2013 ARALIK 2 – ANADOLU 10 BİN YILDIR TÜRK YURDU
ANADOLU 10 BİN YILDIR TÜRK YURDU
Batılı bilimsel soykırım yapanlara, Türklerin tarihini yok edenlere, hatta Türkleri tarihsiz bırakmak isteyenlere ve ümmetçilikle yeni İslami çizgiler içinde tarih yazanlara yazdıranlara, Anadolu’nun en az 10bin yıldır Türk yurdu olduğu, Türk bilim adamları tarafında belgeleri ile kanıtlanmaktadır. Türkiye’nin parçalanması projelerinin etkilerini yaşadığımız süreç içerisinde bu çalışmalar ve kanıtlar istiklal ve cumhuriyetimizi korumada önemli bir yer tutmaktadır.
Çalışmaların başlangıcında şu sorularla yola çıkıldı; Eski çağda hangi Türk medeniyetleri vardır? Türklerin ana vatanı neresidir? Anadolu Türklerin ikici yurdumu? Türkler 1071 Malazgirt Savaşı ile mi Anadolu ya geldiler, yoksa Türkler Anadolu ya daha önceden mi gelmişlerdi? Anadolu Türklerin kaç yıldır vatanıdır?
Batılı bilim adamları tarafından çizilmiş tarihteki Türk imajı, bir nevi senaryo, Türk tarihini saklı tutup ortaya çıkarmamak için tüm dünyaya anlatılan ve biz Türklere kendi okullarımızda ezberletilen büyük bir masaldan başka bir şey değildir. Bir çoğumuzun bildiği gibi batılılar Türkleri savaşçı, barbar, vahşi, soykırımcı olarak tanımlar. Anadolu Türklerin ikinci yurdudur, orta Asya dan geldiler, göçebeydiler, medeni değildiler, hem göçüyorlardı hem çadırda yaşıyorlardı, hayvancılık yaparlardı, savaş yapmasını iyi bilirlerdi, bunlar vahşi, barbar insanlardı, imajını hem biz Türklere hem de tüm dünyaya yutturmuşlardır. Biz Türkler göçebe olduğumuzu kabul ederek, batılıların yazdığı bu senaryoda rolümüzü kabullenmiş oluyoruz.
Anadolu’ya geldiniz bizi yerimizden yurdumuzdan ettiniz, diyerek Türkiye’den toprak isteyen komşularımızdan tutun, içimizden bizi bölüp parçalamak için kullanılan PKK terör örgütüne kadar bir çok unsur yaratan batılı emperyalistlerin ellerindeki en büyük kozları tek tek yok edip, bilgi esaretinden kurtulup, aydınlığa çıkmamız gerekmektedir.
Türkler binlerce yıl önce devletler kurmuş, medeniyetler kurmuş bir millettir. Bunların kanıtları gün ışığına çıkmaktadır. İşlemelerde, motifler de Türk izleri olan Anadolu ve dünyanın birçok kıtası Türk tarihinin ne denli eskilere gittiğini ve medeniyetin Türklerle başladığını haykırmaktadır.
Tarih Sümerlilerin çivi yazı ile başladı. Sümerliler Türk’türler. İtalyanların, İtalyan medeniyetlerinin ve Latinlerin kökenlerinde Türklük ve Türkçe vardır.
Bugün dünya üzerinde Türklerin yaşamadığı hemen hemen hiçbir yer yoktur. Bu durum binlerce yıl önce de böyle idi.
Tarih ne zaman başlar? Tarih yazının keşfi ile başlar, fakat yazının keşfinden öncede medeniyetler vardır. Bilinen tarih yazıya geçmiş olan bölümünün öğrenilmesi kolay olduğu için oldukça kesin bir şekilde tespit edilebilir ve öğrenilebilir. Yazı öncesi tarih arkeolojik buluntulara dayanarak verilerin birleştirilip bilimsel bir çerçevede ortak kabulü ile tespit edinilmelidir.
Yazıyı ilk kullanan medeniyet Mezopotamya’da Sümerliler olarak tespit edilmiştir. Milattan Önce (MÖ) 3200’lü yıllarda yazı kullanılmaya başlanmıştır. Aynı zamanlarda Mısır medeniyeti de hiyeroglif yazı kullanmaya başlamıştır. Yani eski çağın iki büyük uygarlığı, medeniyetin beşiği olan eski Ön-Asya’nın iki köşesinde tarihi yazıya dökmüşlerdir. Eski Ön-Asya’nın diğer bir köşesi olan Anadolu yazıya ancak Mezopotamya, Asurlu tüccarlar tarafından 1200 yıl sonra kavuşur. Anadolu hakkında MÖ 1200 yıllarından sonra günümüze değin çok zengin bir veri tabanı ve bilgi birikimi var. Ancak MÖ 2000’li ve hatta 3000’li yıllara kadar dayanan Anadolu hakkında o kadar geniş bilgi olmamasına rağmen, Mezopotamya kralları tarafından bırakılan yazılar yeterince bilgi edinebilmemize yardımcı oluyor.
