve geliştiği dönemde dünya ekonomisindeki ihracat payı ile fayda sağlamanın yanında çok önemli bir noktadır ki bir dünya markası haline geldiği kolayca gözlemlenebilmektedir.
Hazırlayan: Ökkeş Narinç, Kilis 2009 Kilis 7 Aralık Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Kaynaklar:
- http://www.ydk.gov.tr/kit99/Birinci_Bolum.htm
- http://www.ekodialog.com/kamu_maliyesi/kamu_iktisadi_kuruluslari.html
- http://www.hukuki.net/kanun/233.45.text.asp
- http://www.millidusunce.com/index.php option=com_content&task=view&id=47&Itemid=1
- KOMİSYON, Dictionnaire Larousse Ansiklopedik Sözlük, Sümerbank Maddesi, c. 6., Milliyet Basımevi,1993.
- KOMİSYON, Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedi, Sümerbank Maddesi, c. 21, Milliyet Yayıncılık.
- KOMİSYON, Türk Ansiklopedisi, Sümerbank Maddesi, c. XXX, M.E.B. Basımevi, Ankara 1981.
- KOMİSYON, Meydan Larousse, Sümerbank Maddesi, c. 18, Sabah Yayıncılık, Ekim 1992.
- SANAYİ OKULU SÜMERBANK, Sümerbank Dergisi, Kilis 7 Aralık Üniversitesi Mehmet Sanlı Kütüphanesi.
- TUNA, Serkan, Türkiye’de Devlet İşletmeleri (1930-1940), Doktora Tezi, İstanbul 2002.
II. BÖLÜM
NAZİLLİ KOMBİNASI
Ülke, ulus için işleyen bir eser kazanmıştır.
Tren, sabahtan beri verimli, sulak ve yeşillik vadide ilerliyor. İki taraftan hafif yükselen dağlar doğanın en çok özenerek işlediği kıvrımlarıyla şekil almış bu yerlerin sahibi olarak da en iyiyi seçmiş. Bu yurt Türk’ün mukaddes toprağı! Nazilli’ye yaklaşıyorduk, Atatürk, H. Reşit Tankut’a sordu:
-“Nazilli ne demektir?”
O’nun izahatı bitmeden trenin içini, genç, gür sesliler doldurmuştu. Eski ataların bu günkü çocuklarının sesleri, tarihin engin derinliklerinden gelen sesler gibi uğulduyor ve çınlıyordu:
“Yaşa Atatürk!”
Nazilli’ye gelişinde, trenden inerken. (9 Ekim 1937)
Bu candan gelen seslerle kuvvetlenen heyecan, istasyona indiği zaman Atatürk’ü daha çok sarmıştı. Ülkesine yaptığı büyük işlerin üstünde, iradesini temsil eden adımlarıyla ilerliyordu.
Atatürk etrafını saran Nazilli halkının alkış sesleri içinde Halkevi’ne gitti. Günün büyük meselesi üzerinde konuşuluyordu. Başbakan Celal Bayar, altı yıl önce bu salonda geçen bir konuşmalardan söz etti. Konu serbest rejimle devletçilik prensibi üzerine imiş. O zaman bir fabrikanın Nazilli’de kurulması üzerinde konuşulmuş.
Sümerbank Nazilli Tekstil Kombinası’nın önü. (9 Ekim 1937)
İşte bugün gerçekleşen bu iş için, Atatürk ve ülke büyükleri bu kasabada bulunuyorlar. Küçük vagonlara binildi, şehrin biraz ilerisinde fabrika kombinasına doğru yol alınmıştı. Cumhuriyet hükümetinin, Birinci Beş Yıllık Endüstri Programı’ndan bir maddeye dayandırılarak gerçekleştirilen bu eseri görmeye başlamıştık. Fabrika binalarına giden yollar halkla dolu idi. Atatürk’ün yoluna katılan kalabalık, meydanda yer almıştı. İlk binaya giriş, küçük çocukların sepetlerde tuttukları pamuk dalları içinden oldu. Hepimiz yakalarımızı bu pamuk dallarıyla süsledik.
Bu binada fabrika müdürünün değerli açıklamalarını dinliyorduk. İlk basmalardan bir top masa üzerine kondu. Bu top kımızı beyaz kurdelelerle bağlanmış; Türk pamuğunun değerlenen bir parçası olarak ne çok manalar ifade ediyordu. Türk kendi malını kendi topraklarının verimine el emeğini katarak üzerine giyecek, fakat bu emekler bu yüzyılın ileri buluşlarından makineleşen kısmından en çok pay alacaktır. Türkün el emekleri artık sadece el tezgahlarında yer tutmaz. Ona bugünkü yaşam gereklerini karşılayacak elemanlar lazımdır. Nazilli fabrikası bu ihtiyacın bir örneğidir. Kombinanın tamamlandığı vakit alacağı şekil, duvardaki haritada çizgilerle saptanmıştı. Bugün bitmeyen yerler yalnızca bahçe ve park kısımları idi.
Balkondan şehir namına söylenen nutuk dinlendi. Celal Bayar, İnönü hükümetinin uygulamalarından olan bu eseri, mutlak rakamlarla canlandırdı. Bu nutuk, devletçilik prensiplerine dayanarak yapılan işlerin ekonomik ifadeleriyle dolu idi.
Sümerbank Nazilli Tekstil Kombinası. (9 Ekim 1937)
Nutuk bitince, Türk’ü giydirecek olan, Türk işçileri erkekli kadınlı, Atatürk’ün önünde geçit resmi yaptılar. Bir örnek giyinmiş kadın işçiler, Türk yurdunda işbirliğinin canlı sembolleri idi. Kayseri Fabrikası’nın spor klübüde bu törende yer almıştı.
Elimize verilen planlara göre ilk kısmın önüne geldik. Atatürk kırmızı kurdele ile bağlanmış, sarı madenden Sümerbank harfleri ile yapılmış bir anahtar ile kapıyı açtı. Herkes içeri girdi. Dışarıdaki hava sıcaklığı, bu binada teknik gelişmenin seyrine uyularak, yerini serinliğe vermişti.
Sümerbank Nazilli Tekstil Kombinası. (9 Ekim 1937)
Fabrika direktörünün rehberliğinde yürüyoruz… Pamuk, işleyen makinelerde türlü şekiller alıyor; iplikler binlerce makaralar üzerinde kümeleşiyordu…
Makaralar çözülerek tezgahlarda yer almış, büyük bir salonda tezgahların bulunduğu yerde her makinenin başında duran bir işçi “Marş” emrini bekliyordu.
Direktör, Atatürk’e hitap ederek “İşlemek için emrinizi bekliyorlar.” dedi.
Büyük yerden gelen emir, 480 makineyi birden gürültülü bir faaliyete koydu.
Bunun üzerine Atatürk şöyle konuştu:
“İşte halka refah verecek sesler.”
Her makine, işçisinin kumandasında işliyordu. Kumaşlar dokunuyor, yıkanıyor, renkleniyor, nihayet kimyanın modern tekniğine ulaşıyor ve renk renk çiçeklerle bezeniyordu. Kırmızı, mavi, gözü okşayan her renk bu basmalarda yer alıyordu.
Burada aynı zamanda bir şey öğrendik. Anadolu’nun her yöresinin bir renk seçişi varmış. Onun için Türk sanatkarı, Türk zevklerine hitap etmeye mecburdur, gerek renklerinde gerekse çiçeklerinin şeçilişinde… En nihayet basmaların top haline konduğu dairede gezme işi bitti. Herkes bu eser karşısında memnun ve neşeli idi, çünkü ülke, ulus için, onun zevki için ve nihayet pek kaçınılmaz bir ihtiyacı için, işleyen bir eser kazanmıştı.
Kaynak: Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler, Afet İnan, 5. Baskıya Hazırlayan Arı İnan, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları 2007, ISBN: 978-9944-88-140-1. Sayfa: 230-233
III. BÖLÜM
CUMHURİYETİN DEV PROJESİ: NAZİLLİ SÜMERBANK BASMA FABRİKASI
Venezuella’daki “Atatürk Modeli Fabrika’ya” esin kaynağı olan fabrika, 1937’de Atatürk tarafından açılan Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası’dır. Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası, Atatürk’ün kafasındaki “Sosyal Fabrika Projesi’nin” ilk uygulaması olması bakımından çok önemlidir. Atatürk’ün kafasındaki fabrika, sadece üretim yapılan bir mekan değil, aynı zamanda “ar-ge” çalışmalarının yapıldığı bir labratuvar, eğitim verilen bir okul, her türlü sanat ve spor imkanlarına sahip bir kültür kompleksi, kısacası adeta dört dörtlük bir “yaşam alanı”, bir kampüstür. Atatürk, işçilerin yüksek standartlarda, her türlü imkandan yararlandıkları bu “sosyal fabrikaları” Anadolu’nun her yanına yapmayı planlıyordu. Ama bu
projesini yaygınlaştırmaya ömrü yetmeyecekti.
Sümerbank Nazilli Tekstil Kombinası’nın inşaatı
Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası, genç Cumhuriyetin Birinci Beş Yıllık Kalkınma Palanı’nın ilk önemli eseridir. Sümerbank’ın kurduğu ilk Türk basma fabrikasıdır. Devlet eliyle kurulan ilk basma fabrikasıdır.
Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası, genç Cumhuriyetin Birinci Beş Yıllık Kalkınma Palanı’nın ilk önemli eseridir. Sümerbank’ın kurduğu ilk Türk basma fabrikasıdır. Devlet eliyle kurulan ilk basma fabrikasıdır.
Fabrika, Türk-Sovyet ortak yapımıdır. Makineler ve teçhizatların çoğu Sovyetler Birliği’nden narenciye karşılığında alınmıştır. Fabrika kuruluşundaki işçi açığını kapatmak için 120 Sovyet montör ve mühendisi istihdam etmiştir.
Fabrikanın temelleri 25 Ağustos 1935’te atılmış, yapımı 18 ayda tamamlanmış ve 9 Ekim 1937’de açılmıştır. Bina ve makineler dahil, 8 milyon liraya mal olmuştur.
Fabrikanın, 28 bin iğ ve 800 otomatik tezgah ile çalışmaya başlaması ve 2.400.000 kilo iplik işlemesi planlanmıştır. Bununla 20 milyon metre basma imal edilecektir.
Fabrika 15 bin ton kömür yakacaktır.
Fabrika her gün en fazla 2400 işçi çalıştıracak ve ücret olarak senede 1 milyon lira ödeyecektir.
Fabrika, beş kısımdan oluşmuştur: Dokuma bölümü, Basma bölümü, Desen bölümü, Gravür
bölümü ve Baskı kısmı… Basma, Desen, Gravür bölümünden geçen kumaşlar, Dokuma bölümünde, yarısı elektronik olmak üzere 768 tezgahta dokunacaktır. Günlük dokuma, 62.000 ile 64.000 metre arasındadır. Baskı bölümünde ise 4 baskı makinesi vardır. Burada farklı renk ve desenlerde günlük ortalama 85.000 metre basma yapılacaktır.
Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası, sosyalist ülkeler de dahil, dünyada görülmemiş bir “sosyal” niteliğe sahiptir. Evet, fabrika kurulurken Sovyet modeli esas alınmıştır, ama genç cumhuriyetin genç mühendisleri Türk devrimine has, çok özgün bir eser ortaya çıkarmayı başarmışlardır. Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası, 1930’ların dünyasında bir benzerine daha rastlanmayacak kadar özgün bir “sosyo-kültürel” ekonomi projesidir.
İşte Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası’nın şaşırtan özellikleri:
1. Fabrika, balolar, danslar ve partiler düzenlemiştir: 1930’ların ortalarına kadar kadınlı erkekli hiçbir toplantıya katılmamış halk, fabrikanın organize ettiği balolar, danslar ve partilerle sosyalleşmiş, özellikle kadın ön plana çıkmaya başlamıştır.
2. Fabrikada sinema salonu vardır: 1937 yılında 12 bin kişinin yaşadığı bir kentte, bu fabrika bünyesinde 700 kişilik bir sinema salonu açılmıştır. İki defa memurlara, iki defa işçilere ve iki defa da ustalara olmak üzere haftada toplam altı defa film gösterilmiştir.
3. Fabrika Halkevi kurmuştur: Fabrika “Sümer Halkevi” adıyla bir halkevi kurarak halkı her konuda bilinçlendirmeye çalışmıştır. Bir fabrika bünyesinde açılan ilk ve tek halkevi Sümer Halkevi’dir. Halkevinin şubelerinde çalışanların büyük çoğunluğu fabrika işçisidir. Halkevinin, hazırladığı oyunları sergilemesi için fabrika içinde bir sahnesi vardır. Sümer Halkevi biçki-dikiş kurslarında her yıl birçok genç kız meslek sahibi olmuştur. Halkevi civar köylere geziler düzenlemiş, köylülerin sorunlarıyla ilgilenmiş, köylere ilaç ve sağlık elemanı göndererek hastaların tedavisini sağlamıştır.
4. Fabrikanın korosu vardır: Fabrika çalışanları arasında bir müzik grubu oluşturulmuştur. Klasik müzik seslendiren grup Nazilli, Aydın ve Denizli’de konserler vererek “çok sesli” müziğin Anadolu’da tanınmasını sağlamıştır. Fabrikada yemek aralarında dünya klasiklerinden eserler okuyan bu koro (grup), işçilerin Beethoven zevke ulaşmalarını sağlamıştır. Fabrikada, çalmayı bilen işçilerin kullanımlarına açık bir de piyano vardır.
5. Fabrikanın hamamı vardır: Fabrika bünyesinde kurulan bir hamam, hem işçilere hem de Nazilli halkına hizmet vermiştir.
6. Fabrikanın Ressamları vardır: Fabrika bünyesindeki desinatörler belli zamanlarda fabrika dışına çıkarak Nazilli ve çevresinin güzel resimlerini yapmışlardır. Fabrika ressamlarının yaptığı bu tablolar açık arttırmalarda satılmıştır. Resim heykel sergileri de düzenleyen fabrika Nazilli’de güzel sanatların gelişmesini sağlamıştır.
7. Fabrikanın spor kulübü vardır: Fabrikanın bünyesinde kurulan lacivert-beyaz renkli Sümer Spor, futbol, basketbol, atletizm, voleybol, bisiklet, güreş, yüzme, boks branşlarında faaliyet göstermiştir. Fabrika bünyesindeki Sümer Spor futbol Sahası Türkiye’nin ilk “alttan ısıtmalı” futbol sahalarından biridir. Ayrıca yine fabrika bünyesinde, basketbol, voleybol sahaları, güreş minderleri, boks ringi, tenis kortu ve paten pisti vardır. Nazilli’de toplumsal kaynaşmayı güçlendiren “paten eğlenceleri” ve” bisiklet yarışları” Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası’nın mirasıdır.
8. Fabrika halka bedava basma dağıtmıştır: Bir sosyal fabrika olarak tasarlanan Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası, altı ayda bir halka “ıskarta basma” dağıtmıştır.
9. Fabrikada işçi hakları üst düzeydedir: Çok sayıda işçiyi barındıran fabrika işçi haklarına da çok önem ermiştir. İşçi ve Memur Biriktirme Sandıkları, İşçi Ölüm ve Hasatlık Yardım Sandıkları oluşturulmuş, fabrika içinde işçi sağlığını koruyacak 40 yataklı bir hastane, bir eczane bir de labratuvar kurulmuştur. Nazilli’nin kabusu haline gelen sıtma hastalığı fabrikanın sağlık ekibi tarafından kurutulmuştur. İşçilere mesleki eğitim verilen fabrikada ayrıca işçiler için beş sınıflı bir okuma-yazma kursu, daha doğrusu bir küçük okul vardır. Sümer İlköğretim Okulu adlı bu işçi okulunun 980 öğrenciye sahiptir. Ayrıca bir işçi radyosu ve işçi çocukları için 26 yatak ve 40 mevcutlu bir kreş kurulmuştur. İşçiler ve memurlar, fabrikanın hemen önünde özel olarak inşa edilen 264 dairelik ve 1000 kişilik lojmanlarda çok uygun bir ücretle kalırken, bekar işçiler için 350 kişilik bir “Bekar İşçi Pavyonu” vardır. Lojmanda kalamayan işçi ve memurları şehirden fabrikaya taşımak için düzenli seferler yapan GIDI GIDI adı verilen mini bir tren kullanılmıştır. Fabrika işçilerinin yiyecek ve giyeceklerini temin etmek için fabrika bünyesinde bir kooperatif vardır. Fabrikanın, işçilere hizmet veren güzel ve temiz bir fırını, işçi yemekhanesi, memur kantini ve bir de hamamı vardır.
10. Fabrikanın ar-ge bölümü vardır: Daha fabrika açılmadan fabrikada kullanılacak kaliteli pamukların çevrede yetiştirilmesi için 200 adet modern tohum ekme makinesi satın alınmıştır. Yine pamuk işinde kullanılmak üzere birçok modern tarım aleti ve makinesi bölgeye getirilerek çiftçilere dağıtılmış ve bunları nasıl kullanacakları öğretilmiştir. Fabrika içinde mekanik odası, fizik labratuvarı, tarım labratuvarı gibi ar-ge bölümlerinde, fabrikada yapılacak üretimin kalitesini arttırmak için çalışmalar yapılmıştır.
11. Fabrikanın atölyesi vardır: Fabrikanın büyük bir atölyesi vardır. Bu atölyenin demirhanesi, marangozhanesi, dökümhanesi, kaynak ve teneke işleri yapan bir kısmı vardı. Diğer fabrikaların ahşap parça ihtiyacı olan makine vurucu kolları burada yapılırdı.
12. Fabrikanın elektrik ve su santralleri vardır: Fabrika, bir dönem hem kendi elektrik ihtiyacını hem de Nazilli kentinin elektrik ihtiyacını kendi bünyesindeki bir elektrik santraliyle
sağlamıştır. Dört kazan ve üç türbinli olan bu santral, 2500 kw gücündedir. Fabrikanın su ihtiyacını karşılamak için bir de su santrali vardır.
İşte Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası… İşte Atatürk’ün “Sosyal Fabrika Projesi”nin ilk uygulaması… İşte genç cumhuriyetin, halkına, insanına, işçisine bakışı…
ATATÜRK NAZİLLİ SÜMERBANK BASMA FABRİKASI’NDA
Türkiye’de devlet eliyle kurulan bu ilk basma fabrikasını 9 Ekim 1937’de bizzat Atatürk açmıştır. Atatürk, Ege manevraları için bölgede bulunan ordu komutanlarıyla ve yöneticilerle birlikte açılışa gelmiştir. Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak, İkinci Ordu Müfettişi Orgeneral İzzetin Çalışlar, Genelkurmay Asbaşkanı Asım Gündüz, Jandarma Genelkomutanı Naci İldeniz gibi komutanlar ve Trakya Umum Müfettişi General Kazım Dirik ile İzmir Valisi Güleç, Başvekil Vekili Celal Bayar, İsmet İnönü, Afet İnan, Kütahya Milletvekili Recep Peker, Ziraat Vekili Şakir Kesebir, Dahiliye Vekili ve CHP Genel Sekreteri Şükrü Kaya, Nafia Vekili Ali
Çetinkaya, Hariciye Vekili Tevfik Rüştü Aras, Milli Müdafaa Vekili Kazım Özalp, Maliye Vekili Fuat Ağralı, Kültür Vekili Saffet Arıkan, Gümrük ve İnhisarlar Vekili Ali Rana, Orman Umum Muhafaza Komutanı Korgeneral Seyfi gibi nerdeyse devletin bütün askeri ve sivil erkanı tam kadro Atatürk’le birlikte Nazilli’dedir.
Atatürk’ün açılışını yaptığını ilk ve son fabrika olan Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası’nın açılışına verilen önem, asker-sivil neredeyse bütün devlet erkanın açılışa katılmasından da bellidir.
Sümerbank Nazilli Tekstil Kombinası’nın açılışında, işçiler geçit törenine katılırken. (9 Ekim 1937)
Nazilli Basma Fabrikası istasyonunda fabrika yetkililerince karşılanan Atatürk’ün ilerlediği istasyondan fabrika müdüriyet binasına kadar parke döşenmiş yolun her iki yanında halk düzenli bir şekilde sıralanmıştır. Sıraya geçmiş küçük kızlar ellerinde pamuk dallarıyla misafirlerini karşılamışlar ve bunları Atatürk’e hediye etmişlerdir. Fabrika binası ve meydanlar bayraklarla süslenmiştir. Atatürk, yanındakilerle birlikte fabrikaya geldiğinde, mahşeri kalabalık tarafından Halkevi Orkestrası eşliğinde büyük sevinç ve tezahüratla karşılanmıştır. Atatürk halkın bu coşkulu karşılamasına fabrikanın girişindeki müdüriyet binasının balkonundan halkı selamlayarak cevap vermiştir.
