Author: Ömer Can Şirikçi

 

AKM Belleten – Cumhuriyet Tarihinde Bugün 27 Haziran * MERKEZ HIFZISSIHHA ENSTİTÜSÜ

Refik Saydam Hıfzıssıhha Merkez Başkanlığı

Refik Saydam Hıfzıssıhha Merkezi Başkanlığı, Ülkemizde Halk Sağlığının korunmasına yönelik üretim, kontrol ve tanı ile ilgili temel laboratuvar hizmetlerini yürütmek üzere kurulmuş Ulusal Referans Laboratuvarıdır.

Refik Saydam Hıfzıssıhha Müessesesi 27 Mayıs 1928 gün ve 1267 sayılı yasa tasarısıyla Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı’na bağlı olarak kurulmuştur. Daha sonra bu kanun gelişen ihtiyaçlar karşısında değiştirilerek 4 Ocak 1941’de 3959 sayılı yasa ile görev, yetki ve sorumlulukları yeniden belirlenmiştir.

En son olarak Müessesenin ismi 14 Aralık 1983 gün ve 18251 sayılı Resmi Gazete’nin mükerrer sayısında yayınlanan 181 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile “Refik Saydam Hıfzıssıhha Merkezi Başkanlığı” olarak değiştirilmiş ve Sağlık Bakanlığı’na bağlı kuruluş haline getirilmiştir. Kanun Hükmünde Kararname ile yeniden teşkilatlandırılmıştır.
Kuruluş yıllarında; Bakteriyoloji, Kimyevi Tahlilat, Farmakodinami ve Immünbiyoloji olmak üzere 4 şubeden oluşmuştu. Ayrıca meteoroloji istasyonu, özel konferans salonu ve bir de kütüphane bulunmaktaydı.

Ortaya çıkan yeni sağlık sorunlarına cevap verebilmek amacıyla aşağıda belirtilen sıra çerçevesinde görev alanı da genişletilmiştir.

  • 1931 yılında, ağız yoluyla uygulanan BCG Aşısı üretimine başlanıldı.
  • 1932 yılında, serum üretiminin ülke ihtiyacını karşılayacak düzeye gelmesi sonucu, dışarıdan serum ithali durduruldu.
  • 1933 yılında, Simple Metodu ile kuduz aşısı üretimi ele alındı.
  • 1934 yılında, İstanbul Aşıhanesi, Enstitü bünyesine nakledildi ve çiçek aşısı üretimi ülke ihtiyacını karşılayacak düzeye getirildi.
  • 1935 yılında, Farmakoloji Şubesi kurularak yerli ve yabancı ilaçlar ile diğer hayati maddelerin kontrolüne geçildi.
  • 1936 yılında, Hıfzıssıhha Okulu açıldı.
  • 1937 yılında, kuduz serumu üretilmeye başlandı.
  • 1942 yılında, tifus aşısı ve akrep serumu üretimine başlandı.
  • 1947 yılında, Biyolojik Kontrol Laboratuvarı kuruldu. Enstitü bünyesinde bir aşı istasyonu açıldı. Bu yıldan itibaren deri içi (intradermal) BCG aşısı üretimine geçildi.
  • 1948 yılında, ülkemizde ilk olarak boğmaca aşısı üretimine başlandı. Aynı yıl içinde, Viroloji ve Virüs Aşıları Şubesi kurularak ilk defa influenza virüsü, New-Castle virüsü ve tavuk vebası üzerine araştırmalar ele alındı.
  • 1950 yılında, İnfluenza Laboratuvarı, Dünya Sağlık Örgütü tarafından Uluslararası Bölgesel İnfluenza Merkezi olarak tanındı ve İnfluenza aşısı üretimine başlandı.
  • 1951 yılında, ilk kez antibiyotiklerin ve bazı vitaminlerin kalite kontrolüne başlandı.
  • 1954 yılında, İlaç Kontrol Şubesi kuruldu.
  • 1956 yılında, tetanoz aşısı daha modern metodlarla üretilmeye başlandı.
  • 1958 yılında, ilk kez frenginin modern yöntemlerle teşhisi ele alındı.
  • 1965 yılında, ilk kez kuru çiçek aşısı üretimine ve sistematik serum konsantrasyon ve purifikasyonuna başlandı.
  • 1966 yılında, Kolera Referans Laboratuvarı kuruldu.
  • 1968 yılında, Hematoloji Laboratuvarı, Anti-test Serum Üretimi Laboratuvarı açıldı.
  • 1969 yılında, Farmakoloji ve Toksikoloji Şubesi ayrı birimler olarak genişletildi ve Pirojen Testi ve Analitik Toksikoloji Laboratuvarları hizmete girdi.
  • 1970 yılında, fibrinojen, albumin ve gamma globulin üretimine başlandı.
  • 1973 yılında Pestisit Laboratuvarı açılarak insektisit, rodentisit ve mollusitlerin ruhsat ve piyasa kontrolleri ile etkenlik ve kalıntı kontrolleri yapılmaya başlandı.
  • 1974 yılında, Mikoloji Laboratuvarı açıldı.
  • 1976 yılında, kuru BCG aşısının deneysel üretimine başlandı.
  • 1979 yılında, Toksoplazma-Listeria ve ASO, Latex Laboratuvarları faaliyete geçti.
  • 1982 yılında, 26.08.1982 tarih ve 1214 sayılı yazı ile Hıfzıssıhha Okulu Başkanlığımıza bağlandı.
  • 1983 yılında, kuru BCG aşısı üretimine başlandı.
  • 1984 yılında, Zehir Danışma Merkezi açıldı.
  • 1987 yılında, AIDS Araştırma ve Doğrulama Merkezi açıldı.
  • 1987 yılında, İlaç Kontrol Laboratuvarları modernize edilerek teknolojinin en son ürünü olan cihazlar hizmete sokuldu.
  • 1987 yılında, Enstrümental Analiz Laboratuvarı açıldı.
  • 1987 yılında, personelin sosyal imkanlarını arttırıcı lojman alımı yapıldı. Çocuk kulübü açıldı.
  • 1988 yılında, Zehir Danışma Merkezi 24 saat hizmet verir hale getirildi.
  • 1990 yılında, Refik Saydam Hıfzıssıhha Merkez Başkanlığı’nın reorganizasyonu projesi başlatıldı.
  • 1991 yılında, Hıfzıssıhha Okulunun yeniden hizmete açılması çalışmaları tamamlandı.
  • 1991 yılında, kurum tarafından gerçekleştirilmek üzere “Üretilen aşı ve serumların kalitesinin arttırılması ve üretilemeyen aşılarla birlikte ihraç potansiyelinde üretimi projesi” hazırlanıp, ilk defa Devlet Planlama Teşkilatı yatırım programına girmiştir.
  • 1992 yılında, kan ürünlerinin viral inaktivasyonu başlatıldı.
  • 1994 yılında, kan ürünlerinin viral yönden potens kontrolleri başlatıldı.

Dr.Refik Saydam’ın Tablosu

İsmet İnönü Hıfzıssıhha Laboratuvarlarını Geziyor

Atatürk Hıfzıssıhha’nın açılışında Refik Saydam’la

Refik Saydam’ın Hıfzıssıhhayı Denetlemesi


Türkiye Cumhuriyeti Merkez Hıfzıssıhha Müessesesi Teşkiline Dair Kanun

Tarihi : 30 .12.1940
Sayısı : 3959
Konusu: Türkiye Cumhuriyeti Merkez Hıfzıssıhha Müessesesi

Teşkiline Dair Kanun Metni:

Madde 1 – Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekâletine bağlı, Hıfzıssıhha Enstitüsü ve Hıfzıssahha Mektebinden ibaret olmak üzere teşkil edilen (TÜrkiye Cumhuriyeti Merkez Hıfzıssıhha Müessesesi) bu kanunda yazılı işleri yapmakla mükelleftir. (*) Memleketin muhtelif mıntakalarının sıhhi ihtiyaçlarına göre Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekâletinin göreceği lüzum üzerine aynı işleri yapmakla mükellef enstitü şubeleri açılabilir.

Hıfzıssıhha Enstitüsü

Madde 2 – Hıfzıssıhha Enstitüsü Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekilliğince muhtelif ihtisas şubelerine ayrılır. Bu müessese vekâletçe gösterilecek lüzum üzerine: A) Halk Hıfzıssıhha şartlarını ıslâh ve inkişafına ve her nevi hastalıklarla mücadeleye yarayacak sıhhi ve fenni araştırmaları ve incelemeleri yapmak, B ) Vekâletçe nevileri tâyin edilen serum ve aşıları ve sair biyolojik ve kimya maddelerini hazırlamak, C) Hususi kanunlarına tevfikan yerli veyahut yabancı müstahzarların,, serum ve aşılarla sair hayati terkip veya kimyevi maddelerin kontrollerini yapmak, D) 1262 sayılı İspenciyarive Tıbbi Müstahzarlar Kanununun 10 uncu maddesine göre daimi murakabeye tabi tutulan ispenciyari ve tıbbi müstahzarat ile mezkur kanunun ikinci maddesinin a, b, c, ve d fıkralarında yazılı maddeleri satın alarak icap eden muayenelerini yapmak; E) Umumi ve İçtimai hıfzıssıhhaya ve sair mevzulara ait konferanslar tertip etmek ve neşriyat yapmakla mükelleftir.

Madde 3 – Hıfzıssıhha Enstitüsü ihtisas ve salahiyeti dahilindeki fenni ve sıhhi meseleler hakkında resmi daireler ve belediyelerle hakiki ve hükmi şahıslar tarafından doğrudan doğruya vukubulacak talep ve müracaatları kabul ederek bunlar üzerinde tetkikler ve icap eden tahlil ve muayeneleri yapar ve reyini ve mütaalasını bildirir.

(*) 1983 yılında çıkarılan 181 sayılı Kanun Hükmündeki Kararname ile Müessese Sağlık Bakanlığı’ nın bağlı kuruluşu haline getirilerek “T.C, Refik Saydam Hıfzıssıha Merkezi Başkanlığı ” adını almıştır.

Madde 4 – (Değişik, 3612 -7.2.1990) Hıfzıssıhha Enstitüsü vazifesi arasında sayılan tetkik ve muayene ve tahlillerden umumi sıhhata taallük eden işler için resmi daireler ile belediyelerden hiçbir ücret almaz. Umumi sıhhate taallük etmeyen muayene, tahlil ve tetkikler için alınacak ücretler Sağlık Bakanlığınca hazırlanacak bir tarifeyle tespit edilir. Sari veya salgın hastalık işleri müstesna olmak üzere hakiki ve hükmi şahıslara ait olan muayene, tahlil ve tetkikler de aynı tarife üzerinden ücrete tabidir.

Madde 5 – (Değişik, 3612 -7.2.1990) Enstitüde hazırlanan her nevi aşı, serum ve diğer maddelerin satış kıymetleri ve bunların ne suretle satışa çıkarılaçakları ve bunları toptan ve perakende olarak satanlara verilecek bey’iye miktarı Sağlık Bakanlığınca tayin edilir.

Madde 6 – Hıfzıssıhha Enstitüsü fenni tetkikat ve istihsalatı için lazım olan her nevi hayvanları ve yemleri tedarik edebileceği gibi bunları yetiştirmek ve işlerine yarıyacak ekimleri yapmak üzere tesisat da vücude getirebilir.

Hıfzıssıhha Mektebi

Madde 7 – Hıfzıssıhha Mektebi Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekaletinin göreceği lüzum ve tertip edeceği program üzerine tababet ve şubeleri sanatları mensupları ile eczacı ve kimyagerlere ve küçük sıhhat memurlarına umumi ve ferdi hıfzıssıhhaya veya bunlardan memur olanların sıhhi ve fenni ve idari vazifelerine ait ameli ve nazari tekamül tedrisatı yapmak ve alelumum ilmi mevzulara ait konferanslar tertip etmek ve neşriyat yapmakla mükelleftir. Tababet ve şubeleri sanatları mensupları ile eczacı ve kimyagerler ve küçük sıhhat memurlarından Devlet ve belediyelerle bunlara bağlı idare ve müesseseler hizmetinde bulunanlar Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekaleti ile alakalı vekaletler tarafından müştereken tesbit edilecek zaman ve sıralarda tekamül tedrisatında hazır bulunmağa mecburdurlar.

Madde 8 – Alakalı vekaletler ile Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekaleti tarafından müştereken tayin olunacak şekil ve sıra ve adetler dahilinde olmak suretiyle Maarif Sıhhat Müfettişleri ve Ziraat Müfettişleri ve muallimler ve mühendisler ve iş müfettişleri ile sair lüzum görülen meslek memurlarına da hıfzıssıhha mektebinde mesleklerinin sıhhi ve tıbbi kısımlarına ait tekamül kursları verilir. Bu memurlara ait yol masrafları ve yevmiyeler mensup oldukları vekaletler bütçelerinden tesviye olunur.

Madde 9 – Hıfzıssıhha Mektebinde verilecek derslerin tatbikatını temin etmek için lüzumlu olan laboratuvar ile ferdi ve içtimai hıfzıssıhha ya ait numuleri ihtiva eden müzeler tesis olunur.

MÜŞTEREK HÜKÜMLER

Madde 10 – Türkiye Cumhuriyeti Merkez Hıfzıssıhha Müessesesi laboratuvarlarında yapılan fenni tetkiklerin vekalet ve enstitü mecmualarından başka vasıtalarla ilk defa neşri Vekaletin müsaadesine bağlıdır.

Madde 11 – Türkiye Cumhuriyeti Hıfzıssıhha Enstitüsü ve Hıfzıssıhha Mektebi için lüzum görülecek ecnebi mütehassısların celb ve istihdamına ve bunların istihdam müddetlerini tesbit ve tayin ile mukaveleler akdine Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekili salahiyettardır.

Madde 12 – Türkiye Cumhuriyeti Merkez Hıfzıssıhha Müessesesinin dahili idaresi ve tedrisatının şekil, zaman ve müddeti ve diğer hususlara ait esaslar Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekilliğince tesbit olunur.

Madde 13 – 17.5.1928 tarih ve 1267 sayılı kanun ile 9.6.1936 tarih ve 3017 sayılı kanunun 23 üncü maddesinin ikinci ve üçüncü fıkraları kaldırılmıştır.

Madde 14 – Bu kanun neşri tarihinden muteberdir.

Madde 15 – Bu kanun hükümlerinin icrasına Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekili memurdur.


FAALİYET ALANLARIMIZ

GENEL ÇALIŞMA ALANLARI

Refik Saydam Hıfzısıhha Merkezi Başkanlığımız, günümüzde aşağıdaki çalışmaları başarıyla yürütmektedir:

  • Üretim
  • Kontrol
  • Tanı ve doğrulama
  • Eğitim
  • Danışmanlık

ÜRETİM ALANLARI

Merkez laboratuarlarımızda üretilerek kullanıma sunulan başlıca ürünler şunlardır:- Tanıya yönelik antijen ve antiserumlar (Salmonella, Brucella, Proteus vb)

  • Tedavi ve korumaya yönelik antiserumlar (Akrep, Tetanos, Difteri, Şarbon)
  • Deney hayvanları (spesifik patojen free fare, tavşan, kobay vb)

LABORATUVAR ANALİZLERİ

A-Kontrol ve Ölçüme Yönelik Analizler

Başkanlığımız bünyesinde hem ruhsat ve ithal iznine yönelik analizler hem de piyasa denetimi ya da ihracat, ithalat süreçlerinde gerekli olan analizler yapılmaktadır. Kontrolü yapılan başlıca ürünler şunlardır:

  • İlaç ve kozmetikler
  • Aşı, serum ve diğer biyolojik ürünler
  • Kan ve Kan ürünleri
  • Gıda, su (içme suyu, kaplıca suyu ve memba suları) ve katkı maddesi

B-Çevre ve Sağlık Hizmetleri

Temizlik maddeleri, dezenfektanlar, hava, su, toprak kalitesi ve toksik maddelerin incelenmesi.

C-Referans Laboratuvar Hizmetleri,

Tanı ve Doğrulama İşlemleri

Laboratuarlarımız, birçok konuda referans laboratuvar hizmetleri vermektedir. Rutin tanı, doğrulama ve enfeksiyon hastalıkları tanısı işlemleri laboratuvarlarımızda yapılmaktadır:

  • Hematoloji
  • Bakteriyoloji ve seroloji (Legionella, Enterik patojenler, Difteri)
  • Viroloji (HIV, Hepatit B, Hepatit C, Polio virus, kızamık, kırım kongo hemorojik ateşi vs)
  • Biyokimya
  • Hormon
  • Tüberküloz (tanı ve antimikrobiyal direnç)
  • Parazitoloji
  • Zehir araştırma (Toksikoloji)

EĞİTİM ÇALIŞMALARI

Merkezimizde süren eğitim faaliyetlerimizden bazıları şunlardır:

  • Tıpta uzmanlık eğitimi (Mikrobiyoloji ve Klinik Mikrobiyoloji uzmanlığı)
  • Hıfzıssıhha mektebi (İlk defa 1937’de açılan Hıfzısıhha Okulu’nun uzun bir aradan sonra 2003 yılında yeniden hizmete başlaması da kurumumuz ve sağlıktaki gelişmeler adına zikredilmesi gereken önemli bir konudur.)
  • Hizmet içi eğitim
  • Çeşitli kurum ve kuruluşlar ile Hıfzıssıhha Bölge Müdürlüklerinde eğitim çalışmaları

DANIŞMANLIK HİZMETLERİ

Başkanlığımız bünyesinde yer alan Zehir Danışma Merkezimiz, ülke çapında 7 gün 24 saat danışmanlık hizmeti vermektedir.