Bu belgelerin kronolojik olarak en eskisi Akat Krallarının bırakmış olduğu belgelerdir. Akatlar bu günkü Arapların en eski atalarıdır.
Sümerler MÖ 3500’lerde güney Mezopotamya, yani Basra Körfezine ve civarına geliyorlar. Sümer medeniyetini burada yaşatabilmek için Dicle ve Fırat nehirlerinin oluşturduğu doğal bataklıkları kurutuyorlar ve tarıma ve hayvancılığa uygun bir hale getirip, etrafı surlarla çevrili şehirlerde küçük devletler kuruyorlar. Bir çok küçük devletler kuran Sümerliler devamlı birbirleri arasında savaşıyorlar ve bir araya gelerek birleşik büyük bir devlet kurmayı başaramıyorlar. Ama onların yapamadığını Akatlar yapıyor. MÖ 2500’de tarih sahnesine çıkan Akatlar Sümerlilerle savaşmaya başlıyor ve 150 yıl sonra MÖ2350 yıllarında büyük bir devlet kurmayı başarıyorlar. Bu devlet yaklaşık 15 yıl içerisinde fetihler sayesinde bir imparatorluğa dönüştürülüyor. Akat imparatorluğu tarihteki ilk imparatorluk olarak kabul ediliyor. Akatlar sınırlarını askeri seferlerle batıda Mısıra dayanan, kuzeyde Anadolu’yu da içine alan büyük bir imparatorluk kuruyor.
Akatlar Anadolu ile yakından ilgileniyorlar ve imparatorluk sınırları genişletmek için ilk defa Akat imparatorluğunun kurucusu olan Sarhun, Anadolu’ya seferler düzenleyip Anadolu’daki şehir devletlerinin etrafında ticaret koloniler kuruyor. Şehirlerin surlarının dışına ticaret yapılan alışveriş merkezleri ve pazarlar kuruluyor. Bu merkezlerden birisinde bir problem çıkıyor. Bruşhanda denilen yaklaşık olarak Aksaray Acemhöyük civarındaki bir şehir devleti kralı ve tüccarlar arasında çıkan anlaşmazlığı çözmesi için Sarhun buraya davet ediliyor ve gelip problemi çözüyor. Yaklaşık 75-80 yıl sonra Sarhun ölüyor. Hatti kralı Pampa’nın önderliğinde on yedi (17) Anadolu şehir devletleri, kralın ölmesini fırsat bilip bir ittifak oluşturarak ayaklanıyorlar. Sarhun’un torunu Naramsin Akat imparatoru olarak tahta çıkıyor. Naramsin Anadolu’ya gelip bu ayaklanmayı yatıştırmak mecburiyetinde kalıyor.
Akatlar tarihlerini çivi yazıları ile hazırladıkları iki yüzlü kil tabletlerle belgelendiriyorlar. Bu tabletlerden T.C. Devlet arşivlerinde olan çok önemli, Kabu ismi verilen 3-13 numaralı tabletlerdeki metinlerde anlatılan olayların içeriğinde ilk defa Anadolu’da yaşayan bir Türki şehir devletinden bahsediliyor. Bu çok önemli bir tespit çünkü, batılı bilim adamlarının Türklerin 1071’de Anadolu’ya Malazgirt savaşı ile geldikleri uydurma tarihi çürütüyor. Bu kil tabletler üç ayrı yerde yukarıda bahsedilen Ön-Asya’nın üç ayrı köşesinde arkeologlar tarafından keşfediliyor. Mısır’da Amarna Arşivinde, Babil’de Mezopotamya’da ve üçüncü kopyası Hititlerin başkenti Hattuşaş (Boğazköy) kalıntılarında (Çorum yakınlarında) bulunuyor. Bu tabletlerdeki çivi yazısı 1938 yılında Alman filoloğu Güterbock tarafından tercüme edilip Almanca yayınlanıyor, fakat içeriğindeki bu önemli bilgi uzun zaman hiç kimsenin ilgisini çekmiyor. Prof. Dr. Ekrem Memiş araştırmaları sırasında yaptığı tercümelerde bu muhteşem bilgilere ulaşıyor.
MÖ 3000’li yıllarında Anadolu’nun siyasi, ekonomi ve etnik yapısı ve tarihi hakkında çok önemli bilgiler veren bu metinlerin değerinin yeni farkına varılıyor. Anadolu’da o dönemde yazı olmadığı için, Anadolu ile ilgilenen komşu bir kavimin kralının yazdırdığı bu metinlerin 15’inci satırında Türki Kralı İlşunail’in adı geçiyor. İlk defa bir yazılı metinde Türk adına burada rastlıyoruz. İlşu il tutan anlamına geliyor; yani göçebe değil kendine vatan edinmiş oturaklı bir toplumu ifade ediyor. At üstünde kılıç sallamanın ötesinde medeniyetin ölçüsü olan bir devlet kurmuş uygar bir millet olarak ortak bir birlik oluşturmak ve buna devlet denmesi medeniyetin ölçüsüdür. Türklerin Anadolu’da olduklarının ilk ispatı MÖ 2250’lere günümüzden 4250 yıl öncesine ait. Bu belge Türklerin Anadolu’ya 1071’den çok ama çok daha öncelerinden geldiğine dair ispat eden belgelerden sadece birisi. Bu belgenin haricinde birçok başka belgelerde var.
