“Der-sim”den, “Tunç-eli”ye Yurttaş Hakları Devrimi

“Der-sim”den, “Tunç-eli”ye Yurttaş Hakları Devrimi – Cengiz ÖZAKINCI

Osmanlı İmparatorluğu, savaş araçlarında devrimsel dönüşümlerin yaşandığı XIV. yüzyılın başlarında kuruldu. Sıkıştırılmış barutla patlatılan top ve tüfeğin icadı güçler dengesini alt üst etmişti. Kılıç, ok, mızrak, mancınık, rum ateşi gibi geleneksel silahlarla savaşan ordular, top ve tüfekle donanmış ordular karşısında çil yavrusu gibi dağılıyordu. 1453’te Fatih İstanbul’u almadan çok önce, Trakya ve Balkanlar’a doğru yayılan Osmanlılar, ordularını top ve tüfekle donatmıştı. Surlarla çevrili Bizans kentlerini kuşatıyor ve halka biri ‘tatlı’ diğeri ‘kanlı’ iki seçenek sunuyorlardı: Sur kapılarını güzellikle açıp teslim olurlarsa, Bizans’a ödeyegeldikleri vergiden çok daha az bir vergi ödeyecekler ve dinlerine, geleneklerine dokunulmayacaktı. Direnecek olurlarsa, surlar top ve tüfekle yıkılacak ve teslim olmayanlar öldürülecekti. Surlarının, ünü kulaktan kulağa yayılan Osmanlı toplarına dayanamayacağını gören kentler, savaşmadan teslim olup Bizans’tan daha az vergi ödemeyi yeğliyordu.

Osmanlı’nın Bizans topraklarında şimşek hızıyla ve olabildiğince kansız yayılmasının gizi buydu. Top, tüfek gibi patlayıcı silahların icadıyla birlikte, bunların üretiminde kullanılan madenler ve kimyasal maddeler, eski değerlerinin yanı sıra, bir de askeri-stratejik değer kazanmıştı. İşte Dersim’in Osmanlı için stratejik önemi buradan geliyordu. Çünkü Dersim, Osmanlı’nın patlayıcı silah üretimi için gereksindiği madde ve madenlerin bulunduğu bölgenin tam ortasında bulunuyordu. Dört yanını saran dağların bir kale ve çevresini kuşatan akarsuların bir hendek gibi yalıttığı Dersim, XIV. yüzyılda, pazardan çok kendi gereksinimleri için üretim yapan, kimi tarımcılıkla çoğu hayvancılıkla geçinen aşiretlerin yaşadığı bir yerdi.

Patlayıcı silahların icad edilmesinden sonra Dersim, bu silahların üretimi için gerekli madenlerden yoksun fakat bu madenlerin bulunduğu yerlerin tam ortasında bulunmaktan oldukça etkilenecek; öyle ki, 1937-1938’e dek uzanan sorunların tohumu, beş altı yüzyıl önce Osmanlı’nın kuruluş ve yükseliş döneminde atılacaktı. Dersim’in Farsça “der” (kapı) + “sim” (gümüş) = “gümüş kapı”, “maden kapısı” ya da “maden yöresi” anlamlarına geldiği savlanıyor. Bu kökbilimsel çözümleme ister doğru olsun ister yanlış, gerçek şu ki, Osmanlı’nın top, gülle, mermi üretiminde kullandığı demir, bakır, kurşun, vb. gibi madenlerle, barut yapımında kullandığı güherçile, odun kömürü ve kükürt, hep Dersim’e komşu yörelerde çıkartılıyor; başta İstanbul olmak üzere çeşitli yerlerde kurulan “tophane” ve “baruthane”lerde işleniyordu. Osmanlı’nın para basınımda kullandığı bakır ve gümüşün önemli bir bölümü de yine Dersim çevresindeki maden ocaklarından çıkartılıyor; başta İstanbul olmak üzere çeşitli yerlerde kurulan “darphane”lerde işlenerek gümüş “akça” ve bakır “mangır”a dönüştürülüyordu.

Devletin onsuz olunmaz iki dayanağı vardı: ordu ve maliye… Osmanlı’nın “tophane”leri, “baruthane”leri ve “darphane”leri, önemli ölçüde Dersim dolaylarından çıkartılıp getirilen madenlerle besleniyor; ordusu da maliyesi de bu madenlere muhtaç bulunuyordu.

Madenlerden kimilerin! doğrudan kendisi işleten Osmanlı, kimilerini beşte biri devlete verilmek koşuluyla özel kişilere işlettiriyor; ancak, her iki durumda da maden ve yan sanayi alanında çalışan emekçilere, bu iş kolunun askeri stratejik öneminden dolayı, özel bir önem veriliyordu. Ülkenin diğer yörelerindeki madenlerde olduğu gibi, Dersim çevresinde maden çıkartılan yörelerde yaşayanları da din ve mezhep ayırımı yapmaksızın, ister müslim olsunlar ister gayrimüslim, madende çalışmaları koşuluyla vergilerden ve askerlik görevinden bağışık tutan Osmanlı; madenden ayrılmamaları için onlara türlü ayrıcalıklar tanıyor, madenciliğin püf noktalarını yakınlarına da öğretsinler diye bu bağışıklık ve ayrıcalıkları onların birinci dereceden yakınlarını da kapsayacak biçimde genişletiyordu.

Maden tünellerinin çökmesini önleyen kütük ve tomruklan sağlayanlar, ocaklarda kullanılan odun kömürünü üreten dağ köylüleri, maden taşıma işlerini gören katırcılar, deveciler, madene su getirenler, madende kazma sallayanlar, madenleri çuvallara dolduranlar, Samsun ve Trabzon limanlarına götürenler, depolayanlar, tophanelerde, baruthanelerde çalışanlar, “Madenciyan Fukarası” olarak adlandırılıyor, yöneticilere “Maden Emini” deniyordu. Maden iş kolunda çalışanların hukuk ve yargıları dahi ayrılmış, “Maden Kanunnameleri” ile özel olarak belirlenmişti. Bu işkolunda görev üstlenen katırcıdan yöneticiye, tepeden tırnağa herkesin kendi aralarında olsun, başkalarıyla olsun, bütün uzlaşmazlıkları, davaları, başında “Maden Emini”nin bulunduğu özel bir yargı düzeninde çözümleniyordu. Osmanlı’nın en verimli gümüş, bakır, demir ocakları Gümüşhane, Espiye, Keban, İnegöl, Ergani, Kiğı ve Bilecik’te; barut yapımında kullanılan en verimli güherçile ocakları da Akdağ, Van, Erciş, Niğde, Karaman, Kilisehisar, Malatya, Larende, İçel, Maraş ve Kayseri’deydi.

Osmanlı, birbirine yakın maden bölgelerini tek bir Maden Emini’nîn yönetimi altında birleştiriyordu. Örneğin, tam ortasında Dersim’in bulunduğu Ergani, Gümüşhane, Keban, Kığı, Kemah madenleri, tek Maden Emini’nin yönetimi altındaydı.

Siyasal Sünnilik güden Yavuz Sultan Selim komutasındaki Osmanlı ordusu, siyasal Alevilik, Kızılbaşlık güden Şah İsmail ordusuyla 1514 yılında Çaldıran’da karşı karşıya geldiklerinde, madenciliğe dayalı top tüfek gibi patlayıcı silahların, kılıç, mızrak, ok, yay, mancınık gibi geleneksel silahlara üstünlüğü bir kez daha kanıtlanacak; Sünni Osmanlı’nın çok sayıda top ve tüfekle donanmış ordusu; az sayıda ateşli silahı bulunan Şii, Alevi, Kızılbaş Şah İsmail’in ordusunu yenecekti. Şah İsmail’in Alevi-Kızılbaş emirlerce işlettiği Dersim’e yakın madenler de Çaldıran Savaşı’nda Sünni Osmanlı’nın eline geçmişti. Alevi Kızılbaş Dersim aşiretleri, yenilgilerine neden olan topların ve güllelerin, Ergani’den çıkan bakır, Keban’dan çıkan kurşun, Kiğı’dan çıkan demir ve aynı yöreden sağlanan güherçile, odun kömürü ve kükürt karışımıyla yapılan barutla çalıştığını, bunların hep Dersim çevresinde bulunan maden ocaklarından sağlandığını hiç unutmadılar.

Maden” demek, silah demek; top, tüfek, gülle demek; gümüş “akça” ve “bakır” mangır demekti. Çaldıran Savaşı’ndan sonra Osmanlı devleti, ne zaman doğudaki komşuları Rusya ya da İran’la savaşa tutuşacak olsa, siyasal Aleviliğin, Kızılbaşlığın dağlar ve akarsularla korunaklı kalesi Dersim’in önde gelen kimi aşiretleri, Osmanlı’nın top, tüfek ve para üretiminin kaynağı olan çevredeki madenlere saldıracaktı.