Zehir olgusunu takip etmekte olan primer sağlık personeline (doktor, hemşire…) online bilgi verilmekte ve izleme yapılmaktadır. Botulismus gibi bazı durumlarda spesifik tedavi ediciler, hastanın bulunduğu sağlık kuruluşuna ulaştırılmaktadır.

Ayrıca tüm birimler, görev alanları ile ilgili konularda da danışmanlık hizmetlerini sürdürmektedir.

YENİ HEDEFLERE DOĞRU

76 yıllık tarihinde ülkemize halk sağlığı alanında önemli hizmetler veren Refik Saydam Hıfzıssıhha Merkezi Başkanlığı önümüzdeki günlerde yeni projeler çerçevesinde, çok daha büyük başarılara imza atacaktır.

  • Koruyucu hekimliğin gerektirdiği aşı, serum ve diğer biyolojik ürünleri üretmek,
  • Ülkemizde üretilen veya yurt dışından ithal edilen hertürlü ilaç ve kozmetiklerin, biyolojik ürünlerin kontrollerini yapmak, araştırma ve laboratuvar hizmetlerini yürütmek, pestisitlerin analiz ve etkinlik testlerini yapmak,
  • Gıda kontrol ve beslenme hizmetlerinin gerektirdiği araştırma ve laboratuvar hizmetlerini yürütmek,
  • Çevre kirlenmesinin önlenmesine yönelik araştırma ve laboratuvar hizmetlerini yürütmek,
  • Zehir kontrol ve araştırma hizmetlerini yürütmek,
  • Salgın hastalıklarla ilgili araştırma, doğrulama ve laboratuvar hizmetlerini yürütmek,
  • İlgili kurum ve kuruluşlarla işbirliği yaparak sağlık personelinin hizmetiçi eğitim programlarını düzenlemek ve yürütmek,
  • Yayın ve Dokümantasyon hizmetlerini yürütmek,
  • Tababet uzmanlık tüzüğü uyarınca uzmanlık eğitimi vermek,
  • Referans hizmetlerini yürütmek,
  • Koruyucu kuduz aşısı yapmak,
  • Biyokimya, Hormon ve Hematoloji laboratuvarlarında tanıya yönelik laboratuvar hizmetlerini yürütmektir.

08.12.2010 22:00
Hıfzıssıhha’da artık muayene, tetkik yapılmayacak
Nesrin COŞKUN/İZMİR, (DHA)

BİRİNCİ basamak sağlık hizmetlerinde pilot olarak başlatılan Aile Hekimliği uygulaması yurt çapında yaygınlaştırılınca, Refik Saydam Hıfzıssıhha Merkez Başkanlığı ile bağlı 7 bölge enstitüsü laboratuvarları sistem dışı kaldı. 1 Ocak 2011’den itibaren merkez ve bölge müdürlüklerinde hasta muayeneleri ile kan, idrar tetkiklerinin yapılmayacağı bildirildi. Bu karar İzmir Hıfzıssıhha Enstitüsü’nde huzursuzluğa yol açtı.

Refik Saydam Hıfzıssıhha Merkezi Başkanlığı, ülkemizde halk sağlığının korunmasına yönelik üretim, kontrol ve tanı ile ilgili temel laboratuvar hizmetlerini yürütmek üzere, ulusal referans laboratuvarı olarak kuruldu. Başkanlığa bağlı İstanbul, İzmir, Antalya, Diyarbakır, Adana, Erzurum ve Samsun’da kurulan bölge enstitü müdürlüklerinde de bulundukları bölgelerin sanayii ve ticari gereksinimleri doğrultusunda hem hammadde, yarı mamul ve mamul ürünlerde fiziksel, kimyasal ve mikrobiyolojik analiz, hem de vatandaşlara birinci basamak sağlık hizmetleri verdi.

Ancak Sağlık Bakanlığı birinci basamak sağlık hizmetlerine Aile Hekimliği Sistemi’ni (AHS) getirdi. Pilot olarak başlatılan bu uygulama Türkiye genelinde yaygınlaştırıldı. İllerin büyük bölümünde AHS’ne geçilirken, Hıfzıssıhha Merkez Başkanlığı ile Bölge Enstitü Müdürlüklerinin verdiği bu hizmetler AHS’ne aykırı düştü.

Laboratuvarları ‘referans’ kabul edildiği için halktan büyük ilgi gören enstitülerin bu hizmetlerinin yeni yılla birlikte sonlandırılacağı bildirildi. Ankara’daki Refik Saydam Hıfzıssıhha Merkez Başkanlığı yetkilileri, hizmetin Aile Hekimliği nedeniyle durdurulacağını açıkladı. Bir yetkili, “Sağlık Bakanlığı, birinci basamak sağlık hizmetlerini Aile Hekimliği kanalıyla veriyor. Ve hastalar aile hekimlerine muayeneden sonra hastanelere yönlendirilecek. Dolayısıyla Hıfzıssıhha Enstitülerini birinci basamak sağlık kuruluşundan saymıyor ve enstitülerin bu sistemin içinde yeri yok. Hasta muayene edemez, tahlil yapamaz. Ankara dahil, tüm bölge müdürlükleri 1 Ocak’tan itibaren artık birinci basamak sağlık hizmeti veremeyecek. Merkez ve bölge enstitüleri asli görevlerini sürdürecek” dedi.

Öte yandan karar, İzmir Hıfzıssıhha Enstitüsü Müdürlüğü’nde (İZHEN) huzursuzluk yarattı. Birkaç yıl öncesine kadar günde 500 hastanın başvurduğu, bir süredir ise muayene ve tahlil için hasta sayısının 100’le sınırlandırıldığı İZHEN’de poliklinik ve laboratuvarlarda görevli 15 hekimin bu hizmetlerin durdurulmasının ardından akıbetlerinin ne olacağı merak konusu oldu. Enstitü Müdürü Selami Solmaz açıklama yapmazken, İl Sağlık Müdürü Op.Dr. Mehmet Özkan, “Hıfzıssıhha Enstitüsü asli görevini yapacak” diyerek şunları söyledi:

“Bu hizmetler kalkıyor. Artık onlar SGK’ya fatura edemedikleri için zarar olur. Yapmalarının anlamı yok. Hıfzıssıhhanın görevi hemogram bakmak değildir. Zamanında çok iyi cihazları vardı. Şu anda gerek birinci basamak, gerek hastanelerdeki alet donanım orayı, biyokimyasal tahliller ve hemogram tahlillerinde katlar. Onun ötesinde hıfzıssıhha gerçek işlevini yapacak bundan sonra. Ağır metal bakacak, kimyasal parametrelere, suya bakacak. Bu konuda en iyi merkezlerden bir tanesi. Ama Hıfzıssıhhanın görevi biyokimya tahlili yapmak değil. Böyle bir görev tanımı yok Hıfzıssıhha’nın. Hıfzısıhha böyle bir tahlil yaparsa sosyal güvenliği olan hastaya fatura edemez, parasını alamaz, zarar eder. Birinci basamakta böyle bir yaygın hizmet varken böyle bir hizmet vermeleri anlamsız bir şey. Bakanlığımız da bu hizmeti vermesini istemiyor.”


Dr. REFİK SAYDAM ÖNDERLİĞİNDE CUMHURİYET DÖNEMİ SAĞLIK HİZMETLERİNİ MODERNLEŞTİRME ÇABALARI * Halil İbrahim AKSAKAL


 

AKM Belleten – Cumhuriyet Tarihinde Bugün 24 Haziran * ELEKTRİK İŞLERİ ETÜT İDARESİ

ELEKTRİK İŞLERİ ETÜT İDARESİ Türkiye’yi elektriğe kavuşturma planını ve bu plan içinde yer alan kuruluşların ön projelerini hazırlamak üzere düzenlenen kanunla, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’na bağlı Kamu İktisadi Teşebbüs’ü niteliğinde bir kurum olarak 24 Haziran 1935’te kuruldu.


Kuruluş Tarihi   : 24.06.1935
Kuruluş Kanunu (BKK) Tarih : 24.06.1935 No : 2819
Adres: EİE İdaresi Genel Müdürlüğü
Eskişehir Yolu 7. km No: 166
06520/ANKARA
Tel : 295 50 00 (Santral)
Faks : 295 50 05
Web Sitesi: www.eie.gov.tr

Statüsü

EİE, 1935 yılında 2819 sayılı özel kanunla kurulmuş, özel hukuk hükümlerine bağlı tüzel kişiliği olan, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığına bağlı bir Genel Müdürlük’tür. 5018 sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu’nda (II) sayılı cetvelde “Özel Bütçeli  İdareler” bölümünde yer almaktadır. Hesap ve işlemleri Sayıştay denetimine tabi bulunmaktadır.

Kuruluş Amacı

Ülkemizin elektrik enerjisi üretim imkanlarını araştırmak ve bunlarla ilgili mühendislik hizmetleri yapmaktır.

Görevleri

Ülkenin hidrolik, rüzgâr, jeotermal, güneş, biyokütle ve diğer yenilenebilir enerji kaynakları öncelikli olmak üzere tüm enerji kaynaklarının değerlendirilmesine yönelik ölçümler yapmak, fizibilite ve örnek uygulama projeleri hazırlamak; araştırma kurumları, yerel yönetimler ve sivil toplum kuruluşları ile işbirliği yaparak pilot sistemler geliştirmek, tanıtım ve danışmanlık faaliyetleri yürütmek.

Sanayide ve binalarda enerjinin rasyonel kullanımı ile ilgili olarak, bilinçlendirme ve eğitim hizmetleri vermek, üniversiteleri, meslek odalarını ve tüzel kişileri aynı hizmetleri verebilmeleri için yetkilendirmek ve denetlemek, Enerji Verimliliği Koordinasyon Kurulunun sekretaryasını yürütmek.

Ulaşımda, elektrik enerjisi üretim tesislerinde, iletim ve dağıtım sistemlerinde enerjinin etkin ve verimli kullanılması yönünde ilgili bakanlık ve kuruluşlar tarafından yürütülen çalışmaları izlemek, değerlendirmek, önlem ve/veya proje önerileri geliştirmek.

Enerji Verimliliği Koordinasyon Kurulu tarafından onaylanan enerji verimliliği uygulama projelerini ve araştırma ve geliştirme projelerini izlemek ve denetlemek. Enerji tüketim noktalarında çevreyi ilgilendiren zararlı atık ve emisyonların gelişimini izlemek, değerlendirmek, projeksiyonlar üretmek ve önlem önerileri hazırlamak.

Ülkede ve dünyada enerji alanındaki çalışmaları ve gelişmeleri izlemek ve değerlendirmek, ülkenin ihtiyaç ve şartlarına uygun olarak araştırma ve geliştirme hedef ve önceliklerini belirlemek, bu doğrultuda araştırma ve geliştirme çalışmaları yapmak, yaptırmak, çalışma sonuçlarını ekonomik analizleri ile birlikte kamuoyuna sunmak.

Enerji ile ilgili tüm paydaşların, doğru ve güncel bilgiye hızla erişebilmelerini sağlamak; ulusal enerji envanterini oluşturmak ve güncel tutmak; planlama, projeksiyon, izleme ve değerlendirme çalışmalarına destek vermek üzere ulusal enerji bilgi yönetim merkezi kurmak ve işletmek.

Yerli ve yenilenebilir enerji kaynaklarının değerlendirilmesine ve enerji verimliliğinin artırılmasına yönelik projeksiyonlar ve öneriler geliştirmek.

Toplum genelinde enerji bilincinin geliştirilmesi ve yeni enerji teknolojilerinden yararlanılması amacıyla faaliyette bulunmak.

Enerji verimliliği ile ilgili olarak kamu kurum ve kuruluşları, üniversiteler, özel sektör ve sivil toplum örgütleri arasında etkili ve verimli işbirliğinin geliştirilmesi yönünde koordinasyonu sağlamak.

Enerji ile ilgili konularda kamuoyunu bilgilendirmek ve bilinçlendirmek amacıyla faaliyetlerde bulunmak.

Diğer ülkelerdeki benzer ulusal ve uluslararası kuruluşlarla işbirliği yapmak ve bilgi alışverişinde bulunmak. 20/02/2001 tarihli ve 4628 sayılı  Elektrik Piyasası Kanunu ve bu Kanuna istinaden çıkarılmış olan Elektrik Piyasası Lisans Yönetmeliğine göre rüzgâr enerjisine dayalı lisans almak maksadı ile yapılan başvurulara ilişkin olarak Bakanlık tarafından çıkarılacak yönetmelik çerçevesinde görüş oluşturmak.

GEÇMİŞ YILLARDAN BU YANA ÜRETİLEN HİZMETLER

Baraj ve HES Mühendislik Çalışmaları

Etüt – Proje Hizmetleri

Etüt-proje hizmetleri kapsamında ülkemiz akarsuları üzerinde tasarlanan baraj ve idroelektrik santral projelerinin mühendislik hizmetleri çalışmaları yürütülmektedir. EİEİ tarafından bu güne kadar projelendirilen toplam 357 adet HES projesinin toplam enerji üretim potansiyeli 77.879 GWh/yıl olup bu rakam ekonomik hidroelektrik potansiyelimizin %60’ına karşılık gelmektedir. Büyük kapasiteli HES projelerinin yanı sıra akarsularımızın bugüne kadar incelenmemiş kısımlarının araştırılarak enerji üretimi bakımından değerlendirilmesine yönelik olarak ülkemizin ekonomik HES potansiyelinin
daha da artırılması maksadıyla küçük akarsular üzerinde de ilave HES potansiyel belirleme çalışmaları yürütülmektedir.

Teknik Danışmanlık Hizmetleri

4628 sayılı Kanun kapsamında üretilen baraj ve hidroelektrik santral projelerine ilişkin ön başvuru ve fizibilite raporları incelenerek bu projelerin EİE tarafından üretilen projeler ile çakışıp çakışmadığının kontrolü ile teknik kontrolleri yapılmaktadır. Bugüne kadar Devlet Su  İşleri Genel Müdürlüğünce gönderilen 2770 adet ön başvuru ve 471 adet fizibilite ve revize fizibilite raporu kontrol edilerek görüş bildirilmiştir.

EİE Genel Müdürlüğü, rüzgâr enerjisine dayalı yatırım yapmak isteyen kamu tüzel kişilerine talebe bağlı olarak rüzgâr ölçümü, zemin etüdü ve fizibilite desteği sağlamaktadır. Ayrıca görev alanı ile ilgili diğer konularda Bakanlığımıza teknik danışmanlık hizmeti verilmektedir.

Kamulaştırma Çalışmaları

3096 sayılı “Türkiye Elektrik Kurumu Dışındaki Kuruluşların Elektrik Üretimi, Dağıtımı ve Ticareti  İle Görevlendirilmesi Hakkında Kanun” kapsamında Yap-İşlet-Devret yöntemi ile gerçekleştirilen Birecik Barajı ile Yamula Barajı ve HES Projesi kamulaştırma çalışmaları, 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu hükümlerine göre EİEİ tarafından yürütülmektedir.

İnşaat ve İşletme Denetimi Çalışmaları

3096 sayılı Kanun kapsamında özel sektör tarafından gerçekleştirilen tesislerin, gerek inşaat gerekse işletme dönemi boyunca onaylanmış projelerine, bu konuda yayınlanmış standartlarına ve Bakanlığımız ile özel  şirketler arasında imzalanan sözleşme hükümlerine uygunluğu denetlenerek bu konuda Bakanlığımıza teknik danışmanlık hizmeti verilmektedir. Halen YİD Projesi kapsamında işletilmekte olan toplam 19 adet HES ve 2 adet RES tesisi EİEİ tarafından düzenli olarak denetlenmektedir.

Hidroelektrik Enerji Potansiyeli Atlası (HEPA) Projesi

EİEİ tarafından bugüne kadar çeşitli seviyelerde projelendirilen ve bundan sonra projelendirilecek HES’lerin sayısal ortama aktarılarak Coğrafi Bilgi Sistemleri (CBS) yardımıyla sorgulama, sunum
ve analiz elde etme çalışmalarını kapsamaktadır. Bu amaçla öncelikle, EİEİ tarafından geliştirilen (işletmedeki barajlı santrallar ve işletmedeki regülatör tipi santralar dahil) HES’lerin detaylı karakteristik bilgileri (proje seviyesi, ili, ilçesi, nehir, kurulu gücü vb.) konumsal verilerini de içerecek şekilde sayısal ortama aktarılmıştır. Mevcut yazılım kullanılarak hazırlanan HEPA Projesi için 1/25.000 ölçekli haritalar altlık olarak kullanılmakta olup 2010 yılında sisteme ilave edilenlerle birlikte toplam 357 proje her türlü sorgulama, sunum ve analize hazır hale getirilmiştir. Ön çalışma olarak basit sorgulamaları içeren bir yazılım hazırlanmış ve EİEİ web sayfasında kullanıma açılmıştır.

HES Proje verilerinden başka, EİEİ tarafından işletilmekte olan Akım Gözlem İstasyonları’na (AGİ) ilişkin bilgiler de derlenerek sisteme aktarılmış, semboloji, format vb. çalışmalar tamamlanarak test aşamasına getirilmiştir. HEPA kapsamında bundan sonraki aşamada, EİEİ tarafından geliştirilen yeni projelere ilave olarak özel sektör tarafından geliştirilen projeler ve DSİ enerji projeleri ile bu projelerin genel yerleşim planlarının da çizilerek sisteme dahil edilmesi hedeflenmiştir.

