Tag: Atatürk

 

19 Mayıs 2016 Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı Kutlama Programı

Avustralya Atatürk Kültür Merkezi’nin hazırladığı 19 Mayıs Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı Kutlama Programına yönetim kurulu olarak davet ederiz.
Türkiye Cumhuriyetinin en önemli Milli Bayramlarından birisi olan 19 Mayıs günü ulu önderimizi hep beraber saygı ve minnetle anmanın, milli birlik ve beraberliğimizin simgesi olarak Avustralya kamuoyuna göstermemizin, geçirdiğimiz bu zor günler içerisinde bir kat daha önemli olduğunu belirtmek isterim. Sizleri aramızda görmekten memnuniyet duyacağımızı da ayrıca belirtirim.
Ücretsiz olan zengin içerikli bayram kutlama programı posteri ilişiktedir.
Tarih: 19 Mayıs 2016 Perşembe
Saat: 7:30PM
Yer: Sydney Türk Evi, Türk Dayanışma Derneği, 33 Gelibolu Parade AUBURN NSW 2144
Nazım Hikmet’in Kuvayi Milliye Destanı Şiirinin değerli müzisyen sayın Onur Şahin’in eşliğinde canlı performans ile sunulacağı bayram kutlama gecesinde, yine Onur Şahin’den Türküler ve Austolian Dance Academy’nin Halk Dansları gösterisi ile canlı bir program olacaktır.
Sakarya Üniversitesi Devlet Konservatuvarı Temel Bilimler mezunu olan Onur Şahin. 2009 yılında eşi ile beraber Sydney’e yerleşmeden önce Yavuz Top Halk Müziği Merkezi ve İstanbul Belediyesi Sanat kurslarında Usta Öğretici olarak görevler almıştır.   Uzun yıllar İstanbul’da birçok müzikal organizasyonlarda farklı müzisyenlerle sahne alan bağlama üstadı Avustralya’da halen çeşitli etkinliklerde yer almaktadır. Avustralya Alev’i Kültür Merkezinde halen bağlama kursları vermekte ve önümüzdeki süreçte Avustralya da bağlamayı tanıtmak amacı ile müzikal projeler hazırlıkları içerisindedir.
AAKM-19-Mayis-Duyuru-Poster-19-05-2016

19 Mayıs Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı Kutlama Programı

Avustralya Atatürk Kültür Merkezi 19 Mayıs Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı Kutlama Programı

Avustralya Atatürk Kültür Merkezi her yıl olduğu gibi bu yılda 19 Mayıs Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramını Sydney’in Auburn belediyesi salonunda, Avustralya Türk toplumu ile beraber kutladı. NSW Türk Kültür ve Eğitim Derneği öğrencileri şiirler ve şarkılarıyla bayramı renklendirdi, büyük ilgi ve alaka gördü.

Başkan Yardımcısı Ömer Can Şirikçi sunumuyla yapılan gecede saygı duruşu, İstiklal marşı ve Avustralya milli marşı ardından, açılış konuşmasını Başkan Fevzi Özdemir yaptı. Özdemir konuşmasında şunları söyledi: “Geleceğimiz olan gençlik, ben bugün size biraz dokunaklı konuşacağım. Türkiye Cumhuriyetinde iki tane dini bayram var ve son on üç yıldır bu bayramlar 81 milyon tarafından kutlanıyor, fakat Türkiye’nin varoluşu olan ve dünyada hiç bir ülkeye nasib olmayan çocuklarımıza 23 Nisan Bayramı yasaklanıyor, 19 Mayıs neymiş efendim spor kıyafetleri ile dolaşmak yasakmış, onu da yasaklıyorlar… diğer tüm milli bayramlarımızda bir safsatayla, kendi dilleriyle söyleyeyim paralel yapıyla yok edilmeye çalışılıyor…Gençler vatanımıza sahip çıkmamız gereklidir ve bayramlarımızın kutlanması bu açıdan çok önemlidir.”