Osmanlı Devleti, 1514, 1534-1535, 1548-1549, 1552-1554, 1578-1590, 1603-1611, 1615-1618, 1622-1639, 1723-1727, 1730-1732, 1735-1736, 1821-1823 tarihlerinde Alevi, Şii, Kızılbaş İran Devletiyle savaşmış; bütün bu savaşlarda, Sünni Osmanlı’nın yerli top tüfek barut üretimi, kimi Alevi-Kızılbaş Dersim aşiretleri tarafından, yöredeki madenlere yapılan silahlı baskınlarla, saldırılarla kesintiye uğratılmıştı. Cemal Şener’in yayına hazırladığı Dersim Tarihi’nde yer alan Başbakanlık Osmanlı Arşivi belgelerine göre:

1729 Aralık: Kimi aşiretler Keban maden bölgesinde Besni ilçesini basmış, beşyüz emekçiyi esir alıp eşlerine, çocuklarına mallarına saldırmış; halk evini, işini, köyünü terkedip başka yörelere kaçmaya başlamıştır.

(BOA – Cevdet Zabtiye, no 1983)

1732 Mayıs: Dersimli, Şeyh Hasanlı aşiretleri, Keban maden bölgesi emekçilerinin köylerini basarak çocuk ve kadınlarını rehin almıştır.

(BOA – Cevdet Zabtiye, no 1697)

1733 Eylül: Dersimli, Şeyh Hasanlı aşiretleri, Elazığ, Çarsancak, Kığı madenleri yöresinde halka saldırarak varlıklarını yağma etmiş ve kadın çocuk ayırmadan öldürmüşlerdir.

(BOA – Cevdet Dahiliye, no 16543)

1735 Aralık: Dersim Çarsancak voyvodası, Keban madenindeki fırınlarda yakılacak odunların yöredeki dağlardan sağlanmasına engel olmuş ve bir kaç yıl boyunca madende üretim durmuştur.

(BOA – Cevdet Zabtiye, no 2739)

1743 Ocak: Kimi aşiretlerce Ergani madeninde çalışan emekçilerin ilçe ve köylerine saldırılarak madene gidiş gelişleri engellenmekte ve maden yönetimine saldırılarak üretim felce uğratılmaktadır.

(BOA – Cevdet Dahiliye, no 16193)

2010-01-Cengiz-Ozakinci-01

1745 Temmuz: Dersimli, Şeyh Hasanlı aşiretleri Kiğı ve Keban madenlerinde çalışan madencilerin yollarını kesip soyarak öldürmektedirler.

(BOA – Cevdet Zabtiye, no 2047)

1751 Ocak: Dersimli, Şeyh Hasanlı aşiretleri Keban madenine gerekli kömürü sağlamakla yükümlü Çarsancak köylerini basarak, köylüleri öldürmüş, mallarını yağma etmiş, köylerini yakmıştır. Keban, Kiğı, Kemah maden eminliklerine bu çapulculukları önleme buyruğu verilmiştir.

(BOA – Cevdet Zabtiye, no 2047)

1761 Temmuz: Ergani madeninde çalışan emekçilerin köyüne saldıran kimi aşiretler tüm evleri yağmaladıkları gibi çocuk ve kadınlara saldırıp ırzına geçmişlerdir.

(BOA – Cevdet Zabtiye, no 4520)

1762 Eylül: Herdi Aşireti, Keban maden işletmesi emekçilerine saldırıp soymuştur.

(BOA – A.E. Dahiliye, no 3120)

1764 Aralık: Dersimli, Şeyh Hasanlı aşiretleri, çevredeki madenlere saldırıp işgal etmiş, işçileri madenden kaçırtmıştır.

(BOA – Cevdet Zabtiye, no 3639)

1774 Ekim: Keban ve Ergani madenlerinde devlet egemenliği yeniden kurularak madenlere bağlı kazaların halklarına eski ayrıcalıkları yeniden verilmiştir.

(BOA – Cevdet İktisat, no 476)

1780 Ağustos: Dersimli, Şeyh Hasanlı, Güvanlı, Haranlı, Kuvanlı, Zirkanlı, Düçekli, Koçgiri, Kerne, Şadili, Güreşli, Benamlı, Bazgelü aşiretleri, maden işletmelerinin bulunduğu Gümüşhane, Kuruçay, Kızucan, Kemah, Gercanis, Çemişgezek, Eğin, Erzincan ve Tercan ilçelerinin madenlerde çalışan emekçi halkına sürekli olarak saldırıp, can, mal ve namus güvenliğini yok etmeleri üzerine, maden emekçileri işlerini, evlerini, köylerini bırakıp göçe başlamışlardır.

(BOA – Cevdet Dahiliye, no 5657)

1782 Ocak: Dersimli, Şeyh Hasanlı, Güvanlı aşiretleri, madenlerde çalışan Kuruçay (Ilıç), Kiğı, Kızucan ilçe ve köylerini basarak mal ve cana zarar vermişler (BOA – Cevdet Zabtiye, no 1094), Ekim ayında Keban ve Ergani madenlerine saldırmışlardır.

(BOA – Cevdet Dahiliye, no 11512)

1787 Mayıs: Dersimli, Şeyh Hasanlı, Döçek aşiretleri, Keban madenine bağlı Çemişgezek, Çarsancak, Eğin, Gümüşhane, Kemah, Kuruçay, Tercan, Erzincan dolaylarında madenlere ve maden emekçilerine yönelik sürekli saldırılarda bulunmuş, köylerini yakmış, maden emekçilerini toplu göçe sürüklemişlerdir. (BOA -Cevdet Zabtiye, no 3484). Elebaşıları bir süre sonra yakalanıp cezalandırılmıştır.

(BOA – Cevdet Zabtiye, no 576)

1787 Eylül: Dersimli, Şeyh Hasanlı, Düçek aşiretleri, Keban ve Ergani madenlerine bağlı Çarsancak, Cemişgezek, Şirturuk Karaçor, Her-bulut, Çermik, Eğil, Palu gibi bütün sancak ve kazalara saldırmışlardır.

(BOA – Cevdet Dahiliye, no 13821)

1793 Ocak: Dersimli, Şeyh Hasanlı, Düçekli ve Ovacıklı aşiretleri, Çemişgezek, Çarsancak ilçeleri halkına yönelik saldırılarını yoğunlaştırmışlardır.

(BOA – Cevdet Dahiliye, no 13821)

1798 Aralık: Dersimli, Şeyh Hasanlı, Düçek aşiretlerinin, madenler bölgesinde süregelen adam öldürme, soygun, gasp, yağma, ırza tecavüz, köy yakma eylemlerine karşı önlemler pekiştirilmiştir.

(BOA – Cevdet Dahiliye, no 15197)

Kimi Dersim aşiretlerinin, çevrelerinde bulunan maden işletmelerini baltalama eylemleri, 1802 yılında birden bire kesilmiş, bunlardan Şeyh Hasanlı aşiretinin reisleri Padişah III. Selim’e başvurarak, bundan böyle madenlere ve maden emekçilerine saldırmayıp madenlerin korunmasında görev almak istediklerini bildirerek özetle şöyle demişlerdir:

1802 Haziran: “Biz Şeyh Hasanlılar; Padişah’a boyun eğip kulları arasına yazıldık. Bundan böyle madenleri baltalamayacağımıza, Çemişgezek’ten Erzincan’a bütün maden yollarını koruyup güvenliğini sağlayacağımıza; yanımızda yöremizde bulunan köylerde maden için odun kömürü üretenleri, taşıyanları ve maden işçilerini koruyacağımıza söz veriyoruz.

Çevremizdeki Kürtlerle diğer aşiretlerden sözümüze aykırı davrananlar olursa Maden Emini’nce cezalandırılsın; sözümüzde durmayacak olursak Maden Emini bizi de görevden alsın. Çarsancak, Çemişgezek voyvodalarına göstermek üzere elimize bir ferman verilmesini dileriz. Buyruk padişahımızındır.”

(BOA- Cevdet Zabtiye, no 3152)

Yüzyıllarca çevredeki madenlere saldıran Dersim Şeyh Hasanlı aşiretinin 1802 yılında birden bire tövbekar olup madenleri ve maden işçilerini korumaya söz vermesinin gizi, Osmanlı-İran ilişkilerindeki değişimde saklıydı. Birkaç yıl önce Rusya’yla savaşa tutuşan İran, başı sıkışınca Osmanlı’yla düşmanlığa ara verip birlik arayışına girmiş; söz konusu Dersim aşireti de mezhepdaşları İran’ın uydusu olduklarını ele veren bir tutumla, Osmanlı düşmanlığını bırakıp madenlerin koruyucusu kesilmişti. 1809’da Osmanlı-İran ittifak görüşmeleri başarısızlıkla sonuçlanıp İran, yeniden düşmanlığa dönünce, bu Dersim aşiretleri de İran uydusu olduklarını ele verecek biçimde yeniden çevredeki madenlere saldırmaya başlayacaklardı:

1809 Ekim: Toplu öldürmeler, ırza tecavüzler, gasp, ilçe ve köy yakma eylemleri, Keban ve Ergani madenlerinde üretimin durmasına yol açmış; Palu, Harput, Çarsancak, Çemişgezek, Eğil, Malatya, Arabkir, Eğin, Keban, Ergani maden yönetimleri saldırganların peşine düşmüştür.