Pompaj Depolamalı HES Potansiyel Belirleme Çalışmaları

Ülkemizin pik enerji ihtiyacının karşılanmasına katkı sağlamak amacıyla çeşitli bölgelerde sürdürülen Pompaj Depolamalı HES potansiyel belirleme çalışmalarını kapsamaktadır. 2008 yılı içerisinde ilk etüt seviyesinde çalışılan 18 adet Pompaj Depolamalı HES projesi tamamlanmış olup rapor basım işlemleri tamamlanmıştır. Bu projelerin toplam kurulu gücü 14.600 MW’tir

Hidrometrik ve Hidrolojik Çalışmalar

Hidrometrik etüt çalışmaları kapsamında gözlem istasyonlarının tesisi ve işletilmesi, istasyonlardan toplanan verilerin değerlendirilmesi, baraj ve HES projelerinin mühendislik hidrolojisi ve hidrolojik model çalışmaları yürütülmektedir. Ülkemiz sınırları içerisinde bulunan 25 adet ana akarsu havzasında akarsuların hidrometrik ve hidrolojik karakterlerinin belirlenmesi amacıyla hidrometrik Etüt Merkezleri (Elazığ, Erzincan, Samsun, Bursa, Aydın, Adana, Ankara, Van, Rize, Isparta, Kayseri) aracılığıyla ölçümler yapılmaktadır. Elde edilen hidrometrik veriler merkezde (Ankara) değerlendirilip analizleri yapılarak yayın haline getirilmekte ve kullanıcıların hizmetine sunulmaktadır.

Jeolojik-Jeoteknik ve Jeotermal Araştırma Çalışmaları

Hidroelektrik Enerji Amaçlı Jeolojik-Jeoteknik Araştırma Çalışmaları

Başta su olmak üzere, rüzgar, jeotermal, nükleer, kömür, güneş vb. enerji kaynaklarını değerlendirmeye yönelik tasarlanan mühendislik yapılarını, ilk etüt aşamasındaki yer seçiminden işletme aşamasına kadarki süreçte, olumsuz etkileyecek jeomühendislik sorunları (depremsellik, geçirimlilik, duraysızlık, vb.) yüzey ve/veya yeraltı sondajlı araştırmalarla belirlenmekte; belirlenen sorunlara çözüm önerileri getirilmekte, inşaat için gerekli kil, kum, çakıl vb. malzemenin temini amacıyla arazide ve laboratuvarda araştırmalar yapılmaktadır. EİE Genel Müdürlüğünce geçici sondaj kampları aracılığı ile kuruluşundan günümüze kadar 928.434,65 metre sondaj, 110.978 metre galeri ve 31.350 metre enjeksiyon yapılmıştır. Ayrıca 4628 sayılı Kanun kapsamındaki HES fizibilite raporlarının incelenmesi ile HES tesislerinin işletme denetim ve geçici kabul çalışmaları yapılmaktadır.

Yenilenebilir Enerji Kaynakları Çalışmaları

Ülkenin hidrolik, rüzgâr, jeotermal, güneş, biokütle ve diğer yenilenebilir enerji kaynaklarının çevre etkileri de dikkate alınarak değerlendirilmesi için kullanılabilir enerji potansiyellerini belirlemek ve bu potansiyellerden yararlanma yöntemlerini ortaya koymak, kullanımlarının yaygınlaştırılmasını ve dolayısıyla bu kaynakların getireceğiavantajlardan yararlanmak amacıyla strateji geliştirme, potansiyel belirleme, etüt, ölçüm, fizibilite, araştırma ve geliştirme, test ve demonstrasyon projeleri yürütülmektedir.

Rüzgâr Enerjisi Potansiyeli Atlası (REPA)

Ülkemizin tamamını kapsayan “Rüzgâr Enerjisi Potansiyeli Atlası (REPA)” ile ilgili çalışmalar, coğrafik bilgi sistemlerinden ve uydu görüntülerinden yararlanarak tamamlanmış olup, bilgi web sayfasında yayımlanmaktadır. Ülkemizde rüzgâr enerjisine dayalı üretim tesisleri kurmak isteyen birçok yatırımcı ilgilendikleri alanların rüzgâr kaynak bilgilerini, EİEİ Genel Müdürlüğüne başvuru yaparak temin edebilmektedir. Mevcut REPA ürün görüntüleme yazılımı geliştirilerek yazılıma ilave özellikler kazandırılmıştır. Bu kapsamda; alansal/noktasal bilgi taleplerinin raporlanması, belirlenecek olan rüzgâr kaynak alanlarına rüzgâr türbinlerinin otomatik olarak yerleştirilmesi, 30 ve 70 metre yüksekliklerde güç yoğunluğu ile kapasite faktörü haritalarının oluşturulması, belirlenen bir rüzgâr santral alanının referans elektrik enerjisi üretim değerinin hesaplanması ve bu alanın ortalama güç yoğunluğunun belirlenmesi, istenilen türbin tipine ait teknik değerlerin girilmesi gibi özellikler tamamlanarak yazılıma ilave edilmiştir. Ayrıca, mevcut ürün görüntüleme yazılımına ilave tematik haritalar entegre edilmiştir. İhtiyaç halinde temin edilecek yeni tematik haritalar da sayısallaştırılarak REPA’ya entegre edilecektir.

Rüzgâr Enerjisi Santraları (RES) Lisans Başvurularının Teknik Değerlendirilmesi

Rüzgâr Enerjisine Dayalı Lisans Başvurularının Teknik Değerlendirilmesi Yönetmeliği kapsamındaki çalışmaların yürütülmesi ile ilgili bir projedir. 2009 yılında EPDK tarafından gönderilen ve başvuru sahibi tüzel kişilerin santral sahası bildirimlerinde belirtilen türbin koordinatları CBS teknikleri kullanılarak sayısal ortama aktarılmıştır. Lisanslı, uygun bulma kararı alınmış ve uygun bağlantı görüşü oluşmuş başvurulara ait santral sahaları incelenmiş ve EPDK’na görüş bildirilmiştir. Ayrıca, lisansındaki türbin koordinatlarında değişiklik isteyenler ile geçici kabulü yapılmış lisanslı projelerinde kapasite artışı talep edenlerin uygunluk yazıları da EPDK’na bildirilmiştir.

Bununla birlikte inceleme ve değerlendirme aşamasındaki 711 adet başvurunun bilgileri CBS ortamına aktarılmış ve 411 adetinin teknik değerlendirmesi yapılarak “Teknik Değerlendirme Sonuç Raporları” EPDK’ya gönderilmiştir. RES Yönetmeliği kapsamında, RES yatırımı yapmak isteyen kamu tüzel kişilerine sunulacak destek hizmetlerinin kapsamı belirlenmiştir.

Güneş Kolektörü Test Çalışması

Ülkemizde yaklaşık 12 milyon m2 düzlemsel güneş kollektörü mevcut olup her yıl yaklaşık 1 milyon m2 kolektör üretilmektedir. EİE Genel Müdürlüğünde kurulu bulunan güneş kolektörleri ısıl performans test platformu aracılığı ile firmaların Ar-Ge çalışmalarına destek verilmekte ve TSE belgesi isteyen firmalara ait kolektörlerin ısıl performans testleri yapılmaktadır.

Güneş Enerjisi Potansiyel Atlası (GEPA)

Ülkemiz güneş kuşağı içinde yer almakta olup bu konuda önemli bir potansiyele sahiptir. Bu potansiyel sıcak su üretiminde kullanılmakla birlikte elektrik üretimi yok denecek seviyededir. Bu potansiyeli elektrik üretiminde kullanılabilmesi amacıyla GEPA hazırlanarak EİE internet sayfası üzerinden  kullanıcıların hizmetine sunulmuştur. Kullanıcılar internet sayfası üzerinden il ve ilçe bazlı aylık güneş enerjisi potansiyellerini ve güneşlenme sürelerini rahatlıkla öğrenebilmektedirler. “Güneş Enerjisi Potansiyel Belirleme Çalışması” kapsamında hazırlanan atlas ile ülkemizdeki güneş enerjisi uygulamaları açısından en iyi alanların nereler olduğu ve belirlenen bu alanlardaki güneş enerjisine dayalı elektrik veya ısı enerjisi üretim imkânlarının belirlenmesi amaçlanmıştır.

Bitkisel Atıklardan Elektrik, Isı Veya Akaryakıt Üretebilen Örnek Tesis Uygulamaları

Yeterli miktarda bitkisel atıkların temin edilebileceği ve üretilecek atık ısının servis edilebileceği özelliklere uygun bir tesis alanının araştırılması ve biyogaz ile biyokütle gazlaştırma tesisleri için örnek uygulamaların yapılması amacıyla yürütülen bir projedir. 2009 yılında; BEPA projesi çıktıları kullanılarak 500 kW gücünde biyogaz tesislerinin kurulabileceği ve TİGEM tarafından işletilen hayvan çiftlikleri belirlenmiş ve bu konuda TİGEM yetkilileri ile görüşülmüştür. Aynı  şekilde orman kaynaklı biyokütle atıklarının kullanılacağı 500 kW gücündeki gazlaştırma tesislerinin kurulabileceği öncelikli alanlar belirlenerek konu Orman Genel Müdürlüğüne aktarılmıştır.

Enerji Verimliliği Çalışmaları

Doğal enerji kaynakların kıtlığı, enerjiye olan talebin artışı ve hammadde fiyatlarındaki yükselmeler sonucunda bütün dünya ülkelerinde olduğu gibi ülkemizde de enerjinin daha verimli kullanılmasına yönelik önlemler alınmasını gündeme getirmektedir. Bu bağlamda enerjinin her noktada verimli ve etkin kullanılması ve israfının önlenmesi amacıyla, kamu, özel sektör ve sivil toplum kuruluşlarının katılımıyla çalışmalar yürütülmektedir. Türkiye’nin birincil enerji tüketimi 2008 yılında 106,4 milyon TEP olarak gerçekleşmiştir.

Türkiye, OECD ülkeleri arasında kişi başına en düşük enerji tüketimine sahip olmasına karşın, gelişme hızına bağlı  enerji tüketimindeki artış nedeniyle önemli bir tasarruf potansiyeline sahiptir. Yapılan çalışmalar, 2020 yılındaki 222 milyon TEP olarak gerçekleşmesi beklenen birincil enerji talebini en az %15 (30 MTEP) azaltabilecek bir potansiyele sahip olduğumuzu ortaya koymaktadır.

Gerekli önlemler alınmaz ise Türkiye’nin nihai enerji tüketimindeki artış, küresel enerji tüketimine ve sera gazı emisyonlarına önemli etkide bulunacaktır. Bu durum karşısında Türkiye, enerji temin güvenliğinin sağlanması, çevre sorunlarının azaltılması ve ekonomi üzerinde enerji maliyetlerinin yükünün azaltılması amacıyla enerji verimliliğine daha fazla önem vermeye başlamıştır. Bu çerçevede 2007 yılında yasalaşan Enerji Verimliliği Kanunu Türkiye pratiklerinde uygulanabilir tedbirleri, uygulamaları, destekleme mekanizmalarını ve yaptırımları kapsamaktadır.

Etüt ve Eğitim Hizmetleri

Enerji verimliliği bilincini oluşturmak, enerji tasarrufu odaklarını ve miktarlarını tespit etmek, endüstriyel işletmeler ile kamu, ticari ve hizmet binalarında etkili bir enerji yönetim sistemi kurulmasına yardımcı olmak amacıyla sanayi ve bina gibi nihai enerji tüketim sektörlerinde enerji verimliliği etüt çalışmaları ile mevcut durum ve tasarruf potansiyeli tespit edilmekte ve yapılan kurslar ile enerji yöneticileri yetiştirilmektedir. 2005-2009 yılları arasında gıda, seramik, tekstil, demir-çelik, beyaz eşya, kağıt ve kimya sektörlerinde olmak üzere 51 ön görüşme, 51 ön inceleme, 2 ön etüt  ve 8 etüt olmak üzere toplam 112 çalışma yapılmıştır. Ayrıca 2005-2008 yılları arasında 7 kamu kurumuna ait toplam 14 binada enerji verimliliği etütleri ve Antalya’da 239 otelde enerji tasarruf potansiyeli belirlemeye yönelik çalışma yapılmıştır.

Enerji Verimliliği Kanunu kapsamında yıllık enerji tüketimi 1.000 TEP ve üzeri olan endüstriyel işletmelerde, yıllık enerji tüketimi  1.000 TEP’ten az olan endüstriyel işletmelere yönelik çalışmalar yapmak üzere organize sanayi bölgelerinde, kurulu gücü 100 MW ve üzeri olan elektrik üretim tesislerinde, toplam inşaat alanı en az 20.000 m2 veya yıllık toplam enerji tüketimi 500 TEP ve üzeri olan ticarî ve hizmet binalarında ve toplam inşaat alanı en az 10.000 m2 veya yıllık toplam enerji tüketimi 250 TEP ve üzeri olan kamu kesimi binaları da enerji yöneticisi görevlendirilmesi gerekmektedir. 2005-2009 yılları arasında sanayi sektöründe enerji yöneticilerinin sertifikalandırılmasına yönelik 41, bina sektöründe enerji yöneticilerinin sertifikalandırılmasına yönelik 25 adet kurs gerçekleştirilmiş olup bu eğitimlere 1420 kursiyer katılmıştır.

Yetkilendirilmiş EVD  şirketlerine laboratuar kullanım desteği sağlanması kapsamında 2009 yılından itibaren bina ve sanayi sektörüne yönelik 21 adet uygulamalı eğitim programı gerçekleştirilmiş olup bu eğitimlere 494 kursiyer katılmıştır. Ayrıca, bölgesel işbirliklerinin geliştirilmesi amacıyla başta Türk Cumhuriyetleri olmak üzere, Asya, Orta Doğu ve Balkan ülkelerine yönelik uluslararası enerji yöneticisi eğitim programları düzenlenmektedir. Bu kapsamda 2005-2009 tarihleri arasında 25 ülkeden 113 kişinin katıldığı 6 eğitim programı düzenlenmiştir.

Ulusal Enerji Bilgi Yönetim Merkezi (UEBYM)

2819 sayılı Elektrik  İşleri Etüd  İdaresi Teşkiline Dair Kanunun 2 inci maddesi kapsamında, enerji ile ilgili tüm paydaşların doğru ve güncel bilgiye hızla erişebilmelerini sağlamak; ulusal enerji envanterini oluşturmak ve güncel tutmak; planlama, projeksiyon, izleme ve değerlendirme çalışmalarına destek vermek üzere Ulusal Enerji Bilgi Yönetim Merkezi (UEBYM) kurmak ve işletmek EİE’nin görevleri arasında yer almaktadır. “Ulusal Enerji Bilgi Yönetim Merkezi (UEBYM)” Projesinde enerji sektöründeki verilerin güncel, güvenilir ve faydalı bilgiye dönüştürülmesi; doğru bilginin, doğru yere, doğru formatta, doğru kanaldan ve doğru zamanda ulaştırılması, sektördeki gelişimin uluslararasında kabul görmüş göstergeler yardımıyla izlenmesi ve değerlendirilmesi, etkileşimli bilgi akışı ile Bakanlık faaliyetlerindeki katılımcılığın ve toplum genelindeki enerji kültürünün gelişimine katkıda bulunulması, performansa dayalı stratejik yönetim tekniklerine ve karar süreçlerine destek sağlanması hedeflenmiştir. Bu proje 2010 yılında başlatılan Enerji Bilgi ve Teknoloji Yönetim Merkezi (EBİTEM) Projesi altında yürütülecektir.

Enerji Verimliliği Portalı

Enerji verimliliği çalışmalarının yaygınlaştırılması, etkinliğinin artırılması ve enerji verimliliğinin gelişiminin izlenmesi amacıyla, etkileşimli bilgi akışının sağlanabileceği, dinamik envanter üzerinden sağlıklı projeksiyonların üretilebileceği, bilgi toplama, depolama, analiz ve raporlama fonksiyonlarına sahip bir Enerji Verimliliği (EnVer) Portalı 2007 yılında kurulmuştur. EnVer Portalı ile esnek raporlama özelliğine sahip güncel ve güvenilir bir veri tabanının oluşturulmakta, EİE tarafından sunulan hizmetlerin yanı sıra izleme ve denetim çalışmalarında etkinlik artırılmakta ve kamuoyunun bilgi ve bilinç düzeyi geliştirilmektedir. Portala Enerji Verimliliği Kanunu uyarınca enerji yöneticisi görevlendirmekle yükümlü endüstriyel işletmelere ve binalara ait 2004-2005 ve 2006 yılı enerji tüketim verileri girilmiş olup, 1.000 TEP ve üzeri enerji tüketimi olan 905 endüstriyel İşletme izlenmektedir. Bu çerçevede hazırlanan; sektörel bazda yakıt kullanım istatistikleri; enerji yoğunlukları, karbon emisyonları, vb bilgiler portalda yer almaktadır.

Enerji Verimliliği Koordinasyon Kurulu (EVKK)

5627 sayılı Enerji Verimliliği Kanunu kapsamında oluşturulan Enerji Verimliliği Koordinasyon Kurulu’nun (Kurul) sekretarya görevi EİEİ tarafından yürütülmektedir. Kurul ilk toplantısını 31 Ekim 2007 tarihinde gerçekleştirmiş olup 2009 yılı sonuna kadar toplam 10 toplantı yapılmıştır. Toplantılarda;

• Enerji Verimliliği Haftası etkinlikleri,
• Çalışma grupları ve geçici ihtisas komisyonları oluşturulması,
• Verimlilik artırıcı projelerin (VAP) desteklenmesi,
• Gönüllü anlaşma yapılacak işletmelerin belirlenmesi,
• Makina Mühendisleri Odası’nın yetkilendirilmesi,
• Sertifika ve eğitim ücretlerinin belirlenmesi,
• Danışma Kurulu toplantıları
konularında kararlar alınmıştır.