Başkan Yardımcısı Ömer Can Şirikçi, Atatürk’ün gençliğe hitabesini ve gençliğin cevabını Atatürk Kültür Merkezinden Nazlı Şendurgut okudular.
Günün anlam ve önemi hakkında kısa bir konuşma yapan Başkan Yardımcısı Şirikçi: “Atatürk’ün bize bıraktığı bu çok büyük nasihatın (Nutkun), bil fiil uygulandığını, memleketimizde, nutukta söylenen herşeyin bugün gerçekleşmiş olduğunu görmek bizim için utanç verici, üzücü. Fakat biz memleketimizi seviyoruz, Türkiye Cumhuriyetini seviyoruz, Atatürk’ü anlıyoruz. Atatürk’ü anlamayanları, ona karşı olanları, karşı devrimcilerin karşısında durmayı bilmemiz öğrenmemiz lazım, bunları yeni nesillere aktarmamız lazım. Atatürk Kültür Merkezi’nin en önemli amaçlarından birisi bu, gençlerimize Atatürkçülüğü, Kemalizmi öğretmek…gençlerimizin eğitimi çok önemli, onların okumayı sevmesi çok önemli, okumayı sevmeleri lazım ki, bizlerin göstereceği temel kaynaklardan bizlerin önderliğinde kendilerini eğitebilsinler, aydınlanabilsinler. Kendi çocuklarına bu bilgileri aktarabilsinler… Atatürkçü olan, Kemalist çizgide yürüyen tüm toplum kuruluşları ile el ele verip bu amaçla çalışmamız çok önemli” dedi.

Bayram kutlama programında sahnede yer alan NSW Türk Kültür ve Eğitim Derneği öğrencileri, müdürleri Fatma Nidai Yücel öncülüğünde şiirler okudular. Sözlerini Burcu Güven’in yazdığı, müzik ve düzenlemesini Aydın Sarman’ın yaptığı ve Cem Güven’in meşur Ben Seni Hiç Görmeden Sevdim şarkısını seslendiren gençlerin performansı büyük alkış aldı ve gözleri yaşarttı. Fatma Nidai Yücel Şair Süleyman Apaydın’e ait Yıkın Heykellerimi adlı şiirini içten bir dille okudu.

Ardından Talat Paşa Komitesi Avustralya temsilcisi Volkan Ermiş, Serkan Koç’un Ermeni Belgeleriyle 1915 Belgeseli ve Ermeni Sorununun Avustralyadaki ve dünyadaki boyutlarına değinen bir konuşma yaptı.

TRT-Turk Küresel Bakış programı canlı yayında Başkan Yardımcısı Ömer Can Şirikçi ile kısa bir söyleşi yapıldı ve programın son bölümünde, çay kahve ikramı sırasında Atatürk resimleri eşliğinde, marşlar, şarkılar ve türküler dolu bir görsel sunum ile gece sona erdi.