(BOA – Cevdet Dahiliye, no 7133)

[Alevi, Kızılbaş, Şii Iran] x [Sünni Osmanlı] Çaldıran Savaşı, 1514’te bitmemiş, değişik zamanlarda, değişik biçimlerde, yüzyıllar boyu sürmüş; Osmanlı uyruğunda bulunan kimi Alevi, Kızılbaş Dersim Aşiretleri, bu savaşı Sünni Osmanlı’nın o yöredeki madenlerini, eşdeyişle ordunun top tüfek üretimiyle maliyenin para üretimini baltalayarak sürdürmüştür. 1500’lere dek kendi silahını kendisi yapan, dahası yabancı ülkelere silah satarak önemli bir gelir sağlayan; savaşlara sınırsız top, tüfek, barut, gülle ve mermiyle çıkıp düşmanlarının ödünü patlatan Osmanlı, aradan iki yüzyıl geçmeden topunu tüfeğini yabancılardan satın alır; gülleyi, mermiyi taneyle dağıtır, cephanesi tükenen askerleri savaştan kaçar bir duruma düşmüştü.

2010-01-Cengiz-Ozakinci-02

Yabancılar Osmanlı’ya her zaman kendi kullandıklarından daha kısa menzilli toplar ve tüfekler satıyordu. Örneğin, düşman 2000 metre uzaktan Osmanlı ordusunu vurmaya başladığında, Osmanlı’nın çok çok 1500 metreyi vurabilen ithal topları, tüfekleri, düşmanın 500 metre önüne düşüyor; komutanlar, düşmanın uzun menzilli silahlan karşısında yabancılardan satın alınan kısa menzilli silahların etkisiz kalması yüzünden yenildiğimizi bildiriyorlardı. Uzun menzil, daha nitelikli madenden yapılan namlu ve daha iyi barutla sağlanabilirdi. Maden işletmelerinin sıkça baltalanması, verimli biçimde işletilememesi buna olanak vermiyor, top, tüfek, barut gibi madenciliğe bağlı savaş araçlarında gerileyen Osmanlı’nın parası da maden üretimindeki baltalamalar ve verimsizlik nedeniyle giderek bozuluyordu.

Başlangıçta kendi parasını ülke topraklarından çıkardığı gümüş ve bakırla kendisi basan Osmanlı, maden işkolundaki düşüşle birlikte, para basımında da sıkıntılarla karşılaşmaya başlamış; öyle ki, kimi dönemlerde evlerdeki gümüş bakır vazolar, tepsiler darphaneye gönderilip bunlardan para basılarak askerin memurun ödentileri bu paralarla yapılır olmuştu. Amasya ve Gümüşhane’de çıkartılan gümüşün kimi Alevi-Kızılbaş Dersim aşiretleri aracılığıyla mezhepdaşları İran’a kaçırılması, İran’daki 70 darphanenin Osmanlı’dan kaçırılan gümüşle beslenmesi; Osmanlı’daki gümüş akçe sorununun, siyasallaştırılmış Alevi-Sünni mezhep savaşının Çaldıran’dan sonra başka araçlarla sürdüğünü gösteriyordu. Osmanlı madenleri baltalanmayıp verimli çalışabilseydi, evlerdeki gümüş vazoları, bakır tepsileri darphaneye gönderip gümüş akçe, bakır mangır bastırmaya gerek kalmaz; başka madenler karıştırılarak paranın ayarı bozulmaz; askerler, memurlar ve halk; “biz bu değeri düşük, ayarı bozuk paraları istemezük!” diye ayaklanmazdı. Kimi Dersim aşiretlerinin kendi çevrelerinde işletilen Osmanlı madenlerini vurduğu yüzyıllarda, bütün bunlar yaşanmıştı.

Tophaneler, baruthaneler, darphaneler; eşdeyişle devletin ordusu ve maliyesi gerekli nitelik ve nicelikte madenden yoksun kalınca, devletin bu iki temel direği sallanmaya başlamıştı. 1839 Tanzimat Fermanı, içerde dirlik ve düzenlik sağlanamadıkça, dış saldırılara direnmenin olanaksız ve çöküşün kaçınılmaz olduğunu haykırıyor; siyasallaşmış din ve mezhep ayırımcılığından kaynaklanan iç çatışmalarla mahvolan üretim, yatırım ve verimliliğin, ancak uyruklara tanınan haklarda ve yüklenen görevlerde eşitliğin sağlanmasıyla diriltilebileceğini vurguluyordu. Devletin bu doğrultuda 1845-1849 arası, Dersim Ovacık’ta bir askeri kışla yapıp aşiret üyelerini eşit özgür bireylere dönüştürerek aşiret örgütlenmesini dağıtmaya yönelik idari, siyasi girişimleri, aşiret reislerinin tepkisiyle karşılaşacaktı. 1851’de gerçekleşen ayaklanmanın bastırılmasından sonra Padişah’a sunulan raporda “üç dört yüzyıldır devlet otoritesinin girmediği” Dersim’de birkaçı dışında çoğu aşiretlerin silahlarının toplandığı, fakat “yerleşik yaşama geçmelerinin zaman alacağı” bildiriliyordu.

(BOA, İrade Meclis-i Vala, no 8431)

2010-01-Cengiz-Ozakinci-03

Osmanlı’nın Tanzimat’la eşit yurttaşlığa yönelmesi, emperyalistlerin çıkarlarına uygun düşmediğinden, Osmanlı’daki bütün dinsel cemaatlere, hahamlara, papazlara, imamlara, Tanzimatın din düşmanlığı olduğu, eğer dinsel yapılarını yokoluştan kurtarmak istiyorlarsa, Tanzimat’a karşı eyleme geçmeleri gerektiği propagandası yapılmış; Musevi, Rum ve Müslüman din adamları, kendi cemaatlerini Tanzimat’ın uyruklar arasında eşitlik maddesinin din düşmanlığı demek olduğuna inandırmaya koyulmuşlardı. Her yönden kösteklenen Tanzimat’ın, Dersim’de ve diğer yörelerdeki aşiret yapılanmalarında yapabildiği tek değişiklik, aşiretlerin o günkü reislerine “kaymakam” vb. gibi idari ünvanlar verilmesi olacak; fakat bir aşiret reisine “kaymakam” demekle o aşiretin üyeleri eşit özgür yurttaşlara dönüşmüş olmayacak; tersine, aşiret reisleri, üstelik bir de devlet gücüyle donanmış olarak, aşiret üyelerini eskisinden daha güçlü biçimde aşiret düzenine bağlı tutacaklardı.

Tarihinde yabancı devletlerden borç almamış olan Osmanlı, Kırım Savaşı’nda 1854, 1855 arası üç kez İngiltere’den borç almış; borç veren yabancılar, alacaklarını güvenceye almak üzere, Osmanlı maliyesine kendi görevlilerini sokarak bütün üretim alanlarım denetlemeye başlamıştı. 1856 Islahat Fermanı’yla devlet, bir yandan biricik toplumsal kurtuluş yolu olarak tüm uyruklarını tek “Osmanlı Milleti” kimliği altında birleştirmeye çalışırken, öte yandan ekonomik alanda ülkeyi tümüyle yabancı egemenliğine sürüklüyordu. Oysa, devletin izniyle en sarp yerlerde açılan yabancı konsolosluklar, etnik, dinsel, mezhepsel ayrışmaları körükleyip aşiret yapılanmalarını pekiştirici çalışmalar yürüterek, devletin eşit yurttaşlığa evrilecek tek “Osmanlı Milleti” tasarısını el altından baltaladıklarından, Islahat Fermanı’nın amaçladığı eşit yurttaşlık, aynı fermanın yabancılara tanıdığı ayrıcalıklar yüzünden gerçekleştirilemez oluyordu.

Emperyalistler, 1839 Tanzimat Fermanı’na karşı yaptıkları gibi, 1856 Islahat Fermanı’na karşı da “uyrukların eşitliği”nin din düşmanlığı demek olduğu propagandası yürütmüşler; 1859’da kurulan bir gizli örgüt “eşit yurttaşlığın din düşmanlığı olduğu” sloganıyla “Kuleli Vakası” olarak bilinen bir darbeye kalkışmıştı. İngilizler, Islahat Fermanı’nın eşit yurttaşlık maddesinin 1865’te yalnızca Adana ve çevresindeki aşiretlere uygulanmasına göz yummuş, yalnızca bunu büyük bir sevinçle desteklemişlerdi; çünkü dünyanın en büyük ham pamuk üreticisi Amerika, 1861’de patlak veren iç savaş nedeniyle İngiltere’ye ham pamuk satmaz olmuş; İngilizler pamuklu dokuma sanayilerini ölümden kurtarmak amacıyla Amerika’dan alamadıkları ham pamuğu, doğasını pamuk ekimine elverişli bulduktan Adana’da üretmeye, bunun için de o bölgedeki aşiretleri hayvancılıktan uzaklaştırıp pamuk tarımında işçi olarak çalıştırmaya gereksinim duymuşlardı.