Ulusal Enerji Bilgi Yönetim Merkezi (UEBYM)

2819 sayılı Elektrik  İşleri Etüd  İdaresi Teşkiline Dair Kanunun 2 inci maddesi kapsamında, enerji ile ilgili tüm paydaşların doğru ve güncel bilgiye hızla erişebilmelerini sağlamak; ulusal enerji envanterini oluşturmak ve güncel tutmak; planlama, projeksiyon, izleme ve değerlendirme çalışmalarına destek vermek üzere Ulusal Enerji Bilgi Yönetim Merkezi (UEBYM) kurmak ve işletmek EİE’nin görevleri arasında yer almaktadır. “Ulusal Enerji Bilgi Yönetim Merkezi (UEBYM)” Projesinde enerji sektöründeki verilerin güncel, güvenilir ve faydalı bilgiye dönüştürülmesi; doğru bilginin, doğru yere, doğru formatta, doğru kanaldan ve doğru zamanda ulaştırılması, sektördeki gelişimin uluslararasında kabul görmüş göstergeler yardımıyla izlenmesi ve değerlendirilmesi,etkileşimli bilgi akışı ile Bakanlık faaliyetlerindeki katılımcılığın ve toplum genelindeki enerji kültürünün gelişimine katkıda bulunulması, performansa dayalı stratejik yönetim tekniklerine ve karar süreçlerine destek sağlanması hedeflenmiştir. Bu proje 2010 yılında başlatılan Enerji Bilgi ve Teknoloji Yönetim Merkezi (EBİTEM) Projesi altında yürütülecektir.

Eşleştirme (Twinning) Projesi

Temmuz 2005 – Kasım 2007 tarihleri arasında AB desteğinde, Türkiye’de Enerji Verimliliğinin Artırılması Eşleştirme (Twinning) Projesi yürütülmüştür. Fransa ve Hollanda’nın enerji verimliliği kuruluşları olan ADEME ve SenterNovem ile yürütülen söz konusu proje kapsamında, Avrupa Birliğinin enerji verimliliği politikaları ve uygulamaları konusunda teknik yardım, bilgi transferi ve eğitim yoluyla Avrupa’daki benzerlerine uygun bir yapının Türkiye’de geliştirilmesine çalışılmıştır. Proje faaliyetleri; Yasal ve Kurumsal Yapının Kuvvetlendirilmesi, Enerji Tasarrufu Potansiyellerinin Belirlenmesi ve Enerji Verimliliğinin Artırılmasının Önündeki Engellerin Belirlenmesi ve Uygulamaların Desteklenmesi gibi üç ana bileşen altında gerçekleştirilmiştir. Bu bileşenler altında gerçekleşen faaliyetler sonucunda;

• Proje boyunca taslak hazırlanması çalışmaları devam eden Enerji Verimliliği Kanunu ve Yönetmelik çalışmalarında AB uzmanlarının görüşlerinden de yararlanılmıştır.

• EİE’deki mevcut kapasitenin iyileştirilmesi ile bilgi ve tecrübe transferinin sağlanmasında proje ortağı ülkelerde düzenlenen eğitim, teknik gezi ve stajların yanısıra yurt içinde sanayi, bina ve ulaştırma sektörlerine yönelik gerçekleştirilen çalıştaylarda özellikle AB ülkelerinde uygulanan politika, plan, program ve uygulamalar, hakkında detaylı bilgiler edinilmiş ve önemli faydalar sağlanmıştır.

• Sanayi, bina ve ulaşım sektörlerinde enerji tasarrufu potansiyelinin belirlenmesi, göstergeler ve modellemelerle ilgili olarak ülkemizde metodolojiler geliştirilmiş, yazılım programları temin edilmiş ve enerji verimliliğini ülkemizin genel enerji projeksiyonlarına entegre etmek için bu konuda farklı kurum ve kuruluş çalışanlarından oluşturulan bir ekibin eğitilmesi de dahil olmak üzere çalışmalar yürütülmüştür.

• Yerel düzeyde enerji tasarrufu programların geliştirilmesi ve izlenmesi için özellikle bina ve ulaşım sektörlerinde yerel makamların ve paydaşların programlarında Türk ortakların aktif  olarak yer alması gibi konularda çalışmalar yürütülmüştür.

• İlgili kurum ve kuruluşlarla temaslar arttırılmış, bu kuruluşlardan ilgili personelin, proje faaliyetlerine katılımları sağlanmış ve işbirlikleri tesis edilmiştir.

• 5627 sayılı Enerji Verimliliği Kanunu kapsamında, ülkemiz sanayi sektöründe enerji verimliliğini artırmak üzere Gönüllü Anlaşma uygulamalarını yaygınlaştırmak ve uygulama mekanizmalarını tesis etmek üzere, bu konuda önemli bilgi ve tecrübe birikimi olan  Hollanda’nın bu bilgi ve tecrübelerinden yararlanmak amacıyla Hollanda Hükümeti ile ikili işbirliği geliştirilmiştir.

Rüzgâr İzleme ve Tahmin Merkezi Projesi (RİTM)

Rüzgâr hızlarının ileriye dönük (1-48 saat) tahmin edilmesi ve böylece rüzgâr elektrik santrallerinden üretilecek enerji miktarlarının önceden belirlenerek enerji üretim sistemi içinde (üretim, iletim, dağıtım) rüzgârın kapasite kredisinin artırılması oldukça önemlidir. Böylece, bir rüzgâr elektrik  santralından 1-48 saat sonrası için elde edilebilecek enerji miktarının tahmin edilmesi sektördeki yatırımcının ve  şebeke işleticilerinin yapacağı planlamaların sağlıklı olmasını sağlayacaktır. Bu amaca yönelik olarak yapılacak bu proje ile hem mevcut işletmedeki RES’lerden üretilen enerji miktarlarının izlenmesi hem de bu tesislerin ileriye dönük enerji üretimlerinin tahmin edilebilmesi için bir merkezin kurulması ve işletilmesi amaçlanmıştır. Söz konusu merkezin kurulum çalışmaları 2010 yılında başlatılacak olup 2012 yılında tamamlanması planlanmıştır.

Enerji Bilgi ve Teknoloji Yönetim Merkezi Projesi (EBİTEM)

EBİTEM; Bakanlığımız ve TÜBİTAK-MAM işbirliğinde enerji sektöründeki kararların ve uygulamaların hızlı ve isabetli olmasına katkıda bulunmak amacıyla, gelişmeleri değerlendiren, ufku tarayan ve yenilik planlayan bir merkez kurulması çalışmaları üç yılda tamamlanacaktır. EİE yerleşkesinde kurulacak merkezin personeli, başlangıçta TÜBİTAK üzerinden sağlanacaktır.

Faaliyetleri:
• Enerji sektörünün kamu ve özel kesimindeki farkındalıkları artırmak, politikalara ve uygulamalara ışık tutmak,
• Yurt dışındaki yeni teknolojilerin özümlenmesi, yerli teknolojilerin geliştirilmesi ve uygulamaya aktarılması,
• Enerji sektöründeki nitelikli insan gücünün korunmasına ve gelişmesine katkıda bulunmak için, yurt içi ve yurt dışı uzmanları ve deneyimli ünlüleri davet etmek suretiyle kısa süreli kurslar düzenlenmesi,
• Sektördeki bilgi ve bilinç düzeyini artırıcı toplantılar düzenlenmesi,
• Faaliyetleri ile ilgili basılı ve/veya elektronik ortamda yayınlar yapılmasıdır. UEBYM Projesi de bu merkez çatısı altında yürütülecektir.

Ölçme ve Değerlendirme Sistemi   (ÖDES)

Bu proje ile enerji verimliliği ve yenilenebilir uygulamalarında ülke genelindeki ve şartlarındaki gelişimin ölçülmesine ve değerlendirilmesine yönelik sistematiğin, özgül enerji tüketimleri, iletim  şartları, çevre emisyonları, ekonomik ve sosyal göstergeler ile birlikte ODEX endeksine dayandırılarak kurulması ve işletilmesi amaçlanmıştır. EBİTEM ve UEBYM Projeleri ile entegre olarak yürütülecek olan proje, TÜBİTAK işbirliği ile 2010 yılında başlatılacaktır.


Kaynak: http://www.etisanenerji.com/bilgi/elektrik-isleri-etut-idaresi-eie/

AKM Belleten – Cumhuriyet Tarihinde Bugün 23 Haziran * HATAY’ın Türkiye’ye Katılması

HATAY SORUNU – HATAY’ın Türkiye’ye Katılması

15 Mart 1923’te Atatürk Adana’ya geldiklerinde, yol kenarında Antakya ve İskenderun’u sembolize eden iki genç kızın hıçkırıklar arasında, “Bizi de kurtar” feryadına karşılık, “Kırk asırlık Türk yurdu ecnebi elinde kalamaz” demiştir.

TBMM Hükümeti ile Fransa Hükümeti arasında 20 Ekim 1921’de imzalanmış olan Ankara Antlaşması, İskenderun Sancağını Suriye’den ayırarak ayrı bir statüye tabi tutuyordu. Bu Antlaşmanın 7. Maddesi, İskenderun beldesi için özel bir idare usulü kurulacağını; bu bölgenin Türk ırkından olan sakinlerinin, kültürlerinin gelişmesi için her türlü kolaylıktan faydalanacağını ve Türk parasının orada resmi mahiyet taşıyacağını öngörmüştür. Antlaşma hükmüne uygun olarak, 8 Ağustos 1922’de Sancak’ta bir bölgesel idare kurulmuştur.

Fransa, Suriye ile anlaşarak manda idaresine son vermeyi kararlaştırmıştı. Hatta, 8 Eylül 1936 tarihinde parafe edilen antlaşma ile Suriye’de manda idaresinin son bulduğu öngörülüyor, ancak Sancak’ın durumundan söz edilmiyordu. Türkiye’de bu durum Sancak’ın kaderi hakkında genel bir kaygı uyandırdı. Türk Hükümeti, Sancak sorununun önemi üzerine eğilerek; 6 Ekim 1936’da Milletler Cemiyeti Assamblesi’nde ve daha sonra 9 Ekim 1936’da Fransa’ya verdiği bir nota ile görüşünü belirtti.

Atatürk davaya verilen önemi, 1 Kasım 1936 TBMM’ni açış nutkunda, kesin ve belirli şekilde dünya kamuoyuna duyurmuştur. “Bu sırada, milletimizi gece gündüz meşgul eden başlıca büyük mesele hakiki sahibi öz Türk olan İskenderun-Antakya ve havalisinin mukadderatıdır. Bunun üzerinde, ciddiyet ve kifayetle durmaya mecburuz. Daima kendisi ile dostluğa çok ehemmiyet verdiğimiz Fransa ile aramazda tek ve büyük mesele budur. Bu işin hakikatını bilenler ve hakkı sevenler, alakamızın şiddetini ve samimiyetini iyi anlarlar ve tabii görürler.”

Fransa, Sancak’ın Suriye’den ayrılamayacağını açıklamakla, Türk görüşüne kesin red cevabı vermiş oluyordu. Sorunun Milletler Cemiyeti’nde görüşülmesi ve bu kurulun tavsiyesi ile Sancak bölgesine üç müşahidin gönderilmesi, Sancak davasının milletlerarası planda da önemini artırmış oldu. Fransa ile yapılan görüşmeler sonunda burada bir halk oylaması yapılması kabul edildi. İngiliz Dışişleri Bakanı Anthony Eden’in aracılığı ile, 24 Ocak’ta bir prensip Antlaşmasına varıldı. Plebisit Türkiye lehine sonuçlandı. Fransa ile Hatay’da bağımsız bir devlet kurulması kabul edildi.

Almanya’nın 1938 Martında Avusturya’yı ilhakı, Fransa’nın Almanya’ya karşı Doğu’da kuvvetli bir Türkiye’ye ihtiyacını gösteriyordu. Boğazların da Avrupa’da büyüyen kriz ve uyuşmazlıklar sebebiyle önemi artmıştı. Haziran 1938’de, Antakya’da Türk ve Fransız askeri heyetleri arasında yapılan görüşmeler sonucu, 3 Temmuz 1938’de Antlaşma yapıldı. Hatay’ın toprak bütünlüğü ile siyasi statüsünü korumak amacı ile her iki devlet 2500’er kişilik askeri kuvvet göndermeyi kabul etmişlerdi. Türk Ordusu 4 Temmuz 1938’de Hatay’a girerek görevine başladı. Türkiye ile Fransa arasında imzalanan dostluk antlaşması bu iki devleti birbirine yaklaştırıyordu. Yapılan seçimler sonucunda Meclis, 2 Eylül 1938’de ilk toplantısını yaptı ve bağımsız Hatay Cumhuriyeti’ni ilan etti. Cumhurbaşkanlığına Tayfur Sökmen, Başbakanlığa Abdurrahman Melek getirildi.

Bu bağımsız devletin uzun süre devam etme şansı yoktu. Fransa ile yeniden görüşmeler yapıldı. 23 Haziran 1939 tarihinde Türkiye ile Fransa arasında yapılan yeni bir antlaşma ile, Hatay halkının da arzusuna uygun olarak Fransa, Hatay’ın Türkiye’ye katılmasını kabul etti. Hatay Türk Devleti Meclisi 29 Haziran’da anavatana katılmayı oybirliği ile kararlaştırdı ve Hatay anavatana katıldı.


Hatay Hikâyesi

Artık hastalığı kontrol edilemez bir durumdaydı. Bir taraftan Hatay, diğer taraftan hastalık onu eritiyordu. Son günlerin en büyük neşesini ona bir subay vermişti. O Hatay konusunda endişe içindeyken subay Şükrü Kanatlı karşısına çıkmış:

-“Paşam izin ver, yalnız elimdeki kuvvetle, değil Hatay’ı Süveyş’e kadar bütün sahili sana teslim edeyim. Sonra beni asi diye as… Tek sen üzülme” demişti. Şükrü Kanatlı çıkınca Atatürk:

-“Ektiklerimiz meyve verdi. Artık ölsem de gam yemem” demişti.1

1 Münir Hayri Egeli, Atatürk’ten Bilinmeyen Hatıralar, Ankara 1959, s. 113.

Kaynak: Atatürk’ten Gençliğe Unutulmaz Anılar, Ahmet Gürel, Mayıs 2009


AKM Belleten – Cumhuriyet Tarihinde Bugün 21 Haziran * SOYADI KANUNU

1934 yılında çıkartılan 2525 sayılı kanunla, her Türk’ün bir soyadı taşıması mecburi hale getirildi.

Bu zamana kadar kişinin soyadının bulunmaması toplum hayatında karışıklara neden oluyordu. Ayrıca bu durum toplumsal ilişkiler bakımından da bir eksiklikti. Soyadı yerine kullanılan baba adı, doğduğu memleketin adı ve kullanılan lakaplar, soyadının toplumsal ilişkilerdeki rolünü oynayamıyordu.

21 Haziran 1934’te çıkarılan 2525 sayılı Soyadı Kanunu ile her vatandaşın öz adından başka bir de, soyadı taşıması zorunlu kılındı. Soyadları Türkçe olacaktı. Rütbe, memurluk, yabancı ırk ve millet adları ile ahlaka aykırı ve gülünç kelimeler soyadı olarak kullanılmayacaktı.

1934 yılında çıkarılan diğer bir kanunla da; “Ağa, Hacı, Hafız, Hoca, Molla, Efendi, Paşa” gibi, eski toplum zümrelerini belirten unvanlar kaldırılmıştır. Aynı kanunla yurt savunmasında, Milli Mücadelede gösterilen başarılar karşılığı verilen madalyalar dışında, eski Osmanlı idarecilerinin verdiği tüm nişan ve rütbeleri taşımak da yasaklanmıştır.

Soyadı kanununun kabulünden sonra 24 Kasım 1934 yılında 2258 Sayılı Kanunla, TBMM Türk milletinin bir şükran ifadesi olarak, Gazi Mustafa Kemal Paşaya Atatürk soyadını vermiştir.

Soyadı kanunu, Büyük Millet Meclisi’nce kabul ve Resmi Gazete ile yayınlanıp ilan edildikten sonra, Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal için de bir soyadı almak gerekti. Bunun için gerekli fikri çalışmalara başlanmıştı.

Fakat Gazi Mustafa Kemal’e verilecek soyadı ne olmalıydı?

Bu husuta gerek “Atatürk sofrası”nda ve gerek Cumhuriyet Halk Partisi Meclis Grubu’nda ona layık bir soyadı bulmak için, bazı ileri gelen dil ve tarihçilerin de katılmasıyla, toplantılar yapılmış, bazı isimler tespit edilmiştir. Tespit edilen isimler şunlardı “Etel-Etil, Etealp, Korkut, Araz, Ulaş, Yazır, Emen, Çogaş, Salır, Begit, Ergin, Tokuş, Beşe”. Bu isimler Atatürk’e arz edilmiş ve Atatürk’ün , “arkadaşlarla bir kere konuşalım” demesi üzerine ikinci bir görüşmeye bırakılmıştır. Çankaya’da yapılan son toplantıda, CHP Genel Sekreteri (sonradan Milli Eğitim Bakanı) Saffet Arıkan’ın bir yazısında kullandığı söylenilen “Türkata” , “Türkatası” gibi iki ad da kendisine arz edilmiş fakat Atatürk’ün , “bir de arkadaşlar , ne buyururlar, bakalım” demesi üzerine Konya Milletvekili rahmetli Naim Hazım Onat Bey , “Müsaade buyurulur mu paşam ?” diye söz istemiş, Atatürk de, “arkadaşlar lütfen hocamızı dinleyelim”, diyerek sözü Onat’a bırakmıştır.

Naim Hazım Bey, Türk Dil Kurumu’nda da çalışmış Türkçeyi-Osmanlıcayı çok iyi bilen , her iki alanın gramer ve sentaks kurallarını gerçekten kavramış bir sahsiyetti. Naim Bey, bu husustaki düsüncelerini şu şekilde açıklamıştır.