Sydney, Avustralya 19 Mayıs 2015 Salı

TRTTURK_2015-05-19_14-00-00_OmerCan

Çanakkale Belediye Başkanı Ülgür Gökhan’ın 18 Mart 2015 Konuşması



Çanakkale Belediye Başkanı Ülgür Gökhan’ın 18 Mart 2015 Konuşması

TRT’nin içine kedi kaçması nedeni ile yayını kestiği efsanevi konuşmadır…
Saygıdeğer konuklar,
Sevdalısını geride bırakıp, anasının nasırlı ellerini öpüp 100 yıl önce bizler için kavgaya tutuşanları, istikbalimiz için istiklal mücadelesi verenleri, savaştan barış çıkartanları, cumhuriyetimize önsöz yazanları anmaya geldiniz.
Beklendiğiniz topraklardasınız. Çanakkale’de değil çelikten kaledesiniz.
“Siperlerde bize de yer açın” diye haykıranlar,
“dedeciğim biz geldik” diyenler,
dünyadaki mahşerin 100 yıllık iftiharını yaşamaya hoşgeldiniz.
Biz çanakkalelilere onur verdiniz.
Değerli konuklar, sesime kulak verenler, sizi tanıyorum.
Sesimin şu an ulaştığı sizleri; adınızı, hayatınızı bilmesem de tanıyorum.
Yanınızda değildim, ama duydum.
Çanakkale türküsü söylenince eşlik ettiniz.
Görmedim ama biliyorum, siz de kınalanıp cepheye gönderilen aslanları, kendi cenaze namazını kılanları duyunca gözyaşı döktünüz.
15 yaşında toprağa düşenleri, okullarını bırakıp cepheye koşanları duyunca yandınız.
Nice acıları ve kahramanlıkları duyunca boğazınız düğümlendi, vücudunuz ürperdi.
Dualarınızda, dudaklarınızda onlara da yer verdiniz.
Evet sizleri biliyorum.
Seyit Onbaşı kadar olmasa da ağır yüklerin altına girdiniz.
Anafartalar’da Mustafa Kemal kadar olmasa da, acılara şahit oldunuz, nice darboğazlardan geçtiniz.
Mustafa Kemal gibi siz de kalbinizden vuruldunuz.
Onurunuzu, namusunuzu, inancınızı Çanakkale gibi korudunuz.
Hayatınızın bir yerinde Çanakkale gibi saldırılara uğradınız, Çanakkale gibi direndiniz.
Artık siz de Çanakkale’siniz. Çanakkale sizsiniz.
Değerli konuklar, müsaadenizle şimdi sizlere seslenmeyeceğim.
Sizlere siperleri, gemileri, birlikleri, tüfekleri de anlatmayacağım.
Çünkü bugün bütün kelimeler kifayetsiz, bütün cümleler yetersiz.
100. yıl nedeniyle bu defa aziz şehitlerimize hitap etmek, onların manevi ruhlarına seslenmek istiyorum.
Ey bu topraklar için toprağa düşenler,
bir hilal uğruna güneş gibi batanlar,
siz kara toprağın üstünde de, altında da bir oldunuz,
bizse ayrıştık, bölündük, hatta birbirimizi öldürdük.
Siz fakirlik içinde kazandınız,
bizse, zenginleştikçe kaybettik.
Siz düşmanınızı bile kucağınıza aldınız,
bizse dostumuzun dahi boğazına sarıldık.
Dün bir avuç yer ne kadar çok kişinin olmuş,
bugün koskoca bir memleket ne kadar az kişinin kalmış,
siz şimdi ebedi istirahatgahınızda uyuyorsunuz,
bizse derin uykulardayız. Ve asıl uyuyan biziz.
Ve Seyit Onbaşı’ya sesleniyorum.
Sen sadece 215 kiloyu değil koca Seyit,
sen vatan yükünü de sırtlayıp kaldıransın.
Oysa biz senin gibi ağır yüklerin altına giremedik.
Kolayı seçtik, sana layık olamadık.
Sen düşmanın dümenini bombalarken,
biz düşmanın dümen suyuna girdik.
Takımıyla yahya çavuşa sesleniyorum.
63 kişilik birliğinle kenetlenip bir olan yahya çavuş,
sen 2000 kişiye karşı destanlar yazansın.
bizse senin gibi, takımın gibi zorluklara karşı bir olamadık.
12 Eylül’de bölündük,
Sivas’ta yüreğimize ateşler düşürdük,
Maraş’ta ve daha nicelerinde insanlığımızı öldürdük.
Sevdiğini geride bırakan kahraman,
sen yârinin kokusunu, barutun kokusuna terk edensin.
Yar diye vatanını bilen, ölümü beklerken bile kadınına mektup yazıp, ruhum diye hitap edebilensin.
Bizse kadınlarımızı hak ettiği yere getiremedik,
özgecanları ve daha nice kadınlarımızı hayatta tutamadık.
Sen kadınına mektubunun arasında çiçekler gönderirken,
biz gözlerinin altından morluğu, vücudundan karayı, yarayı eksik edemedik.
Sizlerin vücudundaki kurşunlar onur madalyanız,
kadınlarımızın vücutlarındaki morluklarsa bizim utanç vesikamızdır.
Biz erkek olduk, ama adam olamadık.
Anafartalar kahramanı Mustafa Kemal’e sesleniyorum.
Sen mektubunda düşmanların evlatları için “kahramanlar” diyensin, onların annelerine “gözyaşlarınızı dindirin” diye seslenensin.
Ve sen onları da evlat bilip, bu toprağı dost diye tanıtansın.
Biz senin gibi hoşgörülü olamadık.
Bu vatanda herkesi kucaklayamadık.
Değil yabancı anaların gözyaşlarını dindirmek, kendi analarımızın bile gözyaşlarını durduramadık.
*
Sözün özü “1915 Çanakkale ruhu” sınavından çok da başarılı çıkamadık. Ama çok şey öğrendik.
Ben de çok şey öğrendim.
Büyük balığın, küçük balığı her zaman yiyemeyeceğini, Nusrat senden öğrendim.
