Korkunun bedeli yok-sunluk! – Gürol SÖZEN
Korkunun bedeli yok-sunluk! – Gürol SÖZEN
Korku!.. “Yaşadığımız dünyada en göze çarpan şey, çoğu insanların, her çeşit inanç sahipleri dışında, gelecekten yoksun olmalarıdır. Geleceğe el atmayan, gelişme, iyileşme umudu olmayan bir hayatın ne değeri olabilir? …
“İnsanlar arasında sürüp gelen uzun diyalog bitti. İnandırılamayan bir adamdan elbet korkulur,” diyor Albert Camus; S. Eyüboğlu ve Vedat Günyol’un çevirdiği Denemeler kitabındaki “Korku” adlı yazısında.
Doğada varlığı sürdüren her canlının korkusu ise, avda avlanmak. Çiçekse, çimense; ezilmek. Ağaç ise, çürümek; bir de insanoğlu tarafından yok edilmek. Oysa biz kocamanlar!
Korkuyoruz: Hayatın sonsuzluğundan korkuyoruz.
Korkuyoruz: Kendi gerçeğimizden, bu toprakların sonsuz bereketinden, geçmişin gücünden korkuyoruz. Yani bizden binlerce yıl önce bu toprakları paylaşıp, ekip biçenlerin yarattıkları uygarlıklardan korkuyoruz.
Korkuyoruz: Bilgiden, bilgelerden, sanat-tan, sanatçılardan, yazarlardan, doğrulardan korkuyoruz. Kıpırdayan her şeyden korkuyoruz.
Korkuyoruz: Yeşeren, çiçeklenen doğadan korkuyoruz. Kuşlardan, kelebeklerden, güneşten korkuyoruz.
Korkuyoruz: şiirden, şarkılardan, masallardan, seslerden, giysilerden, çıplaklıktan, aydınlıktan korkuyoruz.
Korkuyoruz: Kırmızının renginden, mavinin derinliğinden, bulutun ve yağmurun sesinden korkuyoruz.
Korkuyoruz: Sözcüklerden, soru ve ünlem işaretinden korkuyoruz. Hiçbir parantezin açılmasını istemiyoruz. Dip notlarından korkuyoruz.
Korkuyoruz: Kendimizden korkuyoruz. Her şeyi biliyorum sanıp saklanmak da korkunun, güvensizliğin bir parçası değil mi?
Korkuyoruz: Okuduklarımızdan, yazdıklarımızdan, birlikte söylediğimiz türkülerden, dillendirdiklerimizden korkuyoruz.
Evet! Kendimizden, akrabamızdan, komşumuzdan, kapımızı çalandan korkuyoruz.
Oysa, hiçbir zaman, korku sanatı yaratamaz. Düşünceyi, erdemi, onuru besleyip yeşertemez…
Korku, bir imparatorluğa dönüşse de hiçbir çağa egemen olamaz.
Bilelim ki, her karanlık, aydınlıkla yer değiştirmek zorundadır. Yoksa, yarattığımız karanlık, kendi dehlizlerimizde, kendi dehlizlerimizin zifiri karanlığına gömülür. Çünkü̈ bu topraklarda, on binlerce yıldan beri karanlık, aydınlıkla yer değiştirmiştir hep.
Bu topraklarda on iki bin yıldan beri var olan gerçek; sanatın, bilimin ve düşüncenin özgürlüğü̈, evrenselliğidir.
Hangi koşul içinde olursa olsun doğadan esinlenip, doğayı yorumlayanların tek umudu; bu nedenle, lacivert gökyüzü̈ altında şiirin, şarkının, öykünün, masalın ve destanların birbiri peşi sıra binlerce yıldan beri özgürlük ve onur adına var olduğunu belgelemekti. Kuşkusuz bu uzun serüvende ihanetler de, savaşlar da, yokluk ve yoksullukla kuşatılmış saltanatlar da hüküm sürdü. Ama bir farkla: Ulus olma bilinci ve onurunu yitirmeden. Her mevsim kendini yenileyen doğa en büyük öğretiydi. Doğanın ihaneti hiç görülmedi: kuşlar, çiçekler, sular bunun tanığı.
Ya insanoğlu?
Her şeyi ile ama her şeyi ile yozlaşmaya, didiklenmeye, parçalanmaya başlayıp kimliğini yitiren büyük bir imparatorluktan Cumhuriyeti yani adam olmayı, onuru ve çağdaş düşünceyi, evrenselliği yakalayıp yaratan, kurtuluş adına soluğu verenler yani şimdi kim vurdu ya mı gitti?
Bu yokluğun, yoksulluğun bir adı olmalı!
Bir başka soru: Mustafa Kemal ve arkadaşlarının ve Anadolu halkının direnci ile yeniden aydınlanan on iki bin yıllık uygarlıkta bunca irin nasıl birikebildi?
Yeryüzü̈ coğrafyasının hiçbir yerinde birbiri peşi sıra var olup göçen, olağanüstü̈ sanat eserleri bırakıp birbirinden etkilenen toprak dilimi yok.
Farkında mıyız? Tek gerçeğimiz „cehl‟ cüppesi mi yoksa?
Yaşanılan varlık içinde nemenem bir yok-sulluk?
Gelecekten yoksunluğa doğru elcağızımızla mı sürükleniyoruz?
Peki, biz neyiz?
Ve ne işe yararız?