Açılışta yapılan konuşmalardan sonra Atatürk, fabrikanın yönetim dairesinden çıkarak iplik dokuma ve halı makinelerinin bulunduğu binaların kapısı önüne gelmiştir. Fabrikanın elektrik santralinin önünde elektrikle aydınlanan bir büstünü gören Atatürk, bir süre bu büstü inceledikten sonra “güzel” diyerek fabrika müdürüne iltifatta bulunmuş ve daha sonra açılışı yapmıştır. Atatürk’ün fabrikayı açmasıyla birlikte 480 makine bir anda çalışmaya başlayarak ilk pamuğu işlemiştir. Tören boyunca bir uçak filosu fabrika üzerinde uçuşlar yapmıştır.
Sümerbank Nazilli Tekstil Kombinası’nın önü. (9 Ekim 1937)
Atatürk’ün açtığı Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası, çok kısa bir sürede Nazilli’nin çehresini değiştirmiştir, Daha önce göç veren Nazilli kısa zaman içinde göç alan bir kent haline gelmiştir. Genç cumhuriyetin çağdaşlaşma projesi kapsamında en erken ve en köklü şekilde aydınlanan kentlerden biri, belki de birincisi Nazilli olmuştur. Nazilli’nin “çağdaşlaşmasında” Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası’nın yeri çok büyüktür.
BEDRİ RAHMİ EYÜBOĞLU’NUN İZLENİMLERİ
7 Ekim 1953’te Nazilli’ye gelen şair ve ressam Bedri Rahmi Eyüboğlu, Nazilli’deki değişimi şöyle gözlemlemiştir:
“ … Altı saat içinde altı lunapark geçtik… Bir de ne görelim şehir baştan aşağı neon ışıkları içinde. Nazilli dediğin nedir ki, Anadolu’da küçük bir kaza değil mi? Gecenin on ikisinde ışık, elektrik ışığı içinde yüzen bir Anadolu kasabasını görmek insanı nasıl sevindirmez… Nazilli’nin iki yakasını bir araya getiren bir ışık fermuarı taa Basma Fabrikası’na kadar uzanmış. Sarı yerine hafif yeşilimtırak bir ışık. Bu ışığın altında yürüdük. Gayet nazik bir memur, belediye memuru mu polis mi pek anlayamadım, küçük bir çocuğa seslendi; ‘Bu misafiri Gıdı Gıdı’ya kadar götür…’ dedi. Evvele bir mahalle, bir semt adı sandım. Sonra bir şoför, bir arabacı olabilir dedim. Gıdı Gıdı dedikleri bir küçük, bir maskara dekovil tren imiş. Belli saatlerde işçileri fabrikaya taşırmış… Bir kedim olsa ismini muhakkak Gıdı Gıdı koyardım… Birkaç adım ötede aynı ışıklarla donanmış birkaç otel sıralanmış. Burası kaza değil vilayet merkezi diyorum. Burasını bu hale fabrika soktu diyorlar.
Gıdı Gıdı Treni’nin son halinden bir görünüm
Dükkan önünde bir otobüs duruyor, içinden birçok işçi çıkıyor çoğu kadın. Birkaç erkek var. Fabrika’dan dönüyorlarmış. Gece Postası. Pek yorgun görünmüyorlar, ama kına gecesinden de dönmedikleri belli. Telaşsız adımlarla sokaklara dalıyorlar. Çoğu siyah gömlek üstüne beyaz bir başörtüsü sallandırmış. Geniş yollar, ışıklı yollar, ışıklı oteller, gece yarısı açık dükkanlar, dizi dizi okaliptüs ağaçları.
Kışın kapıya dayandığı bu günlerde Pazar yerindeki sebze çeşidi insanı şaşırtıyor… Eski evlerin dışardan çok kalender göründüğüne bakmayın içleri cennet gibi. Derli toplu tertemiz. Nazilli’de bisiklet bolluğu göze çarpıyor. Motosikletler ve takma motorlu bisikletler de var. Bisikletlerin çoğu Basma Fabrikası’nda çalışan işçilerin olmalı. Fabrikanın bir bisiklet garajı var. Yol dümdüz olduğu için işçiler bisikleti benimsemişler.
Fabrikanın Nazilli’ye bağışladığı nimetlerden birisi de bu olmalı. Ne yalan söyleyeyim, sinemada görsem reklamdır derdim. Bana Anadolu’da bir kaza merkezinde işine bisikletle giden beş yüz işçi gördüm deseler kolay kolay aklım yatmazdı.
Fabrikayı gezdikçe işçiler sağlanan imkanları, kolaylıkları gördükçe şaşırdım kaldım. Sıcak, lezzetli, kuvvetli bir yemek. Boyalarla uğraşanlara süt ve yoğurt, işçiler mahsusu hastane, kreş, kantin, alabildiğince geniş bir bahçe, Kantinin üstünde bir havuz. Havuzun içinde bir heykeltıraşın elinden çıktığını zannettiğim bronz bir heykel, bir kadın heykeli. İşçilerden birisi yapmış. Fabrikada bronz döktürmüş. Aman Allah’ım! Akademide bronza değil alçıya bile dökmek nasip olmaz. Bir de gazoz tezgahı kurmuşlar. Geliri, işçilerin spor kulübüne veriliyor. Futbol takımları var. Denizli’de yaptığı maçlarda kimseden geri kalmamış.
İstanbul’da eşine az rastlanır bir boyda bir tiyatro salonu var. Geçenlerde ‘Soygun’u oynamışlar. Şehirde böyle bir salon olmadığı için bazı düğünler burada yapılırmış. Balolarda eksik değil. Benim tarihime üst üste iki tane düştü. Fabrika kuruluşunun 16. yılı iki balo ile kutlandı. Birisinde, fabrika işçileriyle aileleri, ötekinde şehirden gelen davetliler vardı. Birisinde yerli oyunlar oynandı, türküler söylendi. Ötekinde bol bol dans edildi. Her ikisi de geç vakte kadar uzadı.
Fabrika ailesinin toplantısında hiç görmediğim bir oyun oynandı. Bir tarafta Köroğlu türküsü söyleniyor, ortada iki kişi bu havaya uygun adımlarla bir koyun yüzüyorlar. Koyun dediğim de yere upuzun yatmış, kaskatı kesilmiş bir genç. Sıra koyun yüzmeye geliyor. Adamcağızı parçalamadan bir güzel şişiriyorlar. Seninki gayet güzel ölü taklidi yaparken biçarenin parçalarından içeriye bir bardak da bira dökmezler mi! O zamana kadar oyunun bütün kısımlarına büyük ustalıkla katlanan genç, yıldırım hızıyla doğruluyor. Bu kötü şakanın hesabını soruyor. Meğer oyun içinde bir başka oyun varmış.
Fabrikanın sanatçısı olan bir genç mikrofon başında hiç de bayat olmayan esprileri döktürüyor. Fabrikanın bülbüllerini birer birer, mikrofon başında şakımaya davet ediyor! Nazlanmadan geliyorlar. Kimi gazel söylüyor, kimi en ön moda caz havalarından birini… Kimi Köroğlu’na girişiyor. Kimi harmandalına. Sonra her sene bu gece çıkarılan Gıdı Gıdı balo gazetesi dağıtılıyor. İçerisinde gene fabrikalı çocuklardan birisinin yaptığı karikatürler var…”
İşte Bedri Rahmi Eyüboğlu’nu şaşırtan Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası gerçeği… Genç cumhuriyetin en devrimci adımlarından biri… Üretime, istihdama, yatırıma önem veren, kendi halkına güvenen, kendini ve dünyayı bilen çağdaş bireyler yetiştirmek isteyen genç cumhuriyetin mucize eserlerinden Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası…
10 Ekim 1937 tarihli Akşam Gazetesi
ZİHNİYET FARKI
Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası hakkında çok önemli bir makalesi olan, Yard. Doç. Dr. Günver Güneş’in şu değerlendirmesine katılmamak mümkün müdür:
“Fabrika birçok işlevinin yanında Cumhuriyetin temel kavramlarını halka tanıtan bir köprü olmuştur. Sümerbank bir fabrika olmasının ötesinde bir okul, bir eğitim kurumu, Cumhuriyet öğretilerinin yaşama geçirildiği bir alan olmuştur. Dünya üzerindeki herhangi bir şehirde kurulan bir fabrika, elbette o şehir üzerinde birtakım değişiklikler yapmıştır, Ama hiçbirisinin Nazilli Basma Fabrikası’nın Nazilli üzerinde yarattığı sosyal, kültürel, ekonomik değişimler kadar büyük sonuçlar yaratması mümkün değildir. Çalışanlara her türlü imkanı devlet eliyle verip onları ekonomik refaha kavuşturan bu fabrika, çalışanlarına yemek aralarında dünya klasiklerinden eserler okutup Beethoven dinletecek zevke ulaştırabildiyse, işte bu sözü edilen fabrikanın ne kadar değişik bir felsefeyle yola çıktığının ve bulunduğu yerin halkına neler kazandırdığının açık bir göstergesidir.”
1950’li yılların başında tıpkı yine cumhuriyetin dev eseri Köy Enstitüleri gibi bu fabrikalar da ışık saçmaktadır Anadolu’ya…
Düşünsenize, bu fabrikalardan Anadolu’nun her yanına dikildiğini; Edirne’ye, Manisa’ya, Konya’ya, Tunceli’ye, Diyarbakır’a… Türkiye ne duruma gelirdi! Bugün yaşanan ekonomik, sosyal ve siyasal sıkıntılar yaşanır mıydı? En basitinden Türkiye’yi maddi ve manevi bakımdan her geçen gün biraz daha zora sokan “terör belası” olur muydu? Olsa bile bu boyutta olur muydu?
Türkiye’nin bu gün yaşadığı “ekonomik” ve “sosyo-kültürel” sorunların baş sorumlusu Atatürk’ün ve genç cumhuriyetin kurduğu Köy Enstitüleri, Sosyal Fabrika, Halkevleri, Uçak sanayi, Demiryolu gibi “dev projeleri” ABD istekleri doğrultusuna bir kenara bırakan Atatürk sonrası iktidarlardır.
Sümerbank Nazilli Tekstil Kombinası’nın Atatürk Odası
1950’lerden sonra sürekli kan kaybeden Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası, son darbeyi 14 Kasım 2002’de yemiştir. Cumhuriyetin dev projelerinden Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası, Özelleştirme İdaresi’nce bedelsiz olarak Adnan Menderes Üniversitesi’ne devredilmiştir. Fabrika çalışanları da “gözyaşları” içinde Bursa’ya nakledilmiştir. Kapısına kilit vurulan fabrikanın, üniversitenin kullanımı dışındaki büyük bir bölümü, içindeki tarihi dokuma makineleri, araç ve gereçleriyle çürümeye terk edilmiştir. Dünyanın başka bir yerinde olsa en kötüsü “müze” olarak kullanılacak ve milyonlarca turist çekecek bu dev eser, Cumhuriyetin bu dev projesi, bugün Nazilli’de hayvan ahırından bile kötü bir durumda kaderine terk edilmiştir.
Gazeteci Banu Avar’ın Venezuella gezisi sırasında karşılaştığı bir olay kastediliyor. Banu Avar’a kulak verelim: “Şehri göreceğimiz tepeye doğru tırmanırken, Kemal Atatürk tabelasını geçince şaşırdım ki, tepeye geldik. Genç kız rehber heyecanla ‘şu fabrikayı görüyor musun? yanında nikah salonu, şu sağlık ocağı, şu okul onun arkasındaki de bizim ev.’ ‘Eeee, dememe kalmadı’ Rehber ‘Biz buna ATATÜRK modeli’ diyoruz’ diye yapıştırdı.”….
Yazar: Sinan Meydan
31 Aralık 2010
Kaynaklar
1. Aslan Buğdaycı, Dünden Bugüne Nazilli, İstanbul, 2001.
2. Atatürk Aydın’da, Aydın, 1981.
3. Aydın İl Yıllığı, Aydın, 1973.
4. Günver Güneş, “Atatürk’ün Nazilli Seyahatleri ve Seyahatlerin Yarattığı Sonuçlar”, Atatürk Haftası Armağanı, Genelkurmay ATESE Başkanlığı Yayınları, 10 Kasım 2004, s.121-135
5. Hulusi Günay, “Nazilli Dokuma Fabrikası”, Yarım Ay, No: 68, 1 İlkkanun 1937, s. 8,9 ve 19.
6. İbrahim Kiraz, Yaşlı Şehir, Nazilli, 2003.
7. L’Ilustration de Turquie, İstanbul.
8. Nazilli Basma Fabrikası Gezi Rehberi, Nazilli, 1937.
9. Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası Arşivi.
10. Saadet Tekin, “Nazilli Basma Fabrikası”, Tarih ve Toplum, C. 39, S.230, Şubat, 2003.
11. Tahir Kodal, “Mustafa Kemal Atatürk’ün Denizli Seyahatleri” Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, C. 19, S.55, Mart 2003.
12. Türkiye Ticaret Postası, Nazilli Basma Fabrikası Özel Sayısı, Ankara, sayfa 350-103, 14 Temmuz 1948.
13. Zafer Toprak, Sümerbank, Ankara, 1983.
14. 2010 Yılında Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası’nda bizzat yaptığım incelemeler. (Sinan Meydan)
IV. BÖLÜM
SANAYİNİN MUSİKİSİ NASIL BAŞLADI, NASIL BİTTİ?
SÜMERBANK NAZİLLİ BASMA FABRİKASI’NA TARİHSEL BİR BAKIŞ
Özet
Bu çalışma Sümerbank Nazilli Basma Fabrikası’nın kuruluş nedenleri ile ülkeye olan sosyo-ekonomik katkılarını konu edinmektedir. Ayrıca makalede 66 yıl ülkeye hizmet eden fabrikanın nasıl kapanış noktasına geldiği irdelenmektedir. Makalenin temel amacı Nazilli Basma Fabrikası örneğinde ülkenin mevcut ekonomik durumu ve gerçeklerine atıf yapmak suretiyle Sümerbank ve Etibank gibi önemli kuruluşların ülkede yüklendiği misyona dikkat çekmektir. Bu anlamda çalışma Ulu Önder Atatürk’ün bizlere emanet ettiği değerler noktasında kendimizi ve her şeyi yeni baştan sorgulamak, gerek işletmeler, gerekse bireyler bazında tarihten ders almak suretiyle geleceğe çıkarımlar sağlamanın önemini vurgulamaktadır.
1. Giriş
9 Ekim 1937 tarihinde Ulu Önder Atatürk Sümerbank Nazilli Basma Fabrikası’nın açılışı için Nazilli’dedir ve savaş alanlarındaki zaferlerden sonra, sanayi alanında başlatılan topyekün mücadelenin bir tanesini daha ziyaretleriyle şereflendirmektedirler. Bu ziyaret sanayileşme, kalkınma yolunda makinalarla, tezgahlarla çalınacak bir musikisinin başlangıcı anlamına gelmektedir. Şevket Süreyya Aydemir (1981:379-381) 9 Ekim günü Nazilli’de çalmaya başlayan sanayinin musikisini şu cümlelerle anlatmaktadır:
“Burada fabrika takımların, bölüklerin, taburların, geçit resmi için sıralanıp yerlerini aldıkları bir karargah meydanına benziyordu. Ve bir karargah meydanı gibi, burada da bir kumanda bekleniyordu. Kumanda duyulmadı ama, Atatürk’ün arkasında duran müdürden, sessiz bir işaret verildi…
Atatürk, bunu her halde beklemiyordu. O’nu, oraya çıkardıkları zaman, belki etrafı görmesini, belki fabrika halkına bir şeyler söylemesini istediklerini düşünmüş olabilirdi. Ama, öyle olmayıp da, ayağının altındaki dünya ve etrafını saran hava böylesine birden harekete
gelince, önce hatta biraz şaşakaldı. Ne yapacağını bilmedi de denebilir. Önce biraz sarsıldı. Biraz etrafından bir şeyler sormak ister gibi yaptı. Ama, işte o anda, belki kendi bile farkında olmadan ağzından şu kelimeler döküldü:
-İşte bu bir musikidir!..”
Nitekim Sümerbank Nazilli Basma Fabrikası da bu musikiyi 66 sene hiç susmadan icra edecek, ürettiği rengarenk basmalarla ülkeyi baştan başa süsleyecektir. Ancak Ata’nın bizzat kendi elleriyle açarak ülkeye hediye ettiği fabrikada yarım asırdan daha fazla bir süre çalınan bu musiki, 2000’li yıllara gelindiğinde belki de bir daha hiç duyulmamak üzere kaybolup gidecektir. 2003 yılı Temmuz ayında Sümerbank Nazilli Basma Fabrikası fiilen yaşam sahnesinden silinirken, fabrikanın geride bıraktıkları da tarihçiler, iktisatçılar ve işletmeciler için irdelenmeye değer birer miras olarak kalacaktır (Doğan, 2007: 105-109).
Özellikle Ulu Önder Atatürk’ün sanayileşme sürecinde bu fabrikayı neden kurduğu, fabrikanın genel olarak ülke ekonomisine neler kattığı ve 2000’li yıllara gelindiğinde Etibank ve diğer Sümerbank fabrikaları gibi bu fabrikanın da neden kapandığı soruları ülke geleceğine yönelik çıkarımlar yapma noktasında cevap bulması gereken öncelikli konular arasında yer alacaktır. Dolayısıyla bu ve buna benzer çalışmaların Cumhuriyet döneminde kurulan ekonomik kuruluşların önemini ve hedefini bugün çok daha net ve objektif şekilde kavrayıp değerlendirebilmemiz açısından birer rehber, kaynak olabileceği gerçeği de asla gözlerden kaçırılmamalıdır.
2. Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası’nın Kuruluşuna Zemin Oluşturan Unsurlar
Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası’nın kuruluşunu bir ya da birkaç nedenle sınırlamak olanaklı değildir. Ülkenin ekonomik, siyasi ya da sosyal şartlarından, Ege Bölgesi ile Nazilli yöresinin kendine özgü değer, koşul, öncelik ya da avantajlarına kadar birçok unsurun fabrikanın kuruluşunda etkili olduğu söylenebilir. Dolayısıyla Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası’nın oluşumuna zemin hazırlayan unsurları ulus, bölge ve yöre bazında toplamak gerekir.
2.1 Ulusal Etkenler
Ulusal bağımsızlık, hezimetle sona eren I. Dünya savaşı’nın ardından topyekün verilen bir Kurtuluş Savaşı’yla kazanılmıştır. Bu anlamda bağımsızlık için çok ağır bir bedel ödenmiş, yeni Türkiye Cumhuriyeti adeta borç, yoksulluk ve sıkıntılar üzerine kurulmuştur. Ülkenin durumunu çok iyi bilen Ulu Önder “ekonomik bağımsızlık olmadıkça, ulusal bağımsızlık olmaz” diyerek ulusa bundan sonraki hedefini göstermiş ve bir sanayileşme mücadelesi başlatmıştır. Dolayısıyla Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası’nı da bu sanayileşme mücadelesi ve planlarının içerisinde, onun bir parçası olarak değerlendirmek gerekir (Gencosman, 1978: 38-39).
2.2 Ülkenin Genel Ekonomik Durumu
Kurtuluş Savaşı sonrasında Türkiye Cumhuriyeti’nin ekonomik durumunun pek de iç açıcı olmadığı bilinmektedir. Savaşlar içerisinde harap olan ve Osmanlı’dan kalan borçlar altında ezilen bir ülke bulunmaktadır. Özellikle 1838 yılında İngiltere ile imzalan Serbest Ticaret Anlaşması, Osmanlı Ekonomisi’ne indirilen öldürücü bir darbe niteliği taşımıştır. Gümrüksüz giren İngiliz gelişmiş makine endüstrisi malları, Osmanlı’nın korumasız el tezgahı endüstrisini kısa zamanda ezmeye yetmiştir (Sabır, 2003: 1). Diğer birçok batılı ülkelerle de yapılan serbest ticaret anlaşmaları neticesinde ülkedeki geleneksel üretici kesim, sanayi devrimini tamamlamış batılı ülke ürünleriyle rekabet edemeyerek ekonomik hayattan silinip gitmişlerdir. Ülke kısa zamanda ihracatın çok üstünde ithalat yapar hale gelmiş, hele savaşların çıkışıyla da devasa finansman açıkları kaçınılmaz olmuştur.