Merminin mertlikle, tüfeğin yürekle boy ölçüşemediğini siz atalarımızdan öğrendim.
Çanakkale’de, küllerinden yeniden doğmayı prangaları kırıp, yeniden ayağa kalkmayı öğrendim.
Çanakkale’yle ilgili birçok şeyi bildim, öğrendim, anladım.
Ama bir tek şeyi anlayamadım.
Ey büyük Atatürk,
seni anlayamayanları anlayamadım.
***
Ey analarının goncagülleri ve babalarının koç yiğitleri gene de üzülmeyiniz ve huzur içinde uyuyunuz.
Sizlerin huzurunda diyorum ki, Anafartalar’da ki gibi Türkiye’ye hücum da etseler, Arıburnu gibi direniriz.
Conkbayırı’nda ki gibi kalbimizden şarapnelle de vurulsak, namazgah tabyası gibi topla da dövülsek, Çimenlik kalesi gibi dik, Kilitbahir kalesi gibi sağlam dururuz.
57. Alay gibi gerektiğinde son neferimize, son nefesimize kadar mücadele ederiz.
Yürüdüğü yolda iz bırakmayan, o yoldan geçmiş sayılmaz.
Ey şehitlerimiz, siz de Çanakkale’de iz bıraktınız.
Haşa ne Çanakkale’si, tarihimizde de, yüreğimizde de, ruhumuzda da iz bıraktınız.
Bizler ilhamımızı siz şehitlerimizden alıyoruz,
biz de sizin gibi özgürlüğümüze ve barışa bu kentte sahip çıkıyoruz.
100 yıl önce hiç düşünmeden canından vazgeçen sizler
bağımsızlığınızdan, özgürlüğünüzden vazgeçmediniz
çocuklarından, analarından kopan sizler
hürriyetinizden koparılamadınız.
Şimdi, Mehmet Akif gibi hep bir ağızdan haykırarak diyeceğiz ki;
ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım,
hangi çılgın bana zincir vuracakmış? şaşarım
kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım
yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.
Aziz şehitlerimiz size söz;
barışın kenti Çanakkale’de, ülkemizde ve dünyada barışı yücelteceğiz. Kardeş olacağız.
Çünkü Çanakkale Savaşı kardeşlerle, düşmanların savaşıdır.
Çünkü kardeşliğe yapılan bir hücum, tek kelimeyle ihanet katarına eklenmektir.
Türkle – Kürt çatışırsa ne Türk kalır ne Kürt
Aleviyle – Sünni ayrışırsa ne Alevi kalır ne Sünni.
Oysa Türkle – Kürt, Aleviyle-Sünni birleşirse ne zalim kalır ne de zulüm.
onun için barışın kenti Çanakkale’den,
savaşın 100. yıldönümünden haykırıyorum;
Meriç kıyısındaki minicik bir kum tanesinden,
Ağrı dağı’nın yamacındaki yabani bir ota kadar her yere barış istiyoruz
Sinopta şu anda sahile vuran bir dalganın köpüğünden,
Hatay’ın Kızılçat köyünde açan çiçeğe kadar
herşeyde barış istiyoruz.
İstiyoruz ki; etrafımızdaki çember daralmasın,
barış ve özgürlük nefes alsın.
Barışın kenti Çanakkale’nin Belediye başkanı olarak;
inatla ama umutla barışın hakim olduğu bir dünya hayalimi sürdüreceğim.
Biliyorum ki ;
şehitlerimizin mezarlarında ki her bir kitabeyi öpen çanakkale rüzgarı, koparılmış güller gibi solan kahramanlardan her yere barış taşıyacak.
Biliyorum ki;
100 yıl önce kavuşma hayallerinin eriyip kül olduğu bu yerden, barış adıyla bir kıvılcım yanıp, çoban ateşiyle dağları dolaşacak.
Bunun için biz de siz şehitlerimiz gibi;
ekmeğimizden tasarruf edeceğiz, ama şerefimizden asla
candan olacağız, yardan olacağız,
ama özgürlük ve barış kokan bir dünyadan asla
biz de sizler gibi;
düşmanımızı kucağımızda taşıyacağız, ama sırtımızda asla.
Son nefesimizi tüketeceğiz, ama onurlu mirasınızı asla.
Bedenimizi çiğnetiriz, ama özgürlük ve barış yeminimizi asla.
Ey aziz şehitlerimiz,
siz toprağın altındakiler, biz üstündekilere ilham olsun.
Bükülmez bileklerinize, korku bilmez yüreklerinize selam olsun.
Özgürlük için toprağa düşüp, toprak olan siz şehitlerimizin ruhları şad olsun.
Saygıdeğer misafirler,
18 Mart Şehitler günü ve Çanakkale Deniz Zaferi’nin 100. yılı anma konuşmama son verirken;
bizlere bağımsız, başı dik bir ülke, özgürlükçü bir ruh miras bırakan başta Mustafa Kemal Atatürk ve mücadele arkadaşları olmak üzere, onların kurduğu laik ve demokratik cumhuriyetimizi korumak ve kollamak ülküsüyle, ülkemizin varlığı ve bütünlüğü için dün olduğu gibi bugün de hiç düşünmeden canını vermiş Türk Silahlı Kuvvetlerimizin, Emniyet teşkilatımızın tüm şehitlerini rahmet, gazilerimizi minnetle anıyor, aziz hatıraları önünde saygıyla eğiliyorum.
Çanakkale gibi tarihi sorumluluğu çok büyük bir kentin belediye başkanı olmanın onuru ve 1915’in omuzlarımızdaki derin sorumluluğuyla sizleri sevgi ve saygıyla selamlarken
son sözüm şudur;
yaşasın kardeşliğimiz , yaşasın özgürlüğümüz
ve yaşasın barış…
Çanakkale Belediye Başkanı Ülgür Gökhan 
https://www.facebook.com/pages/Ülgür-Gökhan/644000068981427