MÖ 2000’li yıllardan kalma diğer tabletlerde Turuk isimli başka bir şehir devletinden yüzlerce defa yüzlerce belgede bahsediliyor.
Bu bilgilerden yola çıkarılacak elde edeceğimiz önemli bir başka sonuç ise; tarihte adı geçen ilk Türk devletinin Göktürkler olmadığıdır. Göktürkler Milattan Sonra (MS) 552 ve 744 arası iki ayrı devirde birinci ve ikinci Güktürk devletleri olarak hüküm sürmüş ve tarihe geçmişlerdir. Orhun yazıtları ile ilk defa “TÜRK” adının yazılı bir metinde yer aldığı tespit edilmiş ve yukarıda bahsettiğim yeni tespite kadar tarihteki en eski Türk devleti unvanını şimdiye kadar taşımıştır. İlginç olan tarihi tekrar sil baştan yazdıracak bu ve bunun gibi bir çok bilgi Türkologlar tarafından gün ışığına çıkarılmaktadır.
Bulunan yazılı metinlerin dışında, yapılan tespitlerin bir başka boyutu da arkeolojik buluntularla Anadolu’nun Türklerin yurdu olduğu ispatı çok daha öncelere dayandırılabiliyor. Bulunan bu metinde Anadolu’da yaşayan diğer kavimlerin adları geçiyor. Hurri ve Hatti kavimlerinin içinde olduğu 17 şehir devletinden olan ittifakı Akat kralının mağlup ettiğini anlatıyor. Hurri’lere karşı düzenlediği seferleri ve ardından aldığı gümüşten ve bakırdan yapılmış değerli eşyaları ve ganimetleri anlatıyor. Bu metin aracılığı ile Anadolu’nun maden zenginliklerini öğrenmiş oluyoruz ki buda bize madenleri işleyen bir medeniyetin varlığının 4250 yıl önceleri Anadolu’da var olduğunu gösteriyor. Hurrilerin konuşmuş olduğu Hurrice dili, Sümerce ve Türkçe ile akraba bir Asyanik dil. Hurrilerin yaşadığı bölge doğu ve güneydoğu Anadolu, Kuzey Suriye ve Kuzey Irak bölgeleri ve hatta zaman içinde Kafkaslara kadar dağılıyorlar. Arkeolojik buluntulara göre Hurrilerin varlıkları MÖ 6000’lere kadar gidiyor yani günümüzden 8000 yıl öncesine kadar. Bu sonuca nasıl ulaşıldığını, bilim adamı Prof. Dr. Ekrem Memiş söyle açıklıyor; bir bölgede bir kavimin yada kültürün değişmediğini gösteren şeyler çanak çömlek yapım tarzı, ölü gömme adetleri ve mimari tarzlarıdır. Bu üç önemli öge MÖ 6000 li yıllardan beri hiç değişmemiştir. MÖ 5000-6000 yıllarına tarihlenen Neolitik devirde, MÖ 3000-5000 yıları arasındaki Kalkolitik devirde de MÖ 2000-3000 yıllarında tunç devrinde de bu üç önemli öge kendini hep korumuş. Kültür yapısından bölgede hiç bir kopukluk yok yani bu bölgede yaşayan kavimin hiç değişmediğini kanıtlıyor. Bu da Pro-Türkler yani Ön-Türklerin tarihi 8000 yıl öncesine dayandırılabiliyor ve mantığa uygun, bilimsel belgeler ve bulgular bir araya getirilip böyle önemli bir sonuca sağlam temeller özerine konularak ulaşılabiliyor. Bu sonuca ulaşmada tamamlayıcı diğer unsurlar da duvarlarda bulunan resimler, motifler ve taşlardaki oymalar, arkeolojik çalışmalarda gün ışığına çıkan çanak, çömlek, balta ve kama gibi savaş aletleri, üslup, tarz ve işleniş şekilleri Türk sanatının kökleri olduğunu göstermektedir. Başka bir deyişle nerede ise aynı elden çıkmış gibidir. Erzurum Atatürk Üniversitesinden Yardımcı Doçent Doktorlar İlhami Enveroğlu, Cengiz Alyılmaz ve Osman Mert beylerin çalışmaları ve sundukları arkeolojik deliller bulunan metinlerdeki bilgilerle örtüşerek Türk tarihinin Anadolu’da en aşağı 8000’li yıllara kadar dayandığını tespit ve teyit ediyor. Önemli bulgulardan biriside Anadolu ile Orta Asya arasında her zaman bir bağlantı olduğu ve hiçbir zaman bir kopukluğa rastlanmaması, kültürel ögelerin birbirinin aynısı olduğu görülmektedir. Buda Türklerin çok büyük bir coğrafyada yaşadığını ve kültürünü bu coğrafyanın her köşesine taşıdığını göstermektedir. 8000 yıl öncesi için Orta Asya ve Anadolu arasındaki mesafe göz önüne konulursa, karınca misali bu binlerce kilometrelik bir coğrafyada Türkler yılmadan, bıkmadan kültürlerini yaymış ve yaşamıştır. Hatta bu yayılma batıda Avrupa’ya ve doğuda Pakistan, Afganistan dan Kore ve Japonya’ya kadar uzanıyor. Farklı coğrafyalarda aynı kültüre rastlanması ve ulaşımın bu günkü kadar rahat olmayıp ilkel koşullarda önceleri yayan sonraları at sırtında yapılması ve gösterilen gayret ve sarf edilen emeğin ne derece büyük olduğunu gösteriyor. Son üç bin yıl içerisinde yaygınlaşan emperyalizmin dışında, daha önceki çağlarda hiç bir ırk, kavim daha önemlisi hiç bir kültür Türk Kültürü kadar çok geniş bir coğrafya ya dağılamıyor.