Gerek Birinci Dünya Savaşı sonrası, gerekse 20’li yıllardaki durum da bundan pek farklı değildir. 1919 yılında Batı Anadolu’da çalışmakta olan irili ufaklı 3300 imalat sanayi işyerinin % 73’ü Rumların olup, bu işyerlerindeki 22000 işçinin % 85’i de gayri müslimdir. Yaşanan ekonomik sıkıntıların yanı sıra, sanayileşmede ne derece geri kalındığını göstermesi açısından bir başka gösterge de ülke ekonomisindeki sektörel dağılımdır. 1927 yılında % 78.2 ile tarım kesimi ülke ekonomisinde ilk sırada yer alırken bunu % 14.4 ile hizmet, % 7.4 ile de sanayi kesimi izlemektedir. Ne yazık ki bu değer bile birçok batılı ülkenin 1800’lerin ortasında ulaştığı sanayileşme oranının çok gerisindedir. (Gülerman, 1987: 17-18)
Sonuç olarak yeni Türkiye Cumhuriyeti sanayileşmede batının çok gerisinde kalmış, yokluklar içerisinde verilen bir bağımsızlık savaşının ardından, Osmanlı’dan büyük bir borç mirası devralarak kurulmuş bir ülkedir. Dolayısıyla bir yandan devralınan borçları ödeme, bir yandan yeniden yapılanma ve kalkınma bağlamında bir sanayileşme harbinin başlatılması bu yeni kurulan ülke açısından kaçınılmazdır. Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası da yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin tüm ülke sathında başlattığı bu sanayileşme ve kalkınma mücadelesinin somut bir uzantısı olarak görünmektedir.
2.3 Ülkedeki Dokuma Sanayi
Dünya tarihine baktığımızda sanayileşmenin 18. yüzyıl sonlarında tekstil sanayinde başladığını görmekteyiz. Bunu bir rastlantı olarak 25’er yıllık aralarla demir-çelik, ulaştırma, kimya, elektrik ve benzinli motorlu sanayindeki gelişmeler takip etmiştir. Kısacası tekstil sanayileşmenin başı, lokomotifi durumundadır. Nitekim pamuk lifinden yapılan dokumanın, beş bin yıl önce Mısır Firavunları zamanında tanınmakta olduğu söylenmektedir (Gülerman, 1987; 3; Cillov, 1949: 1; Turga, 1947: 6). Dolayısıyla yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin Batı için
sanayileşmenin temel taşı olmuş tekstilden işe başlaması da rasyonel bir adımdır. Ülkenin geleneksel üretim tecrübesi ile pamuk üretim kapasitesi göz önüne alındığında mükemmel, hatta ülkenin genel ekonomik dokusuna bakıldığında da bunun zorunlu bir seçim olduğu kolaylıkla söylenebilir. Nitekim Osmanlı’nın son yıllarında sayıları iyice azalmaya başlamış olan el tezgahlarında işlenen hammaddenin Avrupa’ya satıldığı, işlendikten sonra ise tekrar Osmanlı pazarlarına sürüldüğü görülmektedir. Nitekim Hıfzı Velidedeoğlu’nun şu hatırası da mevcut durumu çok güzel özetlemeye yetmektedir (Gülerman, 1987: 9):
“Birinci Dünya Savaşı’ndan bir yıl önce 1913’de henüz bir ilkokul çocuğu iken, Orta Anadolu’nun tren uğrağı olmayan bir kasabasında, her gün babamın yanında, başımızda kırmızı bir fes, elimizdeki zembilin içinde çarşıdan taşıdığım yiyeceklerin arasında Rus şekeri; Amerikan unu bulunduğunu ve babamın ayağına ayakkabı; sırtına çamaşır ve giyecek yapmak için Fransız köselesi ve Fransız patiskası, Amerikan bezi; Alman kumaşı ve başımı kapamak için Avusturya fesi aradığını çok iyi hatırlıyorum. Babam bunları arıyordu, çünkü bunların Türk malı olanları yoktu. Hepsi dışarıdan geliyordu”.
Sonuç olarak 1900’lü yılların başında Osmanlı’da halkın tekstil ihtiyacını karşılayacak yeter sayı ve düzeyde fabrika yoktur. Olanlar da genelde ordunun ihtiyacını karşılamaya yönelik çalışmaktadır. Örneğin imparatorlukta ilk kurulan fabrikalardan bir tanesi olan Defterdar Fabrikası sadece ordunun fes ihtiyacını karşılamaktadır. Benzer şekilde Bakırköy Bez Fabrikası da 1850 yılında kurulan ilk mensucat fabrikamızdır. Ancak 1913 yılına gelindiğinde sayısı yedi olan mensucat fabrikalarımızın toplam pamuklu mensucat üretim miktarı sadece 3.618.520 metreden ibarettir. Üstelik 1940’lı yılların hemen başında Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası da dahil olmak üzere, ülkemizdeki mensucat fabrikalarında toplam 6250 adet otomatik dokuma tezgahı bulunurken, yıllık mensucat üretim miktarı da ancak 120.000.000 metreye ulaşacaktır. Oysa 1938 yılında ABD’de 6193 fabrikada toplam 470.000, Fransa’da ise daha 1867 yılında 80 bine yakın dokuma tezgahı olduğu (Cillov, 1949: 11-16) göz önüne alındığında, ülkemizin Nazilli Basma Fabrikası’na olan ihtiyacı ve bu fabrikanın kuruluş amacı kendiliğinden ortaya çıkmış olacaktır.
2.4 Genç Türkiye Cumhuriyetinin Ekonomi Politikası
17 Şubat – 4 Mart 1923 tarihleri arasında toplanan İzmir İktisat Kongresi’nin açılış konuşmasında Ulu Önder Atatürk, “Tarihin ve tecrübenin süzgecinden arta kalmış bir gerçek vardır. Türk tarihi incelenirse, gerileme ve çöküntü nedenlerinin iktisadi sorunlara bağlı olduğu görülür. Kazanılmış zaferlerin ve uğranılmış başarısızlıkların tümü iktisadi durumla ilgilidir… Milletimiz düşman ordularını mahvetmiştir. Tam bağımsızlık için şu kural vardır: Milli egemenlik, mali egemenlikle desteklenmelidir. Bizleri bu hedefe götürecek tek kuvvet ekonomidir. Siyasi ve askeri muzafferiyetler ne kadar büyük olursa olsun, iktisadi zaferlerle taçlandırılmadıkça payidar olamaz” diyerek genç Türkiye Cumhuriyeti’nde yeni mücadelenin ekonomik düzlemde olacağının altını çizmekte, kongrede alınan şu kararlar da ekonomik alanda izlenecek politikanın temelleri hakkında bilgiler vermektedir (Gülerman, 1987: 35-36):
Hammaddesi yurt içinde yetişen veya yetiştirilebilen sanayi dalları kurulması, El işçiliğinden ve küçük imalattan süratle fabrikaya, büyük işletmeye geçilmesi, Özel sektör tarafından kurulamayan teşebbüslerin devletçe ele alınması, Özel teşebbüse kredi sağlayacak bir devlet bankası kurulması, Yabancıların kurdukları tekellerden kaçınılması, Yerli malı giyilmesi Sanayinin teşviki ve milli bankaların kurulması, Demiryolu, karayolu ağının kurulması, İş erbabına amele değil, işçi denmesi ve sendika hakkı tanınması.
Sonuç olarak İzmir İktisat Kongresi’nde alınan kararlar yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin iktisadi hareket yönünü çizmiş, bu yönüyle Cumhuriyetin Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı’na (1933-1937) da altyapı oluşturmuştur denebilir. Bir başka ifadeyle Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı, İzmir İktisat Kogresi’nde alınan kararların eyleme geçiş aşaması olarak da nitelendirilebilir. Nitekim söz konusu planda;
* İthalatımızda yer alan, fakat hammaddesinin yurt içinden sağlanmasının mümkün olması sebebiyle, üretiminde herhangi bir dışa bağımlılığı bulunmayacak olan,
* Bazı hammaddeleri ithal edildiği taktirde üretimin geri kalan kısmı yurtiçinden gerçekleştirilebilecek olan, sanayi ünitelerinin devlet kaynaklarına dayalı olarak kurulmasına ağırlık verilmiş ve bu kapsamda yapılacak sanayi yatırımları dokuma, maden, selüloz, seramik ve kimya sanayi olmak üzere toplam beş grupta toplanmıştır. Söz konusu plan içerisinde yer alan projelerin hayata geçirilmesi sürecinde de Sümerbank’a önemli görevler verilmiştir. 1933 yılında Türkiye Sanayi ve Maadin Bankası ve Türkiye Sanayi ve Kredi Bankaları yerine iktisadi devlet teşekkülü olarak kurulan Sümerbank, Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı kapsamında olan Kayseri Bez Fabrikası, İzmit Kağıt ve Kimya Sanayi Fabrikaları, Nazilli Basma Fabrikası, Merinos Yünlü Fabrikası, Gemlik Suni İpek Fabrikası ile Karabük Demir ve Çelik Fabrikaları’nın hayata geçirilmesinde önemli roller üstlenmiştir. Sümerbank’ın 1934 yılında ülkemiz tekstil sanayi içerisinde % 9 olan payını 1937 yılına gelindiğinde % 68’e çıkarmış olması, Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı’ndaki rolü ve ülke ekonomisinin gelişmesindeki yerini göstermesi açısından önemli bir kayıttır (Gülerman, 1987: 83-90; İlkin, 1984: 1210).
2.5 Bölgesel Etkenler
Yeni Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’nin her alanda olduğu gibi iktisadi yatırımlarla ilgili tüm proje ve kararlarda da son derece titiz ve dikkatli adımlar attığını görmekteyiz. Öyle ki hükümet 1930’lu yılların başında Sovyetler Birliği’nden gelen ve kurulacak tesislerle ilgili çalışmalar yapıp raporlar sunan uzman bir ekiple yetinmeyip, ayrıca Amerika’dan bir başka uzmanlar grubunu ülkeye davet ederek çalışmalarda bulunmasını gerekli görmüştür (Tezel, 2006). Kısacası ülkenin ekonomik geleceğini belirleyecek olan konularda son derece hassas olan Cumhuriyet Hükümeti’nin, yeni kurulacak fabrikaların yerlerini de rastlantılara bırakmış olabileceği asla düşünülemez.
2.5.1 Bölgenin Tarım Altyapısı ve Pamuk
Bakırçay, Gediz, Küçük ve Büyük Menderes, Balıkesir ve Akhisar ovalarıyla Ege Bölgesi’nin bir tarım cenneti olduğu açıktır. İncirden üzüme, zeytininden pamuğa kadar türlü ürünleriyle bu bölge tarih boyunca herkesin gözbebeği olmuştur. Cumhuriyet döneminde de durum bundan farklı değildir. Bölge Osmanlı’da olduğu gibi Çukurova’yla birlikte ülkenin en önemli pamuk yetiştirme alanlarından bir tanesi konumundadır. Ancak üretilen pamuğun büyük çoğunluğu (%80) ham olarak yurt dışına gönderilmekte, yerli halk ise ancak el tezgahlarında kendi ihtiyacını karşılayacak düzeyde üretim yapmaya çalışmaktadır (Tekin, 2003: 20).
Dolayısıyla gerek İzmir İktisat Kongresi’nde, gerekse Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı’nda “hammaddesi yurt içinde yetişen ya da yetiştirilebilen sanayi dallarının kurulması” ilkesi bağlamında, Türkiye’de pamuğun anavatanı olarak kabul edilebilecek Ege Bölgesi’nde bir tekstil kombinasının kurulması hem rasyonel, hem de zorunlu bir adım olarak kabul edilecektir. Sümerbank Nazilli Basma Fabrikasını da bu zorunluluk ve akılcı yaklaşımın bir sonucu olarak değerlendirmek gerekir.
2.5.2 Bölgenin Mevcut Yol Ağı ve Önemi
Hammaddeye ve pazara yakınlık gibi işletmelerin kuruluş yerini belirleyen en önemli etkenlerden bir tanesinin de mevcut ulaşım olanağı, yol ağı olduğu bilinir. Nitekim kurulacak devlet fabrikalarının yer seçiminde, hükümetin bu kriteri göz ardı edebileceği de düşünülemez. Zaten o yıllarda Ege Bölgesi’nin genel anlamda oldukça geniş diyebileceğimiz bir demiryolu ağına sahip olduğunu görmekteyiz. Hatta İzmir-Aydın hattının Türkiye Cumhuriyeti’nin en eski demiryolu hattı olduğu da bilinmektedir. Daha ötesi 1900’lü yılların hemen başı itibariyle Ege Bölgesi’nin İzmir-Afyon ve İzmir-Eğridir yönlü demiryolu hatlarıyla kuşatıldığı görülmektedir (Yerasimos, 1980: 526). Ege Bölgesi’ni avantajlı kılan bir başka unsur da, bu demiryolu hatlarının İzmir Limanı’na bağlı bulunmasıdır. Kısacası Bölgenin demiryolu hattı, deniz yolu taşımacılığıyla adeta entegre, bütünleşik haldedir. Bir başka ifadeyle dünyadaki iki geleneksel ve en ucuz taşıma yöntemleri bu bölgede birbirine bağlı halde bulunmaktadır.
2.5.3 Bölgenin Sosyal Yapısı: Nüfus
Kurulacak olan Fabrika binlerce insana iş, ekmek kapısı olacaktır. Dolayısıyla işgören istihdamında da sıkıntı çekilmemesi gerekir. Bu açıdan bakıldığında da Ege Bölgesi ve Nazilli’de böyle bir sıkıntı görünmemektedir. Öyle ki Nazilli’nin hemen yanı başında Aydın (45 km), Denizli (81 km), hatta o yıllar itibariyle Türkiye’nin nüfus olarak ikinci büyük ili olan İzmir (175 km) bulunmaktadır. Her ne kadar Nazilli o yıllarda bu illerden nüfus olarak geride bulunsa da, çevre il ve ilçeler, Nazilli’nin merkez noktada olması ve ulaşım altyapısında önemli bir sıkıntı olmaması yönüyle Nazilli’ye istihdam kaynağı olabilecektir. Nitekim Fabrika’nın açılışıyla birlikte Nazilli nüfus olarak Denizli’yi geride bırakacak, bırakınız çevre illeri Karadeniz, Marmara, Akdeniz gibi Türkiye’nin her bölgesinden, her yöresinden insanı hatta yurtdışından gelecek göçmen vatandaşlarımızı bile işgören olarak istihdam edecektir (Tablo 3).
2.6 Yerel Etkenler
Kurulacak yeni fabrikanın yerinin belirlenmesi öncesinde özellikle Aydın, Denizli ve Nazilli’liler arasında bir çekişmenin yaşandığı bilinmektedir. Ancak Nazilli’nin diğerlerine oranla bir dizi avantajlara sahip olduğu da ortadadır. Nitekim bu avantaj o günkü hükümetin gözünden de kaçmamış ve kuruluş yerinin belirlenmesinde önemli ölçüde etkili olmuştur.
2.6.1 Nazilli Pamuk istasyonu
Basma Fabrikası’nın Nazilli’de kurulmasında belirleyici olduğu söylenebilecek en önemli yerel unsurlardan bir tanesi, 1934 yılında burada bir Pamuk İstasyonu’nun kurulmuş olmasıdır. Hükümet, Cumhuriyetin ilanından kısa bir süre sonra tarımda kalite ve verimliliği artırmak, bilimsel proje, araştırma ve uygulamaları devreye sokmak için harekete geçmiştir. Bu anlamda pamuk üretiminde ilk iş olarak 1925 yılında Adana’da bir Tohum Islah Komisyonu kurulmuştur. Amerika’dan 40 çeşit tohum getirtilerek denemelere girişilmiş, bununla da yetinilmeyerek pamuk üretimi alanında uzman olan kişiler, yurt dışından ülkemize davet edilmiştir. Uzmanların Çukurova için Cleveland, Ege bölgesi için Akala türü pamuğun uygun
olacağı raporu doğrultusunda ziraat vekaleti de harekete geçerek bir pamuk yetiştirme planı hazırlamış ve bu çerçevede 1934 yılında Nazilli Pamuk İstasyonu’nu kurulmuştur. Bilimselliği, kaliteyi her alanda esas alan hükümet bu noktada da titiz davranmak suretiyle istasyon’a yurtdışından bir kısım gelişmiş makineler getirmekle kalmayıp, kuruluşun başına da eğitimini Amerika’da tamamlamış olan Celal İğriboz’u atamıştır. Celal İğriboz burada yıllarca çalışmış, mücadele etmiş ve Ege Bölgesi’nde pamuk davasının önderi, duayeni olmuştur. Öyleki pamuk tozları ile uğraşa uğraşa nihayet vahim ve korkunç bir hastalığa yakalanmış ve bu uğurda hayatını kaybetmiştir (Tekin, 2003: 20-26; Yazman, 1940: 5).
Nazilli Pamuk İstasyonu kuruluşundan kısa süre sonra meyvelerini vermeye başlamış ve 1936 yılında sadece Nazilli ve çevresine 21.000 kilo Akala tohumu dağıtmıştır. Alınan parlak neticeler sonucunda takip eden yıllarda çevre illere de önemli miktarda pamuk tohumu verilmiştir. Sonuç olarak pamuk diyarı olan Menderes Ovası ile bu ova ve çevre illerin tohum ihtiyacına ana kaynak oluşturan pamuk istasyonunun yer aldığı noktada bir tekstil kombinasının kurulması o gün olduğu gibi, bugün de rasyonel bir tercih olarak görünmektedir.
2.6.2 Kömür, Su ve Enerji Kaynakları
Bir işletmenin kuruluşunda belirleyici olan unsurlardan bir tanesi de hayatımızın temel vazgeçilmezi olan su ve enerji ihtiyacıdır. Yeni kurulacak fabrikada ısıtmasından üretimine, temizliğinden aydınlatmasına kadar her aşamada yoğun bir su ve enerji kaynağına ihtiyaç olacağı açıktır. Bu açıdan bakıldığında da Nazilli’de yeni kurulacak fabrika için sorun teşkil edebilecek bir neden görünmemektedir. Başta Aydın, Manisa, Muğla ve Denizli olmak üzere çevre il ve ilçelerde yeterli kömür kaynaklarının bulunması, ayrıca Menderes Nehri’nin çok yakın olması Nazilli için enerji ve su teminini bir sorun olmaktan çıkarmaktadır (Tekin, 2003: 24). Daha ötesi Fabrika’nın inşası için seçilecek alandaki artezyen kuyuları bile kurulacak işletmenin su ihtiyacını karşılamaya yetecektir. Ayrıca fabrika içerisine inşa edilecek iki termik santral de işletmenin enerji ve buhar ihtiyacını karşılamakla kalmayıp, ileriki yıllarda Nazilli’nin elektrik ihtiyacına bile katkı sağlayacaktır. Fabrika’nın kuruluşuyla birlikte yılda ortalama 2.914 ton pamuk, 12.5 milyon kw elektrik, 37.324 ton kömür tükettiği göz önüne alındığında söz konusu tesisin Nazilli’de kurulmasının ne derece doğru bir seçim olduğu bir kez daha ortaya çıkmış olacaktır (Türkiye Ticaret Postası, 1948: 3). Nitekim Fabrika’nın kuruluşuyla birlikte ihtiyaç duyulan linyit kömürü Soma, Tunçbilek ve Tavşanlı’dan karşılanırken, kuruluşun su ihtiyacı da büyük oranda fabrika alanı içerisinde yer alan altı adet artezyen kuyusundan karşılanmıştır.