100 Yılda Gençliğin Çanakkale Destanı 2015


 


 

2014 HAZİRAN 16 – Atatürk, Atatürkçülük ve Cumhuriyet Düşmanlığı

AAKM Makale - Hurriyet - OmerCan Banner 2013.v3

Atatürk, Atatürkçülük ve Cumhuriyet Düşmanlığı

Dış güçlerin dışarıdan, iç güçlerin içeriden yıkmaya çalışıp yıkamadıkları; Cumhuriyetimize ve onun kurucusu Büyük Kurtarıcı Atatürk ile veAtatürkçülük ile alıp veremekleri nedir?

Bu Atatürk düşmanlığı nereden geliyor?

Bu konuda okuduklarımı bir araya getirdim bu yazıda.

“Atatürk” ismi Cumhuriyet harcının suyudur; Çanakkale’dir, Kurtuluş Savaşı‟dır; şehit ve gazilerdir; özgürlük ve bağımsızlıktır; millî ruhtur; önder gücü “örgütlü halk ordusudur”.

Bu düşmanlığı anlamak için Osmanlı tarihine bakmak gerekir. Atatürk ve Atatürkçülük düşmanlarının atalarını Osmanlı tarihinde bulabilriz. Bu düşmanlığın ataları, her türlü yenilik ve gelişmeye karşı olan, şeyhülislam ve medrese kurumu, yeniçeri ve ilmiye (uluma) sınıfı, ahi loncaları, arasta esnafı ve buna benzerleri, her zaman ayaklanma ve isyan çıkarmışlardır. Patrona Halil, Kabakçı Kul Mustafa… 31 Mart… Hürriyet ve İtilaf Fırkası, Ahrar Fırkası, İkinci Grup… Bunların aslında Atatürk düşmanlığı Cumhuriyet düşmanlığıdır. Cumhuriyet, gericilik yuvası olan medreseleri, tekke ve zaviyeleri kapattığı, ilmiye sınıfını tasfiye ettiği için bunlar Cumhuriyet düşmanıdırlar. Şimdi bunlar Cumhuriyeti ve onu ayakta tutan tüm temelleri yıkmaya ve teker teker tasfiye etmeye çalışmaktadırlar.

Temel bir sosyolojik kavram olarak, her devrimin kendi karşı devrimini yarattığı bilinmektedir. Türkiye’de uzun zamandan beri yaşanan çelişki, Atatürk Devrimleri ile Karşıdevrim arasındadır. AKP yönetiminin atalarıda işte bu Osmanlı köklerinden gelen, Osmanlıyı tekrar mezardan kaldırıp hortlatmaya çabalamakta ve karşıdevrimin partisi olduğu için bu yaptıklarını yapmaktadır. Atatürk Devrimi, yeni bir Sevr’den korunmak için Türkiye’yi orta çağdan yeni çağa yani çağcıllığa (modernliğe) geçirmeye; Karşıdevrim ise, onu orta çağda tutmaya çalışıyor. Devrim şıklık ya da hoşluk olsun diye yapılmadı.