Anlaşılacağı gibi Avrupa’dan tutun dünyanın öteki ucuna kadar, hangi taşı kaldırsanız altından Türk kültürü çıkıyor. Bunun farkına varan batılılarda, ancak kaldırdıkları taşın altındakini kendilerine mal edebilirlerse kaldırıyorlar, yoksa geri kafamıza taşı vurup Türklük izlerini saklı bırakıyorlar. Aynen Etrüsk araştırmaları için kürsüler açan İtalyan ve bir çok Avrupa devletleri gibi; maksatları Etrüsklerin Yunanlı olduğunu kanıtlamaya çalıştılar ve medeniyetin kaynağı Yunan dan gelmiş olduğuna kanıtlar yaratmak için. Yıllarca yaptıkları çalışmalar gün geldi boşa gitti, bir baktılar ki Etrüsklerin Türklerle bağlantısı var. Kendileri de bu gerçeği kabul ettiler. 2007 yılında Avrupa güzelimiz Gülseri Başarın hazırladığı, Türk Tarih Kurumunun öncülüğünde Bodrum da yapılan Etrüskler Sempozyum da gelen İtalyan, Amerikan, Rus ve birçok Avrupalı bilim adamları Etrüskler iki ayrı Türk kavimin den bir araya gelmiş yeni bir Türk kavimi olduğu sonucuna varıyorlar. Anadolu’dan göç eden Troyalılar yani Truvalılar ve İskitlerin yani Sakaların birleşmesinden meydana gelen bir medeniyet, Etrüskler. İtalyan bilim adamları diğer bilim adamlarınca yaptıkları araştırmaların sonucu olarak bu neticeye varmışlardır ve bu gerçeği düzenlenen sempozyumda teyit etmişlerdir.
Truvalılar Türk müdür diye eskiden beri tartışılırdı, hatta bu konuda ulu önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’te çeşitli araştırmalarda bulunmuştu. Mustafa Kemal’i bu günlerde yok etmek silmek, adını ilkelerini ve öncü olduğu değerleri yok etme çalışmaları var, Atatürk ilkelerini çağ dışı kalmış göstermek isteyen çalışmalar var. Ama bakıyoruz ki Mustafa Kemal sadece bir asker değil, bir komutan değil, sadece bir devlet adamı değil, bilim insanı aynı zamanda ve kültürüne değerlerine ve atasına sahip çıkan, onun için ATA-TÜRK adını anlının terinin son damlasına kadar hakketmiş bir insan. Yani Türkiye Cumhuriyetini kurmuş bizde ona bir unvan verelim değil, oda önemli ama bunun da ötesinde atalarına sahip çıkan, onları yücelten, ama bunu sadece bir propaganda için yapan bir insan değil, gerçekleri araştıran ulu bir önder. Atatürk Truvalılar için, “Ben Hektor’ün öcünü aldım!” diyor. Peki kimdir Hektor, Şimdi Çanakkale dolaylarında yaşayan bir Anadolu kavimi olan Truvalıların kralı. Homeros’un İlyada adlı destanında Truva savaşları bütün ayrıntıları ile anlatılıyor. Arkeolojik bulgulara göre de bu savaşlar MÖ 1240-1230 yılları arasında yapıldığı öğreniliyor. 10 yıl bir zaman dilimi içinde süren bu savaş dünya tarihinde doğu ve batı dünyalarını karşı karşıya getiren, doğu ve batı kavimlerinin ilk mücadelesi. Eski çağ tarihinin ilk boğazlar savaşı, başka bir tarifle ilk Birinci Dünya Savaşı ‘da diyebiliriz. Truva savaşları için ilk medeniyetler çatışması da denilebilir. Çanakkale Savaşlarından yaklaşık 3250 yıl önce meydana gelen doğu ve batı medeniyetleri çatışması. Savaşların başlamasının nedeni bir kadın kaçırılmasından dolayıdır. Troya kralı Priamos’un oğlu Paris’in Sparta Kralı Menelaus (Menelaos)’un karısı Helen’i kaçırması sonucunda Yunanlıların (Akaların yada Akhalların) Anadolu’daki Truva kentine uzun yıllar süren saldırışıdır.