2.6.3 Yerel Nüfus
Yukarıda belirtildiği üzere Nazilli çevresinde Denizli, Aydın, Muğla, Afyon, İzmir, hatta Isparta gibi doğrudan işgören temin edebileceği hem nüfus, hem de sosyal açıdan zengin bir bölge içerisinde yer almaktadır. Ayrıca Nazilli ilçesi de o yıllarda hiç de küçümsenemeyecek bir nüfus potansiyeline sahiptir. Örneğin 1927 yılı genel nüfus sayımlarına göre merkez nüfusu 9.325 olan ilçenin, köyleriyle birlikte toplam nüfusu 49.796’dır. Bu sayı Fabrika’nın temelinin atıldığı 1935 yılında merkezde 12.005’e, köylerde yaşayanların toplamıyla da 60.555’e yükselmektedir. 0-24 yaş arasında olanların nüfus içerisindeki oranı % 49,4 iken, 25-49 yaş diliminde yer alanların nüfus içerisindeki payı da % 35,2’dir (Tekin, 1997: 34-35). Bu oranlar Nazilli’nin o yıllarda oldukça genç bir nüfusa sahip olduğunu göstermekle kalmayıp, hem kurulacak fabrika, hem de genç Türkiye Cumhuriyeti için aydın bir gelecek anlamı taşımaktadır. Nitekim Nazilli’lere ekmek kapısı olan Fabrika, yurdun dört bir yanından
insanı da kısa sürede Nazilli merkezine toplayabilecektir.
2.6.4 Celal Bayar ve Nazilli
Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı’na imza atan ve bunu eyleme geçiren hükümetin İktisat Bakanı Celal Bayar’dır. Celal Bayar’ın da Nazilli ve Nazilli’lilerle daha kurtuluş mücadelesinin ilk günlerinden olan bir yakınlığı, hatıratı vardır. Bilindiği üzere Bayar, Bursa’da Deutsche Orientbank’ta bir memur iken, henüz o sıralarda gizli bir örgüt olan İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne kayıt olmak suretiyle siyasete atılmıştır. Teşkilat içindeki çalışmalarıyla dikkat çeken Bayar yirmili yaşlarda teşkilatın Bursa Katib-i Mes’ulü olacak, kısa süre sonra da Talat Paşa’nın referansı ile İttihat ve Terakki Patisi’nin İzmir Katipliği görevine atanacaktır.
Birinci Dünya Savaşı’nın Osmanlı Devleti’nin yenilgisiyle son bulmasının ardından, gerek İttihat ve Terakki Partisi’nin iktidardan uzaklaştırılıp yöneticilerine karşı soruşturma ve sorgulamalar başlatılması, gerekse ülkenin fiilen işgali üzerine Bayar, Milli Mücadelede yer almak amacıyla İzmir’den ayrılacaktır. Bir müddet “İlyas Efe” kimliğiyle Ödemiş civarında, Hüseyin Gökçen Efe’nin yanında bulunan Bayar, siyaseten gelişmemiş halk kitlelerini harekete geçirmede en etkili faktör olan “din adamı” kimliğinde karar kılarak, “Galip Hoca” yeni kimliğiyle Aydın yöresine geçecektir. Bayar eski ittihatçılardan Denizli Müftüsü Ahmet Hulusi Efendi ve Nazilli Müftüsü Salih Efendi aracılığıyla Demirci Mehmet Efe’yle tanışıcak ve “Diplomat ve Bilge Galip Hoca” olarak Efe’ye müşavir olacaktır. Bu O’nun Nazilli ve Nazilli’lilerle olan ilişkilerinde bir ivme anlamı taşımaktadır. O günden sonra Bayar Nazilli’de sıkça bulunacak, özellikle Demirci Mehmet Efe ile bu yörenin diğer önde gelen ismi Yörük Ali Efe arasındaki rekabeti dostluğa dönüştürüp, onları ortak dava etrafında birleştirme görevinde bulunacaktır. Ancak Demirci Mehmet Efe, “Galip Hoca”nın gerçek kimliğini öğrenecek, İttihat ve Terakki’nin bu Mes’ul Katibi’ni bir casus olabileceği endişesiyle önce öldürtmeyi düşünecek, daha sonra da bu fikrinden vazgeçerek O’nu hapsettirecektir. Sonrasında Demirci Efe, Bayar’ı Nazillili Hacı Nuri Efendi’nin araya girip, ricası üzerine serbest bırakacaktır (Bayar, 1967: 1940-1846; Burhan, 1999: 547-557; Bilmez, 2004: 44-52; Şakir, 1952: 50-54).
İşte bu olay, özetle Demirci Efe’ye karşı Nazilli’nin ileri gelenleri tarafından korunup, yardımlarda bulunulması, bir anlamda ölümden kurtarılması Bayar’ın Nazilli’ye ve Nazillilere bakışında ayrı bir yer tutacaktır. Kısacası bu olay, 1930’lu yıllarda yeni kurulacak fabrikanın Aydın-Nazilli-Denizli üçlemesinden hangisinde olacağı yönündeki tartışmada, ibrenin Nazilli lehine dönmesinde etkili olduğu düşüncelerini doğurabilecektir.
Diğer yandan Celal Bayar’ın 25 Ağustos 1935’de Fabrika’nın temel atma töreninde söylediği şu sözler (Toprak, 1983) de kendisinin Nazillilerle olan yakınlığını adeta doğrular niteliktedir:
“Ben Serbest Fırka vakalarından sonra Nazilli’ye gelmiş idim. O vakit, bana mahsülün para etmediğinden bahsetmiştiniz. O vakit, liberalizm denilen iktisadi sistem bilinerek bilinmeyerek münakaşa ediliyordu. O zaman size mahsülü dışarıya satmak müşküldür dedim. Fabrika yapmak lüzumuna işaret ettim. Bu fabrikayı kendi vesaitinizle kurabilir misiniz dedim. Bunun cevabı menfi oldu. Memleketin başka yerlerindekiler gelip de sizin ihtiyacınız için bu fabrikayı kurarlar mı dedim. Bittabi bu büsbütün imkansızdı. Bu büyük işi, ancak, devlet eline alır, bir gün Nazilli’ye gelir, fabrikayı kurar, pamuklarınızı alır, bunun adına devletçilik derler. Böyle bir devletçiliğin taraftarı mısınız: (Kurbanıyız sesleri). O vakit de bana aynı şeyi söylemiştiniz.”
3. Sümerbank Nazilli Basma Fabrikası’nda Üretim ve Sosyal Yapı Analizi
İplik, dokuma ve basma olmak üzere üç kısımdan oluşan ve bedeli narenciye karşılığı ödenmek üzere Ruslardan kredi olarak temin edilen fabrika çevre il ve ilçelerden gelen 4000’e yakın amele grubunun geceli gündüzlü çalışmasıyla hedeflenen tarihten tam 20 gün önce bitirilerek, 9 Ekim 1937’de hizmete girmeye hazır hale getirilmiştir. Ancak 5 milyon Türk Lirasına mal olması planlanan fabrikanın tamamlandığı tarihteki toplam maliyeti 7 milyon lirayı aşmıştır (L’illustration de Turquie, 1950: 55). Bu maliyet artışında fabrikaya sonradan yapılan eklemelerin payı büyüktür. Yaklaşık 120 kadar Sovyet montör ve mühendisin kuruluş ve montaj nezaretinde 28.236 iğ ve 3.189 ton iplik, 768 dokuma tezgahı, 23 milyon metre ham bez ve 4 adet basma makinası ile çalışır kapasitede olan fabrika 9 Ekim 1937 tarihinde yapılan görkemli bir törenle bizzat Ulu Önder Atatürk tarafından açılarak üretime başlamıştır (Tekin, 2003: 25; Sümerbank Nazilli Basma Sanayii Müessesesi Raporu, 1982: 1; Cavid, 1940: 3).
Tablo 1’den de görüleceği üzere fabrikanın ilk yılları üretime geçiş ve bir deneyim dönemi olduğu için basma ve iplik üretim miktarları genel üretim kapasitenin oldukça gerisindedir. Deneyimli işgören istihdamında güçlüklerle karşılaşılması, teknik eleman yetersizliği, işten ayrılma oranlarının başlangıçta çok yüksek olması ve II. Dünya Savaşı nedeniyle ülke genelinde asker alımı bunda oldukça etkilidir. Rus uzmanların fabrikanın inşasında olduğu gibi, makinaların montajı ve üretime geçiş sürecinde de teknik ve mesleki bilgi desteği verdikleri bilinmektedir. Ancak fabrikanın genel bir üretim istikrarını yakalaması 40’lı yılların ortalarında mümkün olmuştur.
Bu yıllarda ortalama % 80-90 kapasiteyle çalışan fabrika 60’lı yıllarda adeta bir üretim rekoru kırmakta ve iplik üretiminde yıllık 3.000 tonun üzerine çıkarken, basma üretiminde de 30 milyon metreye yanaşmaktadır. Bu yönüyle 60’lı yıllar fabrikanın tam anlamıyla istikrarı yakaladığı dönem olarak tarihe geçmektedir. 70’li yıllar ise fabrikanın verimlilik ve karlılık açısından zirve yaptığı dönemdir. Özellikle 70’li yıllar fabrikanın altın dönemi olarak da nitelendirilebilir. Nitekim fabrika 1974 yılında elde ettiği 71,5 milyon liralık karla Türkiye’nin o yıl en büyük 100 işletmesi arasında 26. sıraya yükselmektedir (Sümerbank Nazilli Basma Sanayii Müessesesi 1974 Yılı Raporu).
70’li yılların ikinci dönemi ise fabrika tarihinde ayrı bir yer tutmaktadır. Genel olarak üretimde bir düşüş olmasa da bu dönemde fabrika, ilk kez bilançosunu zararla kapatmaktadır. Bu bir anlamda zirveden inişe geçişin habercisi olarak da tanımlanabilir. Nitekim 80’li yıllarda basma ve iplik üretimi üst seviyelerde gerçekleşse de fabrika zarar etmekten kurtulamamaktadır. 90’lı yıllar da fabrikada zararın devam ettiği, hatta kronikleştiği bir dönem olarak tarihe geçmektedir. Fabrikada üretim ve çalışan sayısı düşmüş olsa da zararı önlemek mümkün olamamıştır. Nihayet 2000’li yıllarda üretim miktarı ve çalışan sayısı 70’li ve 80’li yıllara göre dörtte üç oranında düşürülmüş olsa da fabrikanın zararı artık trilyonlarla ifade edilir hale gelmiştir.
Sümerbank Nazilli Basma Fabrikası’nın ülke için taşıdığı önemi yıllara göre üretim, satış ya da elde ettiği kar miktarlarıyla ifade etmek pek de yeterli olmayabilir. Bu anlamda fabrikanın sosyal yapısını analiz etmek, onun ülke insanı ve ülke ekonomisi için taşıdığı önemi ortaya koymak açısından daha etkili ve somut sonuçlar yaratabilir. Nitekim fabrikanın işçi kayıtlarında yaklaşık bir yıl süreyle yaptığımız analiz çalışmaları da bunu doğrular sonuçlar içermektedir.
Tablo 3’de de görüleceği üzere fabrika yurdun her yöresinden, her köşesinden insana ekmek kapısı olmuştur. Bırakınız il ya da ilçeleri yüzlerce, binlerce kilometre uzaklıkta bulunan köylerden insanlar Nazilli’ye, fabrikaya çalışmak üzere gelmişlerdir. Bugün insanlar iş bulmak umuduyla İstanbul’a, İzmir’e giderken 40’lı, 50’li yıllarda bu illerden insanlar çalışmak için Nazilli’ye gelmektedir. Daha ilginci fabrikanın yurtdışından gelecek birçok insana da iş olanağı sağlayacak olmasıdır.
Tablo 4’de görüleceği üzere Bulgaristan’dan ran’a, Suriye’den Macaristan’a, hatta Katar’dan Rusya’ya kadar dünyanın dört bir yanından gelecek insanlara fabrika umut kapısı olacaktır. Fabrikanın 66 yıllık yaşam serüveninde kayıtlarına ulaşabildiğimiz 30 binin üzerindeki çalışan arasında da 1.209 işgörenin yurtdışından geldiğini görmekteyiz. Bunların hemen hemen tamamı Türk ya da Türk kökenli vatandaşlar iken, ilginçtir ki 1941 yılında fabrikaya giren 27’kişi Sisam’lı Rumlardır (Sümerbank Nazilli Basma Fabrikası işçi kayıtları).3 Bu, o
yıllarda fabrikada işçiye duyulan ihtiyaçla beraber, yabancılara gösterilen hoşgörünün de somut bir delili olarak değerlendirilebilir. Ancak Rum işçilerin fabrikada ne kadar süre çalıştıkları konusunda bir bilgiye ulaşılamamıştır.
4. Sümerbank Nazilli Basma Fabrikasının Kapanışı ve Kapanışa Temel Oluşturan Unsurlar
Özelleştirme Yüksek Kurulu’nun 14.11.2000 tarih ve 2000/83 no’lu kararı doğrudan Sümerbank Nazilli Basma Fabrikası’nın Adnan Menderes Üniversitesi’ne devrini öngörmektedir. Bu karar gereğince fabrika 30.04.2002 tarihinde önce üretim dışı bırakılmış, 31.07.2002 tarihinde de fabrikanın kapanış bilançosu çıkarılmıştır. Bundan tam bir yıl sonra 31.07.2003 tarihinde de fabrikanın fiilen üniversiteye devri gerçekleştirilmiştir. Atatürk’ün açarak Nazilli’ye ve ülkeye emanet ettiği fabrika 66 yıllık yaşam serüvenini bu şekilde tamamlarken, fabrikanın kapanış gerekçesinde sürekli zarar eden ve devlete yük haline gelen bir kuruma dönüşmesi belirleyici olmaktadır. Ancak fabrikanın bu hale gelmesinde etkili olan unsurları da doğru irdelemek gerekir. Bir dönem ülkenin en büyük 100 işletmesi arasında olan bir kurumun kapanışına zemin oluşturan temel nedenler ülke insanı ve yöneticilerinin düşünmesi ve herkesin kendisini bir kez daha sorgulaması açısından bir fırsat, bir kaynak olabilecektir.
4.1 Birikmiş/Ertelenmiş Sorunlar Dizisi: Teknolojiye ve Değişen Pazar Koşullarına Ayak Uyduramama
Sümerbank Nazilli Basma Fabrikası’nda görülen sıkıntılar aslında bir anda ortaya çıkmış değildir. Ertelenmiş hatta bastırılmış sorunlar dizisinin kaçınılmaz dışavurumu, su yüzüne çıkışıdır. 70’li yılların ikinci yarısında bilançoda yer almaya başlayan zararlar da bu sorunların
rakamlarla gelen isyanıdır. Bu sorunların en başında da teknolojiye ayak uyduramamak, makine ve tezgahları zamanında yenileyememek gelmektedir. Öyleki 70’li yıllara gelindiğinde bile Nazilli Basma Fabrikası 30’lu yıllarda alınan makinelerle üretim yapmaya çalışmaktadır. Oysa o yıllarda rakip işletmeler geniş enli ve otomatik tezgahlarla üretim yapmaya geçmişken, fabrika hala dar (95 cm tarak) enli, mekikli tezgahlarla üretime devam etmektedir. Başbakanlık Yüksek Denetleme Kurulu’nun fabrikaya ait 1980 ve 1981 yılı raporlarında bu gerçek şu ifadelerle dile getirilmektedir:
1937 yılında işletmeye açılan Nazilli Fabrikası’nın makine ve tesislerinin büyük bir kısmı kurulduğu yıllardan bu yana çalışmakta olan eski makinalardır. Oysa Türkiye’de tekstil mamulleri serbest rekabetin geçerli olduğu bir piyasada pazarlanmaktadır. Bu durum sektörde faaliyette bulunan tüm firmaların piyasa şartları doğrultusunda arz ve talep durumuna bağlı olarak gerekli önlemleri zamanında alması ve uygulamaya geçmesi yarışını zorunlu kılmaktadır. Bu yarışı bazı firmalar kazanırken, bazıları da kaybetmektedir. Müessese günde 100 bin metre mamul dokuma üreten tezgahlarını zamanında monte edip üretime geçirememekle bu yarışta kendi kendini saf dışı etmiş ve yılda yaklaşık 30 milyon metre üretim kaybına uğramıştır.
Fabrikada geciken bu modernizasyon işlemi “Rasyonalizasyon ve Modernizasyon” adı verilen bir proje kapsamında 1976-82 yılları arasında hayata geçirilmeye çalışılmıştır. Ancak projenin uygulanışı da, sonuçları da gerçekten şaşırtıcı, düşündürücü özelliktedir. Söz konusu yıllar içerisinde fabrikaya yeni bir dokuma salonu inşa edilirken, salon Sümerbank’ın
diğer Karaman, Kayseri, Eskişehir, Bergama, Adıyaman ve Bakırköy fabrikalarından sökülüp getirilen demode, derleme tezgahlarla donatılmıştır. Bu durum 1980, 1981 ve 1982 yılı raporlarında şu cümlelerle dile getirilmektedir:
Tekstil sanayi bugün tam rekabet şartlarının işlerlik kazandığı bir piyasada pazarlanmaktadır. Bu husus tekstil sektöründe yaşayabilmek için piyasa şartlarına uygun evsafta ve fiyatta mal üretiminin sağlanması ve pazara sunulması problemini ortaya çıkarmaktadır. Kaliteli ve ucuz mal üretimi ise teknolojik yeniliklere ayak uydurmakla mümkün olur. Modern teknolojiye adapte olamayan işletmelerin bu sektörde faaliyetlerine uzun müddet devam etme şansları da azalır. Sümerbank yaşları eskimiş olan ekonomik ömürlerini yitirmiş bulunan dokuma tezgahlarını, diğer fabrikalardan söküp, Nazilli Müessesesine monte etmekte bu bakımdan da piyasanın gerisinde kalmıştır. 55 milyon sarfedilerek inşa edilen modern dokuma salonu, derleme tezgahlardan oluşan bir makine parkı hüviyeti arzetmiştir. Rakip firmalar en modern tezgahları makine parkına kazandırırken, Sümerbank demode haldeki tezgahların montaj ve demontajı ile meşgul olmaktadır.
Daha üzücü olanı ise bu tezgahların hiçbir zaman kullanılmayacak olması, gerek diğer fabrikalardan sökülüp getirilerek Nazilli’ye monte edilmesi, gerekse tekrardan sökülüp götürülmelerinin tamamen devlete, ülkeye maliyet, yük oluşturmasıdır. Raporlarda da bu açıkça dile getirilmektedir:
Müessesenin dokuma kapasitesini % 100 oranında artırmaya yönelik proje uyarınca; teşekküle bağlı diğer müesseselerden sökülüp getirilen 1.008 adet 95 cm tarak enli eski ve demode tezgahtan 948 adedin montajı 1982 yılında tamamlanmış, kalan 60 tezgahın montajından vazgeçilmiştir. Bu tezgahlardan yaklaşık 300 adedi yıl içinde bir süre deneme üretimine alınmış, ancak istenen randıman sağlanamayınca tezgahlar kapatılmıştır…
1982 yılı sonuna kadar 226 milyon lira harcanarak, teşekküle bağlı diğer müesseselerden sökülüp getirilen 1.008 tezgahtan 948 adedinin montajı tamamlanmış, ancak üretimde kullanılmamıştır. Söz konusu salona RMP (Rasyonalizasyon ve Modernizasyon Projesi) uyarınca 480 yeni tezgahın montajı öngörülmüştür. Bunun gerçekleşmesi halinde; montajı yapılmış olan tezgahlardan büyük bir bölümünün sökülmesi gerekecektir. Böylece de milyonlarca lira harcanarak getirilip monte edilen tezgahlar üretimde kullanılmadan demonte edilecek ve büyük bir kaynak israfı yapılmış olacaktır.
Nitekim söz konusu israftan kaçınılmamış ve getirilen eski tezgahlar tekrar sökülerek yerine M.K.E. Kurumundan alınan 445 adet dornier tipi yeni tezgahlar monte edilmiştir (1985 Yılı Raporu, I).
Bu arada aynı yıllar içerisinde Nazilli Basma Fabrikası’na RMP (Rasyonalizasyon ve Modernizasyon Projesi) kapsamında yeni makinaların yanısıra, diğer müesseselerden başka makinalar getirilmeye devam edilmiştir (1984 Yılı Raporu, 68). Kısacası 80’li yılların ortalarında Nazilli Basma Fabrikası eskiler, yeni alınanlar ve başka fabrikalardan getirilen makinalarla birlikte derleme toplama, derme çatma bir işletme görüntüsü vermektedir. Bu şekliyle üniteler arasında bir kapasite dengesi kurulması da artık pek kolay olmayacaktır. Kısacası RMP (Rasyonalizasyon ve Modernizasyon Projesi) rasyonellikten öte akıl, mantık kurallarını zorlayan, israf ve zararlarla sonuçlanan bir proje olarak tarihe geçecektir.