Türkiye Cumhuriyeti tarihi iki dönemden oluşuyor: Bilinen Atatürk Devrimi dönemi (1919 – 1950) ve Karşıdevrim dönemi (1950‟den bugüne kadar). Karşıdevrim şu temeller üzerinde kuruldu: Halkevleri ve Köy Enstitülerinin kapatılması, İmam Hatip okullarının açılması, öğretmenliğin 2. sınıf meslek haline getirilmesi. 1950‟den sonra CHP hiç iktidar olamadı, hatta daha doğrusu tek başına iktidar olamadı. Yaptığı muhalefet ise, zayıf ve şaşkın oldu. Atatürk Devrimini savunacak yerde, onu ayraç içine alıp Avrupa’dan sosyal demokrasi ideolojisini ithal ettiler. Partiler ve önderler değişse bile 1950‟den bu yana Karşıdevrimin “tek-parti” dönemini yaşıyoruz. AKP’nin karşıdevriminin hedefi şeriat diktatörlüğü, yani Türkiye‟yi İran‟a benzetmektir ki, gidişhatta bakıldığı zaman bu istikamette doğru hızlı adımlarla gittiğimizi götürülüyoruz ve epeyce de yol almışız bence. Batı emperyalizmi bu tip gelişmeleri zaten hep çok sevdi, hep alkışladı, hala da alkışlıyor ve destek oluyor. Kısacası Sevr Antlaşması ardından Rumeli’den kovulan Türklerin bu sefer Anadolu’dan da kovulmalarının planıdır yapılanlar.

Atatürk ve Atatürkçü çizgi, laikliği temel ilke olarak benimsediği için, onlara göre, dine karşı bir tutum içindedir. Oysa, çok bilinen şeyleri söyleyip geçmek bile, laikliğin aslında din(ler)in özgür bireyler tarafından seçilme ve benimsenme hakkının korunması; devletin görevinin herhangi bir dinin üstünlüğünü dayatmasını engellemek demek olduğunu; herkesin kendi inancını, kendi vicdanında, deruni bir biçimde yaşaması için hepsine eşit uzaklıkta ya da yakınlıkta durarak, her birinin (hepsinin) güvencesi olarak, hukuksal varlığıyla garantörlük görevini üstlendiğini herkese anlatabilir. Tabii, anlamak isteyene! Onlar dini temel alan bir sistem istiyorlar; Atatürk ve onun düşüncesinde olanlar ise Devlet‟i, herkesi kucaklayan, herkesin özgürlüğünü, inancını ve düşüncesini garanti altında tutmak isteyen, ulusal, (yani tüm ulusu diğer bir deyimle tabiiyeti, uyruğu kapsayan) uygulamalarla dünyaya, uluslararası ölçütlere uyumlu, çağdaş bir kimlik ve düzen peşindedir.

Din, bir inançtır. Hangisi olursa olsun, dinler kurallarını dayatır. Onlara karşı durmak demek, o dinle bağlarını koparmaya varabilecek bir yalnızlaştırmayla karşı karşıya kalmak demektir. Bunun için, kilise ile çatışmaları ve aforozu düşünmek bile yeter. Oysa, hukuk çerçevesinde işleyen bir devlet, bütün organlarıyla, yurttaşlarının her anlamda ve bağlamda özgürlüklerini öbür yurttaşların özgürlüklerinin sınırlarına kadar kullanmalarını sağlamakla yükümlüdür. Dinde “bağlanmak” ve onun tüm kurallarına uymak bir zorunluluktur. Devlet ise belli kurallar çerçevesinde işler ve bunun için anayasası, yasaları, kurum ve kuruluşları vardır. Dinde erk, kutsal olan Allah, peygamber ve onlar adına davrandıklarını savlayan kişilerdedir. Devlet’te ise bir aygıt söz konusudur. Bu aygıtı demokrasi kuralları içinde şu veya bu yönetebilir. Bazen de, gücü herhangi bir biçimde elinde bulunduran kişi ya da gruplar ya da şahıslar da bu aygıtı ele geçirip, laik kurallar içinde yürümesini sağlayabilirler. Çatışma bunun içindir.
Ancak, bizdeki dinciler açıkça din düzeni yanlısı görünmek istemezler ve ikiyüzlü davranarak demokrasi içinde din kurallarını egemen kılmak yolunda çaba harcarlar. Oysa bu, eşyanın tabiatına aykırı bir durumdur. Dinsel ya da dinci yönetim, varoluşu gereği, kendi kurallarını koyarak yürüyeceği için, yasalar zamanla geçersizleşir ya da değiştirilerek dinsel güdüme sokulur. Dinci anlayışla demokrasiyi uygulamak olanaksızdır. İşte sorun buradadır. Çağdaş ve hukuksal olan mı; dinin kurallarını yeniden dayatan, tutucu, bağnaz ve tapınma kurallarının sınırladığı bir çerçeve mi?