Efsaneye göre, Paris, Truva Sarayında bir süre yaşadıktan sonra Yunanistan’a, Sparta’ya gitmek üzere gemileri hazırlatır ve oraya gider. O sıralarda Sparta kralı olan Menelaos ile karısı güzel Helena’nın konuğu olur Helena Sparta kralı Tyndros’un karısı Leda ile tanrı Zeus’un kızıdır. Helana büyür güzeller güzeli bir kız olur ve evlilik çağına geldikten sonra kocası olarak Menelaos’u seçer. Menelaos büyük babasının ölümü üzerine Girit’e gittiğinde Paris onun hazineleri ve birtakım malları ile Helena’yı kaçırır. Menelaos karısının kaçırıldığını öğrenince ağabeyi Mykenai kralı Agememnon’u yardıma çağırır. Önce savaş çıkmasın diye Menelaus ile birlikte Truva’ya elçi gider. Fakat bu elçilik başarısızlıkla sonuçlanır. Bunun üzerine Odysseus Truva savaşında Akaların en büyük kahramanı Akhilleus’u savaşa katılması için bulur getirir. Çünkü Akaların kahini Kalkhas eğer Akhilleus savaşa katılmazsa Truva’nın alınamayacağını bildirmiştir. Ancak birçok Aka kralları gibi çok zor ve uzun süreceği anlaşılan Truva Savaş’ına bu kahramanda katılmak istememiştir. Bu yüzden saklanmış fakat Odysseus onu saklandığı yerde bulmuş ve Aka ordularının toplandığı Aulis’e getirmiştir. Aka donanması buradan hareketle ilk seferde Mysia bölgesine çıkarma yapmıştır. Akalar Tros’a vardıklarını sanarak buralarda yağmaya başlamışlar ve yanlış yerde olduklarını anlayarak gemilerine binerek denize açıldılar. Akalar daha sonra yine Aulis’ de toplanırlar ve sonunda yaklaşık 1200 gemiden oluşan bir deniz filosu ile Truva’ya varırlar. Fakat Akalar hemen Truvalılarla savaşa girmemiş ancak şehri kuşatmışlardır. Akalar dokuz yıl süren kuşatma sırasında Truva çevresindeki zengin bölge ve şehirlerin değerli silahlarını yağmalamak ile kalmamışlar güzel genç kız ve kadınlarını kaçırarak komutanlar aralarında paylaşmışlardır. Daha sonra iki ordu karşı karşıya gelmişlerdir. Paris Menelaos ile teke tek savaşmayı ve savaşı kazananın Helena’yı almasını teklif eder teklif kabul edilir. Savaş sırasında Menelaos Parisi yenmek üzereyken Tanrıça Afrodit araya girer ve Paris’i kurtarır. Başka bir savaşcı olan Pandoros’un Menelaos’a bir ok atmasıyla iki ordu birbirine girer. Akalı savaşçılar birçok Truvalıyı öldürürler. Savaşın kaderini belirleyen iki kahraman vardır. Korkunç savaşın ünlü kahramanlarından Hektor savaşamayacak kadar yaşlı Truva kralı Priamos’un büyük oğludur. Bir yandan savaşmak ve diğer bir taraftan askerleri muhafaza etmek onun görevidir. Hektor Akaların Akhilleus’tan sonra en büyük kahraman olan Aias ile savaşır. Bu arada Akalar ordugahın çevresini bir sur ve hendek ile çevirirler. Bu durum savaşın Truvalılar lehine gerçekleşmesini sağlamıştır. Akalı Patroklos ile Hektor mücadelesi sonucunda Hektor batı kapılarına kadar kovulur. Patroklos’un Truvalılar tarafından öldürülmesi Akhilleus’u çıldırtır ve Hektor üzerine yürür. Hektor, Akhilleus tarafından öldürülür. Bundan sonra Truva tahta at hilesi ile düşer.
Truva savaşının tuzak ve hile ile kazanılmasında bir tahta atın kullanılması önemli bir unsur; çünkü at kutsal bir hayvan Türkler için. Truvalıların çok güzel at yetiştirdikleri ve bu konuda uzman oldukları bilinmektedir. Aka’ların Truvalıları en çok sevdikleri şey ile kandırmaları ve tuzağa düşürmeleri Türklerin At kültü ile bağdaşan bir öge. Tahta atın içinden çıkan gizlenmiş askerler gece surların kapılarını açıp Akaların içeri girip şehri yakıp yıkmalarının ve savaşı kazanmalarını sağlıyorlar.
Truva’dan kaçan, Truva hanedanlarından Aeneas İtalya’da Etrüsk medeniyetini kurar. Etrürksler batılılar tarafından Tyrrhenians olarak ta bilinir ve dikkatli bakılırsa ve okunuşu TURAN kelimesi özünden geldiği söylenebilir. İtalya yarımadasının batısında kalan denize de bu isim verilir. Şaşırtıcı değil mi? Anlaşılacağı gibi kurulan bu yeni medeniyet, yani Roma aslında yeni Troya’dır ve Türk kökenlidir.