2010-01-Cengiz-Ozakinci-04

Emperyalistler, Osmanlı’nın Adana’dan başka yörelerdeki aşiretleri dağıtıp üyelerini eşit yurttaşlara dönüştürmesine karşıydılar. Dersim’de de durum böyleydi. 1860 sonrası Hozat ve Mazgirt’e birer askeri kışla kuran Osmanlı, Adana’da 6 ay içinde başardığı işi Dersim’de gerçekleştirememiş; gezginci satıcı “çerçi” görünümünde Dersim’e girip çıkan yabancıların bu yöreye özel bir ilgi göstermesini önleyememişti. Dersimli aşiretlerin çevredeki madenlere saldırıları sürüyordu. Sonunda Osmanlı, yabancılara toprak satışı yasağını kaldıracak; bir türlü verimli işletemediği madenleri 1867-1869 arası yabancılara satmaya başlayacaktı. 1876-1877 Osmanlı-Rus Savaşı’nda Anadolu’ya giren Rus orduları Dersim aşiret reislerini ayrılıkçı Ermeniler aracılığıyla Osmanlı’ya karşı kışkırtmış; kimi Dersim aşiretleri Erzurum’daki Rus konsolosluğuyla ilişkiye geçerek Hozat ve Mazgirt kışlalarını yıkmış, kimileri de Kemaliye ve Çemişgezek’e saldırmıştı.

Trabzon’daki İngiliz konsolosu, Eylül 1878’de kimi Dersim aşiretierinin Erzincan’daki Osmanlı ordusunun ileri kollarına saldırdığını bildiriyordu. Osmanlı’nın Rusya’ya yenildiği bu savaştan sonra Anadolu’nun doğusunda özerk bir Ermenistan kurulmasına yönelik İngiliz tasarısının 1878 Berlin Kongresi’nde onaylanmasıyla birlikte, Anadolu’da etnik ve mezhepsel ayrışmalar hızlanmış; örneğin Hakkari’de, İngiliz, Amerikan ve Rus konsoloslarıyla görüşmeler yapan aşiret reisi Şeyh Ubeydullah, Osmanlı’nın Ruslar’a yenildiğini, gücünün tükendiğini, üstelik gavur olduğunu savlayarak, kendisine bağlı aşiretleri ayrı bir devlet kurmak üzere ayaklandırmıştı. Abdülmecid ve Abdülaziz’in eşit yurttaşlığa dayalı tek “Osmanlı Milleti” tasarısıııı terk eden Abdülhamid, “İttihad-ı İslam”, eşdeyişle “İslam Birliği” tasarısına sarılarak, doğu Anadolu’da bir Hıristiyan Ermenistan kurulmasını önlemek üzere, 1891’de Sünni Kürt aşiretlerinden Hamidiye Alayları oluşturmuştu. Devleti eşit yurttaşlık çizgisinden ayıran Abdülhamid’in siyasal dinciliğe ve mezhep ayırımcılığına yönelmesi, Dersim’in kimi Alevi-Kızılbaş aşiretlerini rahatsız etmişti. 1892’de Erzincan Başsavcılığı ve 1896’da Müşir Zeki Paşa tarafından yazılıp Abdülhamid’e sunulan Dersim raporlarında, yörede devlet egemenliğinin sağlanması için neler yapılması gerektiği sıralanıyor; Dersim’de kimi aşiret reislerinin, Ermeniler’in özellikle de protestan olanlarıyla çok yakın ilişkide olduklarının altı çiziliyordu. 1896’da Dersim aşiretlerinden de Hamidiye Alayları oluşturmasına çalışılacak, fakat bunda sorunlar yaşanacaktı.

2010-01-Cengiz-Ozakinci-05

Arifi Paşa’nın 1903, Celal Paşa’nın 1906 tarihli Dersim’in Yeniden Yapılandırılması’na ilişkin raporları, aşiretlerin 1907 ve 1908 isyanlarıyla uygulanamaz olmuştu. 1908’de II. Meşrutiyet Devrimi gerçekleşmiş, devlet Abdülhamid’in siyasal dinci çizgisini bırakıp yeniden eşit yurttaşlık çizgisine yönelmiş; fakat 1909’da aşiret düzenini kaldırmaya yönelik devlet girişimi, Dersim’deki 54 aşiretin 19’unun silahlı direnişiyle karşılaşmıştı. 1914’te Birinci Dünya Savaşı patlak verince, devlet eşit yurttaşlık çizgisini bir kez daha terkedip, yeniden Abdülhamid’in Almanlarca tasarlanmış “İslam Birliği” çizgisine sarılmış; bu sırada ayrılıkçı Ermeni örgütlerinin ve Rus ordusunun Dersim’e duydukları ilgi yoğunlaşmıştı.

2010-01-Cengiz-Ozakinci-06

Rus orduları doğu Anadolu’ya girdikten sonra Dersim’e özel görevliler yollayarak eğer Osmanlı ordusuna saldıracak olurlarsa Dersim’e bağımsızlık vereceklerini bildirmiş; kimi Dersim aşiretleri Rus önerisini benimseyerek Mart 1916’da saldırıya geçmiş; fakat bu aşiretler, Mayıs 1916’da Osmanlı ordusuna yenilerek teslim olmuşlardı.

Ekim 1918’de Osmanlı Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkacak, İzmir’in Yunan ordularınca işgali üzerine Mayıs 1919’da kurtuluş ve bağımsızlık için savaş başlayacaktı.

Sovyet Ermenistanı’yla imzalanan 1921 Gümrü Antlaşması, doğu Anadolu’da Büyük Ermenistan tasarılarına son verirken; Dersim’de 400 yıldır Alevi-Kızılbaş mezhep kimliklerini öne çıkaran aşiretler, Sevr tasarısına umut bağlayan ayırımcı örgütlerce etnik bir kimliğe büründürülerek Ankara’ya karşı kışkırtılacak ve Koçgiri aşiretinin adıyla anılan ayaklanma, Nisan 1921’e bastırılacaktı.

Dersim Mebusu Hasan Hayri Bey, 3 Ekim 1921 günü Büyük Millet Meclisi gizli oturumunda yaptığı konuşmada, Koçgiri Ayaklanması’nı kışkırtanların Dersim aşiretlerine giydirmeye çalıştıkları etnik kimliği reddederek, bu aşiretlerin çoğunun yüzyıllar önce Horasan’dan gelmiş, süreç içerisinde çeşitli nedenlerle komşu aşiretlerin etkisinde kalarak Kürtçe konuşmaya başlayan Alevi-Kızılbaş Türkmenler olduğunu söylemişti.

Dersim aşiretlerinden Hasan Hayri Bey’in 1921 yılında Mecliste yaptığı bu açıklama, ATATÜRK karşıtlarının sıkça dile getirdikleri: “Kemalistler, 1924’ten sonra, Kürtleri asimile etmek için ‘Kürtlerin bir Türk boyu olduğu’ yalanım uydurdular” savını geçersiz kılıyordu; çünkü ayrılıkçıların “Te-Ce’nin resmi tarih tezi” diyerek yalan saydıkları bu tarihsel olgu; 1924’te değil, 1921’de; ATATÜRK tarafından değil, bir Dersim aşiret reisince dile getirilmişti.

2010-01-Cengiz-Ozakinci-07

1839’da Osmanlı döneminde, tek “Osmanlı Milleti” tasarımıyla başlayan, fakat emperyalist kışkırtmalarla kesintilere uğrayarak bir türlü gerçekleştirilemeyen “tek yasalı, tek eğitimli, özgür ve eşit yurttaşlar devleti”, emperyalist boyunduruktan kurtulma sürecinde, ATATÜRK önderliğinde adım adım kurulmuş; “1926 Tek Yasa Devrimi”, bu adımlardan belki de en önemlisi olmuştu. Çünkü yurttaşlık, hangi din, mezhep ve etnik kökenden olursa olsun, ülkedeki herkesin aynı yasayı benimsemesi ve bu yasanın ülkenin her yerinde herkese eşit olarak uygulanmasıyla gerçekleşebilirdi. Nitekim, Medeni Yasa, ülkenin farklı dinlere inanan -fakat aşiret düzenini çoktan aşmış bulunan- Musevi, Hıristiyan topluluklarınca kolayca benimsenmiş; etnik kökenleri, dinleri, dilleri ayrı olduğu halde ayrı bir ulus oldukları iddiasında bulunmayan bu cemaatler, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Medeni Yasa’sını benimseyerek ulus devletin eşit yurttaşları olduklarını duyurmuş ve azınlık ayrıcalıklarını terketmişlerdi.