Dikkat edilmeyen ve fazla konuşulmayan birşey de, Cumhuriyet devrimi gerçekleşirken karşı devrimin zaten Meclis’in içinde olmasıydı. Atatürk Devrimlerinin daha adı bile konmamışken, temelleri atılan devrimlerin karşı devrimleri ta o zamanda mevcut idi. Tarih henüz 30 Ağustos 1922’de, Büyük Savaş’ın hazırlıkları yapılırken, Keçiören’de, Refet Paşa’nın evinde, Rauf Bey (Orbay) “Saltanat ve hilafet makamına vicdanımla ve duygularımla bağlıyım… Bizde ulusu ve kamuoyunu elde tutmak güçtür. Bunu ancak, herkesin erişemeyeceği kadar yüksek görülmeye alışılmış bir makam sağlayabilir. O da, saltanat ve hilafet makamıdır.‟ dememiş miydi? Zafer kazanıldıktan sonra, 1 Kasım 1922’de saltanatın kaldırılması kararı Meclis‟in özel komisyonunda görüşülürken, komisyon üyesi hocalar, hilafetin saltanattan ayrılamayacağını, din kurallarına dayanarak iddia etmiyorlar mıydı? Bunun üzerine, Mustafa Kemal söz alarak, “Efendiler, egemenlik ve saltanat hiç kimse tarafından, hiç kimseye bilim gereğidir diye, görüşme ve tartışma ile verilmez. Egemenlik, saltanat, kuvvetle, kudretle, zorla alınır…” de-medi mi? Komisyon Başkanı Hoca Mustafa Efendi bu sözler üzerine, “Af edersiniz efendim, biz konuyu başka bakımdan ele alıyorduk, açıklamalarınızla aydınlandık” dedikten sonra, bu önemli devrim Meclis‟in karma komisyonunda kabul edilmedi mi? 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilan edilince, Mustafa Kemal’in kimi en yakın arkadaşı sanılanlar, İstanbul gazetelerine, ”beklenmedik bir durum, konuyu Cumhuriyet kelimesi bakımından ele almak doğru değildir. Erken ilan edildi” diyerek karşı çıkmadılar mı? Daha sonra, Cumhuriyet rejimine karşı durup, çalışmadılar mı? Saltanatın kaldırılmasından birkaç ay sonra, bu kararı içine sindiremeyen Millet Meclisi üyesi Şükrü Efendi “İslam Halifeliği ve Büyük Millet Meclisi” adıyla yayınladığı kitapta, ”Halife Meclis’in, Meclis halifenindir.” diyerek TBMM’nin halifenin bir danışma Meclisi olduğunu ve yeni seçilen halifenin de Devlet Başkanı olduğunu belirtmemiş miydi?

1950’de iktidara gelen Demokrat Parti, ilk hükümet programında, “halk tarafından kabul edilen ve halk tarafından kabul edilmeyen devrimler” diyerek Atatürk devrimlerini resmen ikiye bölmedi mi? Daha sonra gelen sağcı iktidarlar, daha fazla oy toplayabilmek için, daha fazla “imam hatip ortaokulu ve lisesi”, daha fazla “Kuran kursu” olmalıdır diyerek bunların sayısını binlere ve on binlere çıkarmadılar mı? Atatürk, “Yaşamda en gerçek yol gösterici ilimdir, fendir.” derken; çağdaş bir toplum, laik bir Cumhuriyet yaratmak isterken; gerçekler din kurallarındadır diyenler giderek etkinleşmedi mi? Köy enstitüleri kapatılmadı mı? Halkevlerinin kapılarına kilit vurulmadı mı? Demokrasi, sadece sayısal çoğunluk, sadece sandık olarak kabul edilmiyor mu? Eleştirel akıl yerine, dinsel doğmalar giderek ön plana çıkarılmadı mı? Bu koşullarda Atatürk düşmanlığı nereden geliyor sorusu, böylece tarihsel ve sosyolojik açılardan yanıtlanmış oluyor. Burada sorulması gereken soru da şudur: Bu koşullarda daha başka nasıl olabilirdi ki?

Sorun “isim” değil, ismin yaptıklarından “öncesi ve sonrasıdır”, iktidar partisi “buz dağının” görünen kısmıdır…

Öncesinde, padişahlık döneminde hükümdar, Müslüman toplum gözünde, şeriat yasalarını uygulayan, Yaradan’ın imparatorluk sınırları içerisindeki temsilcisidir. Bu yasalar, “O’nun” son elçisiyle gönderdiği kutsal kitabın bizden istedikleri demektir. Bu yasaların uygulanmasında, tarikat, mezhep, cemaat liderleri ve kadılar etkindirler.
Sonrasında, cumhuriyetin yasaları geçerlidir; “insan”, “Yaradan’la”, kendi vicdanında buluşur. Bu bir devrimdir; padişah, şeyhülislam, kadı, hacı, hoca, şeyh, şıh yoktur; kutsal kitap kişisel ihtiras ve çıkarlar adına yorumlanamayacaktır; bu, bir güç kaybıdır ve kabul edilemez.