Şimdi neden İtalyanların bir Anadolu Türklerine ne denli benzer olduğunu anlayabiliyoruz. Atatürk’ün neden Hektor’un öcünü aldım dediğini şimdi daha iyi anlıyoruz.
Bu gerçek aslında Osmanlı imparatoru Fatih Sultan Mehmet zamanında da dile getirilmiş. Fatih’in Papa 2. Piyos’a yazmış olduğu bir mektupta “Biz İstanbul’u almakla Yunanlılardan Hektor’un öcünü aldık. Biz Hektor’la aynı soydan geliyoruz ve aynı milletin torunlarıyız. Sizin bana düşman olmanızı ben anlayamıyorum” diyor. Bu da bizlere okumanın ve araştırmanın, tarihini iyi bilmenin ve atalarına sahip çıkmanın ne denli önemli olduğunu gösteriyor.
Hem Fatih Sultan Mehmet, hem de Mustafa Kemal’in İstanbul’u batının işgalinden kurtarmış oldukları gerçeği ile karşılaşıyoruz. Bu da demektir ki Mustafa Kemal İstanbul’un ikinci Fatih’idir. Bu sebepten dolayı her iki liderimize de olan saygımızın sonsuz olduğunu tekrar kalplerimizde hissediyoruz. Bu arada hatırlatmakta fayda vardır diye düşünüyorum, Fatih Sultan Mehmet’i sevip te Atatürk’ten nefret edenlere lafım; neden Fatih’i seviyorsunuz da İstanbul’u Türklere ve İslamiyet’e tekrar kazandıran, kafirlerden kurtaran ulu önderimiz Atatürk’ü neden sevmiyorsunuz? İkinci Fatih, Mustafa Kemal Atatürk’tür bunu aklınızın bir köşesine iyice yazınız derim.
Tarih boyunca aklı başında iyi eğitimli tüm dünya liderleri kullandıkları tüm kavram ve sözcüklere dikkat etmişler ve ad seçimlerinde özen göstermişlerdir. Bizim aklı başında dünya çapında iki liderimiz Fatih ve Atatürk’te bu konuda ölçülü davranmıştır. Yeri gelince kazandıkları zaferin sadece o günü ilgilendirmediğini ve verdikleri savaşların birer rövanş olduğunu irdelemeyi de unutmamışlardır. Bir konuya da burada yeri gelmişken değinelim.
Agamemnon, Truva’ya saldıran Akaların deniz filosunun başkomutanı Mikenay Kralının ismidir. Agamemnon Çanakkale’ye saldıran ve çıkarma yapan bir zırhlının da adıdır. Çanakkale Deniz muharebesinde düşman filosu yenilince ve denizden Çanakkale boğazını geçemeyip İstanbul’u işgal edemeyince, birinci Dünya Savaşı sununda 30 Ekim 1918 akşamı imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması belgesinin Limni adasının Mondros Limanı’nda demirli savaş zırhlısının Agamemnon’dur. Barış antlaşması adı altında İstanbul’a gelen düşman zırhlısını Agamemnon’dur. Batılı düşmanlarımız tarafından seçilen isim ve yapılanlar bilinçli bir şekilde yapılmıştır. Durum bugün de hiç farklı değildir. Devleti yönetenlerin tarihlerine çok dikkat etmeleri ve bilinçli davranmaları şarttır, attıkları her adımımın, açtıkları yada açacakları her kapının sorumluluğunu taşıyor olmaları gerekmektedir. Devlet büyüklerinin sorumluluğu çok büyüktür bu açıdan. Düşman Agamemnon zırhlısını geçirmiştir boğazlardan ve Osmanlı’ya teslimiyet imzasını bu zırhlıda attırmışlardır. Özellikle bu zırhlıyı seçmişlerdi ve Atatürk bunun farkında idi, çünkü tarihini çok iyi biliyordu. Şimdi Türkleri Anadolu’dan atarak, yeniden Sevr getirerek, Türklere geldiğiniz yere orta Asya’ya gidiniz diyerek, ki geldiğimiz yer aslında burasıdır, Türkleri Anadolu’dan atma projeleri bitmek tükenmek bilmeyecektir batılıların. Batılıların izini sürdüğü Agamemnon, Truva, Hektor, Aşil kavgası, özünde doğu ve batı çekişmesi her daim yaşanacaktır. Yani mahiyeti aynı olup, çağlar değiştikçe dekor değişmektedir.
Anadolu’nun Türklerin ikinci vatanı olduğunu vurgulamak ve her sene 1071 Malazgirt Savaşını 26 Ağustos gününde sabah namazı ile kutlamaya başlamak çok ama çok yanlış ve tehlikeli. Neden yanlış 26 Ağustos günü Türk Silahlı Kuvvetleri Günü ve Anadolu biz Türklerin en az 8000 yıllık vatanı, hatta daha da eskilere dayanmakta. Neden tehlikeli, çünkü Atatürk’ün Tarih Tezine karşı bilinerek yapılan bir girişimdir. Zamanı gelince, siz zaten buraya 1071’de gelmişsiniz, verin bizim topraklarımızı, çekin gidin yada bizim buyruğumuza girin diyeceklerdir. Türkiye’yi bölme parçalama planlarının büyük bir kozudur bu yapılan. 26 Ağustos 1071 tarihi ithal ve suni bir fikirdir ve yerli batılı muhalifler tarafından savunulan uydurma bir tezden öteye gitmemektedir. Arka planda Türkleri bekleyen tehlike çok büyüktür.