Gelgelelim, Türkiye Cumhuriyeti’nin Medeni Yasa’sını ellerinin tersiyle iterek, özgür ve eşit yurttaşlığı şiddetle reddeden milyonlar vardı Türkiye’de: Aşiretler…

Aşiret reisleri, Türkiye’nin “eşit yurttaşlar cumhuriyeti”ne doğru attığı her adıma, insan ve yurttaş haklarına her bakımdan ters düşen aşiret yasalarını korumak üzere isyan ediyorlardı. Aşiretler arasında dil, din, etnik köken birliği bulunmuyordu. Dersim aşiretleri, daha çok Alevi-Kızılbaş mezhebine bağlı ve dilleri çoğunlukla Zazaki’ydi. Ülkenin diğer yörelerindeki aşiretlerse daha çok Sünni-Şafii mezhebine bağlıydılar ve dilleri çoğunlukla Kurmançi’ydi.

2010-01-Cengiz-Ozakinci-08

Zazaki ve Kurmançi, çevirmensiz anlaşamadıkları gibi, Sünni-Şafii mezhebinden olan aşiretlerle Alevi-Kızılbaş mezhebinden olan aşiretler de, kökleri 1514 Çaldıran Savaşı’ndan öncelere uzanan mezhep karşıtlığını içselleştirmişlerdi. Bu gibi uyuşmazlıklar aşiretlerin Cumhuriyet’e karşı birleşmelerini olanaksız kıldığı gibi, aşiret yapısını aşarak eşit yurttaşlara dönüşmelerini de güçleştiriyordu. Özgür eşit yurttaşlar cumhuriyetini kurmaya davranan Türkiye, 1938’e dek yurttaşlığa karşı aşiret yasalarını ve düzenlerini sürdürmeyi amaçlayan aşiret reislerinin çıkardığı, emperyalistlerce “ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı” imiş gibi gösterilerek desteklenen “Şeyh Sait Ayaklanması”, “Ağrı Ayaklanması” vb. gibi çok sayıda aşiret ayaklanmasıyla uğraşacak; Sovyetler Birliği ve Komünist Enternasyonal örgütü, bu ayaklanmaların perde arkasındaki emperyalist oyunları açığa vurarak, Türkiye’yi destekleyecek; dahası Ağrı Ayaklanması’nda Sovyet orduları sınıra asker yığıp isyancıların hareket alanını daraltarak Türkiye’nin bu isyanı bastırmasına yardım edecekti. Son dört yüz yılda yüzlerce kez ayaklanmış, vur-kaç savaşında ustalaşmış kimi Dersim aşiretlerinin reisleri, dört yanı sarp dağlar ve akarsularla çevrili, düzenli ordularca ele geçirilmesi güç doğaya yaslanarak, insan ve yurttaş haklarına düşman aşiret düzenlerini yüzyıllar boyu nasıl sürdürmüşlerse sonsuza dek yine öyle sürdürebileceklerine inanıyorlardı.

Ancak, bu kez öyle olmayacaktı; çünkü Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı’nın çöküş ve dağılma sürecini en ince ayrıntılarına dek bilen, Osmanlı sınırları içerisindeki aşiretlerin, Osmanlı Devleti’nin yıkılışında ne denli etkili olduklarını yaşayarak görmüş, deneyimli kadrolarca yönetiliyordu.

Yüzyıllarca Osmanlı yönetiminde kalan Irak, Suriye, Mısır, Libya, Ürdün ve Arabistan’ın, Lawrence gibi emperyalist ajanlarca satın alınan aşiret reislerinin başını çektiği silahlı ayaklanmalarla Osmanlı’dan koparıldığını biliyorlardı. Osmanlı ne zaman bir savaşa girse, kimi aşiretlerin derhal ayaklanarak Osmanlı’yı içinden vurduklarını, biliyorlardı. 1916’da Arap aşiret reislerini altınla ve ayrı devlet vaadleriyle tavlayarak Osmanlı’ya karşı savaştıran İngiliz ajanı Lawrence’in, 1930’larda “Hacı Mehmet” adıyla Ağrı Ayaklanması’na karıştığını da biliyorlardı.

Sorunun etnik köken ayrılığından değil, hangi etnik kökenden olursa olsun, “aşiret yapısı”ndan kaynaklandığını, aşiret yapısının ancak ve yalnız aşiret üyelerinin insan ve yurttaş haklarına kavuşturulmasıyla çözüleceğini biliyorlardı. Dahası, 1935’te “Munzur” adıyla yeniden yapılandırma tasarısı TBMM’de tartışılırken, Şükrü Kaya’nın [o günlerde yabancı kökenli sözcüklere Türkçe karşılıklar bulmaya yoğunlaşan ve büyük olasılıkla bu sözcüğü de türetmiş olan] ATATÜRK’le görüştükten sonra, “Dersim” için “Munzur” değil “Tunç Eli” (tunç yöresi) adını önermesi; ATATÜRK’ün Osmanlı top dökümünde kullanılan “tunç”un yöredeki bakırdan elde edildiğini bildiği ve buradaki aşiretlerin yüz yıllar boyu çevredeki bakır madenlerine saldırıp Osmanlı’nın tunç top üretimini baltalayarak askeri çöküşüne yol açtıklarının bilincinde olduğunu gösteriyordu.

2010-01-Cengiz-Ozakinci-09

Aşiret reislerinin “Der-Sim”ini, insan ve yurttaş haklarının “Tunç-Eli”ne dönüştürme çalışmaları, uzun ve yoğun bilimsel araştırma ve incelemelerin ürünüydü. Osmanlı döneminde yazılmış yeniden yapılandırma önerileri incelenmiş; Osmanlı’daki askeri uygulamalar ve sonuçları irdelenmiş; önceki girişimlerin neden başarıya ulaşamadığı saptanmış; aynı başarısızlıkların yeniden yaşanmaması için neler yapılması gerektiği belirlenmiş; bölgeye yeniden uzmanlar gönderilerek son durumun ne olduğunu gösteren bilimsel raporlar yazılmıştı. 1934’te yayımlanan (yasa) taşınmazların devlete geçeceğini; bu yasanın yayınından önce aşiretlerde reislik, beylik, ağalık, şeyhlik yapanların aileleriyle birlikte Bakanlar Kurulu’nca uygun görülecek başka yerlere yerleştirileceklerini, duyuruyordu.

“Türkiye Köy İktisadiyatı”nda; Dersim’de 230 köye egemen olan Seyît Rıza’nın her yıl kendi “Maliye Bakanı”(!)nı İstanbul’a göndererek Dersim’den İstanbul’a gitmiş aşiret üyelerini buldurup onlardan da vergi aldığı; vermeyenlerin Dersim’de bulunan yakınlarına baskı yaptığı; sahibi olduğu köylerden gelip geçenlerden “toprak bastı” parası bile aldığı bildiriliyordu. Aşiret üyeleri devlete vergi vermiyor, fakat aşiret reisi Seyit Rıza’ya vergilerini ödüyorlardı. Devlete askerlik yapmıyor, fakat aşiret reisi Seyit Rıza’nın askerliğini yapıyorlardı. Devletin okullarına gitmiyor, fakat aşiret reisi Seyit Rıza’nın söylevleriyle eğitiliyorlardı. Medeni Yasa’nın miras, evlenme, boşanma, mülkiyet hukuku geçersiz; fakat aşiret reisi Seyit Rıza’nın iki dudağı arasından çıkacak aşiret yasaları temyizi olanaksız kesin hükümler niteliğindeydi. Türkiye Cumhuriyeti’nin ceza yasaları geçersiz, fakat aşiret reisi Seyit Rıza’nın uyguladığı aşiret cezaları, kan hukuku yürürlükteydi.

2010-01-Cengiz-Ozakinci-10

Devletin aşiret üyelerine ekonomik özgürlüklerini kazandırıp aşiret reisine bağımlılıktan kurtarmak için dağıttığı topraklar dahi, aşiret yasaları uyarınca bedelsiz hileli satışlar yoluyla aşiret reisi Seyit Rıza’nın malına dönüştürülmüştü. Cumhuriyet, 1934’te yürürlüğe giren İskan Kanunu’nun 10. maddesiyle, aşiret reisliğini yasadışı sayarak; bundan böyle aşiretlerin tüzel kişilik savlayamayacaklarını, hiçbir belge ya da hükümün aşirete tüzel kişilik kazandırmakta kullanılamayacağını; aşiret reisleri, beyleri ya da şeyhlerinin tüm yetkilerine son verildiğini; mülkiyetleri hangi resmi belgeye, karara ya da geleneğe dayanırsa dayansın, aşiret reislerinin, aşirete ait ya da aşiret adına diyerek kendi mülkiyetlerinde tuttukları bütün Aşiret yapılarını tümüyle ortadan kaldırmaya yönelik bu kanunun “Dersim”de uygulanması, Dersim’i yeniden yapılandırmayı amaçlayan 25 Aralık 1935 tarihli “Tunceli Vilayeti’nin İdaresi Hakkında Kanun”la gerçekleştirilecekti.