Bu, kişiye yönelik bir “düşmanlık” değildir; kaybedilmiş olan gücün yeniden kazanılması, cehalet aracılığıyla teslimiyetin yeniden egemen olmasıdır. Seçilen isim, temsil ettiği değerler bütünü doğrultusunda “hedefin adıdır”; bunun gerçekleşmesi için maddi ve manevi alanlarda cihat gereklidir. Bunun adı da gericiliktir.

Benzer durum “bölücü feodal zihniyet” için de geçerlidir. Kan emici bin yıllık feodal zulüm “özgür ve eşit yurttaş” kabul edemez. Aşiret egemenliğinin sona ermesi ve sömürünün bitmesi, toprak reformu, bu zalimlerin sıradan yurttaş olmaları sonucunu doğuracaktır; zulmün adı “töredir”, cezası ölümdür, baskıya dayanamayıp kaçan ana da olsa, kardeş de olsa, gittiği yerde bulunur, öldürülür; köyler basılır, kadınlar, yaşlılar, bebeler öldürülür; sonra da “böyle yapmasaydık bizi ciddiye almazlardı” denir. Bu çağ dışı zihniyetin de son yıllarda aynı“hedefi” seçmesi ve saldırması bu nedenledir. “Feodalizm ve Gericilik”, “şer ve savaşın” adlarıdır, geçmişte de aynı zaman dilimleri içerisinde harekete geçmişlerdir, aynen bugün olduğu gibi, aynı kaptan “şer içerler”. Bu kap bugün BOP kabıdır, bu tarihî bir fırsattır, bir daha ele geçmez ve bu fırsat değerlendirilmelidir.

Tümur Selçuk’un dile getirdiği gibi; “BOP emperyalizmdir, sömürüdür. Dünyada birkaç ailenin başı çektiği Güç ve Para Tarikatının (GPT) ve ona salkımlanmış bir takım asalak tüccar ve politikacının oluşturduğu, sıkıntılı ülkelerin siyasî ve ekonomik özgürlüklerini kısıtlayan ve kendi çıkarları doğrultusunda yönlendiren bir “şer ve savaş” yapılanmasının Orta Doğu planıdır.

(GPT) kendisine hizmet edecekleri seçer. Genelde kendi bünyesinde yetişmiş olanları ya da toplumun bir biçimde peşine takıldığı, yahut takılabileceği isimleri belirler, bunların zayıflıklarını kullanarak sömürü hedefine ulaşmaya çalışır. Güney Amerika ülkelerinde böyle olmuştur, ülkemizde de böyle olmuştur ve olmaktadır. Bunun için, din, etnik köken ve siyasi görüş alanları, kullanılabilirlikleri ölçüsünde makbuldürler. En geçerli kavram slogan “DEMOKRASİ”dir! Medyamızda “demokrasiden” bolca söz edenleri yakından izlemek ve ana maksatlarını sezmek gerekir.”

Toplumsal hareketler boşluk kabul etmez. Cumhuriyet devrimlerine “özünde” sahip çıkamayıp bunu hayata geçirememiş toplumlarda, aydın da, cahil de aynı ölçüde pay sahibidir, hadi cahil bir ölçüde bağışlanabilir, ama aydın asla. Özel günlerde bayrak sallayıp şiirler okuyarak ya da “andımızı”, “çarpık” bir eğitim sistemini süslemek için ezberletmekle laik cumhuriyet korunamaz ve gelişemez. Maddî ve manevî yoksulluklara sahip çıkarak, dertlinin ayağına kadar giderek derdine planlı, programlı ve örgütlü bir biçimde el atmasını bilememiş ve çağdaş anlamda aydınlatamamış olan “ göstermelik” bir cumhuriyet anlayışı ve uygulamalarının oluşturduğu büyük boşluğu “şer ve savaş erbabı” kurnaz ve hazırlıklı bir biçimde doldurmuştur. Kredi kartı denen “çağdaş kelepçelerimize” olan aşkımızı, hayallerimizi satın almaya yarayan sevdamızı terk edecek gücü bulmadan, “onurumuzdan başka kaybedecek bir şeyimiz kalmadı” deyip “dik durmadan” bu belaları aşmak mümkün değildir.

Saygılarla,

Ömer Can Şirikçi

omercan.sirikci@ataturk.org.au

Avustralya Atatürk Kültür Merkezi