“Türkata, Türkatası gerek yazılışta, gerek söylenişte bana biraz tuhaf geliyor. Arkadaşlar biliyorsunuz tarihimizde bir ‘Atabey’ sözü ünvanı vardır. Anlamı da, yine biliyorsunuz: Beyin, emirin, şehzadenin, hatta hükümdarın ilimde, idarede, askerlikte mürebbisi, müşaviri, hocası demektir. Atabey, kullanılmış, tarihe geçmiş bir ünvan-ı resmidir. Bu ünvanı taşıyan bir çok Türk büyüğü vardır. Binaenaleyh biz de Türk’e her alanda atalık etmiş, Türklüğü kurtarmış, istiklaline kavuşturmuş olan büyük Gazimize ‘ATATÜRK’ diyelim, bu soyadını verelim. Bu bana şivemize de daha munis , daha uygun gibi geliyor.”

Gazi, Naim Hazım Onat’ın açıklamasını daha yerinde bulmuş, hatta ona teşekkür etmiş, böylece “ATATÜRK” soyadı üzerinde oy birliği ile durulmuştur. Bundan sonra, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı’na şu üç maddelik kanun teklifi verilmiştir.

“Cumhurreisi Gazi Mustafa Kemal’e Atatürk Soyadının verilmesi hakkında Kanun

Madde 1. Kemal öz adlı (öz adı Kemal olan) Cumhurreisimize “ATATÜRK” soyadı verilmiştir.
Madde 2. Bu kanun neşri tarihinden muteberdir.
Madde 3. Bu kanun , Büyük Millet Meclisi tarafından icra olunur. ”

Kanun, T. B. M. M. ‘nin 24 kasım 1934 tarihli toplantısında oy birliği ile kabul edilmiş ve 2587 numara ile tespit olunmuştur. Bu kanun , usulü gereğince 27 Kasım 1934 tarihli Resmi Gazete ile de “neşr ve ilan “edilmiştir.

Mustafa Kemal, “Atatürk” soyadı ile Türk tarihine dayanmaktadır. Soyadına kaynaklık eden “Atabey” ünvanı Selçuklu devri Türk devletlerinde yaygın olarak kullanılan bir ünvan olup. “Atabeylik” de, Türk devlet geleneği ve hayatında yer alan önemli bir Türk kurumudur. Tarihi Türk milli kültürünün derin izlerini taşıyan bu soyadındaki “Türk ” adı da onu “milli bir lider” ve Türk milletinin en önemli “ortak paydası” haline getirmektedir.

Mustafa Kemal Paşa’nın Naim Hazım’a “ÜLKÜ ONAT” isim ve Soyisim vermesi.

Atatürk soyadını alan Mustafa Kemal , bir akşam Naim Hazım’a ; ” Hoca! idealler erişilemeyen şeylerdir. Şu idealin Türkcesini bul. .” deyince Naim Hazım, “Paşam bizde “Ulku Dağı”vardır. Bu Türkçe’de göz yanılgısıdır. Vardım sanırsınız erişemezsiniz. O Ulku Dağı ulaşılamayan yer olur …” deyince Atatürk;
-Şu Ulku dağını ses uyumuna uydur . . . dedi.
Naim Bey: Ülkü çıkar Paşam!. . . dedi.
Atatürk Naim Hazım’a : Yahu hoca!. . sen dürüst adamsın ingilizler dürüste ‘On ist” (honest) der, fransızlar “Onet” (honnête) der. Senin soyadın “Onat”olsun deyince
Naim Bey: Teveccühünüz”paşam der.

Ve Atatürk Naim Bey’e Ülkü ismiyle birlikte NAİM HAZIM BEY, BAY ÜLKÜ ONAT yazılı 8-11-1934 tarihli ve K. Atatürk imzalı belgeyi verir ve Naim Bey’in ismi NAİM HAZIM ÜLKÜ ONAT’dır.

Naim Hazım Ülkü Onat (1889-1953) 

Dil Bilgini, Naim Hazım Ülkü Onat 1889 yılında Konya’da doğdu. Konya’da medrese öğrenimi gördü. Bir süre Türkçe ve Edebiyat öğretmenliği yaptı. Meşrutiyet döneminde olduğu gibi Milli Mücadele döneminde de cesur kalemleriyle hizmet veren Babalık Gazetesinde yazıları yayınlandı aynı zamanda Konya Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Merkez heyetinde yer aldı. 1936-1938 yılları arasında Ankara DTCF’de Arapça dersleri verdi. Yeni dönemde TBMM’de Konya Milletvekili olarak görev yaptı. Türk Dil Kurumu Derleme Kolu Başkanlığı görevinde bulundu. Konya’da yayınlanan Babalık gazetesinde, Sebil-ür Reşad, Türk Dili Belleten, Ulus dergi ve gazetelerinde şiir ve yazıları yayınlandı. Arap dili ve edebiyatı alanında uzman sayıldı. Türkçe-Arapça Karşılaştırmalar ve Arapça’nın Türk Diliyle Kuruluşu adlı iki yapıtı vardır. Türkçemize bir çok kelime kazandıran ve önemli katkıları olan Naim Hazım Onat zaman zaman Mustafa Kemal Paşa ile sabahlara kadar Türk Dili ile ilgili çalışmalarda bulundu. Divan teşkil edecek kadar şiiri olan Naim Hazım bunların tamamını ölmeden önce Ankara’da Milli Kütüphane’ye bağışladı. Naim Hazım Türkçe’nin Arapça’dan arınmış bir hale gelmesine çok çalışmıştır. Konya Milletvekiliği, Türk Dil Kurumu çalışmaları ve Dil-Tarih-Coğrafya Fakültesi Öğretim görevliliğinden yorgun düşen Profesör Naim Hazım Ülkü Onat; 5 Mayıs 1953 de;Karaciğer kanserinden Ankara’da vefat etti. İstanbul Zincirli Kuyu mezarlığına defnedildi.

Naim Hazım’ın Biz Türküz adlı şiirinden : 

Hiç bir düşman bize karşı gelemez,
Hücümda süngümüz pek korkuludur.
Hürmetle yad eder her millet bizi,
Biz Türküz adımız uludur.
(Naim Hazım, 30 Nisan 1922 Konya Babalık Gazetesi)

Kaynak: http://www.ataturkinkilaplari.com/ak/44

AKM Belleten – Cumhuriyet Tarihinde Bugün 21 Haziran * AMASYA GENELGESİ (BİLDİRİSİ)

AMASYA GENELGESİ (BİLDİRİSİ) 21-22 Haziran 1919

Havza’daki çalışmalarını tamamladıktan sonra Mustafa Kemal ve arkadaşları, 12 Haziran 1919’da Amasya’ya geçtiler. Milli Mücadele çalışmalarını sürdüren Mustafa Kemal, Hüseyin Rauf Orbay, Refet Bele ve Ali Fuat Cebesoy birlikte Amasya Genelgesi’ni hazırladılar. Hazırlanan bildiri, Erzurum’da 15. Kolordu Komutanı Kazım Karabekir’e sunuldu. O’nun da onayının alınmasından sonra, bildiri, 22 Haziran 1919’da tüm mülki amir ve askeri komutanlara telgrafla Abdurrahman Rahmi Efendi tarafından ulaştırıldı. Amasya Genelgesi, milli mücadelenin temel gerekçe, amaç ve yöntemini ilk olarak belirtmiş oldu. Amasya Genelgesi’nin yayınlanması İstanbul’da bulunan işgal güçlerinin tepkisini çekmişti. Özellikle İngilizlerin, Mustafa Kemal’i geri getirmek için İstanbul Hükümeti üzerindeki baskıları iyice artmıştı. Mustafa Kemal, İstanbul’a dönmediği için daha sonra görevinden alınacaktır. O sırada İçişleri Bakanı olan ve Milli Mücadele’ye sıcak bakmayan Ali Kemal Bey, bir genelge yayınlayarak, Mustafa Kemal’in iyi bir asker olduğunu, fakat İngiliz baskısı sonucu görevinden alındığını duyurmuştur.

Amasya Genelgesi’nin içeriği şöyledir:

    1. Vatanın bütünlüğü, milletin istiklâli tehlikededir.
      • Yorum:
        •    Milli mücadelenin gerekçesi belirtilmiştir.
        •    Bölgesel kurtuluş çarelerinin yetersizliği anlatılmıştır.
        •    Ulusal bağımsızlık için Türk Milleti’ne çağrı yapılmıştır.
    2. İstanbul Hükümeti, üzerine aldığı sorumluluğu yerine getirememektedir. Bu hal, milletimizi âdeta yok olmuş göstermektedir.
      • Yorum:
        •    İstanbul Hükümetine karşı güvensizlik duyulduğu ilk kez açıkça belirtilmiştir.
        •    İstanbul Hükümetinin Türk Milletini temsil etmediği ortaya konulmuştur.
        •    Bu durum Anadolu’da yeni bir direnişin başlamasının gerekliliğini ortaya koymuştur.
        •    Kendisini Samsuna gönderen İstanbul Hükümetine karşı gelen Mustafa Kemal Paşa böylece yetki ve görevlerini aşmış bunun sonucunda İstanbul’a geri çağırılmıştır.
    3. Milletin istiklâlini, yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır.
      • Yorum:
        •    Genelgenin en önemli ve kapsamlı maddesi bu maddedir.
        •    Kurtuluş savaşının yöntemi ve amacı belirtilmiştir.
        •    Milli Mücadelenin millete danışılarak yani demokratik bir yöntemle gerçekleştirileceği ifade edilmiştir.
        •    Milli mücadelenin amacının milletin iradesine dayanan bir yönetim kurmak olduğu belirtilmiştir.
        •    Yönetim şeklinin değiştirileceği dolaylı olarak belirtilmiş üstü kapalı bir şekilde cumhuriyet yönetimine işaret edilmiştir.
        •    Bölgesel kurtuluş sömürgecilik yada manda-himaye yönetimlerinin hiçbirinin kabul edilemeyeceği açık bir dille ifade edilmiştir.
        •    Yapılacak olan direnişin evrensel niteliklere dayandığı belirtilmiştir.
    4. Milletin içinde bulunduğu bu duruma göre harekete geçmek ve haklarını yüksek sesle cihana işittirmek için her türlü tesir ve denetimden uzak milli bir heyetin varlığı zaruridir.
      • Yorum:
        •    Kurtuluş savaşı için milletin teşkilatlanması gerektiği vurgulanmıştır.
        •    Bu maddenin sonucu İlk kez Erzurum Kongresinde “Temsil Heyeti” adıyla bölgesel bir kurul oluşturulmuştur.Bu kurul Sivas Kongresinde tüm yurdu temsil eder hale getirilmiştir.
    5. Anadolu’nun her bakımdan emniyetli yeri olan Sivas’ta bir kongre toplanacaktır.
      • Yorum:
        •    Yurt çapındaki bölgesel direniş çalışmalarının tek bir merkezde toplanması amaçlanmıştır.
        •    Teşkilatlanmak için somut adımlar atılmaya başlanmıştır.
        •    Alınacak kararların bütün yurdun temsilcileri tarafından onaylanması amaçlanmıştır.
        •    Demokratik yöntem bu şekilde uygulamaya konulmuştur.
        •    Milli birlik ve beraberlik sağlanarak cemiyetlerin birleştirilmesine zemin hazırlanmıştır.
    6. Bunun için her ilden milletin güvenini kazanmış üç temsilcinin mümkün olduğu kadar çabuk yetişmek üzere yola çıkarılması gerekmektedir. Bu temsilciler, Müdafaa-i Hukuk, Redd-i İlhak cemiyetleri ve belediyeler tarafından seçilecektir.
      • Yorum:
        •    Alınacak kararların kişisel olmaktan uzak milli kararlar olması amaçlanmıştır.
        •    Yerel idareler etkili kılınmıştır.
        •    Delegelerin Milli mücadele yanlısı ve halkın güvenini kazanmış kişiler olmaları sağlanmaya çalışılmıştır.
    7. Her ihtimale karşı, bu meselenin bir milli sır halinde tutulması ve temsilcilerin, lüzum görülen yerlerde, seyahatlerini kendilerini tanıtmadan yapmaları lazımdır.
      • Yorum:
        •    Genelge kararlarının uygulanmasının İstanbul Hükümeti ve İtilaf devletleri tarafından engelleneceği hatırlatılmıştır.
        •    Sivas Kongresinin toplanmasının engellenebileceği belirtilmiştir.
    8. Doğu illeri için, 10 Temmuz’da Erzurum’da bir kongre toplanacaktır. Bu tarihe kadar diğer illerin temsilcileri de Sivas’a gelebilirlerse; Erzurum Kongresi’nin üyeleri, Sivas genel kongresine katılmak üzere hareket edecektir.
      • Yorum:
        •    Erzurum’da bölgesel cemiyetlerin toplanacağı kongre diğer bölgelere de duyurularak bu tip kongrelerin yaygınlaştırılması sağlamak istenmiştir.
    9. Askeri ve sivil teşkilatlar hiçbir suretle dağıtılmayacak yönetimi başkalarına devredilmeyecek ve silahlar teslim edilmeyecektir.
      • Yorum:
        •    Gerektiğinde silahlı bir mücadelenin yapılacağı ifade edilmiştir.
        •    Mondros Ateşkes Antlaşmasına karşı çıkılmıştır.
        •    Yapılacak direnişin top yekün bir mücadele olacağı ortaya konulmuştur.
        •    Mustafa kemal Paşa’nın resmi görevini yerine getirmeyeceği ortaya çıkmıştır.
        •    Askeri ve sivil makamların Milli mücadele yanlılarının elinde kalması amaçlanmıştır.

Amasya Genelgesi’nin Milli Mücadele’deki Yeri

  • Bir ihtilal beyannamesi özelliği taşır.
  • Türk İnkılabının “İhtilal safhası”nı başlatmıştır.
  • Siyasi,hukuki ve askeri bir direniş başlatmıştır.
  • Havza Genelgesi ile uyandırılmış olan ulusal bilinç artık harekete geçirilmiştir.
  • İstanbul’un artık Anadolu’nun sesini dinlemesi gerektiği ortaya konulmuştur.
  • İstanbul Hükümeti’ne karşı güvenini yitirmiş olan fakat ne yapacağını bilemeyen vatanperver aydınların ve subayların Anadolu’ya geçmesi sağlanmıştır.
  • Yurdun her tarafında yeni bir heyecan oluşmuş ve Sivas Kongresi’ne katılmak için delege seçimleri yapılmaya başlanmıştır.
  • En karanlık günlerde bir milletin yeniden dirilişine önayak olmuştur.
  • Milli Mücadelenin gerekçesi amacı ve yöntemi belirtilmiş daha sonra toplanan bütün kongrelerin ve oluşturulan teşkilatların temeli bu genelgeye dayanmıştır.
  • Milli egemenlik ve bağımsızlık mücadelesi birlikte başlatılmıştır.
  • İstanbul hükümeti’ne karşı açıkça cephe alınmasına rağmen saltanata açıkça karşı çıkılmamıştır.

Amasya Genelgesi’ne Tepkiler

İstanbul Hükümeti Mustafa kemal Paşayı İstanbul’a geri çağırmış,isterse bir süre istirahat için izine ayrılmasını önermiştir.

  • İstanbul Hükümeti genelge maddelerinin yasa dışı olduğunu ilan etmiş ve uygulayacak olanların tutuklanacağını açıklamıştır.
  • Mustafa Kemal Paşa İstanbul Hükümetinin İstanbul’a gelmesini istemesine rağmen bu emri yerine getirmediği için müfettişlik görevinden alınmış hakkında tutuklama kararı çıkarılmıştır.
  • Böyle bir ortamda Tokat üzerinden Erzurum’a hareket eden Mustafa kemal Paşa Erzurum’da İstanbul ile haberleşmesini bir süre daha sürdürmüş ancak bunun bir fayda sağlamayacağını görünce 7-8 Temmuz 1919 gecesi çok sevdiği askerlik görevinden de istifa etmiştir.Bu karardan sonra Mustafa kemal Paşanın İstanbul Hükümetine resmi açıdan bağlılığı ve emirleri uygulama zorunluluğu kalmamıştır.Bu olaydan itibaren Mustafa kemal Paşa artık sivil bir kişi olarak ulusal direnişi teşkilatlandırmaya çalışacaktır.Sivil olarak gerçekleştirdiği ilk çalışma Erzurum Kongresinin başkanlığını yürütmek olmuştur.

Mustafa Kemal Amasya’da

General Ali Fuat Paşa’dan bir Amasya anısı:

“Amasya’da buluştuğumuz arkadaşlara 22 Haziran 1919 tarihinde veda ettim. Bir an önce teftişte bulunan Vali Muhiddin Paşa’dan önce Ankara’ya dönmek istiyordum. Hüseyin Rauf (Orbay)1 Bey  ve görüşmelerimizde dinleyici olarak bulunup, kararlarımıza katılan eski İzmit Mutasarrıfı Süreyya (Yiğit) Bey2,  Mustafa Kemal Paşa’yla beraber Erzurum’a gidecekti. Gezileri daima gizli tutulacaktı, hareket günü hiçbir surette açıklanmayacaktı.

Yaverim İdris Çora Bey ile İstanbul’daki kişilere yazılan mektupları Kara Vasıf Bey’le3  götürecek olan Maliye Müfettişi Arif Bey beraberimde bulunuyorlardı. Mustafa Kemal Paşa hareketimden biraz önce beni bir kenara çekerek:

-‘Fuat Paşa, Beni Ordu Müfettişliği görevinde uzun süre bırakmayacaklarını biliyorum. Şu önümüzdeki birkaç gün içinde durum anlaşılacaktır. Seni temin ederim ki, mücadelemizi unvan ve yetkilerden uzak olarak sürdüreceğim. Arkadaşlarımın aynı yakınlığı ve bağlılığı göstereceğine inanıyorum.’

Paşa’nın ne demek istediğini anlamıştım. İstanbul’daki son görüşmemizde verdiğim sözü tekrarladım.