Fabrika bir yandan değişen teknolojiye ayak uyduramazken, pazar koşuları da tüketici zevkleri de hızla değişmektedir. Modern tezgahlarla üretim yapabilen rakip işletmeler tüketiciye farklı alternatifler üretip sunabilirken, ne yazık ki fabrika var olanlarla rekabette tutunmaya çalışmaktadır. Uzun yıllar kalitesi ve fiyatıyla tüketiciler için son derece cazip olan
fabrika ürünleri teknolojiden geri kalınması ve artan maliyetler nedeniyle özellikle 80’li yıllardan itibaren bu üstünlüğünü de yitirmeye başlamaktadır. Bir dönem pazarlarda aranır olan fabrika ürünleri artık stokları doldurmaktadır. 1981, 1982 ve 1984 yılı raporlarında bu olumsuz gelişme de şu şekilde dile getirilmektedir:
Müessesenin mamul stoku miktar olarak 1980 yılından bu yana, her yıl bir önceki yılın % 100 oranında artmaktadır; 1980 yılında 3.203 bin metre, 1981 yılında 6.884 bin metre ve 30.6.1982 tarihinde 11.864 bin metre…
Stok problemleriyle karşılaşan müessesenin; ileride daha kârlı ve verimli çalışabilmesi özellikle üretilen basmanın 70 cm’lik dar en dezavantajından kurtarılarak, makine parkının elverdiği enlilikte ve aranan renklerin ağırlık taşıdığı, iyi bir evsafta üretilebilmesinin yanında, iç ve dış satışların artırılarak satış hacminin yükseltilmesine bağlı bulunmaktadır…
Sonuç olarak 2003 yılında kapanıncaya kadar ne fabrikada doğru düzgün bir teknolojik yenilenmeye gidilecek, ne de stok problemi çözüme kavuşturulabilecektir. Kısacası bugün herkesin kabul ettiği “değişime ayak uyduramamanın işletmeleri rekabette saf dışı bırakacağı” ilkesi tüm gerçekliğiyle kendini Sümerbank Nazilli Basma Fabrikası’nda gösterecektir.
4.2 Yönetim Sorunları: Merkeziyetçi Yapı
Yönetim sorunlarının en başında yönetici kadrolarının sık sık değişmesi gelmektedir. Bu değişimin kurumda temel bir hastalık haline dönüştüğü de söylenebilir. Öyleki fabrikanın 66 yıllık tarihinde tam 28 müdür görev yapmıştır. Bu, ortalama olarak her müdürün 2,4 yıl görev yaptığı anlamına gelir. Ancak fabrikada 10 ay, hatta sadece 5 ay müdürlük görevini yürüten yöneticiler de bulunmaktadır. Bu, merkezi yönetimin daha ötesi siyasi otoritenin fabrikaya sıkça müdahale ettiğinin açık bir göstergesidir. Nitekim Başbakanlık Yüksek Denetleme Kurulu’nun, Nazilli Basma Fabrikası’na ait 1979 yılı raporunda yönetici kadrolarının sık sık değişmesinin, kurumun zarar etmesinde önemli etkenlerden biri olduğu açıkça vurgulanmış ve fabrikanın ileriki yıllarda daha iyi duruma gelmesinde yönetici kadrolarının uzun süre görev yapmasının önemine ve gereğine dikkat çekilmiştir. Kurumlarda huzur ve güven ortamının sağlıklı ve istikrarlı yönetimlerle oluşabileceği, bunun da işgören motivasyonu ve bağlılığına olumlu yönde tesir edeceği bilinmektedir. Bu açıdan sözü edilen problemin işgören verimliliğine olumsuz etkisi de doğaldır. Nitekim birbirleriyle bağlantılı bu sorunlar dizisi 1979 yılı raporunda şu şekilde vurgulanmaktadır:
Gerek üretim verimliliği, gerekse işgücü verimliliği devamlı düşmektedir. Verimli çalışmanın ilk şartı huzurlu, güvenli bir ortam ve çalışmayı yapacak olan insanın moral gücüdür. Asgariden bu ortamın teessüsü verimli çalışmanın altyapısını tesis edecektir. Bu bakımdan işletmelerin daha verimli çalışmasını temin edici köklü tedbirlerin alınması kaçınılmaz bir durum arz etmektedir. Bunun için de idarenin yönetim hakkına müdahale mahiyeti taşıyan ve idareyi zaafa uğratan dış etkenler tespit edilerek bertaraf edilmeli, idarecinin yetki ve mesuliyetlerini dengeli bir biçimde kullanması sağlanmalı, merkezileşmeden mümkün mertebe uzaklaşılmalıdır. Neticede Müesseselerin hükmi şahsiyete haiz birer kuruluş olarak, kârlılık ve verimlilik esaslarına göre müdebbir bir tüccar gibi çalışmaları temin edilmelidir.
Denetleme Kurulu’nun Nazilli Basma Fabrikası’na ait 1979 yılı raporunda yer alan bu paragraf oldukça düşündürücü, hatta birçok şeyin nedenini açıklar şekildedir. Rapor Nazilli Basma Fabrikası’na ilişkin olmakla beraber paragrafın son cümlesi tüm Sümerbank Fabrikaları’nın kötü kaderini açıklar gibidir. Kurumların karlılık ve verimlilik esaslarına göre çalışmalarının temin edilmesinin altını önemle çizen rapor, bunların hangi esaslara göre çalıştığını da yöneticilerin, bürokratların, siyasetçilerin kısacası tüm okuyucuların takdirine, yorum gücüne bırakmaktadır.
4.3 Ücret – Verimlilik İlkesinin İhlali ve İşçi Sendikalarının Artan Baskısı
Gerek siyasilerin geleceğe yönelik kaygıları, gerekse işçi sendikalarının artan baskısıyla fabrikada temel işletmecilik ilkelerinin gözardı edildiği dönemlerle de karşılaşmak olanaklıdır. Bugün işletmelerin temel amaçlarının başında karın gediği, hatta diğer amaçlara ulaşmada da karın en önemli etkenlerden biri olduğu herkesçe bilinmektedir. Kara ulaşmada da işletme içi verimliliğin temel belirleyicilerden bir tanesi olduğu açık bir gerçektir. Verimliliğin olmadığı yerde karın, karın süreklilik göstermediği yerde de istikrarın ve dengeli bir ücret artışının olamayacağı açıktır. Bu anlamda ödülün de, cezanın da verimliliğe endeksli olması rasyoneldir. Ancak bu temel işletmecilik ilkelerinin de türlü nedenlerle fabrikada göz ardı edildiği, uygulanmadığı ya da uygulanamadığı gözlemlenmektedir. Fabrikanın zararla tanıştığı yıllar olması ve geleceğe yönelik çarpıcı uyarılar içermesi bakımından bu gerçek 1979 yılı raporunda çok açık ve kesin ifadelerle vurgulanmaktadır:
Toplu iş sözleşmeleri ile verilen paraya müteallik konularda ücret-verim ilişkisi etkili bir biçimde kurulmalıdır. 8. Dönem Toplu İş Sözleşmelerinin 144. Maddesi gereği verilmesi gereken kârdan pay, verim artışına bağlanması gerekirken, kâr esasına bağlanmıştır. Kâr üretim artışı ile temin edilirse, işçinin katkısı ile oluşmuştur. Fakat devamlı fiyat ayarlamaları sonucu hasıl olan kârın işçiye dağıtılmasının pratikte üretimi arttırıcı bir fonksiyonu olamaz.
8. Dönem Toplu İş Sözleşmesinin ilgili maddesi gereği seyyanen her işçiye 5.000 TL değerinde Sümerbank mağazalarından mal alma yetkisi verilmiştir. Bu hükmün de işçinin verimine, randımanlı çalışmasına bağlı hale getirilmesi ve seyyanen değil, muayyen randımanın üzerinde standart kalitede mal üreten işçiye verilmesi, böylece verimli çalışmanın, kaliteli standart mal üretmenin teşvik edilmesi gerekirdi. Ayrıca Sümerbank Mağazasında istediği malı satın alma yetkisi yerine, kendi ürettiği mamulden muayyen bir miktar verilmesi esası getirilse idi işçi onere edilmiş, teşvik görmüş olurdu. Mevcut uygulama ile sadece işçinin satın alma gücüne bir katkı yapılmıştır o kadar. Halbuki bu tür haklar işçinin satın alma gücünün artırılmasına matuf değil, verimli çalışan işçinin hakkının verilmesi çalışanla çalışmayanın tefriki ve çalışmanın teşviki anlamı taşımaya matuftur. Bu madde çalışan işçinin aleyhine olmuştur. Teşvik ortadan kaybolmuştur. Bu bakımdan Toplu İş sözleşmeleri ile verilen bu tür hakların seyyanen verilmesi yerine, esas amacına uygun şekilde randımanlı çalışan, kaliteli mal üreten işçilere verilerek çalışmayı teşvik edici nitelik taşıması ve kendi ürettiği mamulün verilmesi muhakkak sağlanmalıdır.
İşin daha ilginç yanı yapılan toplu sözleşmeler gereğince fabrikanın ileriki yıl ya da yıllarda kar edeceği düşünülerek işçilere avans verilmesidir. Üstelik aynı yıllarda fabrika hammadde alacak kaynağa bile sahip değildir. Bunun için bir yandan faizle yabancı kaynak bulunurken, üretim artışı olmadan ürüne yapılan zamlarla da bir anlamda suni gelir ve kar artırıcı yöntemlere başvurulmaktadır. Bu, işletmenin finansman gücünü zayıflatmakla kalmayıp, ürünlerini de rakipler ürünler karşısında daha pahalı hale getirmektedir. Raporda bu konuyla ilgili olarak da şu cümleler yer almaktadır:
Toplu İş Sözleşmelerinin ilgili maddesi gereği Müessesenin işçisine 1980 yılına ait kârdan paya mahsuben vereceği avansın tutarı 25 milyonu bulmaktadır. Buna rağmen üretim artışı sağlanamamıştır. Çünkü ücret-verim ilişkisine dayalı bir sistem getirilmemiştir. Ayrıca 1980 yılı faaliyeti neticelenmeden ileriye müteveccih hasıl olacak bir durum için finansman sıkıntısı içinde bulunan bir kuruluşun büyük meblağlara ulaşan ödemelerde bulunması da kuruluşun nakit sıkıntısını artırıcı bir nitelik taşımaktadır. Para yokluğu nedeni ile ham maddeyi zamanında tedarik edemeyen bir kuruluşun, ileride ne olacağı belirsiz bir sonuç için avans ödeme taahhüdüne girmesinin sıkıntıları ve sakıncaları çoktur. Bu bakımdan Toplu İş Sözleşmeleri ile verilen bu tür hakların muhakkak verimi artırıcı bir nitelik arz etmesi ve kesin müsbet neticelere istinat ettirilmesi, kuruluşu finansman yönünden sıkıntıya sürüklememesi temenni olunur.4
Sonuç olarak toplu iş sözleşmelerinde bilimsel, rasyonel işletmecilik ilkeleri göz ardı edilerek, kurumun verimlilik, kar-zarar gerçeği pek göz önüne alınmaksızın merkezi otoritenin siyasi güdümle kararlar alması fabrikanın geleceğini belirlemektedir. Siyasi kaygı, kişisel çıkar ya da beklentilere göre o gün alınan tatminkar ve cesur kararlar, gelecekte daha binlerce işçiye, memura ekmek kapısı olacak bir fabrikanın yok olmasına zemin hazırlamaktadır. Oysa bir dizi kararlar Atatürk’ün açtığı bu fabrikanın kapanışını, yabancı sermaye gelsin umuduyla bekleyecek bir ulusun da temelini hazırlamaktadır.
4.4 Serbest Ekonomiye Geçiş ve Küreselleşmenin Etkileri
Mevcut sorunların yanı sıra ülkede 80’li yılların başında serbest ekonomiye geçiş ve devamında küreselleşmenin getirdikleri fabrikayı tam anlamıyla rekabette çıkmaza sokmaktadır. Bir anlamda ticarette kalkan sınırlar fabrikayı dünya rekabeti ve uluslararası pazar koşullarının gerçekleriyle yüz yüze bırakmaktadır da denilebilir. Açıkçası bu durum gizli açık tüm sorunların ortaya çıkması ve fabrikayı her yönden tehdit eder hale gelmesi anlamı taşımaktadır. Serbest ekonomiye geçiş ve küreselleşmenin fabrikaya yansımaları Yüksek Denetleme Kurulu’nun 1998 yılına ilişkin raporunda da şu şekilde açıklanmaktadır:
Günümüzde her yönüyle rekabetin egemen olduğu ve kar marjı göreceli olarak düşük olan pamuklu tekstil piyasasında, işletmelerin varlıklarını sürdürebilmeleri, ancak istenen nitelik ve kalitedeki ürünleri, istenen miktarlarda ve zamanında üretebilmelerinin yanı sıra, üretim kapasitesi ve işgücünden tam olarak yararlanmak ve üretim maliyetlerini düşürebilmeleri ile mümkündür. 1998 yılında tekstil sanayiinde ortalama saat ücreti 2,48 ABD doları olan Türkiye’nin, ortalama saat ücretleri 0,24-1,09 ABD doları aralığında yer alan Endonezya, Pakistan, Bangladeş, Sri Lanka, Hindistan, Çin, Tayland gibi ülkelerle hatta bazı Doğu Avrupa ülkeleri ile verimliliği yükseltmeden rekabet etmesi mümkün görülmemektedir. Sonuç olarak, Türkiye’deki reel işçilik ücretlerinin 1994 yılındaki düşüşe karşın, artık rakip ülkelerdeki ücretlere göre çok yüksek olması ve ürün standartlarının yükselmiş olması karşısında rekabet edebilmek için, bütünüyle mekiksiz dokuma tezgahları ile çalışılması ve geniş enli ürünlerin üretilmesi zorunlu olmaktadır. Bu bakımdan işçilik ücretleri Türkiye ortalamasının çok üstünde olan Sümer Holding işletmelerinde ve bağlı şirketlerinde bulunan dar enli ve eski mekikli dokuma tezgahlarının, geniş çalışma enlerinde ve çağdaş sistemlerle donatılmış, mekiksiz dokuma tezgahları ile yenilenmeleri gerekmekte ise de, finansman dar boğazı ve özelleştirme süreci karşısında sorunun çözümlenmesi mümkün olamamıştır. 476 milyon m²’si Uzakdoğu ülkelerinden çok düşük fiyatlarla satın alınan kumaşlar olmak üzere Türkiye’nin 1999 yılında ithal ettiği ham bez kumaş miktarının, 740 milyon m²’ye ulaştığı göz önünde tutulursa, sorunun boyutu kendiliğinden ortaya çıkacaktır.
Yüksek Denetleme Kurulu’nun 1998 tarihli raporunda dile getirilen bir başka ilgi çekici nokta ise Nazilli ve diğer pamuklu sanayi işletmelerinde görülen genel çalışma süreleri kaybıdır. Tekstil sektöründe rakip ülkelere kıyasla yapılan bu tespit, işletmelerdeki makina parkurlarının demode hali ve verimlilik düzeylerindeki düşüşü göstermesi açısından önemlidir. Söz konusu tespit, raporda şu cümlelerle dile getirilmektedir:
İşletmeler (Sümer Holding A.Ş.) toplamında yıllık ortalama çalışma süresinin 1993, 1994, 1995, 1996 ve 1997 yıllarında sırasıyla 3.468, 2.732, 2.448, 2.145 ve 1.756 saat düzeyinde gerçekleştiği hesap edilmiştir. Oysa Türkiye için genel kabul görmüş ortalama yıllık çalışma süresi 6.750 saattir. Söz konusu süre 1995 yılında Türkiye’de ortalama olarak 7.456 saat düzeyinde gerçekleşirken, Türkiye’nin pamuklu tekstil sanayindeki rakibi durumundaki Hindistan, Pakistan, Endonezya, Çin, Güney Kore ve Tayvan gibi ülkelerde 8.055-8.469 saat aralığında çok yüksek düzeylerde gerçekleşmiştir. Ancak bir yandan Türkiye’de oluşan aşırı üretim kapasitesi, diğer yandan özellikle Hindistan’dan yapılan gümrüksüz ham bez ithalatının yanı sıra, daha önce suni ve sentetik hazır giysilerde Uzakdoğu ülkeleriyle fiyat yönünden rekabet etmekte zorlanan Türk firmaları, pamuk ve iplik fiyatlarındaki artış ile birlikte, pamuklu örme ürünlerinde de pazar kaybına uğramaya başladıklarından, Türkiye’nin
pamuk ipliği üretim kapasitesi kullanım oranı süratle düşmeye başlamıştır…
Sonuç olarak başta teknolojiye ayak uyduramama ve bilimsel ilke ve ölçütlerden ödünler verme olmak üzere yıllardan beri birikmiş sorunlar dizisi dünyayı etkisi altına alan küreselleşme süreciyle de fabrikayı kaçınılmaz sona hızla sürüklemektedir. Ülke pazarları başta Uzakdoğu olmak üzere yabancı menşeli tekstil ürünlerinin egemenliği altına girerken hem pahalı hem de değişen tüketici tercihlerini karşılamaktan uzak olan fabrika ürünleri biriken stoklara yeni eklentiler yapmaktan öteye gidememektedir.
Sonuç
Sümerbank Nazilli Basma Fabrikası Gazi Mustafa Kemal Atatürk tarafından 9 Ekim 1937 tarihinde açılan bir tekstil kombinasıdır. O yıllarda Rusya’dan temin edilen kredi ve teknik destekle inşa edilen bu fabrika, öncelikle ekonomide hammaddesi yurt içinde yetişen veya yetiştirilebilen sanayi dallarının kurulması ilkesi gereğince ülke çapında başlatılan mücadelenin somut bir uzantısı olarak yükselmektedir. Askeri zaferlerden sonra ekonomide de ulusal bağımsızlığın ebedi tesisi amacıyla kurulan bu fabrika 66 yıl ülkeye hizmet edecek, gerek yurt içinden gerekse yurt dışından gelecek binlerce insana iş olanağı sağlayacaktır. 30 binden fazla insana ekmek kapısı olacak fabrika ürettiği pazen ve basmalarla da yurdu baştan başa süsleyecektir.
70 yıl önce tezgahların bir anda çalıştırılmasıyla Ulu Önder Atatürk’ün “sanayinin musikisi” olarak nitelendirdiği ses ne yazık ki 2003 yılına gelindiğinde tamamen kesilecektir. 66 yıl çalınıp dinlenen bu musikinin kesilişinin altında yatan nedenler de geçmiş bir döneme ve geleceğe ışık tutması açısından üzerinde düşünülmeye değer nitelikler taşıyacaktır. Öyleki bu
nedenler o günlerden bugüne bir ulusun neleri başardığı, neleri kaybettiği özellikle de nerelerde hata yaptığına ilişkin önemli ipuçları içermektedir. Daha ötesi Ulu Önder’in “ekonomik bağımsızlık olmadıkça, ulusal bağımsızlık olmaz” diyerek ne kadar öngörü sahibi olduğu ve bizlere ne derece doğru ve tutarlı bir hedef sunduğuna açık bir işaret, delil olarak değerlendirilecektir. Sonuç olarak Ata’nın ekonomik bağımsızlık sürecinde ülkeye hediye ettiği Etibank, Sümerbank gibi köklü kuruluşlar birer tarih olurken bu değerleri, geride bıraktığımız süreci ve hatta bugün geldiğimiz noktayı objektif şekilde yeni baştan sorgulamamız gerektiği de açıkça ortaya çıkmaktadır.