2010-01-Cengiz-Ozakinci-11

Cumhuriyet, aşiretlerin “Dersim”ini, insan ve yurttaş haklarının “Tunç Eli”ne dönüştürmek üzere; yöreyi köprüler, yollar, okullar, hastahaneler, sinemalar, tiyatrolar, halk evleri, bankalar, ziraat kurumlan, hükümet binaları, adliye örgütü, karakol ve kışlalarla donatmaya başladı. Başka yöreden işçi getirilip çalıştırılması yasaktı. Bütün yapılar dolgun bir gündelik verilerek yöredeki aşiret üyelerine yaptırılacak; aşiret üyesi, reisinden bağımsız bir birey olarak çalışıp emeğinin karşılığını para olarak alacak; yüzyıllar boyu yalnızca kendi ailesinin yaşamı için gerekli şeyleri tüketebileceği kadar üreten, bundan fazla üretim yapmadığı için pazara götürüp satacak bir varlığı bulunmayan, dolayısıyla özel mülk nedir, parasal birikim nedir, mülkiyet özgürlüğü nedir tatmamış olan aşiret üyelerinin ceplerine para girecek; aşiretten bağımsız kendisine özel birikim yapmayı ve kendi birikimini dilediği gibi kullanmayı öğrenen aşiret üyeleri böylelikle aşiret düzeninden uzaklaşıp, insan ve yurttaş haklarına adım atacaktı.

Aşiretler Dersim’inin, özgür birey yurttaşlar Cumhuriyet’inin “Tunç Eli”ne dönüştürülmesi, tasarının biricik amacıydı. Çalışmalar coşkuyla sürüyor, yapımı bitirilen bir köprünün ATATÜRK tarafından açılacağı söyleniyordu.

Fakat öyle olmadı. O günleri yaşayan İhsan Sabri Çağlayangil anılarında:

“Atatürk Singeç Köprüsü’nü açmaya gidecek. O tarihte Seyit Rıza Dersim’in lideri. Devlet, Fırat üzerine bir köprü yapmış. Köprünün başında da bir karakol. Karakolda 33 askerimiz, başlarında İsmail Hakkı adında bir yedek teğmen var. Köprüye Dersimliler saldırı düzenliyor. Karakol yakılıyor ve 33 askerimiz şehit oluyor. İşte bu olay isyanın başlamasıdır. Atatürk olayla ilgileniyor ve kesin talimat veriyor: Bu meseleyi kökünden hallediniz.

diyerek anlatıyordu olanları. 1937 yılında, 21 Mart’ı 22 Mart’a bağlayan “Nevruz” gecesi, aşiret reisi Seyit Rıza, önderliğini benimseyen kimi aşiretlerle birlikte, kurulan karakolları basarak, 33 askerimizi şehit ederek, yapılan köprüleri yıkarak, Cumhuriyet’in yerleştirmeyi amaçladığı insan ve yurttaş haklarını, özgür birey yurttaşlık düzenim Dersim’e sokmamak ve aşiret düzenini eskisi gibi sürdürmek üzere ayaklanmayı başlatmıştı. Tunceli-Erzincan yolundaki köprü yakılmış, bölgenin telefon hatları kesilmiş, Jandarma birliklerine pusu kurulmuş, Pap bucağı karakoluna baskın düzenlenmiş, Sin Karakolu basılmış, Mazgirt Köprüsü yıkılmıştı. Komünist Enternasyonal’in yayın organı “Rundschau”, 29 Temmuz 1937 günlü sayısında, Dersim’de yaşananları özetle şöyle duyuruyordu:

“İki ayı aşkın bir zamandan beri Ankara hükümeti, Dersim bölgesindeki Kürt aşiretlerin yeni bir gerici ayaklanmasını bastırmakla uğraşıyor. Ağalar, kendi yönetim ve yargı yetkileri altında bulunan ahaliden işlerine geldiği gibi vergi alıyor. Bölge gençlerinin büyük bir kısmı, askere gidecek yerde, aşiret reislerinin muhafız birliklerine fedai olarak giriyor.

Bugün, Kemalist hükümetin enerjik reformları yüzünden kendi iktidarlarını tehdit altında hisseden feodal unsurların ümitsiz bir direnişiyle karşı karşıya bulunuyoruz. İsyanın arifesinde, tapu kadastro idaresi aşiret reislerinin elinde bulunan halka ait malların incelenmesi ve saptanmasına ilişkin hükümet önlemlerini uygulamaya başlamıştı. Bu durumda feodalizm, kendi yasa dışı egemenliğinin iktisadi temellerini yitirme tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğunu hissetti. İşte, özellikle bu önlem, isyana yol açan neden olmuştur.”

Komünist Enternasyonal Sovyet Rusya demekti ve Türkiye ile ittifak halinde bulunan Sovyet Rusya, 1937’ye dek Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı gerçekleştirilen onlarca ayaklanmada hep Türkiye’nin yanında yer almış, dahası Kızılordu’yu Türkiye’nin doğu sınırlarına yığarak, ayaklanmacıların İran, Irak bağlantılarını kesmişti.

Sovyet Rusya’nın tutumunu iki devlet arasındaki ittfak anlaşması belirliyor, Komünist Enternasyonalin Dersim konusundaki bu değerlendirmesinde Türkiye Komünist Partisi’nin en küçük bir etkisi dahi bulunmuyordu. İstanbul’daki Amerikan Büyükelçisi G. Howland Shaw’in, ABD Dışişleri Bakanlığı’na gönderdiği 25 Haziran 1937 günlü rapor da özetle şöyleydi:

“Bölge halkının geri kalmışlığı problemin temel hatlarını oluşturmakta. Yöre halkı, yollar, köprüler, okullar, vs. yapılmasına karşı koyuyor. En son ayaklanma, hükümetin bölgenin sosyal ve ekonomik koşullarım iyileştirmek üzere geliştirdiği reform programını daha önce elde edilmiş haklara tecavüz şeklinde gören liderleri tarafından başlatıldı. General Alpdoğan, aşiret reislerini Erzurum’da toplayarak, onlara hükümetin bölgede yol ve diğer şekillerde girişeceği iyileştirme programım tanıtmıştı. Aşiret reisleri bu görüşme sırasında dostane ve anlayışlı göründüler, fakat toplantıdan sonra bölgede sahip oldukları egemenliğin elden gitmesi tehdidi karşısında dönüş yollan üzerinde yer alan bütün köprüleri havaya uçurdular ve hükümete bir ültimatom göndererek; ancak bölgede jandarma bulundurulmaması, yeni köprülerin yapılmaması, bölgenin devlet kurumlarıyla donatılmaması, silahlarının ellerinden alınmaması, vergilerin karşılıklı görüşmelerle belirlenmesi koşuluyla Türkiye Cumhuriyeti Devleti ile anlaşabileceklerini bildirdiler. Aşiret reislerinin bu ultimatomu üzerine, bölgeye askerler gönderildi ve aşiret reislerine karşı savaş başlatıldı.”

2010-01-Cengiz-Ozakinci-12

İngiliz The Times gazetesinin 16 ve 17 Haziran 1937 günlü sayılarında isyanın “eğitim öğretime karşı koyan“, “reformlara direnen” aşiretlerce çıkartıldığı duyurulmuştu. Kürt Teali Cemiyeti üyesi M. Nuri Dersimi tarafindan yazılıp “Dersim Generali Seyid Rıza” imzasıyla, yardım isteğiyle İngiliz Dışişlerine gönderilen mektup, isyan bastırıldıktan sonra İngiliz Dışişlerince Türkiye’ye gönderilerek; “bakın, isyancılar bizden yardım istediler, fakat biz onlara yardım etmedik, bilginiz olsun” denilmişti. Çünkü İngiltere, büyüyen Hitler tehlikesine karşı, olası bir savaşta Türkiye’yi bu kez karşı cephede değil yanında görmek istiyor ve bu nedenle Türkiye’yi zayıflatıcı etkinliklerine geçici olarak ara vermiş bulunuyordu.

Fransa’nın durumu da aynıydı. O günlerde Hitler ve Mussolini’ye karşı Türkiye ile ittifak arayışında olan İngiltere ve Fransa, eğer Dersim isyancılarını destekleyecek olurlarsa Türkiye’yi kaybedeceklerini bildiklerinden; 1800’lerden bu yana ilk kez kendilerinden yardım bekleyen isyancıları yüzüstü bırakmayı çıkarlarına uygun göreceklerdi.

Amerika, İngiltere, Fransa ve Komünist Enternasyonalin bağlı bulunduğu Rusya, Der-sim isyanı konusunda birbirinden habersiz fakat biri diğeriyle örtüşen saptamalarda bulunmuşlardı. Hepsine göre sorunun özü; aşiret reislerinin, insan ve yurttaş haklarının gereği olan kurum ve yasaları Dersim’e sokmayarak, aşiret düzenlerini sürdürmek istemesinden kaynaklanıyordu. İster komünist olsun ister emperyalist, sağcısıyla solcusuyla o dönemde kimsenin yadsıyamadığı gerçek buydu.