İnsan ömrünün uzunluğu göz önüne alındığında bırakın 8000 yılı, 1000 yıl bile çok büyük bir zaman dilimi. Dile kolay söyleyip geçebiliyorsunuz. Tarihi bu kadar eskilere dayanan ve ana yurdu Anadolu olan Türk insanı için, siz 1071’de Anadolu’ya girdiniz diye uyutmak ve sahte düzmece bilgilerle yeni nesilleri yanıltmak Türkleri Anadolu’dan silme çabalarının önde gelen kozlarından birisi.
Türklerin Atası Atatürk bu tarih bilinci ile Büyük Taarruzu başlama zamanı emrini Kocatepe Afyon’dan, 26 Ağustos sabahı diye veriyor. Bu tarih bir tesadüf değildir, Atatürk tarafından bilinçli bir şekilde verilmiştir. Atatürk, “Anadolu 7000 yıldır Türk beşiğidir” diyerek Türk Tarih Tezinde bu gerçeği dile getiriyor. “Türk genci atalarını tanıdıkça, daha büyük işler yapabilmek için kendinde kuvvet bulacaktır.” diyor. Atamızın burada bahsettiği, Türkün üstün kuvvet ve kudretini temsil eden, Fatih’i kastediyor, Hektor’u kastediyor, Malazgirt’i kastediyor. “Türklerin unutulmuş medeni vasfı bir güneş gibi doğacaktır” derken bunları vurguluyor. Fakat bu önemli sözler, yanlışlar yapılarak, rozet Atatürkçülüğü, slogan Atatürkçülüğü ve darbe Atatürkçülüğü yapılarak biz bunları birer slogan haline getirdik. Batı tüm bunları bizden daha iyi biliyor. Türkleri asimile etmek için, Türkler bunları bilmesin, hatırlamasın diyerek, bizleri ezmek amacını güdüyorlar. Tüm batılı kültürlerin tabanın da Türkler var ve bunu hazmedemiyorlar. Kullandıkları dillere kadar, Öz-Türkçe’ye dayanmaktadır. Eğer Türklerin bu yüksek medeniyet kurma vasfını onlardan mahrum etmezsek, Türkler büyük medeniyetler kurmuşlar, yine başımıza çıkarlar, emperyalist sistemimizi alt üst ederler korkusu var.
İbrahim Okur adlı bir araştırmacımız “Sümer Matematiği ve Sayıların Gizemi” adlı kitabında, son birkaç yılda yazılı ve görsel medyada yeryüzündeki Türk varlığı aleyhine sürülen bir çok aslı esası olmayan iddialar sürülmekte olduğuna dikkat çekmektedir. Bunlardan bazılarını sıralayacak olursak; Türk diye bir kavim yoktur, bunu Atatürk uydurmuştur. Türkçe diye bir dil yoktur bunu Atatürk uydurmuştur. Anadolu’da Türk genine rastlanmamıştır, diye sözde bilimsel bir iddia. Türkler tarih boyunca düşük bir kültür içinde yaşamışlardır. Türkçenin Türk çocuklarının kavrayış kabiliyetinin gelişmesini engellediği, Anadolu’daki insanların sadece yüzde 10-15 Türk geni taşıdığına dair bir iddia ve Anadolu insanının Türkistan Türküne değil Yunanlılara daha yakın bir ırk olduklarına dair bir iddia başka boş, aslı astarı olmayan, uydurma iddialar ve bir çok diğerleri ifade edilmektedir.
Eski Fransız Cumhurbaşkanı “Hepimiz Bizans’ın çocuklarıyız” dediği zaman Türkiye’de bazıları çok sevinmişti, yaşasın atalarımız meğerse Bizanslılarmış, biz onlardan türemişiz, bizde medeniymişiz, yaşasın şu barbarlık lekesini üstümüzden attık, bizi de medeni saydılar, celladımız başımızı okşadı mantığı ile bir oh çekmişlerdi. Anlaşılacağı gibi yeni nesillere yutturulan bu yalan dolanlar yıllar geçtikçe çalışacak ve gerçek tarihinden uzak ve bilmeyen nesiller asimile edilip ana yurtlarından men edilecekler. Bu tehlikenin farkına varılması ve öz kimliğimizi ve Türk’ü Türk yapan unsurlardan ayrılmamamız çok önemli.
Bilim adamlarının ellerindeki somut kanıtların en eskileri kaya resimleridir. Anadolu’daki kaya resimleri MÖ 12,000-15,000 yıllara kadar dayanmaktadır. MÖ 1000’li yıllara kadar gelen kaya resimleri çivi yazısı ve damgalara dönüşerek, yazının oluşmasına kaynak olmuşlardır. Şaşırtıcı olan Anadolu ile Orta Asya arasındaki tüm bölgelerde on binlerce, milyonlarca kaya resimleri bulunmakta ve aralarında 8000-9000 kilometrelik mesafeler olan birbirine nerdeyse tıpatıp benzeyen, üslubu ile, çiziliş araları ile, kullanılan motif ve anlatılan olaylar ile birbiri ile örtüşmektedir.