Son Notlar
(1) Tablo 5. Bazı Yıllar İtibariyle Türkiye ve Birkaç Batılı Ülkede Sektörlerin Ekonomik Yapı İçerisindeki Payları
(2) Nazilli Sümerbank Basma Fabrikasına 4-5 km uzaklıkta olan istasyonda bugüne kadar yapılan ıslah çalışmaları sonucunda 28 adet pamuk çeşidi tescil ettirilmiştir. Tescil ettirilen Acala 1086, Coker 100 A/2 ve Nazilli 66-100 çeşitlerinin her biri 10-15 yıl üretimde kalarak Ege Bölgesi pamuk üretiminin artmasına katkıda bulunmuşlardır. 1984 yılında tescil ettirilen Nazilli 84 çeşidi yüksek verim ve çırçır randımanı değeriyle Ege Bölgesinde yaklaşık 20 yıl süreyle % 90-95 ekim alanında çiftçi tarafından tercih edilmiş ve milli ekonomiye büyük oranda katma değer sağlamıştır. İstasyon 1988 tarihinden bugüne Nazilli Pamuk Araştırma Enstitüsü Müdürlüğü ismi altında çalışmalarına devam etmektedir (Bkz. Nazilli Pamuk Araştırma Enstitüsü Tarihi, Nazilli Pamuk Araştırma Enstitüsü Müdürlüğü, 11.09.2006).
(3) Tablo 6. 1941 Yılında Sisam’dan Gelerek Nazilli Basma Fabrikası’nda Çalışan Rumlar
(4) Ücret artışlarının verim artışına bağlanması gerekliliği hemen hemen her raporda vurgulanmakla birlikte 01.10.1979 tarihinden geçerli ve 01.10.1981 tarihine kadar sürecek olan 8. Dönem Toplu İş Sözleşmesi, 7. Dönem Toplu İş Sözleşmesinden farklı olarak şu maddelerin kabulünü kapsamaktadır:
Günlük ücretlerin 200-210 liraya yükseltilmesi,
3.000 lira net izin harçlığı ödenmesi,
Ayda net birinci yıl için 1.000 lira ikinci yıl için 1.500 lira yakacak yardımı yapılması,
500 lira aile yardımı yapılması,
Yılda 65 yevmiyeye kadar pay verilmesi,
12 lira olan yemek bedelinin 40 liraya çıkarılması,
Eş ve geçindirmekle mükelleflerin ölümü halinde 2.500 lira yardım yapılması,
Yıllık izinler 20-25 ve 30 güne kadar çıkarılması,
Evvelce 90 gün olan kıdemli işçiliği teşvik ikramiyesinin 130 güne çıkarılması,
Teşvik priminin maksimum 92,10 TL’den 204,23 TL’ye çıkarılması,
Mahallinde kaydıyle Sümerbank mağazalarında yıllık 5.000 liralık alış veriş çeki verilmesi,
Çocuk zamları 50 liradan, okula gitmeyenler ve ilkokullar için 100, orta öğrenim için 200 ve yüksek öğrenim için 400 liraya çıkarılması,
Kıdem tazminatlarının 35 gün yerine 37 gün olarak kabul edilmesi,
Tabii afetlerde yapılan yardımın 5.000 liradan 15.000 liraya çıkarılması,
Fazla mesai ücretlerinin ödenmesinde zam miktarının % 50’den % 75’e çıkarılması.
(Bkz. Sümerbank Nazilli Basma Sanayi Müessesesi 1979 Yılı Raporu, T.C. Başbakanlık Yüksek Denetleme Kurulu, s. 16-17).
Yazar: Yrd. Doç. Dr. Hulusi DOĞAN, Adnan Menderes Üniversitesi, Nazilli Meslek Yüksekokulu, Ege Akademik Bakış, 7 (2) 2007: 661-689
Kaynakça
- 1990 Yılı Faaliyet Raporu (1991), Sümerbank Holding A.Ş. Eğitim ve Organizasyon Müdürlüğü, Ankara.
- 1992 Yılı Faaliyet Raporu (1993), Sümerbank Holding A.Ş. Araştırma Planlama Koordinasyon Müdürlüğü, Ankara.
- 1993 Yılı Faaliyet Raporu (1994), Sümerbank Holding A.Ş. Araştırma Planlama Koordinasyon Müdürlüğü, Ankara.
- 1994 Yılı Faaliyet Raporu (1995), Sümerbank Holding A.Ş. Araştırma Planlama Koordinasyon Müdürlüğü, Ankara.
- 1995 Yılı Faaliyet Raporu (1996), Sümerbank Holding A.Ş. Araştırma Planlama Koordinasyon Müdürlüğü, Ankara.
- 1996 Yılı Faaliyet Raporu (1997), Sümerbank Holding A.Ş. Araştırma Planlama Koordinasyon Müdürlüğü, Ankara.
- 1997 Yılı Faaliyet Raporu (1998), Sümerbank Holding A.Ş. Araştırma Planlama Koordinasyon Müdürlüğü, Ankara.
- 2001 Yılı Faaliyet Raporu (2002), Sümerbank Holding A.Ş., Ankara.
- 2002 Yılı Faaliyet Raporu (2003), Sümerbank Holding A.Ş., Ankara.
- Aydemir, Şevket Süreyya (1981), Tek Adam, Remzi Kitabevi, İstanbul.
- Bayar, Celal (1967), Ben de Yazdım, C. I-VIII, İstanbul.
- Bilmez, B. (2004), “Ege’de Milli Direniş Bilincinin Uyanmasında ve Milli Direniş Hareketinin Başlamasında Celal Bayar’ın Katkıları”, Celal Bayar Üniversitesi SBE Dergisi, S. 2: 41-54.
- Burhan, S. (1999), Yörük Ali Efe, Nesil Basım Yayın, 3, Baskı, C. 2, İstanbul.
- Cavid, S. (1940), “Nazilli Kombinası”, İktisadi Yürüyüş, Y. 1, S. 21.
- Doğan, H. (2007), Sanayinin Musikisinden Bilginin Türküsüne: Her Yönüyle Sümerbank Nazilli Basma Fabrikası, Detay Yayıncılık, Ankara.
- Faaliyet Raporu’ 89, (1990), Sümerbank Holding A.Ş. Eğitim ve Organizasyon Müdürlüğü, Ankara.
- Gencosman, Z. (1978), “Nazilli Basma Fabrikası Atatürk’ün Açtığı Son Tesis Oldu: İşte Bu Bir Musikidir”, Sümerbank, C. 17, S. 197: 38-39.
- Gülerman, A. (1987), Türkiye’nin Ekonomik ve Toplumsal Yapısı, Anadolu Matbaacılık, İzmir.
- İlkin, A. (1984), “Sümerbank”, Ekonomi Ansiklopedisi, Paymaş Yayınları, C. 3, İstanbul.
- L. Illustraion de Turquie (1950), “Nazilli Şehri”, Ege Özel Sayısı, İstanbul.
- Özelleştirme Yüksek Kurulu’nun 14.11.2000 Tarih ve 2000/83 No’lu Kararı.
- Sabır, H. (2003), “Atatürk’ün İktisat Zihniyeti”, www.foreigntrade.gov.tr/ead/DTDERGİ (29.08.2006).
- Sümer Holding A.Ş. 1998 Yılı Faaliyet Raporu (1999), Yüksek Denetleme Kurulu, Ankara.
- Sümer Holding A.Ş. 1999 Yılı Faaliyet Raporu (2000), Yüksek Denetleme Kurulu, Ankara.
- Sümer Holding A.Ş. 2000 Yılı Faaliyet Raporu (2001), Yüksek Denetleme Kurulu, Ankara.
- Sümerbank 1948 Senesi İdare Meclisi Raporu ve Bilançosu (1949), Sümerbank Umum Müdürlüğü, İzmit Selüloz Basımevi, İzmit.
- Sümerbank 1955 Senesi İdare Meclisi Raporu ve Bilançosu (1955), Selüloz Basımevi, İzmit.
- Sümerbank 1956 Senesi İdare Meclisi Raporu ve Bilançosu (1958), Mars T. ve S.A.Ş Matbaası, Ankara.
- Sümerbank 1957 Senesi İdare Meclisi Raporu ve Bilançosu (1957), Işık Matbaacılık, Gazetecilik ve Kağıtçılık Limited Şirketi, Ankara.
- Sümerbank Aylık Faaliyet Raporu (1979), Sümerbank Araştırma Planlama ve Koordinasyon Müdürlüğü, Ankara.
- Sümerbank Holding A.Ş. Sümerbank Nazilli Basma Sanayii Müessesesi 1988 Yılı Raporu (1989), T.C. Başbakanlık Yüksek Denetleme Kurulu, Ankara.
- Sümerbank Holding A.Ş.’ne Bağlı Pamuklu İşletmelerin İplik Kalite Değerleri 1986-1989 (1990), Sümer Holding A.Ş. Bursa Araştırma Geliştirme ve Eğitim İşletmesi, Bursa.
- Sümerbank Müessese ve Fabrikalarının 1957 Yılı İş Programları (1956), Sümerbank Genel Müdürlüğü, Ankara.
- Sümerbank Müessese ve Fabrikalarının Devre Toplantısı Protokolü (1947), Sümerbank Genel Müdürlüğü, Sümerhan-İstanbul.
- Sümerbank Nazilli Basma Sanayii Müessesesi 1966 Yılı Raporu (1967), T.C. Başbakanlık Yüksek Denetleme Kurulu, Ege Matbaası, Ankara.
- Sümerbank Nazilli Basma Sanayii Müessesesi 1967 Yılı Raporu (1968), T.C. Başbakanlık Yüksek Denetleme Kurulu, Ege Matbaası, Ankara.
- Sümerbank Nazilli Basma Sanayii Müessesesi 1968 Yılı Raporu (1969), T.C. Başbakanlık Yüksek Denetleme Kurulu, Ege Matbaası, Ankara.
- Sümerbank Nazilli Basma Sanayii Müessesesi 1971 Yılı Raporu (1972), T.C. Başbakanlık Yüksek Denetleme Kurulu, Şenyuva Matbaası, Ankara.
- Sümerbank Nazilli Basma Sanayii Müessesesi 1974 Yılı Raporu (1975), T.C. Başbakanlık Yüksek Denetleme Kurulu, Ege Matbaası, Ankara.
- Sümerbank Nazilli Basma Sanayii Müessesesi 1975 Yılı Raporu (1977), T.C. Başbakanlık Yüksek Denetleme Kurulu, Fon Matbaası, Ankara.
- Sümerbank Nazilli Basma Sanayii Müessesesi 1976 Yılı Raporu (1976), T.C. Başbakanlık Yüksek Denetleme Kurulu, Ankara.
- Sümerbank Nazilli Basma Sanayii Müessesesi 1978 Yılı Raporu (1978), T.C. Başbakanlık Yüksek Denetleme Kurulu, Ankara.
- Sümerbank Nazilli Basma Sanayii Müessesesi 1979 Yılı Raporu (1980), T.C. Başbakanlık Yüksek Denetleme Kurulu, Ankara.
- Sümerbank Nazilli Basma Sanayii Müessesesi 1980 Yılı Raporu (1981), T.C. Başbakanlık Yüksek Denetleme Kurulu, Ankara.
- Sümerbank Nazilli Basma Sanayii Müessesesi 1981 Yılı Raporu (1982), T.C. Başbakanlık Yüksek Denetleme Kurulu, Ankara.
- Sümerbank Nazilli Basma Sanayii Müessesesi 1982 Yılı Raporu (1983), T.C. Başbakanlık Yüksek Denetleme Kurulu, Ankara.
- Sümerbank Nazilli Basma Sanayii Müessesesi 1983 Yılı Raporu (1984), T.C. Başbakanlık Yüksek Denetleme Kurulu, Ankara.
- Sümerbank Nazilli Basma Sanayii Müessesesi 1984 Yılı Raporu (1985), T.C. Başbakanlık Yüksek Denetleme Kurulu, Ankara.
- Sümerbank Nazilli Basma Sanayii Müessesesi 1985 Yılı Raporu (1986), T.C. Başbakanlık Yüksek Denetleme Kurulu, Ankara.
- Sümerbank Nazilli Basma Sanayii Müessesesi 1987 Yılı Raporu (1988), T.C. Başbakanlık Yüksek Denetleme Kurulu, Ankara.
- Sümerbank Pamuklu Sanayii Müesseselerinin 1954 Yılı Bilanço, Kâr ve Zararları ve İdare Meclisi Kararları (1955), Sümerbank Genel Müdürlüğü, Ankara.
- Sümerbank Pamuklu Sanayii Müesseselerinin 1954 Yılı Bilanço, Kâr ve Zararları ve İdare Meclisi Kararları (1955), Sümerbank Genel Müdürlüğü, Ankara.
- Sümerbank Pamuklu Sanayii Müesseselerinin 1961 Yılı Bilanço, Kâr ve Zararları ve Müdürler Kurulu Kararları (1961), Sümerbank Genel Müdürlüğü, Ankara.
- Sümerbank Pamuklu ve Basma Sanayii İşletmeleri 1990 Yılı Bilanço Kâr-Zarar Tahlil Raporları (1991), Sümer Holding A.Ş., Ankara.
- Sümerbank Pamuklu ve Basma Sanayii İşletmeleri 1991 Yılı Bilanço Kâr-Zarar Tahlil Raporları (1992), Sümer Holding A.Ş., Ankara.
- Sümerbank
Teşekkül Merkezi, Müessese ve Fabrikaları 1951 Yılı Dördüncü Üç Aylık
Faaliyet Durumu Raporu, (1952), Sümerbank Genel Müdürlüğü, Ankara. - Sümerbank Teşekkül Merkezi, Müessese ve Fabrikaları 1952 Yılı Dördüncü Üç Aylık Faaliyet Durumu Raporu, (1953), Sümerbank Genel Müdürlüğü, Ankara.
- Sümerbank Teşekkül Müessese ve Fabrikalarının 1952 Yılı Dördüncü Üç Aylık Faaliyet Raporu (1953), Sümerbank Genel Müdürlüğü, Ankara.
- Sümerbank Teşekkül, Müessese ve Fabrikaları 1949 İkinci Üç Aylık Faaliyet Durumu (1949), Sümerbank Genel Müdürlüğü, Ankara.
- Sümerbank Teşekkül, Müessese, Fabrikalar ve İştirakleri Devre Faaliyet Raporu (1982), Sümerbank Genel Müdürlük Araştırma Planlama ve Koordinasyon Müdürlüğü, Ankara.
- Sümerbank X uncu Yıl 1933-1943 (1943), Sümerbank Umum Müdürlüğü, Cumhuriyet Matbaası, İstanbul.
- Sümerbank: Sanayi Okulu Sümerbank (1986), Sümerbank Genel Müdürlüğü, Alaş Matbaacılık, Ankara.
- Şakir, Z. (1952), Celal Bayar’ın Hayatı ve Eserleri, İstanbul.
- Tekin, S. (1997), Tanzimat’tan Cumhuriyete Nazilli, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Dokuz Eylül Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü, İzmir.
- Tekin, S. (2003), “Sanayileşmenin İlk Örneklerinden Biri: Nazilli Basma Fabrikası”, Tarih ve Toplum, C. 39, S. 230.
- Tezel, Y. (2006), “1934 Sanayi Program ve Türkiye’de İktisadi Devletçilik Tarihindeki Yeri”, www.geocities.com (29.08.2006).
- Toprak, Z. (1983), Sümerbank, Ankara.
- Turga, F. (1947), “Tarih Boyunca İnsan ve Pamuk”, Türk Tekstil Mecmuası, S.2, İstanbul.
- Türkiye Ticaret Postası (1948), “Nazilli Basma Fabrikası Özel Sayısı”, Y. 2, S. 350-103, İstanbul.
- Yazman, E. (1940), “Nazilli Pamuk İstasyonu”, İktisadi Yürüyüş, 15 Birinci teşrin, Y. 1, C. 2, S. 21.
- Yerasimos, S. (1980), Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye, Gözlem Yayınları, 3. 2(1): 15-37.
Kaynak: http://www.isteataturk.com
AKM Belleten – Cumhuriyet Tarihinde Bugün 6 Temmuz * Birleşmiş Milletler’in Türkiye’yi Daveti
Birleşmiş Milletler’in temeli sayılabilecek bu organizasyon, I. Dünya Savaşı’nın ardından İsviçre’de 1919’da “Cemiyet-i Akvam” (Milletler Cemiyeti) adıyla kuruldu. Amacı, ülkeler arasında yaşanabilecek sorunları barışçı yollarla çözmek idi. Bir süre çalıştı fakat fazla bir varlık gösteremedi. II. Dünya Savaşı’nın ardından dağıldı. 6 Temmuz 1932’de Cemiyet-i Akvam, Türkiye’yi üyeliğe davet etmiş, 9 Temmuz’da TBMM Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne giriş davetini onaylamış ve 18 Temmuz 1932’de Türkiye daveti kabul etmiş ve Milletler Cemiyeti’ne girmiştir.
ATATÜRK’ÜN 1932 MİLLETLER CEMİYETİ ZAFERİ
Dünyanın en büyük uluslararası topluluğuna Türkiye’nin katılması için yapılan öneri karşısında Gazi Mustafa Kemal şöyle dedi:
“Başvurmayı düşünmüyoruz, fakat davet ederlerse katılırız.”
Topluluk, “Başvurma zorunluluğunu” uygulamaktan ilk kez vazgeçti ve 43 üyenin oybirliğiyle, Türkiye’nin topluluğa davet edilmesine karar verdi.
Bu davet üzerine Türkiye, Milletler Cemiyeti’ne katılmayı kabul etti.
Yıl 1932 idi.
Yetmişikinci On Kasım’da Özlemle Andığımız
Birinci Dünya Savaşı sürerken, 2 Nisan 1917 günü yansızlığı bırakan Amerika, Almanya’ya karşı ingiltere, Fransa, Rusya ve italya’nın yanında savaşa katılmış; ardından 1917 Ekim Devrimi’yle Rusya’da yönetimi ele geçiren sosyalistler, devlet arşivinde buldukları gizli Sykes-Picot Antlaşmasını 23 Kasım 1917 günlü izvestia ve Pravda gazetelerinde yayınlamış, ingiliz Manchester Guardian gazetesi de bunları 26 Kasım 1917 günlü sayısında dünyaya duyurmuştu.
İtilaf devletlerinin Osmanlı topraklarını aralarında paylaşmak amacıyla anlaşarak savaşa girmiş oldukları gerçeğini ortaya çıkaran bu “skandal” üzerine ABD Başkanı Woodrow Wilson, 8 Ocak 1918 günü kongrede bir konuşma yapacak ve “Ondört Nokta” olarak açıkladığı barış koşullarında, bütün gizli paylaşım anlaşmalarının geçersiz olduğunu duyuracaktı.
Wilson’un onikinci ilkesi, Osmanlı İmparatorluğunun savaşta yitirdiği topraklar dışında elinde kalan topraklarda çoğunluğu Türk olan yerlerde Türk egemenliğinin kurulmasını öngörüyordu.
Savaş sonunda yenilen devletler, silah bırakışması antlaşmalarını, Wilson’un “Ondört Nokta”sında yer alan “kendi kaderini tayin hakkı”nın nasıl olsa kendilerine de tanınacağına güvenerek imzalıyorlardı. Örneğin, 3 Mart 1918 günü Sovyet Rusya ve Almanya arasında imzalanan Brest-Li-tovsk anlaşmasında Osmanlı Delegelerinin de imzası vardı ve bu anlaşma Wilson’un “kendi kaderini tayin hakkı” çerçevesinde düzenlenmişti. Osmanlı Devleti’nin 30 Ekim 1918’de imzaladığı “Mondros Mütarekesi” de yine Wilson’un kendi kaderini tayin hakkı ve onikinci maddede özellikle yazılı bulunan Türk yoğun topraklarda Türk egemenliğinin tanınacağına güvenilerek imzalanmıştı.
Mustafa Kemal, “Mondros Mütarekesinin imzalanmasından iki hafta sonra, 13 Kasım 1918 günü, İstanbul’a geldi. Mütareke koşulları çok ağırdı; ancak, Wilson ilkeleri Osmanlı Devleti’nde Türk egemenliğini tanıdığına göre; mütarekenin bu egemenliği yok sayacak biçimde uygulanamayacağı düşünülüyordu. Ne denli Wilson’un 1918 yılında yayınlanan haritasında Doğu Anadolu’da bir Ermenistan ve bir Kürdistan gösterilmişse de, buralarda çoğunluğun Türk olduğu saptanır saptanmaz, tüm Anadolu Türk egemenliğine bırakılacaktı. Böyle düşünen Halide Edip vs. aydınlar, mütarekenin imzalanmasından kısa bir süre sonra 4 Aralık 1918 günü İstanbul’da bir “Wilson Prensipleri Cemiyeti” bile kurmuşlardı.