-‘Durum ne biçimde gelişirse gelişsin, ben ve kolordum, her zaman emrinizde kalacaktır’ dedim. Biraz durdu:

-‘Bu adamlar seni de kolordu başından ve hatta askerlikten ayırabilirler.’ Elimi heyecanla sıktı:

-‘Biliyorum, biliyorum Fuat’ dedi ve sonra ilave etti:

-‘Haydi, uğurlar olsun, Vali Muhiddin Paşa’ya selam söylemeyi unutma.’ ”4

1 Hüseyin Rauf Orbay, (1881-1964), Amiral, Milletvekili.

2 İbrahim Süreyya Yiğit, (1880-1952), Yönetici, Milletvekili. Siyasal Bilgiler Fakültesinden mezun olur. Kaymakam olur. Mustafa Kemal’le yakın arkadaş olurlar. İbrahim Süreyya Yiğit görevinden istifa eder. Gönüllü bir er olarak çarpışmak için Libya’ya gider, Mustafa Kemal’in komutasında Libya’da savaşır. Amasya’da katıldığı Milli Mücadelede sonuna kadar bulunur. Mustafa Kemal Atatürk’e Gazi unvanın verilmesi için  kanun önergesini hazırlayan İbrahim Süreyya Yiğit’tir.

3 Kara Vasıf Bey, (1872-1931), Milletvekili, Baha Said Bey’le birlikte İstanbul’daki ilk direniş örgütü olan Karakol Cemiyetini kurdu. Sivas Kongresine katıldı ve Heyet-i Temsiliye üyeliğine getirildi. 1925’te muhalefetin siyasal örgütü olan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasına girdi ve genel sekreterliğe getirildi.

4 Kemal Arıburnu, Kemal, Atatürk’ten Anılar, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara 1976. s. 171

Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009


 

AKM Belleten – Cumhuriyet Tarihinde Bugün 16 Haziran * ATATÜRK’E SUİKAST GİRİŞİMİ

Mustafa Kemal benim, haydi al eline tabancayı, öldür.


İZMİR SUİKASTI 16 Haziran 1926

İzmir’de hazırlanan o alçakça suikastın sonuçsuz kalmasından sonra bir gün bize bu olayı anlatmıştı:

-“Ziya Hurşit’in beni öldürmeye memur ettiği iki zavallı vardı. Sorguları yapıldıktan sonra bunların birisini yanıma çağırdım. Odada kimse yoktu.”

Kendisine sordum:

-“Sen Mustafa Kemal’i öldürecekmişsin, öyle mi?”

-“Evet” dedi. Ben yine sordum:

-“Mustafa Kemal ne yapmıştı ki onu öldürecektin?”

-“Fena bir adammış o. Memlekete çok fenalık yapmış. Sonra bize onu öldürmek için para da vereceklerdi.”

-“Sen Mustafa Kemal’i tanıyor musun?”

-“Hayır.”

-“O halde tanımadığın bir adamı nasıl öldürecektin?”

-“Geçerken işaret edecekler, Mustafa Kemal işte budur, diyeceklerdi.”

-“Bizde öldürecektik.”

O zaman cebimdeki tabancayı çıkararak kendisine uzattım:

-“Mustafa Kemal benim, haydi al eline tabancayı, öldür”, dedim.

Adam benden bu karşılığı alınca yıldırımla vurulmuş gibi oldu. Bir süre şaşkın şaşkın yüzüme baktıktan sonra diz üstü kapanarak hüngür hüngür ağlamaya başladı.

Yahya Galip KARGI

Kaynak: Yücel Dergisi, 1948


16 Haziran 1926 tarihinde kendisine karşı İzmir’de girişilen suikast sonrasında Atatürk’ün, yayınladığı bildiri:

“Sonuçsuz bıraktırılan suikast girişimi nedeniyle derneklerden, kuruluşlardan, memurlardan, komutanlardan, subaylardan, milletvekillerinden, arkadaş ve vatandaşlarımdan samimi üzüntülerini bildiren aldığım mektup ve telgrafnâmelerden dolayı pek duygulandım ve minnettarım. Girişimin, benim şahsımdan çok, kutsal Cumhuriyetimize ve onun dayandığı yüksek ilkelere yönelik olduğuna şüphe yoktu. Bu nedenle, genel olarak gösterilen duygularla Cumhuriyet ve ilkelerimize olan aşırı bağlılığın ne derecede bitimsiz olduğuna bir kere daha inandım. Temeli, büyük Türk milletinin ve onun kahraman evlâtlarından oluşmuş büyük ordumuzun vicdanında, akıl ve bilincinde kurulmuş olan Cumhuriyetimizin ve milletin ruhundan esinlenilen ilkelerimizin bir vücudun ortadan kaldırılması ile bozulabileceği yanılgısında bulunanlar çok boş akıllı bedbahtlardır. Bu gibi bedbahtların, Cumhuriyetin adalet ve kudret pençesinde hak ettikleri davranışla karşılaşmaktan başka bir şey elde edemezler. Benim değersiz vücudum bir gün elbet toprak olacaktır; fakat Türkiye Cumhuriyeti sonsuza kadar yaşayacaktır. Türk ulusu, güven ve mutluluğunu sağlayan ilkelerle uygarlık yolunda tereddütsüz yürümeye devam edecektir.”

Kaynak: Atatürk’ten Hatıralar, Hasan Rıza Soyak, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1973, sayfa: 368)


İZMİR SUİKASTI

1925 yılı içinde ve 1926’nın başlarında inkılâpların önemli bir kısmı gerçekleşmişti. Bu arada Terakkiperver Fırkası irtica ile ilgili görülerek kapatılmıştı. İrtica dalgaları zaman zaman ortada görülmekte idi. Eskiye bağlı olmaktan kurtulamayanlar, çıkarcı düşüncelerin etrafında birleşenler, cumhuriyete ve onun başındaki Cumhurbaşkanına karşı bir takım çalışmalar içindeydiler.

Bu arada, Gazi, 8 Mayıs 1926’da Konya’ya, 9 Mayıs’ta Tarsus’a, 10 Mayıs’ta Tarsus’a gelmiş, Taşucu Bucağı’ndaki çiftliğinde beş gün kaldıktan sonra, 16 Mayıs’ta Adana’ya, 18 Mayıs’ta tekrar Konya’ya, 20 Mayıs 1920’de Bursa’ya, 13 Haziran’da da Balıkesir’e gelmişti. Bir ara Mudanya’ya geçen Gazi, 13 Haziran’da Balıkesir’de şerefine verilen ve elli kişiden fazla insanın katıldığı baloda, Muallimler Musiki Heyetini takdirle dinlemişti1. 14 Haziran günü Balıkesir’den İzmir’e geçeceği sırada İzmir Valisi’nden İzmir’de kendisine karşı bir suikast düzenlendiği haberini aldı. 14 Haziran gecesi Mustafa Kemal’e suikast girişiminde bulunacaklardan, ulusal bağımsızlık savaşında Mustafa Kemal’in yanında yer almış olan Kadı Hurşit’in oğlu da vardı. Mustafa Kemal, babasının hizmetlerinden ötürü, 1920’de Büyük Millet Meclisi’ne Rize Milletvekili olarak Ziya Hurşit’i seçtirmişti. Mustafa Kemal, suikastçıların yakalanmasından sonra, 15 Haziran saat 19.00’da İzmir’e doğru yola çıktı. 16 Haziran’da, Soma, Menemen’e uğrayarak, 16 Haziran akşamı saat 18.00’de İzmir’e vardı.

Olayda, Terakkiperver milletvekillerinin parmağı olduğu anlaşılmıştı. 14 Haziran akşamı, İsmet Paşa, İzmir’den aldığı telgraflarla suikast olayını öğrenmişti. Gece yarısına doğru, Maraş Milletvekili Nurettin Bey’in evinde kalmış olan İstiklâl Mahkemesi savcı ve yargıçları, gece yarısı, İsmet Paşa’nın kendilerini, İçişleri Bakanlığı’nda beklediğini öğrendiler. İsmet Paşa, onlara, suikast ile ilgili İzmir valisinin mektubunu gösterdi.İlk iş olarak kapatılmış olan Terakkiperver Cumhuriyet Partili milletvekillerinin tümünün nerede olurlarsa olsunlar, tutuklanmalarına, evlerinin aranmasında bulunan belgelerin İzmir’e gönderilmesine karar verildi. İstiklâl Mahkemesi acele İzmir’e hareket etti.

Suikastçı Ziya Hurşit kaldığı otelde tutuklanmıştı. Yatağının altından silah ve bombalar çıkarıldı. Ayrıca, yanında üç bin lira kadar para vardı. Diğer oteldeki üç kiralık katil, Çopur İsmail, Laz İsmail, Gürcü Yusuf adlı kişiler de yakalandılar. Suikast, Ziya Hurşit’in kaldığı Gaffarzâde Otelinin dar sokağında olacaktı. Sonra, suikastçılar motorla Sakız Adası’na geçeceklerdi. Suikastçıların yardımcıları kuva-yı milliye komutanlarından Sarı Edip, Çopur Hilmi ve Şevki adlı kişilerdi. İzmir Milletvekili Şükrü Bey de bu işin içindeydi. Daha sonra, İzmir suikastını Ankara’da planlandığı ortaya çıktı. Konu derinlemesine incelendi. Eskişehir Milletvekili Arif Bey, Terakkiperver Cumhuriyet Partisi kurucuları ve öncüleri yakalandılar.

Giritli Şevki’nin Mustafa Kemal Paşa’ya suikast yapılacağını bildiren mektubu, 15 Haziran 1926

16 Haziranda İzmir’e gelmiş olan, Gazi, Ziya Hurşit’i otele getirtip, kendisiyle görüştü. Hükümet, bu arada suikast olayını ve tertipçilerinin yakalandığını halka duyurdu. Suikast girişimi nedeni ile kurulan İstiklâl Mahkemesi ise daha önce belirttiğimiz üzere İzmir’e gelmiş ve çalışmalarına başlamıştı.

Suikastçılar şunları söylemekteydiler: Ziya Hurşit ve bir grup kişi Mustafa Kemal’e suikast yapmayı bir zamandır hesaplamaktaydılar. Onlar, bunun için kiralık katiller bile tuttular. Suikastı ilkin Ankara’da gerçekleştirmeyi düşünenler, tertibi, Gazi, Çankaya’dan köşke giderken, ya da gece Anadolu Klubü’nden ayrılırken, ve meclis binasındaki Cumhurbaşkanı locasında herekete geçmeyi hesaplamışlardı. Ama, bunlar hep plân aşamasında kaldı. Nihayet, Mustafa Kemal’in yurt gezisinden yararlanmak istediler. Laz İsmail, kuşku çekmemek için, kız arkadaşı ile birlikte, suikast olanağını araştırmak için Bursa’ya gönderildi. Ama, Bursa’da sonuç alınamayacağı ortaya çıktı. Bunun üzerine suikastı İzmir’de gerçekleştirmeye karar verdiler. Ziya Hurşit ile yardımcıları, San Efe lakabıyla anılan ve eski bir jandarma subayı ve ittihat fedaisi olan Edip ile bağlantı kurdular. Edip, ulusal bağımsızlık savaşında çete lideri olarak ün kazanmıştı. Edip, Ziya Hurşit ve adamlarını daha sonra ele verecek Giritli Şevki ile tanıştırdı. Şevki, onlara yatacak yer sağladı.

Plân, bir virajda, Mustafa Kemal’in duraklaması ile geçilen hareket sonucu O’nu tabanca ile vurmak suretiyle gerçekleşecekti. Ancak, Gazi’nin gelişinin ertelenmesi plânı bozdu 2.

Olayın duyulması, yurdun her yerinde büyük üzüntü ve heyecan yarattı. İzmirliler, Gazi’nin kalmış olduğu Naim Plas Oteli’nin önüne gelip, sevgi ve saygı ve bağlılık gösterilerinde bulundular. Gazi, kapının önüne çıkarak halkı selamladı ve “Beni öldürürlerse vatandaşlarımın intikamımı alacaklarına güveniyorum. Ben ölürsem bile soylu ulusumun beraber yürümekte olduğumuz yoldan ayrılmayacağına inancım vardır. Bu nedenle gönül rahatlığı içindeyim. Düşmanlarımız istedikleri kadar düşündükleri iğrenç çarelere başvursunlar. Onların son güçleriyle yapacakları davranışlar bizim devrim ateşimizi söndüremez. Onların, kendilerini zarara ve zaman zaman da milleti üzüntüye sokan akılsızlıklarına acıyorum. Cumhuriyet Hükümeti’mizin demir pençesi ve İstiklâl Mahkemesinin adaletli eli duruma tam olarak hakim bulunuyor. Sayın halka, onun adaletli kararlarını soğukkanlılıkla beklemelerini tavsiye ederim” dedi3.

Gazi, bu suikast nedeni ile halkına önemli olanın inkılâpların yürümesinin olduğunu, bu yüzden halkına inancı nedeni ile rahatlık içinde bulunduğunu belirtmekle, halkına duyduğu güveni dile getirmiştir. Olayın adliyeye intikal ettiğini de açıklayarak, aşın hareketlerin önünü almak, lehinde büyük gösterilerin olmasını engellemek istemiştir.

Gazi, Ziya Hurşit ile yaptığı ilk konuşmada, kendisine uzun zaman beraber çalıştıklarını, bu harekete niye giriştiğini sormuş, Ziya Hurşit de “ – Paşam, ne yapayım ki bugün huzurunuzda bu vaziyetteyim” demiştir. İkinci kez görüşmek isteyip, isteği kabul edilince, sığınıcı sözler söylemiş, Gazi de adliyeyi kastedip “ – Ben intikamcı bir adam değilim. Fakat, iş artık mahkemeye intikâl etmiştir. Neticeyi beklemekten başka çare yok. Müdahale edemem” demişti4.

Gazi’nin en büyük inkılâbı hiç şüphesiz cumhuriyetti. O, O’nun Türk halkı tarafından korunacağına inanıyor ve güveniyordu. 19 Haziranda, Anadolu Ajansı’na verdiği demeçte bunu şöylece belirtmişi: “Alçak teşebbüsün benim şahsımdan çok kutsal cumhuriyetimize ve onun dayandığı yüksek ilkelere dönük bulunduğuna şüphem yoktur. Bu nedenle, genel olarak gösterilen duygularla, cumhuriyetimize ve ilkelerimize olan aşırı bağlılığın ne kadar kopmaz güçte olduğu kanısına bir kez daha vardım. Temeli, büyük Türk milleti ve onun kahraman evlatları olan büyük ordumuzun vicdanında, akıl ve şuurunda kurulmuş bulunan cumhuriyetimizin ve milletin ruhundan ilham alan ilkelerimizin bir vücudun ortadan kaldırılması ile bozulabileceğini sananlar çok zayıf dimağlı bahtsızlardır. Bu gibi bahtsızların, cumhuriyetin adalet ve kudret pençesinde hak ettikleri işleme uğramaktan başka elde edecekleri bir şey olamaz. Benim naçiz vücudum bir gün elbet toprak olacaktır. Fakat, Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar olacaktır (Sonsuza kadar yaşayacaktır). Ve Türk milleti, güvenliğini ve mutluluğunu sağlayan ve koruyan ilkelerle uygarlık yolunda durmaksızın yürüyecektir5.

Mustafa Kemal, böylece en değer verdiği inkılâbın cumhuriyet olduğunu bir kez daha vurgulamak olanağını bulmuştur. O’na göre, Türk milleti, cumhuriyet ve yapılan inkılâplarla uygarlık yolunda bundan sonra durmadan ilerleyebilecektir.

Suikastçıların yakalanmasından ve haberin her yerde duyulmaya başlamasıyla, 19 Haziran’a kadar olan süre içinde, Gazi’ye, suikastı lanetleyen ve kınayan telgraflar gelmişti. Ayrıca, İstanbul’daki bütün yabancı elçiler ve delegeler Gazi’ye yapılmak istenen suikasttan duydukları üzüntüyü dile getirmişlerdi6. Ayrıca, her yerde suikast girişimini lanetleyen mitingler yapılmaktaydı. Gazi, 22 Haziran 1926’da, millete bir bildiri yayınlayarak, kendisi lehinde yapılan mitingler dolayısıyla yaptığı konuşmada, halkın inkılâpları koruma konusunda ne kadar titiz olduğunun bu mitinglerle ortaya çıkmış olduğunu belirterek şunları söylemişti: “Benim şahsımdan çok devletin varlığına yönetilmiş olduğu beliren gizli politik düzenler karşısında tüm ulusun duyduğu, pek ağır başlı ve soylu bir şekilde gösterdiği temiz duygular beni avutmaktadır. Bu gösteriler, inkılâp ülkümüzün, bütün ulusça, canı gibi koruduğuna parlak ve güçlü bir belge olmaktadır. Bu itibarla istiklâl için milletin saadet ve refahı namına hissetmekte olduğum emniyet ve itimadı muvacehei millette (millet önünde) beyan etmekle büyük bir fahri sürür (onur ve sevinç) duymaktayım. Bu tezahürat esnasında muhterem ve necip (soylu) milletimiz tarafından şahsım hakkında lütfen izhar buyrulan samimi ve kalbi asarı (candan) muhabbetten mütevellid (doğan) derin şükranlarımı alenen ifaya müsaraat eylerim (açıkça duyururum)” Gazi, 23 Haziran’da da, basın mensuplarına cumhuriyetin ne kadar sağlam olduğunu açıkladı7.