2010-01-Cengiz-Ozakinci-14

ATATÜRK, askeri harekat sürerken 1 Kasım 1937 günü Meclis’te yaptığı konuşmada: “Her şeyden önce ülkede topraksız çiftçi bırakılmamalıdır. Bundan daha önemlisi de bir çiftçi ailesini geçindirebilecek toprağın -hiçbir nedenle ve biçimde- bölünemez hale getirilmesidir. Büyük çiftçi ve çiftlik sahiplerinin işleyebilecekleri toprak genişliği, söz konusu toprağın bulunduğu bölgenin nüfus yoğunluğuna ve toprağın verimine göre sınırlandırılmalıdır.” demişti. İşte Türkiye Cumhuriyeti, bir yandan ordusuyla aşiretlerin gerilikçi isyanını bastırmaya çalışırken, aynı anda, isyana katılmayan ya da sonradan teslim olan Dersimli aşiret üyelerine, ailelerini geçindirmeye yetecek büyüklükte toprak tapuları dağıtıyordu.

2010-01-Cengiz-Ozakinci-13

Bütün bunlar, Dersim Harekatının salt isyan bastırmakla sınırlı bir askeri harekat olmadığını, orada toprak ağalığının ve aşiret yapısının yok edilmesine yönelik ‘antifeodal bir yurttaşlık devrimi’ yürütülmekte olduğunu gösteriyordu. ATATÜRK’ün manevi kızı Sabiha Gökçen, dünyanın ilk kadın savaş pilotu olarak bu harekata katılmış, isyancıları havadan bombalamıştı. Sonunda harekatın ilk aşaması sona ermiş, isyana katılan aşiret reislerinden teslim olanlar ve yakalananlar yargı önüne çıkartılmış, suçlu bulunanlar çeşitli cezalara çarptırılmış; ölüm cezalan 15 Kasım 1937 günü Elazığ’ın Buğday Meydanı’nda yerine getirilmişti.

16 Kasım 1937 günü Elazığ’a gelen ATATÜRK, 17 Kasım 1937 günü, çoktandır “Tunç Eli”ye dönüşmüş bulunan Dersim’e geçecek ve 33 askerimizi şehit eden aşiretlerin yıktıkları ve Cumhuriyet’in kısa sürede yeniden yaptığı köprüyü kendi elleriyle açarak; Türkiye Cumhuriyeti’nin çağdaş uygarlık düzeyini aşma yolunda karşısına dikilen bütün engelleri aşacak güçte olduğunu dünyaya duyuracaktı. 18 Kasım 1937 günlü Ulus gazetesinin olaya ilişkin haberi şöyleydi:

“16 Kasım 1937 günü, yanında Başbakan Celal Bayar, İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, Sabiha Gökçen ve daha başkaları olduğu halde, özel trenle Elazığ’a geldi. Günlerden beri Atatürk’ün yolunu bekleyen Elazığlılar, istasyondan şehre kadar yollara halılar döşeyerek parlak bir karşılama töreni düzenlemişlerdi. Dördüncü Genel Müfettiş General Abdullah Akdoğan, Vali Şefik Bicioğlu, Belediye Başkanı Hürrem Müftügil, Maden’den beri Atatürk’ü izliyorlardı. 17 Kasım 1937 sabahı Atatürk, önce Dördüncü Genel Müfettişlik’e gelerek, General Abdullah Akdoğan’dan Elazığ ve sorunları hakkında bilgi aldı. Bir süre sonra da Tunceli’ne bağlı Pertek ilçesi’ne hareket etti. Buradan Murat Suyu’nu geçerek Hozat Deresi üzerinde yeni yapılmış olan ‘Soyungeç’ köprüsüne geldi. Beton köprü gerçekten gösterişli yapılmış, çevrenin yıllardan beri süregelen ulaşım sorununu çözmüştü.

Atatürk, köprünün açılışını yaptıktan ve kurdeleyi kestikten sonra: ‘Daha önce soyunup suya girdikten sonra geçilen ırmağa Soyungeç denmiş. Şimdi buna lüzum görülmeden sinerek geçiliyor. Köprüye bundan sonra Singeç diyelim’ dedi.”

(18 Kasım 1937, Ulus gazetesi)

1937 yılında yürütülen harekatın birinci bölümünde ‘savaş uçağı pilotu’ olarak görev yapan ATATÜRK’ün manevi kızı Sabiha Gökçen, 1938 ilkbaharında harekatın ikinci bölümü sürerken bu kez uçağıyla Dersim göklerinde değil, ATATÜRK’ün “yurtta barış dünyada barış” iletisini ulaştırmak üzere Balkan Paktı ülkelerini dolaşacak; 1937’de Dersim’de “dünyanın ilk kadın savaş uçağı pilotu” ünvanıyla tarihe geçen Sabiha Gökçen, 1938’de Dersim harekatının ikinci bölümü sürerken, bu kez de yabancı basında “dünyanın ilk banş uçağı pilotu” olarak anılacaktı.

Dersim harekatının Haziran 1938’de başlatılan ikinci bölümü, Ağustos 1938’de yabancı ülkelerin Türkiye’deki bütün yabancı ülke askeri ataşelerinin çağırıldığı ve gelip izledikleri “Üçüncü Ordu Tunceli Askeri Manevraları”yla birleştirilmiş ve tüm dünyanın gözleri önünde sürdürülmüştü.

Askerlerin Dersim dağlarında mağaralarında isyancı arama tarama çalışmaları, yabancı ülkelerin askeri ataşeleriyle gazete muhabirleri, tarafından notlar alınarak, fotoğraflar çekilerek izlenmiş, harekatın sonuçlandırıldığı 16 Eylül 1938’e dek Dersim’in bütün dağları, dereleri, tepeleri, mağaraları, yabancı devlet görevlilerinin gözleri önünde adım adım taranmış, çatışmalar da yabancıların gözleri önünde olup bitmişti. 1937’deki birinci evrede olduğu gibi, 1938’deki ikinci evrede de bir yandan isyancılarla çatışılırken, diğer yandan aşiret üyelerini özgür çiftçilere dönüştürecek toprak dağıtımıyla bayındırlık çalışmaları sürdürülmüş ve sonunda, isyan tümüyle bastırılırken, Tunçeli’de cumhuriyetin amaçladığı yurttaşlık düzeni de kurulmuştu. İngiliz askeri ateşe Yarbay A. Ross, 5 Eylül 1938 günü gönderdiği 119 nolu kapalı raporunda, harekatın sona ermesinden onbir gün önceki durumu İngiltere’ye özetle şöyle bildiriyordu:

“Türkler şimdi de 3 milyon liralık bir yapım programına giriştiler. Biri Tunceli’nin batısından diğeri doğusundan geçip Erzincan’ı Elazığ’a bağlayan ve çeşitli noktalardan birbirine bağlanarak bölgesel bir ulaşım ağı oluşturan iki yolun yapımı sürmektedir. Şu ana dek toplam uzunlukları 684 metre tutan dokuz köprüyle birlikte, 420 km yol yapılmış ve telefon hatlarına 5.000 km. eklenmiştir. Mareşal Fevzi Çakmak bana, Mansur (veya Murat) nehrinin kaynağında bir barajdan muhtemelen hidroelektrik enerjisi de elde edileceğini söyledi.

Genelkurmay Başkan Yardımcısına ve diğer Türk subaylarına göre, son derece güzel bir yer olan Tunceli bölgesinin ilerde ‘ikinci bir İsviçre’ haline getirilmesi amaçlanmaktadır. Ama bana kalırsa bölgenin erişilmez yapısı ve Tüıiriye’yi gezen yabancılara çıkartılan güçlükler bu düşün gerçekleşmesini ciddi bir biçimde engelliyecektir.”

İsyana, sayılan elli dolaymda olan aşiretlerin tümü değil, en çok beşte biri katılmıştı. Dersimlilerin %80’i, devletin çağırısına olumlu yanıt vererek daha harekat başlamadan önce isyancılardan ayrılmış, devlet güçlerinin yanında yer almış, dahası güvenlik güçleriyle birlikte isyancılara karşı savaşmışlardı. Harekat başladıktan hemen sonra isyancı aşiretlerin de neredeyse yarısı teslim olmuş; böylelikle isyancıların sayısı Dersim nüfusunun yaklaşık onda birine düşmüştü.

İsyancıların çoğu, isyana katılmayıp devletin yanında yer alan Dersimliler tarafından aranıp bulunmuş, yakalanıp öldürülmüş ya da sağ olarak güvenlik güçlerine teslim edilmişti. Dersimliler isyancıların saklandıkları yerlerin aranıp bulunmasında güvenlik güçlerine kılavuzluk etmişlerdi.