Mustafa Kemal’in tasarısı, Wilson’un Osmanlı topraklarında özerk Ermenistan ve Kürdistan öngören tasarısına uymuyordu; o, 30 Ekim 1918 günü mütareke imzalandığı anda işgal edilmemiş ve o tarihte Osmanlı Devleti’nin elinde bulunan topraklarda yaşayan bütün nüfusu etnik köken ve dinsel inançlara göre ayırmaksızın bölünmez “Osmanlı Milleti” olarak adlandırıyor; ve Osmanlı devletinin işgale uğramamış toprakları üzerinde, Wilson’un önerdiği etnik özerklikleri değil, “Osmanlı Milleti”nin ülkesiyle ulusuyla bölünmez bütünlüğünü savunuyordu. Yeryüzünde iki tür “millet (ulus) oluşumu vardı: Biri “Ethnic Nationalism” dedikleri, etnik kandaşlık soydaşlık temeline dayanan Alman örneğindeki “millet” (ulus); diğeri “Civic / Civil Nationalism” dedikleri, eşit özgür birey yurttaşlığı temel alan Fransız örneğindeki “millet” (ulus) oluşumu… Mustafa Kemal’in mütareke döneminde savunduğu “Osmanlı Milleti” tasarısı, etnik temele dayanmıyor; eşit özgür birey yurttaşlık temeline dayanıyordu. Nitekim, Anadolu’ya geçtikten sonra Bağımsızlık Savaşı’mızın amacı olarak benimsenen “Misak-ı Milli” de Mustafa Kemal’in bu tasarısına uygun olarak düzenlenecekti. Mustafa Kemal, yalnızca bir ordu komutanı değil, aynı zamanda devletler arası güçler dengesini, güçler arasındaki ilişkileri ve çelişkileri an be an izleyip, hangi zamanda ne yapılması gerektiği konusunda en doğru kararları veren bir “stratejist”ti; 18 Ocak 1919 günü başlayan ve ABD Başkanı Wilson’un çok sayıda danışmanıyla birlikte Avrupa’ya gelip başkanlık ettiği Paris Barış Konferansı’nda, galip devletlerin Osmanlı Devleti’nin geleceği konusunda verecekleri kararın Wilson ilkelerinin Türk egemenliğini tanıyan onikinci maddesine uygun olup olmayacağını görmeden önce, hemen bir silahlı direniş başlatılmasını doğru bulmuyordu. İstanbul’da kaldığı sürece, bir yandan yurtseverlerin devlet yönetiminde görev alması için çalışırken, diğer yandan galip devletlerin İstanbul’daki yetkilileriyle görüşmeler yapıyor ve Paris Barış Konferansı’nda olup bitenlere ilişkin haberleri dikkatle izliyordu.
İstanbul’daki İtalyan yetkili Kont Sforza, yakında Yunanlıların İzmir’e asker çıkartacaklarını, Yunan askerinin İzmir’e çıkmasını önlemek için Türklere para ve silah vermeye hazır olduklarını fısıldıyordu gizli toplantılarda. Ama, Wilson ilkelerinin Türk egemenliğini tanıyan onikinci maddesine ve Wilson’un Ege’yi Türk olarak gösteren 1918 haritasına ters düşen bu olasılığa inanmak kolay değildi. Yine de dikkate alınmış ve İtalyanlarla sıkı ilişkileri bulunan Cami Baykurt, İzmir’e giderek, olası bir Yunan işgaline karşı Müdafaayı Hukuk örgütlenmesini başlatmıştı. Bu sırada, ABD, İngiltere, Fransa ve İtalya’dan oluşan “Dörtler Konseyi”, 28 Nisan 1919 günü Cenevre’de, Milletler Cemiyeti’nin Silahsızlanma Konferansı’nda yaptığı bir konuşmada, “Eğer Milletler Cemiyeti Türkiye’yi katılmaya davet ederse, Türkiye Hükümeti bunu memnuniyetle kabul edecektir.” diyecek; ve bir Paris Barış Konferansı’nda aldıkları bir kararla, Wilson’un ondördüncü ilkesini yerine getirerek, “Cemiyet-i Akvam” denilen “Milletler Cemiyeti”ni kurmuşlardı. Wilson ilkelerinin Paris Barış Konferansı’nda galip devletlerce benimsendiğini gösteren bu haber, barış görüşmelerin sonunda, Türk egemenliğinin tanınacağına duyulan umudu da pekiştiriyordu. Şimdiki Birleşmiş Milletler Örgütü’nün öncülü olan “Cemiyet-i Akvam”
yani Milletler Cemiyeti’nin Wilson ilkelerine dayanması, “Mondros Mütarekesi” maddelerinin de Wilson’un Osmanlı Türk egemenliğini tanıyan on ikinci maddesine aykırı biçimde uygulanamayacağına kanıt oluşturuyordu.
Gelgelelim, Milletler Cemiyeti’nin kuruluşundan çok değil 18 gün sonra, 15 Mayıs 1919 günü, bu kuruluşun üyesi olan Yunanistan, Milletler Cemiyeti’nin dört kurucusundan biri olan İngiltere’nin onayıyla, İzmir’e asker çıkartacak ve böylece, İtalyanların bir süre önce verdikleri haber de doğrulanacaktı. Milletler Cemiyeti üyeleri, kurucu Wilson’un ilkelerini çiğneyerek, üzerinde Türk çoğunluğun yaşadığı Osmanlı topraklarını işgale başlamışlardı. Milletler Cemiyeti üyesi devletlerin, kurucu Wilson’un ilkelerini çiğneyerek giriştikleri bu işgal; her şeyden önce kendi ilkeleriyle tutarsız ve dolayısıyla da savunulamaz bir eylem olduğundan; Anadolu’da başlatılacak silahlı direnişin haklılığı tüm dünyaca kabul edilecekti.
İşte Mustafa Kemal, Yunan işgalinin başlamasından bir gün sonra, 16 Mayıs 1919 günü, böyle bir ortamda Anadolu’ya geçecek; ve kendi kurucu ilkelerini bizzat kendileri çiğneyerek işgale girişen Milletler Cemiyeti üyesi devletlere; başka bir deyişle “Yedi Düvele” karşı, ulusal direnişin önderi olacaktı. Sevr’de karşımıza dikilenler de, Lozan’da karşımıza dikilenler de, hep “Milletler Cemiyeti” üyesi devletlerdi. Milletler Cemiyeti yasasının 10. maddesi, üye devletlerin toprak bütünlüğünü ve siyasal egemenliğini korumayı yükümleniyordu. Türkiye, bu kuruluşa üye olmadığına göre; toprak bütünlüğüne saygı gösterilmeyecek; ve Milletler Cemiyeti, 5 Haziran 1926 günlü kararıyla, Musul’u Ankara’ya değil, Irak’a bağlayacaktı. Milletler Cemiyeti’nin bir de Azınlıklar Komitesi vardı. Lozan’da gayrı müslim cemaatlere ilişkin hükümlerin uygulanması da Milletler Cemiyeti’nin denetimine bırakılmıştı.1925-26’da, gayrı müslimlerin Medeni Kanun dolayısıyla; azınlık ayrıcalıklarından feragatleri, Yunanistan ve Almanya tarafından Milletler Cemiyeti’ne götürülecek; Milletler Cemiyeti, 1927’de bu itirazları kabul etmeyerek gayri müslimlerin “anlaşmalı azınlık” konumundan çıkıp “öz yurttaş” konumuna geçişlerini onaylayacak; fakat Milletler Cemiyeti’nin başını çeken İngiltere ve Fransa, Türkiye’nin etnik olarak bölünmesine yönelik çabalarını aralıksız biçimde sürdüreceklerdi.
İngiltere, daha çok Irak ve İran üzerinden; Fransa ise daha çok Suriye üzerinden Türkiye’ye karşı bölücü etkinlikler yürütüyor; buralarda örgütleyip silahlandırdıkları etnik ayrılıkçıları Türkiye’ye yollayarak yurttaşlarımızı etnik ayrılıkçı ayaklanmalara yöneltiyorlardı. İngiliz, Fransız güdümlü etnik ayrılıkçı örgütler, Milletler Cemiyeti’ni kendileri için uluslararası bir dayanak olarak görüyordu. Kalkıştıkları her ayaklanmada haklılıklarını tescil etmesi için Milletler Cemiyeti’ne başvuruyor; ve bastırılan her ayaklanmaların dan sonra, Türkiye’yi şikayet etmek üzere, yine Milletler Cemiyeti’ne dilekçeler yağdırıyorlardı.
1925 Şeyh Sait Ayaklanması’nın hemen ardından, 1926’da İran’dan Anadolu’ya sızan ayrılıkçı örgütler 1926-1930 arası dört yıl boyunca “Ağrı İsyanı” adıyla bilinen ayaklanmalar gerçekleştirmişler; “Agri” adında bir gazete çıkartmışlar; ve söylentiye göre, 1928’de “biz burada Ağrı Kürt Cumhuriyeti kurduk” diyerek, resmen tanınmak üzere İngiltere aracılığıyla Milletler Cemiyeti’ne başvurmuşlardı.
İsyanın Ağrı’da çıkartılmasının özel bir amacı vardı. Sovyet Ermenistan’ıyla sınırdaş olan Ağrı’da isyan, hem Ermenileri Sovyetler’den ayrılıp Büyük Ermenistan’ı kurmaya özen direcek; hem Kürt kardeşlerimizi Türkiye’den ayrılmaya özendirecekti.
Ağrı İsyanı, hem Sovyetler Birliği’nin hem de Türkiye’nin toprak bütünlüğünü tehdit ediyordu. O tarihte Ağrı dağının yarısı Türkiye sınırları içinde, diğer yarısı İran sınırları içindeydi. İsyancılar, Türk Ordusu gelince dağın İran tarafındaki eteklerine kaçıyor; ordu çekilince yeniden Ağrı dağının tepesine tırmanıp bayrak dalgalandırıyorlardı. Sonunda Türk Ordusu, Rus Kızılordusu ile uyum içinde çalışarak, isyancıların İran’a kaçış yollarını kesmiş ve ayrılıkçı isyan önderleri yakalanıp etkisizleştirerek ayaklanma bastırılmıştı. Türkiye, ileride aynı sorunla karşılaşmamak için 23 Ocak 1932’de İran’la bir antlaşma imzalayarak Ağrı Dağı’nı bütünüyle Türkiye sınırları içine katacak; ve etnik öbeklenmeleri dağıtıp tüm yurda yayarak etnik kaynaşmayı sağlamak amacıyla düzenlenen İskan Yasa Tasarısı, 5 Mayıs 1932 günü T.B.M.M. tarafından kabul edilecekti. Türkiye ile Rusya’nın arasına Ağrı merkezli bir Kürt + Ermeni Koalisyon Devleti sokarak, bu iki ülkeyi birbirinden ayırma girişimlerinin, Türk Sovyet dayanışmasını daha da güçlendirdiğini gören; bu yöndeki her kalkışmanın Türk Sovyet ortak harekatlarıyla bastırılacağını anlayan; “Kürt Kartı”nın işe yaramadığını kavrayan İngiliz ve Fransızlar; Türkiye’ye karşı etnik ayırımcılık politikalarını gözden geçirmek zorunda kalacaklardı.
Mustafa Kemal Ağrı İsyanı’nın bastırılmasından sonra İngilizlerin Türkiye’ye karşı etnik bölücü politikalarını gözden geçirmekte olduklarını, Türkiye’yi Sovyet Rusya’dan koparmak istediklerini sezmişti. Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras, Ağrı Dağı’nın bütünüyle Türkiye sınırları içine katılmasından 3 ay gibi kısa bir süre sonra, gazeteyle yaptığı söyleşide, aynı sözleri yineleyecekti. İlk kez, Eski Bern Elçimiz Cemal Hüsnü Taray’ın 6 Kasım 1962 günlü Cumhuriyet’te; sonra Büyükelçi Dr. Üner Kırdar’ın 10-17 Kasım 1971 arası Milliyet’te yayımlanan makalelerinde ve daha sonra Mahmut Goloğlu’nun 1974’te yayımlanan “Tek Partili Cumhuriyet” adlı kitabında yer alan Türkiye’nin Milletler Cemiyetine davet edilmesi süreci, Dışişleri Bakanı T.R.Aras’ın bu demeçleriyle başlamıştı.
Aras’ın sözleri, bir türlü bölemedikleri ve Sovyet Rusya’dan uzaklaştıramadıkları Türkiye’ye karşı ne yapacaklarını şaşırmış durumda olan İngilizlerin dikkatini çekmişti. Rusya ve Türkiye, her ikisi de Milletler Cemiyeti üyesi değillerdi. Eğer Türkiye Milletler Cemiyeti’ne alınırsa; böylelikle Türkiye’yi Rusya’dan uzaklaştırma amacına ulaşılmış olurdu. Milletler Cemiyeti, azınlıklara özerklik öngörüyordu. Eğer Türkiye Milletler Cemiyeti’ne girmek istiyorsa, azınlıklara özerklik tanımayı da kabul edebilir ; ve onca uğraşmayla sağlanamayan etnik özerklik, Milletler Cemiyeti’ne üyeliğin bir koşulu olarak dayatılabilirdi.
Milletler Cemiyeti Genel Sekreti İngiliz Sir Eric Drummond, derhal Aras’ı Milletler Cemiyeti’ndeki makamına davet etmiş; Türkiye’nin örgüte üyeliği konusunu kendisiyle özel olarak görüşmüş; ve yardımcısı Comert de Türkiye’nin örgüte katılması için yapması gereken zorunlu işlemleri Aras’a anlatmıştı. Buna göre: Milletler Cemiyeti’nin üye olmak isteyen devletleri davet etmek gibi bir yetkisi yoktu.
Üye olmak isteyen devlet, davet üye olmak isteyenin başvuruda bulunmasıdır; ancak, şayet bu prosedürü uygulamamız Türkiye Cumhuriyeti’nin örgüte katılmasına engel oluşturacaksa; bu durumda bu yasal uygulamanın bir yana bırakılması gerekir; çünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin Milletler Cemiyeti’ne katılmasının örgüt açısından çok büyük bir önemi vardır, diyecek ve bu konuda bir karar vermek üzere Genel Kurulu’nu toplantıya çağıracaktı.
Milletler Cemiyeti’nin 1 Temmuz 1932 günlü toplantısının tek gündem maddesi vardı: “Türkiye Cumhuriyeti’nin Milletler Cemiyetine Katılma Biçimi”…
Türkiye Cumhuriyeti, katılma prosedürü bir yana bırakılarak örgüt tarafından üyeliğe davet mi edilecekti, yoksa diğer ülkeler gibi Türkiye’den de başvuru dilekçesi vermesi mi istenecekti?
İspanya Delegesi Salvador de Madariaga, Türkiye Cumhuriyeti’nin örgüt prosedürü dışına çıkılarak davet edilmesini savunan 29 imzalı bir öneri sundu: “Biz Arnavutluk, Almanya,Avusturya, Avusturalya, İngiltere, Bulgaristan, Kolombiya, Küba, Danimarka, İspanya, Estonya, Finlandiya, Fransa, Yunanistan, Guatemala, Macaristan, İtalya, Japonya, Letonya, Yeni Zelanda, Panama, Hollanda, İran, Lehistan, Romanya, İsveç, İsviçre, Çekoslovakya, Yugoslavya delege kurulları, bir devletin Milletler Cemiyeti’ne üye olabilmesi için Antlaşmanın birinci maddesinde göz önünde tutulan genel koşulları Türkiye Cumhuriyeti’nin yerine getirmiş olduğunu görerek, Türkiye’nin Milletler Cemiyetine üye olmaya ve değerli işbirliğinden Cemiyeti yararlandırmaya davet edilmesini teklif ediyoruz.”
Milletler Cemiyeti’nin 6 Temmuz 1932 günlü toplantısında üye devlet delegeleri Türkiye’nin davet edilmesini savunan coşkulu konuşmalar yapmışlardı. Yunanistan delegesi Dışişleri Bakanı Mihalakopulos’un sözleri özetle şöyleydi:
“Türkiye Cumhuriyeti, Avrupa Birliği Komisyonu’nun çalışmalarına da eylemli olarak katılmış ve daima barış için çalışmakta içten isteğini açıkça göstermiştir. İnsanlığa daha iyi bir gelecek sağlamak için, Türkiye Cumhuriyeti, yapılacak davetin şerefine hak kazanmıştır… Yunan delegeler, Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne girmesini özellikle selamlayacaklardır.”
Avustralya delegesi Sir Granville Ryrie, sık sık alkışlarla kesilen konuşmasında şöyle diyordu:“Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne davet edilmesine dair öneriyi hararetle destekleriz. Bir çok kuşaklardan sürekazandım. Gelibolu’da, arkadaşlarım ve ben, Türklerin cesaretleri ve dayanma güçleri karşısında çok kez şaşkın kaldık. Türk ordularının Avustralya mitralyözlerine karşı ve Britanya donanmasının gülle yağmuru altında, korkusuzca ileri atıldıklarını gördük. Türklerin değerleri ve dayanma güçleri hakkındaki yüksek düşüncelerimi işte ben böyle elde ettim. Savaşın korkunç kötülüklerini bu kadar yakından gören bu milletin, gelecekteki çabalarını savaşa engel olmaya adayacağı kanısı o günden beri her türlü duygunun üstünde olarak bende kesinlikle yer etmiştir.
Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne girmesinin birinci derecede öneme sahip olduğunu düşünmekten kendimi alamıyorum.” İtalya delegesi Vittorio Scialoja’nın uzun konuşmasının özeti şuydu: “Avrupa’nın esaslı bir unsuru olan Türkiye’nin aramızdaki eksikliği açıkça belliydi. Öneriyi desteklemekle sadece Türkiye hakkındaki dostluğumuzu ve içtenliğimizi açıklamış olmuyor, aynı zamanda Gazi’nin aydın yönetiminde genç Akdeniz Devleti’nin doğuşunu memleketimin nasıl bir güvenlik duygusuyla karşıladığını ve gelişimini de izlediğini Genel Kurulumuz önünde tekrar perçinliyorum.”
Fransız Delegesi Paul Boncour, coşkulu konuşmasında özetle; “Türkiye’nin davet edilmesi için açıklanan duygulara katılmak üzere Fransa adına bizzat kendim gelmek istedim. Avrupa ile Asya arasında bir bağlılık kuran bu çok eski ülkenin Cemiyete katılması, izlenen evrensel değerlerin bir sembolüdür.” diyordu.
İngiliz delegesi Lord Londonderry: “Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne alınması, dünya çapında memnunluk doğuracaktır.. Türkiye çağırıyı kabul ederse, İngiltere hükümeti bunu ilk kabul edeceklerden biri olacaktır.” Japon delegesi Büyükelçi Naotake Sato: “Japonya, Batılılarca çok az tanınmış olduğu bir dönemde bile samimi ilişkilere sahip olduğu Büyük Türk Milletini olağanüstü bir memnunlukla karşılar.”
Alman Dışişleri Bakanı Baron Von Neurath adına konuşan Almanya temsilcisi Otto Goeppert: “Ünlü Başkanı Atatürk’ün isabetli yönetimi altında uluslararası barış yapıtında işbirliğine özellikle layık olan Büyük Türkiye Cumhuriyeti’nin davet edilmesini Almanya memnunlukla karşılar.” diyordu. Diğer ülkelerin delegeleri de söz alıp Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne özel olarak davet edilmesi gerektiğini savunan konuşmalar yaptıktan sonra, oylamaya geçilmiş ve bütün üyelerin oybirliği ile Türkiye’nin davet edilmesine karar verilmişti. Örgütün Genel Sekreteri Sir Eric Drummond, Milletler Cemiyeti’nde alınan davet kararını Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras’a gönderdiği bir mektupla bildirdi.
Bu davet, Türkiye’nin hiç bir konuda hiç bir yaptırımla karşılaşmaksızın hiç bir hesap sorulmaksızın, tüm geçmişinin uluslararası hukuka uygunluğu onaylanarak üyeliğe kabul edilmesi anlamına geliyordu.
Fransız Uluslararası Diplomasi Akademisi’nden Vasiliei Nitikine, Diplomasi Sözlüğü’nde yayımlanan ve “Davet’ten kısa süre önce yazdığı “Kürtler” başlıklı makalesinde şöyle diyordu: “Eğer bir gün Türkiye Milletler Cemiyeti’ne kabul edilmeyi talep ederse, Kürt etnik azınlığının varlığını dikkate alacağını, bütün azınlıkların statüsünün bu konuda Cenevre toplantısında kabul edilen ilkelere uygun olarak gözden geçirileceğine ve düzenleneceğine inanıyoruz.”
Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne “davet edilmesi”; Nikitine’in öngörüsünü boşa çıkartmıştı. Bu davet, Türkiye’nin hiç bir konuda hiç bir yaptırımla karşılaşmaksızın hiç bir hesap sorulmaksızın, tüm geçmişinin uluslararası hukuka uygunluğu onaylanarak üyeliğe kabul edilmesi anlamına geliyordu. Atatürk’ün Milletler Cemiyeti’ne üyelik başvurusunda bulunmayıp, Milletler Cemiyeti’nden “davet” beklemesinin hukuksal anlamı buydu. Bu davetle, Türkiye’nin toprak bütünlüğünün ve siyasal egemenliğinin dokunulmazlığı da Milletler Cemiyeti tarafından kabul edilmiş oluyordu. Bu, Atatürk’ün, 1919’dan bu yana Türkiye’nin bütünlüğünü parçalamaya çalışan Milletler Cemiyeti’ne karşı kazandığı en büyük zaferdi.
Türkiye Cumhuriyeti, Milletler Cemiyeti’nin davetine verdiği yanıtta, en başından itibaren o güne dek yaptığı bütün işlemlerin ve anlaşmaların, Milletler Cemiyeti ilkelerine ve uluslararası hukuka aykırılığının iddia edilemeyeceğini özellikle vurgulamaktan çekinmemişti. Türk Dışişlerinin davete yanıtı özetle şöyleydi:
Sayın Genel Sekreter, Genel Kurul adına yapılan davetinize karşı, Türkiye Cumhuriyetinin Milletler Cemiyeti’ne üye olmaya hazır olduğunu ve Türkiye’nin Milletler Cemiyeti üyesi olmayan devletlerle yaptıklarını da içine alan şimdiye kadar yapmış olduğu bütün sözleşmelerle üzerine almış olduğu yükümlülüklerin, Milletler Cemiyeti üyeliği görevi ile bağdaşmaz olmadıklarını bildirmekle onur duyarım. Bu hususta zaten Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne kabulünden önce imzalanan bütün anlaşmaların Milletler Cemiyeti üyeliği göreviyle bağdaşmaz olmadıklarını bildirmekle onur kazanırım. Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne kabulünden önce imzalanan bütün anlaşmaların Milletler Cemiyeti üyelerinin çoğununun imzalamış olduğu Paris Misakı’nın ruhuna uygun olarak yapıldığını belirtirim. Bu açıklamayı yaparken, Türkiye’nin
24.7.1923’de Lozan’da imzalanan sözleşmelerden doğan askeri nitelikteki yükümlülüklerden ötürü özel bir durumda bulunduğunu da eklemeyi görev bilirim…
Derin Saygılarımla… Dr. Tevfik Rüşdü
Türkiye Cumhuriyeti, Milletler Cemiyeti’nin davetine verdiği bu yanıtla; üyelik daveti öncesi gerçekleştirdiği hukuksal işlemlerden hiç birinin Milletler Cemiyeti ilkelerine aykırılığının iddia edilemiyeceğini, Milletler cemiyetine kabul ettirmiş oluyordu
Türkiye Cumhuriyeti, Milletler Cemiyeti’nin davetine verdiği bu yanıtla; gerek Sovyet Rusya ile imzalamış bulunduğu anlaşmaların; gerek gayrı müslimlerin Lozan’da kendilerine tanınan anlaşmalı azınlık konumundan feragat ederek öz yurttaşlar konumuna geçişlerine dair yapılan yasal işlemlerin; özetle üyelik daveti öncesi gerçekleştirdiği hukuksal işlemlerden hiç birinin Milletler Cemiyeti ilkelerine ve dolayısıyla uluslararası hukuka aykırılığının iddia edilemeyeceğini, Milletler Cemiyeti’ne kabul ettirmiş oluyordu. Türkiye’nin, Anadolu’daki etnik öbekleşmeleri nüfus içine dengeli bir biçimde yaymaya yönelik olarak daha önce çıkartıp uygulamış olduğu zorunlu iskan yasalarının Milletler Cemiyeti ilkelerine aykırılığı da iddia edilemeyecekti. Türkiye Cumhuriyeti’nin Milletler Cemiyeti tarafından üyeliğe davet edilmesi, Türkiye’nin o güne dek gerçekleştirdiği bütün iç ve dış hukuk işlemlerinin, Milletler Cemiyeti tarafından uluslararası hukuka uygun olarak kabul edilmesi anlamına geliyordu.
Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’nin Milletler Cemiyeti davetine verdiği yanıt, örgütün Genel Kurul’unda Başkan Hymans tarafından okunmuş; Türkiye’nin üyeliğinin kabul edildiğine ve Türk delegelerin dönem toplantılarına çağrılmasına ilişkin karar tasarısı, üye devletlerin oyuna sunulmuş; ve Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne üyeliği, toplantıda bulunan 43 üyenin oybirliğiyle kabul edilmişti.
İşte o gün, etnik ayrılıkçı örgütler için “kara bir gün”dü. O güne dek İran, Irak ve Suriye’de yuvalanmış, İngiliz Fransız parası ve silahlarıyla örgütlenerek Türkiye’ye sızıp yurttaşlarımızı etnik ayrılıkçı eylemlere katılmaya zorlayan; aşiretleri “ulus” diye etiketlendirip kışkırttıkları aşiret isyanlarını “ulusal kurtuluş savaşı” diye yutturan ve yabancıların buyruğuyla “intiafada”(!)lar, “serhildan”(!)lar gerçekleştirip, Ağrı dağının tepesinde Kürt Cumhuriyeti kurduk diye Milletler Cemiyeti’ne başvurup zılgıtlar çeken Herekol Azizan kod adlı Celadet Ali Bedirhan önderliğinde ayrılıkçı Hoybun örgütü; o gün karalar bağlamıştı. Güvendikleri İngilizlerin Fransızların kışkırtmasıyla Milletler Cemiyeti tarafından tanınacaklarına inandırılarak çıkardıkları Ağrı isyanının bastırılmasından sonra; bölmek istedikleri Türkiye, Milletler Cemiyeti tarafından davet edilmiş; o güne dek devlet olarak yaptığı bütün işlemlerin uluslararası hukuka uygunluğu tescil edilmiş; dahası toprak bütünlüğüyle siyasal egemenliği de Milletler Cemiyeti’nce onaylanmıştı. Milletler Cemiyeti o günden sonra Türkiye’de dinsel ya da etnik azınlıklardan ve bunlara ayrıcalıklar, özerklikler tanınmasından vs. söz edemeyecekti.
1930’ların etnik bölücü terör örgütünün başı Celadet Ali Bedirhan, Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne üyeliği haberinden sonra, iki yıl kendine gelemeyecek; Millet Cemiyeti’ne öfke kusan ve kendilerine ihanet etmekle suçlayan Fransızca bir kitapçık yazmakla geçirecekti günlerini: “De La Question Kurde”..
Bedirhan bu kitapçıkta özetle şöyle diyordu:
“Rus-Türk yakınlaşmasının ertesinde, müttefikler Kürt sorunuyla ilgilerini kestiler ve Kürtleri ulusal özlemleriyle birlikte Ankara’nın insafına terkettiler. (sf.16) Ankara, Milletler Cemiyeti’ne kabul edilişinin arifesinde, genel olarak azınlıkların çıkarlarını savunmak ve korumak ve üye devletlerin azınlıklarla ilgili yönetimlerini denetlemekle görevli olan Yüksek Kurula meydan okur gibi, 5 Mayıs 1932 Mecburi Iskan Yasasını hazırladı, resmen yayınladı ve uygulamaya sokmaya çalıştı. Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne kabulü sırasında hiç bir üye ülke Türkiye’deki azınlıklar rejimini tartışmayı uygun görmedi. Çünkü büyük güçlerin çıkarları böyle gerektiriyordu.” (sf.19)
O yılların bölücü silahlı örgüt elebaşılarından Dr. Nuri Dersimi de 1952 yılında Halep’te yayımlanan “Kürdistan Tarihinde Dersim” adlı kitabında, aynı olgulardan yakınıyordu:
“Sovyetlerle Türkler arasında dostluk anlaşmasına dayanarak Ruslar Kürt harekatına engel olacak derecede Türk kuvvetlerine yardımda bile bulunmuşlardı. ingiliz ve Fransızlar, bir taraftan Musul petrolleri ve diğer taraftan Fransızlarla Türklerin henüz çözülmemiş anlaşmazlıklarının kendi çıkarları doğrultusunda çözümlenmesi için Türklere karşı (etnik ayrılıkçı) Hoybun (örgütünün) faaliyetini kullanmışlardır. Türklerle olan sorunlarını çıkarlarına uygun şekilde hallettikten sonra (etnik ayrılıkçı) Hoybun (örgütünün) faaliyetlerine engel olmuşlardır. Hoybun, dünya siyasetinin gidişatına ayak uydurarak çalışmalarına son vermek zorunda kaldı.” (Sf. 252)
Atatürk Türkiyesi’nin Sovyet Rusya ile dostluk anlaşmaları ve 1932 yılında Milletler Cemiyeti’ne üyeliği, etnik ayrılıkçı bölücü örgütlerin dış kaynaklarını kurutmuş ve Dersim’i Tunceli’ye dönüştüren 1937-1938 harekatlarından sonra, yaklaşık kırk yıl boyunca hiç bir etnik ayrılıkçı örgüt bir daha silaha el sürememişti. Bu da, etnik ayrılıkçı örgütlerin dış güçler beslediği sürece var, dış destek kesildiği an yok oluverdiklerinin kesin, somut, yadsınamaz kanıtını oluşturuyor. Etnik ayrılıkçı örgütler, Türkiye’yi her zaman Milletler Cemiyeti’ne şikayet etmişlerdir. Ağrı İsyanı dolayısıyla Türkiye’yi suçlayan Celadet Ali Bedirhan imzalı şikayet dilekçeleri de, Dersim Olayları dolayısıyla Türkiye’yi kitle kıyımı yapmakla, zehirli gaz kullanmakla suçlayan Nuri Dersimi imzalı şikayet dilekçeleri de; Ermeni Taşnak Örgütünün Türkiye’yi soykırımcılıkla suçlayan şikayet dilekçeleri de; bunların hepsi 1946 öncesi Milletler Cemiyeti’nin arşivindedir.
Milletler Cemiyeti, Türkiye’ye yönelik bu gibi şikayetleri haklı bulmamış; incelemeye değer görmemiştir. Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne “davet”le girişi; girmeden önce gerçekleştirdiği bütün işlem ve tasarrufların uluslararası hukuka uygunluğunun, Milletler Cemiyeti üyesi bütün devletlerce kabul ve tescil edilmiş olduğu anlamına geldiği gibi; bu Cemiyet 1946’da Birleşmiş Milletler Örgütü’ne dönüşünceye dek Türkiye’nin yaptığı bütün işlem ve tasarrufların uluslararası hukuka uygunluğunun da yine üye devletlerce tescil edilmiş olduğu anlamına gelmektedir.
Atatürk, kurucusu olduğu Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin uluslararası hukuka uygunluğunu, “davet” yoluyla Milletler Cemiyeti’ne tescil ettirmekle; “Benim naciz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır, fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar olacaktır” sözünü eylemle perçinlemiştir. Atatürk’ün “Milletler Cemiyeti’ne Davetle Katılma” zaferi; herhangi bir devlet ya da uluslararası kuruluşun Türkiye’nin karşısına dikilip, parmağını sallayarak, “sen geçmişte şu suçu işlemiştin, geçmişte şu haksızlığı yapmıştın” diyerek tarihsel suçlamalarda bulunma hakkını ortadan kaldıran, ve böylesi densizlikleri boşa çıkartmaya yetecek bir dayanaktır.
Türkiye Cumhuriyeti, Milletler Cemiyeti’nin pasif bir üyesi olmamış, yönetsel görevler üstlenmiştir. 1934’te, Afganistan’ın Milletler Cemiyeti’ne üyelik başvurusunu incelemek üzere kurulan özel komisyonda başkanlık ve raportörlük görevi üstlenen Türkiye, 1934-1936 arası Milletler Cemiyeti Konseyi üyeliği ve 1935’de Milletler Cemiyeti Konseyi’nin 84’üncü ve 85’inci dönem başkanlığını üstlenmiş ve 1937’de Milletler Cemiyeti genel kurul başkanlığını yapmıştır. (Dr. Üner Kırdar, Milliyet, 15.11. 1971)
Türk Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras, 1937 yılında Türkiye adına Milletler Cemiyeti başkanı seçildiği zaman, eski başkan onu şöyle tanımlamıştır: “Genel Kurul, oybirliğiyle Türkiye birinci temsilcisi Sayın Rüştü Arası başkanlığa seçmiştir. Kendilerinin çok seçkin bir politik meslek yaşamları vardır ve üstün nitelikleri geniş görgü ve deneyimleri, sonsuz incelikleri ile, Milletler Cemiyetine katıldıkları ilk günden buyana herkesin derin sevgi ve saygılarını kazanmışlardır. Genel kurul kendilerini başkan seçmekle, yalnızca bu devlet adamı ve kuruluşun iyi hizmetkarına değil, aynı zamanda temsil ettikleri Mustafa Kemal Türkiyesi’ne ve ulusuna karşı duyduğu saygıyı da belirtmek istemiştir.”
Milletler Cemiyeti Genel Sekreteri, 10 Kasım 1938 günü ölüm haberini aldığında Atatürk’ü “Barışın Dahi Yapıcısı” olarak nitelendirmiş ve Milletler Cemiyeti’nin Atatürk’e duyduğu saygı ve hayranlığı bir kez daha belirtmek üzere, cenazesine özel bir temsilciler kuruluyla katılmıştır. (Dr. Üner Kırdar, Milliyet, 11.11.1971)
Bugün, özellikle de Atatürk dönemine sövgüler yağdırarak, Türkiye Cumhuriyeti’ne soykırım, toplu katliam gibi iftiralarda bulunan devletlere; kendilerinin geçmişte Atatürk’e ve Türkiye Cumhuriyeti’ne övgüler yağdırıp Milletler Cemiyeti’ne alkışlarla “davet” etmiş olduklarını anımsatacak kimse yok mu devletimizde?
Milletler Cemiyeti arşivindeki Türkiye ile ilgili bütün belgeleri, tıpkı basımları ve Türkçe çevirileri ile birlikte, anıtsal bir kitap halinde basarak; bu kitabı, hem ders kitabı hem de Türkiye’ye yöneltilen suçlamalara karşı yanıt olarak kullanmak; üniversitelerimize düşen en onurlu görevlerden biri değil midir?
***
Ölümünün 72. yılında, Atatürk’ü, “1932 Milletler Cemiyeti Zaferi”yle; başka bir deyişle, Türkiye Cumhuriyeti’nin bütün tasarruflarının uluslararası hukuka uygunluğunu tescil ettirerek, ülkemizi ölümünden sonra 40 yıl süreyle etnik ayrılıkçı terörden kurtarmış olan uluslararası diplomasi zaferiyle anıyorum.
Ve buruk bir şarkı dolanıyor dilime:
“Unutturamaz seni hiç bir şey; unutulsam da ben….”
Cengiz Özakıncı
Tevfik Rüştü Aras’ın yazmış olduğu kitap
Atatürk’ün Dış Politikası
1925’ten Atatürk’ün ölümüne kadar 13 yıl Dışişleri Bakanlığı yapmış olan Tevfik Rüştü Aras’ın bu kitapta yer alan makaleleri seçilirken, Atatürk’ün dış politikasını mümkün olduğunca ortaya koyan yazıların bir araya getirilmesine özen gösterildi.
“Atatürk’ün dış politikası” denince, ilk akla gelen kuşkusuz “Yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesidir. Tevfik Rüştü Aras’ın bu konuda söyledikleri Atatürkçü dış politikanın bir özetidir. Barışın korunması konusunda son derece gerçekçi saptamalarda bulunan Aras, kitapta yer alan çesitli makalelerinde Türkiye-Sovyetler Birligi dostluğuna özel bir önemle vurgu yapıyor ve Atatürk döneminde olduğu gibi bu ülkeyle yeniden yakın ve dostane ilişkiler kurulmasını tavsiye ediyor.
***
HAVADAN ATIP KONUŞANLARA,
GÜNDEM YARATIP
İNSANLARIN KAFALARINI KARIŞTIRANLARA DA
DERS OLARAK OKUTULSUN.
HATTA GÖZLERİNE SOKULSUN !!!
AKM Belleten – Cumhuriyet Tarihinde Bugün 1 Temmuz * Kabotaj (Denizlerinde Gemi İşletme) Kanunu’nun Kabulü ve Önemi
Kabotaj (Denizlerinde Gemi İşletme) Kanunu’nun Kabulü ve Önemi
Kabotaj; Bir devletin sahip olduğu limanları arasındaki deniz taşımacılığı ve deniz ticareti konusunda tanıdığı ayrıcalıktır.
Osmanlı Devleti, kapitülasyonlarla Türk denizlerinde, yük ve yolcu taşıma hakkını Batılı devletlere vermişti. Deniz ulaştırmasının büyük bir bölümü ile önemli limanların işletilmesi yabancıların elindeydi. Bu nedenle Türkler, kendi denizlerinde ticaret yapamaz durumda idi. Lozan Antlaşması ile Türk denizlerinde gemi işletme hakkı (kabotaj hakkı) Türklere bırakıldı.
Kabotaj hakkının tam olarak uygulanmaya konulması, 1 Temmuz 1926 tarihinde çıkarılan Kabotaj Kanunu ile gerçekleşti. Bu kanunla Türk karasularında yolcu ve yük taşıma hakkı sadece Türk gemilerine verildi. Böylece Türkiye’nin denizlerinde tam bağımsızlığı sağlanmış oldu. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, millî ekonomi gereğince yabancıların Osmanlı Döneminde kapitülasyonlardan yararlanarak kurdukları ticaret işletmelerini satın alarak millîleştirme (devletleştirme) girişimlerinde bulunmuştur.
Osmanlı Devleti I. Dünya Savaşı’nın ardından hem maddi hem de manevi anlamda büyük yıkıma uğradı. Mondros ateşkes anlaşmasının imzalanması ile boğazlar ve limanlar yabancı ülkelerin yönetiminin eline geçti. Savaştan sonra ülkenin yeniden ayağa kalkması gerekiyordu, bu sebeple Atatürk yeni ekonomi girişimlerinde bulunulması gerektiğinin farkına vardı. 4 Mart 1923 ‘de İzmir’de Türkiye İktisat Kongresi toplandı. Bu kongrede yeni Türkiye Cumhuriyeti Devletinin ekonomisine güç sağlayabilecek çözümler konuşuldu. 20 Nisan 1926’da Kabotaj kanunu kabul edildi, 1 Temmuz 1926’da yürürlüğe girmesiyle Türk limanları özgürlüğüne kavuştu.
Kabotaj Kanununun bir hükmünde; “ Türkiye limanları ve sahilleri arasında yük ve yolcu taşınması ile klavuzluk ve römorkaj hizmetleri, Türk vatandaşları ve Türk bayrağı taşıyan gemilerce yapılır.” Bu yasaya göre Türkiye Cumhuriyeti Devletinin tüm karasuları ve limanları arasındaki deniz ticareti, yolcu taşımacılığı, dalgıçlık, rehberlik, kaptanlık, tayfalık vs. hepsi yeni Türk Devletinin yönetiminin altına girdi. Bu yasa ile beraber Türkler kendi limanlarında, akarsularında, göllerde, Marmara Denizi ve boğazlarda tam bağımsızlığı kazanmış oldu. Yabancı devletlerin gemilerinin, sadece Türk ve yabancı devletlerin limanları arasında ticaret yapabileceği belirtildi. Böylelikle ekonomide ilk bağımsızlık elde edildi.
Kaynak: T.C. Millî Eğitim Bakanlığı Açık Öğretim Okulları (Açık Öğretim Lisesi- Meslekî Açık Öğretim Lisesi) İçin Hazırlanan 11. Sınıf Türkiye Cumhuriyeti İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük 2 Ders Notları, Alim ÖZTÜRK, s 48, 2007