Mustafa Kemal bu beyannamesi ile, Cumhuriyet Halk Fırkası Teşkilâtı, üniversite, belediyeler, Türkocaklarının her tarafta lehinde yapılan mitinglere teşekkür etmiş olmaktaydı. 24 Haziran’da da, Genelkurmay Başkanlığından gelen ve ordunun üzüntülerini bildiren telgrafı da cevaplamıştı. Aynı gün, Yunus Nadi’ye verdiği demeçte, suikastın şahsına yönelmiş gibi görünmesine karşın, aslında, milletin talihine yönelmiş bir kurşun olduğunu açıkladı8. 27 Haziran’da ise, gazetecilere verdiği demeçte, insanların kutsal ve büyük hedeflere yürümesinin gerektiğini, böyle hareket edenlerin yaptıkları büyük fedakarlıklar sonucunda yükselebileceklerini ve bu şekildeki hareketlerin mutlaka açık olduğunu açıklamıştı. Ancak, gizli yolda hareket edenlerin sonuçlarının hüsran olacağını belirtmiştir9. Böylece, Îzmir suikastına yönelenlerin sonucunun ne olduğunu açıklayan Mustafa Kemal, inkılâp doğrultusunda yürüyenlerin hareketlerinin her zaman açık olduğunu da vurgulamıştır.

İzmir suikastı nedeni ile 26 Haziran’da çalışmaya başlayan İstiklâl Mahkemesi sorgulamalarını süratle tamamlamaktaydı. Bunlardan, Kara Kemal Bey kaçacak, ama sonra intihar edecektir. Eski Ankara Valisi Abdülkadir Bey de batı sınırında yakalanacak, İstiklâl Mahkemesi’ne gönderildikten sonra, yargılanıp, asılacaktır.

Gazi, 9 Temmuz 1926’da, İzmir’den Ankara’ya hareket etti. 26 Haziran’da Millî Sinema Salonu’nda çalışmalarına başlayan İzmir İstiklâl Mahkemesi, 13 Temmuz’da, davanın İzmir bölümünü karara bağladı ve idam kararlarını hemen yerine getirdi. Daha sonra, İstiklâl Mahkemesi 16 Temmuz’da Ankara’ya geldi ve çalışmalarına orda devam etti. İzmir’de onüç kişinin idamına karar verilmişti. Kâzım Karabekir, Ali Fuat Paşalar ile bazı kişilerin suçsuz oldukları anlaşıldı ve serbest bırakıldılar.

İttihat ve Terakki Kâtib-i Umumisi olan Mithat Şükrü Bleda, İstiklâl Mahkemeleri’nde süren davaları iki kısımda mütalaa etmektedir. Birincisi, İzmir suikastı ile ilgili olaylar ve kişiler, cumhuriyetin ilânından sonra olagelen siyâsî olaylar ve bunlarla ilişkisi olan kişiler. Mithat Şükrü’nün ifadesine göre, O’nun davası ikinci grupta görülmekteydi. Daha önceleri, hilâfetin kaldırılmaması yolunda yayın yapan, gazetecilerle ilgili olarak 9 Aralık 1922’de İstanbul İstiklâl Mahkemesi’nde başlayan gazeteciler davası, 2 Ocak 1924’te sonuçlanmıştı. Bundan daha önce etraflıca bahsetmiştik. Cumhuriyet ve Mustafa Kemal’e suikast anlamı taşıyan bu dava sonunda gazeteciler niyetlerinin kötü olmadığını ispat etmiş ve beraat etmişlerdi. İstiklâl Mahkemesi’nin çalışması sürerken, İlyas Sami (Kalkavanoğlu), komünist Hemşinli Mehmet Azapkaptı, Sandalcılar Kahyası Hasan, Dayı Mesut, Kör İbrahim, Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal’e ve Cumhuriyete suikast iddiasıyla tutuklanmışlardı, İlyas Sami Bey, 30 Aralık 1923’de mahkemeye baş vurarak suçsuz olduğunu iddia etti. Ancak, sonuç çıkmadı.

12 Ocak 1924’de başlayan ilk yargılamadan sonra, 5 Şubat 1924’de mahkeme sonuçlandı. Ancak delil yetersizliğinden sanıklar beraat etmişlerdi. Daha sonra, Şeyh Sait isyanı nedeni ile Şark İstiklâl Mahkemesi kurulmuştu. 28 Haziran 1925’te, mahkeme Şeyh Sait isyanına katılanlar hakkındaki kararını vermişti. Aynı mahkemede tekke ve zaviyelerin kapatılması konusunda 30 Haziran ve 10-15 Ağustos 1925’te çeşitli yerlere yazılar yazılması kararının alındığını da bilmekteyiz. Şeyh Sait isyanı ile ilgili duruşma sırasında, gazeteciler de kışkırtıcı yayında bulunduklarından yargılanmışlar ve affedilmişlerdi. Bu arada 1926 Ocağı’nda Hazro’da ve Pötürge’de isyan edenlerin mahkemeleri de ocak ve şubat aylarında sonuçlanmış ve suçlular cezalandırılmışlardı. İstiklâl Mahkemelerinin daha başka pekçok davaya baktıklarını bilmekteyiz. Ancak bizim burada konu ettiğimiz, 1926’daki İzmir suikastı ve diğer siyasî olaylardır. Az önce belirttiğimiz üzere, Mithat Şükrü’nün davası siyasî tutuklular kısmına dahildir. İzmir suikastına katılan Ziya Hurşit, Mahkeme Başkanı Ali Çetinkaya’ya olayları kesin bir şekilde anlatmıştı. 27 Haziran günü başlayan mahkeme, 12 Temmuz 1926’da son bulmuş ve 13 Temmuz 1926’da karar okunmuştu. Bu mahkemede suçunu itiraf edenlerle, bazı inkarcılar yüzleştirilmekte ve gerçek ortaya çıkarılmaktaydı. Nitekim, suçsuz olduğunu ısrarla söyleyen Şükrü Bey ile Sarı Efe’nin (Edip) ve Ragıb Beylerin yüzleştirilmesi bu davanın esas noktalarından birini oluşturmuştu. Mahkeme İzmir Milletvekili Şükrü, Saruhan Milletvekili Halis Turgut, İstanbul Milletvekili İsmail Canbolat, Erzurum Milletvekili Rüştü, Eski Lazistan Milletvekili Ziya Hurşit, Eski Trabzon Milletvekili Hafız Mehmet, Sarı Edip Efe, Çapur Hilmi, Rasim, Laz İsmail, Gürcü Yusuf, Eski Ankara Valisi Abdülkadir, Kara Kemal, Saruhan Milletvekili Abidin Beylerin idamına karar vermişti. İzmir Mahkemesi’nden sonra, az sonra, siyasî suçluların yargılanması için mahkeme görevine Ankara’da devam etmiş, 26 Temmuz 1926 günü Mithat Şükrü’nün suçsuzluğu ortaya çıkmıştı.

17 Temmuzda Ankara’ya varmış olan İstiklâl Mahkemesi, 18 Temmuzda çalışmalarına Ankara’da devam etti. Ankara’da ittihatçıların duruşması başladı. Sonuçta eski maliye bakanlarından Cavit Bey, Doktor Nâzım, eski Ardahan milletvekili Hilmi, İttihat ve Terakkî Partisi’nin sorumlu sekreterlerinden Nail Bey, Anayasa’yı değiştirmek, kaldırmak, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni devirmek ve zorla görev yapmasını önlemekten idama, bir kısım ittihatçı ise on yıl hapse mahkûm olmuşlardı.10. Rauf Bey sürgüne mahkum edilenler arasındaydı. İzmir suikastının teşebbüs haberini İzmir valisine (Kâzım Bey’e), motorcu Şevki Bey bildirmişti, kendisine altıbinbeşyüz lira mükâfat verilmesi kararlaştırıldı.

1 Hakimiyet-i Milliye, 16 Haziran 1926.

2 Erik Jan Zürcher; Milli Mücadelede İttihatçılık (Çev. Nüzhet Salihoğlu), Ankara, 1987, sh. 255-256, İnönü, İsmet; Hatıralar, İstanbul, 1987, c. II, sh. 210-211.

3 Goloğlu, Mahmut; Devrimler ve Tepkileri, Ankara, 1972, sh. 192-194. Aybars, Ergün; İstiklâl Mahkemeleri, Ankara, 1982, sh. 333.

4 Aydemir, Şevket Süreyya; Tek Adam, Ankara, 1966, c. 3, sh. 277.

5 Hakimiyet-i Milliye (Ankara), 20 Haziran 1926, sayı. 1780. Aybars, Ergün; İstiklâl Mahkemeleri, Ankara, 1982. sh. 333.

6 Hakimiyet-i Milliye, 20 Haziran 1926, sayı. 1780. Aybars, Ergün; İstiklâl Mahkemeleri, Ankara, 1982, sh. 334.

7 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, c. IV, sh, 528. Aybars, Ergün; aynı kitap, sh.335-338.

8 Kocatürk, Utkan; Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi Kronolojisi, Ankara, 1983, sh. 458.

9 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, c. III, sh. 80-81.

10 Ergün, Aybars; aynı kitap, sh. 40-383, Vilatta, Jorge Blanca; Atatürk, Ankara, 1982. sh. 608, Aydemir, Şevket Süreyya; Tek Adam, Ankara, 1966, c. III, sh. 282-290. Bleda, Mithat Şükrü; İmparatorluğun Çöküşü, İstanbul, 1979, sh. 182-188. Zürcher, Erik Jan (Çev. Nüzhet Salihoğlu); Milli Mücadelede İttihatçılık, Ankara, 1983, sh. 255-278.

Prof. Dr. Yücel Özkaya

Kaynak: ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 22, Cilt: VIII, Kasım 1991


 

AKM Belleten – Cumhuriyet Tarihinde Bugün 14 Haziran * Maden Tetkik Arama Enstitüsü (MTA)

Maden Tetkik Arama Enstitüsü (MTA) 14 Haziran 1935 yılında TBMM’de kabul edilen, 22 Haziran 1935 yılında Resmi Gazetede yayınlanan 2804 Sayılı kanunla kurulmuştur.

MTA, Atatürk döneminin önemli bir kuruluşu olarak Türk madencilik sektörünün gelişmesine büyük katkılarda bulunmuştur. Kendi öz kaynaklarımızın en verimli şekilde işletilmesiyle, Türk ekonomisini beslemiş ve dolayısı ile sanayileşme çabalarında itici bir rol oynamıştır.

Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra, kalkınma çabaları içerisinde madencilik konusu da ele alınmış, yeraltı kaynaklarımızın devlet eliyle çıkarılması ve değerlendirilmesi amacıyla, 1933 yılında Ekonomi Bakanlığı’na bağlı “Petrol Arama ve İşletme” ile “Altın Arama ve İşletme İdaresi” adıyla iki bağımsız kurum kurulmuştur.

Daha sonra madenlerimizin gerekli jeoloji ve madencilik yöntemleriyle sistemli olarak araştırılması ve işletilmesi amacıyla 22 Haziran 1935 tarihinde 2804 sayılı yasayla Maden Tetkik ve Arama Enstitüsü kurulmuştur.

Enstitü, kuruluş kanununa göre; yurdumuzun maden ve taş ocakları kaynaklarını aramak, bulmak ve işletmeye uygun olup olmadığını tespit amacıyla gerekli etütleri, kimyasal ve teknolojik analizleri yapmak ve sektöre mühendis, yardımcı personel ve kalifiye işçi yetiştirmekle görevlendirilmiştir.

MTA Enstitüsü önce Ankara Adliye Sarayı karşısında bir apartman katında, herbiri birkaç personelden oluşan Muhasebe, Laboratuvar, Kömür, Petrol ve Diğer Metaller olmak üzere beş üniteli küçük bir kuruluş olarak göreve başlamış bir süre sonra da Akköprü Tesislerine taşınmıştır.

1939 yılına kadar Metal, Kömür ve Petrol grupları olarak çalışmalarını sürdürmüştür. Daha sonra bu grupların harita, çizim, fotoğraf ve atölye işlerini yapmak üzere, Yardımcı Teknik İşler Kısmı (YTİK) kurulmuştur. Bir süre sonra bu grup, bazı jeolog ve prospektörler bu kısımda görevlendirilerek, Saha Araştırma ve Mesaha (SAM) grubu haline getirilmiştir. Metal ve Kömür Grupları da Maden Arama Grubu (MAG) altında toplanarak arama ve etüt işlerini yapmıştır.

1940 yılında Enstitü yeni bir gelişme ile Jeoloji Etütler ve Prospeksiyon (JEP) ile Tahlil ve Tecrübe Laboratuvarları (TTL) ihtisas şubelerini de bünyesine alarak genişlemiştir.

SAM Grubunda jeoloji ve prospeksiyon yerine sondajlı çalışmalar önem kazanmış, yarma çalışmalarında bu gruba verilerek Teknik Ameliyat Grubu kurulmuştur.Daha sonra 1951 de Maden Etüt Şubesi, 1954 te de Jeoloji Şubesi kurulmuştur.

MTA Enstitüsünün hızlı gelişimi karşısında Akköprü Tesisleri de ihtiyacı karşılayamamış, 1967 yılında bugünkü yeri olan Balgat Kampüsü’ne taşınmıştır. Maden Etüt Şubesi’nde bulunan servisler ise ayrı şubeler haline getirilmiştir (Jeofizik Şubesi, Radyoaktif Mineraller ve Kömür Şubesi, Endüstriyel Hammaddeler Şubesi). Aynı zamanda Jeoloji Şubesi bünyesinden Petrol ve Jeotermal Enerji Şubesi, TTL şubesinden ise Teknoloji Şubesi ayrılmıştır. 1969 yılında Plan ve Proje Şubesi, 1972 yılında Makina ve İkmal Şubesi kurulmuştur. Şubeler, 31 Mayıs 1976 tarihinde 7/11801 sayılı kararname ile Daire Başkanlıkları haline getirilmiştir. Aynı kararname ile Fizibilite Etütleri ünitesi Plan ve Koordinasyon Dairesinden ayrılarak Daire Başkanlığı haline getirilmiştir. Ayrıca arazi çalışmalarının daha verimli olmasını sağlamak amacıyla bugün sayıları 12’e ulaşan Bölge Müdürlükleri kurulmuştur. Maden Tetkik ve Arama Enstitüsü Genel Direktörlüğü’nün adı, 13.12.1983 tarih ve 186 sayılı KHK’nin geçici 5 inci maddesiyle ” Maden Tetkik ve Arama Genel Müdürlüğü” olarak değiştirilmektedir.

MTA ülkenin her yerinde etüt yapmıştır. Bu çalışmalar sırasında birçok yeni maden yatakları bulunmuş, bilinen maden yataklarına yeni rezervler ilave edilerek yatakların gelişmesi sağlanmıştır. Bu çalışmalarıyla MTA Türkiye ekonomisine ve yerbilimlerine büyük katkılarda bulunmuştur.

1935-1950 yıllarında öncelikle ülkenin temel ihtiyacı olan petrol konusu ele alınmış Trakya, İskenderun, Adana ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde sondajlı etütler yapılmıştır. Raman ve Garzan bölgelerinde petrol bulunarak rezervleri tesbit edilmiştir. Daha sonra Batman’da günlük kapasitesi 6250 varil olan rafineri inşasını gerçekleştirmek üzere Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı’nın kurulması sağlanmıştır. Bu dönemde MTA’ lılar çalışmalarını çok zor koşullar altında yapmıştır. İlk yıllarda yolların yetersiz olması nedeniyle ulaşımda binek hayvanları kullanılmış, çadırlarda ve köy evlerinde kalınmıştır. Daha sonraki yıllarda, ülkenin her tarafında maden aramacılığına devam edilmiş, bugün kurulu bulunan birçok sanayi tesisinin temel girdisi olan hammadde kaynakları MTA’nın özverili çalışmaları sonucunda ortaya çıkarılmıştır. Dünya çapında rekabet gücüne erişmiş olan Demir-Çelik, Alüminyum, Ferro-Krom, Cam Seramik, Kağıt, Çimento vb. sanayilerimizin temel girdileri olan hammaddelerin tamamına yakınının aranmasında, bulunmasında ve etütlerinin yapılmasında MTA’nın katkısı olmuştur.

Maden aramacılığının yanısıra kuruluşundan başlayarak ülke jeolojisinin ortaya konulmasında önderlik etmiş; ikinci bir okul olarak, ilgili bölümlerden mezun olan yerbilimcilerin gelişmelerine yardımcı olmuştur.

– MTA madencilik çalışmaları yanında sosyal bir kurum olarak da Cumhuriyetimizin gelişmesinde önemli katkılarda bulunmuştur. Bilgi, kültür ve ülke imkanlarını bir bölgeden başka bir bölgeye taşıyarak toplumun kaynaşmasına öncülük etmiştir.

– Köylülerle olan ilişkilerde onlara, madenciliğin ülke kalkınmasında önemi anlatılmış ve maden sevgisi aşılanmıştır.

– Köylüler şantiyelerde çalıştırılmış, onlara geçicide olsa iş imkanı sağlanmıştır.

– Şantiye ihtiyacı için köylüden yapılan alışverişler nedeniyle köylü kendi ihtiyacından fazlasını üretmeye başlamıştır.

– Su çıkan arama sondajları iş bitiminde teçhiz edilerek birçok yörenin içme suyu ihtiyacı karşılanmıştır.

– Özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde okulların açılmasında katkı sağlanmış, yolları yapılmış, MTA mensupları mesai dışındaki zamanlarında bu okullarda eğitmen olarak görev yapmıştır.

– Çalışmalar esnasında yılan-akrep sokmaları ve değişik sağlık sorunlarıyla karşılaşan yöre halkına revirlerde bakılmış ve ilaçları temin edilmiştir.

– Bir bölgedeki çalışmalar tamamlandıktan sonra mevcut hizmet binaları eğitim ve sağlık kuruluşlarına hibe olarak devredilmiştir.

1935 yılında bir apartman katında 38 kişiyle kurulan MTA Genel Müdürlüğü bugün, kuruluş amacına yönelik hizmetleri yerine getirebilecek çok sayıda yetişmiş eleman ile büyük bir iş makinaları parkı ve laboratuvar imkanlarına sahip olarak ülkemize hizmete devam etmektedir.