2010-01-Cengiz-Ozakinci-15

Devlet, bu isyanı, ezici çoğunluğu isyana katılmamış olan Dersimlilerle birlikte bastırmıştı. Devlet, ister isyan etmiş olsun ister devletin yanında yer almış olsun, bütün aşiret reislerini aileleriyle birlikte başka illere yerleştirerek, aşiret üyelerine toprak dağıtıp yerleşik çiftçiliğe ve eşit yurttaşlığa yönlendirmişti. Dersim harekatını tasarlayan ve yürüten siyasetçi, bürokrat ve asker yöneticiler, 1921’de Dersim Mebusu Hasan Hayri’nin Meclis’te dile getirdiği, Dersim aşiretlerinin yüzyıllar önce Horasan’dan gelmiş süreç içinde anadilleri değişime uğramış Türkler olduğuna ilişkin saptamalarını çoğunlukla benimsemiş olan ve Dersim halkının soycak Türk olduğuna inanan kimselerden oluşuyordu. İsyan sırasında gerek güvenlik güçlerinden gerekse isyancı Dersim aşiretlerinden çok ölenler olmuş, fakat bu aşiretler devlete soy ayırımcılığı güderek isyan etmediği gibi, güvenlik güçleri de Dersimli isyancıları soy ayırımı güderek bastırmış değildi.

Sorun etnik, mezhepsel değil, toplumsaldı; amaç aşiret yapılanmasının çözülmesiydi. Dünyada insan ve yurttaş haklarının yerleşmesi 1700’lü yılların sonlarından başlayarak hızlanmış; Amerika’da, Fransa’da, Almanya’da yurttaş haklarının topluma egemen kılınması, devrimlerle, milyonlarca sivilin öldüğü uzun ve kanlı iç savaşlarla, gelgitlerle, geriye dönüş ve ileri atılımlarla, 1800’lü yılların sonlarında gerçekleştirilebilmişti. Türkiye’de yurttaş haklarının, yurttaşlık hukukunun egemen kılınması süreci, 1830’lu yıllarda başlamış ve 1938’e dek neredeyse 100 yıl sürmüştü. Cumhuriyet tarihinin aşiret ayaklanmaları dönemi 16 Eylül 1938 günü sona eren ikinci harekatla birlikte kapanacak ve ATATÜRK, hasta yatağında yazdırıp 1 Kasım 1938 günü Meclis’te okuttuğu açış söylevinde: “Uzun yıllardan beri süregelen ve zaman zaman aşırı bir duruma giren Tunceli’deki toplu haydutluk olayları belli bir program içindeki çalışmaların sonucu olarak kısa bir zamanda ortadan kaldırılmış, o bölgede böyle olaylar bir daha tekrarlanmamak üzere tarihe aktarılmıştır.”

[Özcesi: “eşkiya dünyaya hükümdar olmaz“] dedikten 10 gün sonra, bizlere iç ve dış barışı sağlamış güçlü bir Türkiye bırakarak, yaşama gözlerini yumacaktı.

Aradan 71 yıl geçti.

2010-01-Cengiz-Ozakinci-16

Kimi aşiret reislerince, ‘Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi’ adı altında, Barzanilere bağlı, ırk ayırımı güden gizli partinin kurulduğu 1965’lerden bu yana, adım adım bu aşiretçi partinin görüşlerini sol kesime sanki sosyalist değerlendirmelermiş gibi şırınga etmeyi iş edinen birileri, son kırk yıldır Seyit Rıza’nın devrimci bir önder olduğunu, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin 1937-38’de Dersim’de soykırım yaptığını savlamakta, bu görüşleri işleyen kitaplar yayımlanmakta; Avrupa Parlamentosu’nda “Dersim Soykırımı” konulu konferanslar düzenlenmekte; dahası, devletin Dersim’de zehirli gaz kullandığını savlayanlar bile çıkmaktadır. Oysa, Türkiye’nin o tarihlerde zehirli gaz üretimi olmadığı gibi, yabancı ülkeler de Türkiye’ye zehirli gaz satışına Dersim harekatından yıllar sonra başlamışlardı.

Garo Sasuni, ‘Hayrenik’ dergisinin Kasım 1929 sayısında yayımladığı, 1969’da Beyrut’ta, 1986’da Stokholm’de Türkçe olarak basılan “Kürt Ulusal Hareketleri” kitabında, Ağrı Ayaklanması önderinin, kendi ailesini nasıl kendi elleriyle kurşuna dizdiğini anlatırken şöyle diyor:

“En büyük lider, Huske Telli, şu teklifi sunuyordu: Bütün kadınlar, güçsüz ihtiyarlar ve çocuklar kılıçtan geçirilsin ki, arkalarındaki bütün köprüleri yakmış olan devrimci güçler, son neferinin son nefesine kadar savaşsınlar.. Ve bir devrimci gaddarlığı içinde Huske Telli, bu planı ilk önce kendi aile ve akrabalarına uygulayarak, Ağrı tepelerinde bir trajedi manzarası ortaya serdi. Bütün nüfuzlu liderler ve şeyhler yaşlı gözlerle Ağrı Aslanı’ndan bu ümitsiz kırıma bir son vermesini rica ediyorlardı. Huske Telli’yi yumuşatmaya muvaffak olduklarında, zaten 10 kadar günahsız, bağımsızlık ocağının alevlerine kurban gitmişti. Bu gaddar plan böylelikle uygulanamadı.”

Ağrı Ayaklanması bastırıldıktan sonra, Türk ordusu, Ağrı tepelerinde öldürülmüş kadın ve çocuklarla karşılaşacak, fakat isyancılar, bütün dünyaya “Türk ordusu kadınlarımızı çocuklarımızı öldürdü” propagandası yapacaklardı.

 Garo Sasuni’nin ‘Devrimci Lider’, ‘Ağrı Aslanı’ diyerek ululadığı 1927-1933 Ağrı Ayaklanması’nın görünüşteki başı Huske Telli (İbrahim Heski), Celali aşiretinin reisiydi. Buyruğundaki diğer elebaşları da hep aşiret reisleriydi. Türk ordusuyla çarpışırken aklı ailesine takılı kalmasın da tüm dikkatini savaşa verebilsin diye, kendi ailesini, eşini, çocuklarını öldüren bu ‘Devrimci Lider'(!)in ‘Ulusal Önder'(!)in ‘Ağrı Aslanı'(!)nın, diğer isyancı aşiret reislerine de ailelerini, kadınlarını, çocuklarını, ihtiyarlarını öldürmelerini buyurması; ‘devrimcilik’le ‘ulusçuluk’la değil, ancak aşiret gelenekleriyle, “kan hukuku”yla bağdaşabilir bir tutumdur. Bu gibi aşiret içi olayların yalnızca Ağrı Ayaklanması’nda Huske Telli örneğiyle sınırlı olup olmadığı, aşiretlerin insan ve yurttaş haklarına karşı ayaklanma tarihlerinde bu türden başka “kendi kendisinin soyunu kırma” uygulamalarının görülüp görülmediği ve bu davranış biçiminde, aşiretlerin, aşiretler arası çatışmalarda karşı aşiretin kadınlarını, çocuklarını öldürmeyi gelenek edinmiş olmalarının bir etkisinin bulunup bulunmadığı, ayrı bir araştırmanın konusudur. Bu gibi aşiret ‘gaddarlık’larını, ‘devrimci’ sözcüğüyle birleştirip ‘devrimci gaddarlık’ diye bir deyim uydurarak ‘devrimcilik’i lekelemek, gerilikçi aşiret isyanlarına ‘ilerici’, ‘ulusal ayaklanma’ yaftaları yapıştırarak bunları kutsamak, tenekeyi altın yapmaya yetmeyeceği gibi, bu gibi çabalar, aşiret yasalarında ‘insan ve yurttaş hakları’nın kırıntısının dahi bulunmadığı gerçeğinin üstünü örtmeye de yetmemektedir.

1937-38 Dersim isyanına katılanlardan Şeyh Hasanlı aşiretinin, yüzyıllar boyu madenlere saldırarak, sayısız maden emekçisini topluca öldürdüğü, maden işçileri madende çalışmaktayken onların köylerini basıp savunmasız kadınlarını, çocuklarını topluca katlettiği, köylerini yaktığı, mallarını yağma ettiği, paralarını soyduğu, yazımızın başında aktardığımız Osmanlı Arşiv Belgeleriyle kanıtlı bir gerçekliktir. Sözümona “emekten, emekçiden yana”, “sol” gösterip “sağ” vuran etnik ayrılıkçı kimi odakların, Dersim’i değerlendirirken, Şeyh Hasanlı gibi isyancı Dersim aşiretlerinin reislerini “devrimci”(!) buna karşılık ATATÜRK’ü ve dönemindeki Türkiye Cumhuriyeti’ni ‘soykırımcı’, ‘karşıdevrimci’ olarak damgalayan yayınların çoğalarak sürdüğünü görüyoruz.

Dünyanın yarısını her zaman ve dünyanın hepsini bir zaman aldatmak mümkündür; fakat bütün dünyayı her zaman aldatmak mümkün değildir.” diyen ATATÜRK, bu gibi durumlarla karşılaştığında şöyle dermiş:

Şaşarım akl-ı perişanına, ahmak!

İnönü’nün sözü daha kısaymış:

Hadi canım sen de!

 

Cengiz ÖZAKINCI, “Bütün Dünya”, Ocak 2010

cengizozakinci@butundunya.com.tr

Leave a Reply