Azerbaycan Gobustan’daki kaya resimleri üzerine araştırmalar yapan bilim adamı arkeolog Ali Veliyef’in tespitine göre; “Küçük Kafkasya’nın birbirine komşu farklı bölgelerinde mevcut olan kaya tasvirleri, çizim tekniklerine, kullanılan motiflere, kompozisyon ve semantik anlamlarına göre, çok benzer yönlere sahiptir. Azerbaycan kaya üstü tasvirleri komşu Anadolu’nun çok eski sanat abideleri ile sıkı bağlıdır. Anadolu’nun Hakkari, Palanı ve Beldibi (Kumlucak) arazilerinde, neolitik ve tunç devirlerine ait insan ve hayvan tasvirleri, keçi, köpek, teke, stilistik özelliklerine göre, Gemikaya, Kelbecer, Gobustan ve Kafkasya’nın diğer bölgelerinin ve kuzey Kafkasya’nın kaya çizimleri ile yakın benzerlikler taşımaktadır. Anadolu’nun neolit ve enolit tunç devirlerine ait eski yerleşim alanlarında ortaya çıkan kültürler ile Azerbaycan eski kültürleri Azeri Arasboyu Abideleri birbirine çok yakın olmakla aynı etnik köklere bağlıdır. Bu tarihi abideler Kafkasyanın ve Anadolunun MÖ beşinci ve birinci binyıllarında eski Türk dilli boyların esas vatanların biri olduğunu söylememize imkan tanımaktadır.” Yani bu kaya resimleri bize aslında Türklerin eskiden beri Anadolu Azerbaycan ve İran yaylalarında var olduklarını, aynı üslubu aynı tarzı gittikleri her yerde ifade ettiklerini göstermektedir. Çivi yazılı belgelerde bunu zaten teyit ediyor.
Doçent Doktor Cengiz Alyılmaz’ın yaptığı arkeolojik çalışmalarda, Erzurumdaki Cunni Mağrasında Orhun Yensi Abidelerinde bulunan kaya resimleri ve özellikle Türk alfabesini andıran kaya resimleri ve Türk damgaları bulunmuştur ve bunlar kesinlikle Malazgirt öncesidir. 1989 yılında çalışmalarına başlayan Alyılmaz, Rus Federasyonu yıkılmadan önce yurt dışına arkeoloji çalışmalarına başlamış ve Türk akademisyenlerin Türk dünyası hakkında yeteri kadar bilgisi olmadığını, araştırılacak ve öğrenileceklerin çok ama çok şeyin olduğunun farkına varmış. Şaşırdığı ilk şey, hepimize çocukluğumuzdan beri öğretilen, Orta Asya’nın kurak ve çöl dolu olup biz Türklerin bin sene önce Anadolu’ya göç edip Müslümanlığı kabul ettiğimizdi. Orta Asya’da yaşamanın çok zor hatta mümkün olmadığı idi. Rusya Federasyonundaki Türk ülkelerine gidince işin aslında hiç anlatıldığı gibi olmadığı, aradığınız her şeyin, dağından tutun, bağına kadar her şeyin çok büyük bir zenginlik içerisinde orada olduğunu görüyor. Azerbaycan, Kırgızistan, Kazakistan , Moğolistan gibi ülkeler böyle doğal ve kültürel zenginlikler içerisinde iken atalarımız neden Anadolu’ya göç ettikleri anlaşılacak birşey değildir demekten insan kendini de alamıyor. Çöl denilen Moğolistan’da elbette ki Gobi Çölü var, ancak orada son derece verimli Ötüken Ormanları hala ayakta. İlk Atalarımızdan Bilge Kağan diyor ki; “Bunca yeri gezdim dolaştım, Ötüken Ormanlarından daha güzel yer yok imiş.” diyor. Aynı yazıtta Bilge Kağan şunu da diyor; “Türk milleti Ötüken ormanlarında oturur ve kervanlar sevk ederse…” Yani İpek yolu yada Baharat yolu denilen ulaşım hatlarını kullanıp ticaret yaparsa ki, bu ticaret hattı doğu medeniyetlerini batıya bağlayan, hatta Afrika’ya bağlayıp, medeniyetlerin birbirini tanıması ve kültürel alışverişlerin başlamasını sağlaması açısından çok önemlidir.
Atatürk, “Türk Çocuğu ecdadının tanıdıkça, kendinde daha büyük işler yapmak cesaretini bulacaktır.” demiştir.
Saygılarla,
Ömer Can Şirikçi
omercan.sirikci@ataturk.org.au
Avustralya Atatürk Kültür Merkezi
Bu Makale Hürriyet Avustralya Gazetesi
47. Sayısında 2 Aralık 2013
tarihinde bir dize olarak yayınlanmıştır.