Kaynak: www.mta.gov.tr

AKM Belleten – Cumhuriyet Tarihinde Bugün 2 Haziran * ETİBANK (Eti Maden İşletmeleri)

Türkiye’de maden, enerji ve bankacılık alanlarında faaliyet gösteren İktisadi Devlet Teşekkülü olarak 2 Haziran 1935 tarih ve 2805 sayılı kanunla kuruldu. 1963’te Etibank’ın Kuzeybatı ve Batı Anadolu elektrik sistemlerine Balıkesir-Bursa enerji nakil hattı bağlandı. Etibank’ın kuruluş kanununun 10. maddesi bankacılık faaliyetlerini yalnız kendi bünyesindeki müesseseler için öngörüyordu. 1955’te 6590 sayılı kanun bu maddeyi kaldırdı. Önce büro, sonra şube niteliğindeki bir nüve, daha sonra, bir bankacılık dairesi kuruldu.1956’da ilk şubeler Pangaltı (İstanbul) ve İskenderun’da açıldı.

Anadolu’nun madencilik potansiyelinin ortaya konulmasına ve işletilmesine yönelik çalışmaların tarih öncesi çağlardan günümüze kadar verilen uğraşın izlerini yurdun her köşesinde görmek mümkün olmaktadır. Türkiye’de madenciliğe yönelik bulgular M.Ö. 7000 yıllarına kadar uzanmaktadır. Doğu Anadolu’dan çıkartılan obsidiyenlerin cilalı taş devrinde takas yoluyla civar kavimlere satışı da dikkate alınır ise dünya madenciliğinde Anadolu medeniyetlerinin önemi çok daha açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır.

Anadolu’nun bereketli topraklarında yaşamış ve madencilikte yükselmiş Eti Uygarlığı’ndan esinlenerek, adını Ulu Önderimiz Atatürk’ün verdiği Etibank (Eti Maden İşletmeleri), Ülkemiz madencilik sektöründe faaliyetleri ile önemli bir yere sahiptir.

Dünya ekonomik krizinin ve ülkemizde kurtuluş savaşının yaşandığı dönemin hemen akabinde, Atatürk’ün çağları aşan ileri görüşü ile sanayileşme ve bunun motoru olan doğal kaynaklar ve finans olgularını bir arada sağlayan Etibank, 14.06.1935 tarihinde 2805 sayılı Kanunla kurulmuş olup 1998 yılının başında yeniden yapılandırılarak Eti Holding A.Ş., Ocak 2004 yılında tekrar yeniden yapılandırılarak Eti Maden İşletmeleri Genel Müdürlüğü adını almıştır.

Kuruluşundan bu yana Etibank için bazı önemli kilometre taşları;

1934 Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk maden yatırımlarından Keçiborlu/Isparta Kükürt İşletmesi kuruldu.

1935 Atatürk’ün direktifi ile ülkemizin yeraltı kaynaklarını işletmek ve değerlendirmek üzere, sanayimizin ihtiyacı olan madenleri, endüstriyel hammaddeleri, enerjiyi üretmek ve her nevi banka muamelelerini yapmak görevi verilen Etibank kuruldu.

1939 Ergani/Elazığ Bakır İşletmesi ve Guleman/Elazığ Krom İşletmesi kuruldu.

1955 Demir madenciliği ve demir-çelik üretimi TDÇİ’ne devredildi.

1957 Kömür madenciliği TKİ’ne devredildi. Üçköprü/Muğla Krom İşletmesi ve Antalya Elekrometalurji İşletmesi kuruldu.

1958 Emet/Kütahya Kolemanit İşletmesi kuruldu.

1959 Küre/Kastamonu Bakır İşletmesi kuruldu.

1960 Halıköy/İzmir Civa İşletmesi kuruldu.

1964 Bandırma/Balıkesir Boraks İşletmesi kuruldu.

1965 Seydişehir/Konya  Alüminyum İşletmesi kuruldu.

1968 Milas/Muğla Boksit İşletmesi kuruldu. KBİ ve Çinkur kuruldu.

1970 Kırka/Eskişehir  Boraks İşletmesi kuruldu.

1972 Şarkkromları/Elazığ Ferrokrom İşletmesi ve Cumaovası/İzmir Perlit İşletmesi kuruldu.

1974 Beyşehir/Konya Barit İşletmesi ve Mazıdağı/Mardin Fosfat İşletmesi kuruldu.

1976 Bigadiç Bor İşletmesi kuruldu.

1979 Kestelek/Bursa Kolemanit İşletmesi kuruldu.

1980 Gümüşköy/Kütahya Gümüş İşletmesi kuruldu.

1982 Kuzey Avrupa piyasasına yönelik pazarlama şirketi AB Etiproducts OY/Finlandiya kuruldu.

1983 Türk madencilik sektörünün yabancı sermaye iştirakli ilk ve en büyük şirketi olan ve Etibank’ın %45 pay ile ortak olduğu Çayeli Bakır İşletmeleri A.Ş./Rize Bakanlar Kurulu Kararı ile kuruldu.

1984 Batı Avrupa piyasasına yönelik pazarlama şirketi Etimine SA/Lüksemburg  kuruldu.

1993 KBİ A.Ş., Çinkur A.Ş. ve Etibank Bankacılık A.O. Etibank bünyesinden ayrılarak Başbakanlık Özelleştirme İdaresi Başkanlığına devredildi.

1994 Ergani Bakır, Keçiborlu Kükürt, Halıköy Civa, Mazıdağı Fosfat İşletmeleri kapatıldı.

1998 Etibank Yeniden Yapılanma Çerçevesinde 1998 yılının başında 26.01.1998 tarihli Bakanlar Kurulu Kararı ETİ HOLDİNG A.Ş. ve  bağlı ortaklıkları , Eti Bor A.Ş., Eti Alümimyum A.Ş., Eti Krom A.Ş., Eti Bakır A.Ş., Eti Gümüş A.Ş., Eti Elektrometalurji A.Ş., Eti Pazarlama ve Dış  Tic.A.Ş., kuruldu.

2000 Bağlı ortaklıklarımızdan,

Eti Bakır A.Ş.

Eti Krom A.Ş

Eti Elektrometalurji A.Ş.

Eti Gümüş A.Ş.

Özelleştirme İdaresine devredildi.

2001 Yüksek Planlama Kurulunun 26.04.2001 tarih ve 2001/T-9 sayılı kararı ile bağlı ortaklıklarımızdan Eti Pazarlama ve Dış Ticaret A. Ş.’nin bağlı ortaklık statüsü kaldırılarak Eti Holding A.Ş. Genel Müdürlüğü’ne devredildi.

2003 Bağlı ortaklarımızdan, Eti Alüminyum A.Ş. ve İştiraklerimizden, Çayeli Bakır İşletmeleri’ndeki hisselerimiz  Özelleştirme İdaresine devredildi.

2004 Eti Holding A.Ş., tekrar yeniden yapılandırma çerçevesinde Ocak 2004 ayında 09.01.2004 tarih ve 2004 / 6731 Sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile Eti Maden İşletmeleri Genel Müdürlüğü olarak değiştirildi. Bu Karara göre Eti Bor A.Ş.nin bağlı ortaklık ve Genel Müdürlük statüsü kaldırılarak; Bandırma Bor ve Asit Fabrikaları İşletme Müdürlüğü, Bigadiç Bor işletme Müdürlüğü, Emet Bor İşletme Müdürlüğü, Kırka Bor İşletme Müdürlüğü ve Kestelek Bor İşletme Müdürlüğü olarak yeniden düzenlendi.

Bugün için Eti Maden İşletmeleri 100 trilyon TL sermayesi ile başta bor mineral ve türevleri üreten Türk Madenciliğinin lokomotif öncü kuruluşudur.

Eti Maden İşletmeleri, ana faaliyet alanı olan bor sektöründe ülkemiz ekonomisine yaptığı katkının daha üst seviyelere çıkarılması ve ayrıca uhdesinde bulunan trona ve nadir toprak elementleri yataklarının ülkemiz ekonomisine kazandırılması için gayret sarf etmektedir.

Etibank, Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu’nun 27.10.2000 tarih ve 24213 sayılı mükerrer Resmi Gazete’de yayımlanan 86 sayılı kararıyla Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’na devredilmiş ve Kurul’un 14.12.2001 tarih ve 24613 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan 13.12.2001 tarih ve 554 sayılı kararında, Etibank’ın bankacılık yapma ve mevduat kabul etme izninin 28.12.2001 tarihi itibariyle kaldırılarak, tasfiyesi öngörülmüştür. Ancak daha sonra alınan Kurul kararı ile Etibank A.Ş.’nin tasfiyesi kaldırılmış ve 05.04.2002 tarihi itibariyle tüm aktif ve pasifleriyle Bayındırbank A.Ş. bünyesinde devren birleştirilen bankanın tüzel kişiliği sona ermiştir.

Kaynak: www.etimaden.gov.tr

AKM Belleten – Cumhuriyet Tarihinde Bugün 31 Mayıs * Üniversite Öğreniminin Düzenlenmesi

Atatürk ve Üniversite Reformu (1933)

Yücel NAMAL, Tunay KARAKÖK
Zonguldak Karaelmas Üniversitesi, Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Bölümü, ZONGULDAK, TÜRKİYE
Anahtar Kelimeler: Atatürk, Üniversite, Reform, Darülfünun, Albert Malche

Öz

Osmanlı döneminde ve Cumhuriyet’ten sonraki on yılda ülkemizdeki tek yükseköğretim kurumu olan Darülfünun, inkılâpçı bir değişim gösteren toplumda tutucu bir karakter taşımakta idi. O dönemde yönetimde bulunan politikacı ve bilim adamları Darülfünun’da yeterince düşünmeyen, sorgulamayan ve eleştirmeyen insanlar yetiştirildiği, bu kurumun ülke sorunlarına tamamen duyarsız kaldığı düşüncesinde idiler. Bizzat Atatürk’ün emriyle, Türkiye’ye çağrılan İsviçreli Profesör Albert Malche’ın verdiği rapor doğrultusunda yükseköğretim sistemimizdeki ilk üniversite reformu yapılmıştır. Çağdaş anlamda bir üniversite oluşturmayı amaçlayan 2252 sayılı Kanun, 1933 yılında çıkarılmıştır. Atatürk’ün gerçekleştirdiği bu reformla, Malche’ın raporu doğrultusunda üniversitede Avrupa modeli yönetim ve eğitimöğretim esas alınmıştır.

Giriş

Eğitim tarihimize baktığımızda, medreselerde pozitif bilimlerin, 17. yüzyılda etkisini kaybetmeye başladığını görmekteyiz. Tanzimat Fermanının ilanıyla (1839), Batı tarzı eğitim kurumlarının açılışına önem verilmiştir. Yüksekokullar, 18. yüzyıl başlarında açılmaya başlamış, 19. yüzyılda ise sayıları artmıştır. 1846 yılına gelindiğinde, yükseköğretime yönelik bir kurumun açılması öngörülmüştür. Darülfünun adı verilen bu kurumda, eğitim 1863’te başlamış, 1933 yılına kadar çeşitli aşamalardan geçerek sürmüştür. Bu kurumun kendinden bekleneni verememesi nedeniyle, reform için rapor hazırlamak üzere, İsviçre’den Prof. Albert Malche getirilmiştir. Hazırlanan raporun şekillenmesi sonucunda, 31 Temmuz 1933’te Darülfünun kapatılarak, 1 Ağustos 1933’te İstanbul Üniversitesi açılmıştır. İstanbul Üniversitesi ile modern bir yükseköğretim yapısı oluşturulmaya çalışılmıştır.

Osmanlı döneminde modern anlamda ilk üniversite olan Darülfünun 1846’da hazırlanan bir layiha ile 1863’de İstanbul’da kurulmuş; çeşitli sebeplerle 1860’lı yılların sonuna kadar birkaç kez kapanıp yeniden açılmıştır. 1900’de yeniden açılan üniversitede (Darülfunun-ı Şahane), öğretim, Abdülhamit rejiminin çekinceleri içinde maarif vekili tarafından gönderilen müfettişler eşliğinde ve denetiminde edebiyat, dünya tarihi, felsefe ve siyaset konularının dışarıda bırakıldığı yüzeysel programlarla yürütülmüştür (Ergin, 1977). 1908’de I. Meşrutiyetin ilanıyla ismi Darülfunun-ı Osmanî olarak değişen üniversitede ders programları yeniden düzenlenerek, zenginleştirilmiştir.

İttihat ve Terakki yönetiminde geçen bu yeni dönemde üniversite kadrolarında 1909’da ciddi bir tasfiye gerçekleştirilmiş, Üniversite topluluğunun bu durum karşısındaki sınırlı tepkisi ise siyasi tehditlerle susturulmuştur (Tunçay, et al, 1984). Darülfunun müderrislerinin hazırladığı mazbata doğrultusunda; Osmanlı Hükümeti, Ekim 1919’da hazırladığı Nizamname’nin 2. Maddesince “ilmi muhtariyet” (bilimsel özerklik) verilmiştir (Timur, 2000; Hatiboğlu, 2000; Ortaylı, 2001). 1921 yılında ise, 493 sayılı yasa ile Darülfünun’a tüzel kişilik ve özerklik verilmiştir. Bu dönem, özgür üniversite geliştirecek potansiyel taşımamıştır. Bir yandan İstanbul Darülfununu, İzmir’in işgaline büyük bir tepki gösterip, protesto toplantısı yaparken, diğer yandan bazı hocalar Kurtuluş Savaşı’na karşı çıkmışlardır. Ancak bu hocalara artan tepki 1922 yılında bir boykota dönüşmüştür. Ankara’nın da desteklediği bu boykot işbirlikçi öğretim üyelerinin Darülfünun’dan uzaklaştırılmasıyla bitmiştir (Timur, 2000).

Tüm bu bilgiler ışığında, bu çalışma, üniversite reformunun nasıl hazırlandığı ve Atatürk’ün reform karşısındaki tutumu, reformun neleri içerdiği, reform ile birlikte nelerin değiştiği, Darülfünun’dan İstanbul Üniversitesine geçişin nasıl olduğu, reform da yabancı öğretim elemanlarının rolünün ne olduğu, reform sonrasında derslerin nasıl olduğu ve yeni üniversitenin öğretim elemanlarının nasıl belirlendiği konularını ele almaktadır.

DARÜLFÜNUN’DAN MODERN ÜNİVERSİTEYE
“Dar” kelimesi her ne kadar Arapça’da ev anlamına geliyorsa da terim olarak okul, mektep anlamı taşımaktadır. Bir yüksek okul olarak ise; Fen Fakültesi manasındadır. Buradan hareketle, bu okula “Darülfünun”(Fenler Evi) adı o günün şartlarında medreseden ayrı bir müessese olduğunu ortaya koymak için verilmiştir. III. Selim, II. Mahmut gibi reform yanlısı sultanlar, medrese türü eğitime ve ulemalara bağlı olmayan bir yüksekokul (üniversite) tipinin gelişebilmesi amacıyla hareket etmişlerdir. Bu gelişme, ilk önce askeri alanda, meslek okulları ve yüksekokul kuruluşlarıyla başlar, daha sonra tıp, ziraat, madencilik, idari bilimlerle genişler. En sonunda 19. yy.’ın ortalarında batıdaki örneklerine göre bir üniversite kurma noktasına gelinmiştir (Widmann, 1981). Bu dönemde Ali ve Fuat Paşalar da bir girişimde bulunmuşlar, Encümen-i Daniş1 adıyla bir akademi kurmuşlardır. 1862’de ise, Cemiyet-i İlmiye-yi Osmaniye’yi2 oluşturmuşlardır (Ortaylı, 2003).

Medreselerin dışında pozitif ilimlerin okutulmasına hendeshane (1734), Mühendishane-i Bahri Hümayun (1774) ve Mühendishane-i Berri Hümayun (1793)’la başlanmıştır (Berkem, 2003). Bu dönemde açılan yükseköğretim kurumlarında amacın öğrencilere bir alanda uzmanlık kazandırmak veya bilimsel araştırma yapmak şeklinde açıklanamayacağı görülür. Açılan okullarda, dönemin yetişmiş insan gücü ihtiyacı en büyük öneme sahiptir. Bu amaçla kurulan okullardan biri de 1827’de de hekim yetiştirmek üzere kurulan Tıphane-i Amire’dir. Bu dödönemde ticaret ve ziraat alanında, ayrıca yabancı dille ilgili dallarda yüksekokullar açılmaktaydı. Mekteb-i Fünun-u Maliye adı altında bir meslek ihtisas okulunun açılmasını isteyen devrin sadrazamı Sait Paşa tarafından devlete iyi ve kaliteli memur yetiştirmek için yatılı bir Ticaret Mektebi açılmıştır. Ayrıca Müze-i Hümayun ve memurlara yabancı dil öğretmek üzere Fransızca beş yıl öğrenim süreli Hariciye Nezaretine bağlı bir Lisan Mektebi ve Ameliyat Ziraat Mektebi gibi kurumlar açılmıştır (Koçer, 1991). O dönemde kurulan bir diğer yüksekokul ise 1859 yılında Tanzimat’ın yeni sistemini yönetecek eleman ihtiyacını karşılamak için kurulan Mektebi Mülkiye’dir3. 1867 yılında kurulan Askeri Tıbbiye içinde Mekteb-i Tıbbiye-i Mülkiye ise, sivil okul olup, İkinci Abdülhamit döneminde ayrı bir yükseköğretim kurumu haline gelmiştir (Yamaner, 1999).

Bu dönemdeki yüksekokullarda dikkat çeken nokta, çoğunun belli bir zaman sonra kapatılmak zorunda kalınmasıdır. Bu okulların kapatılmasındaki nedenler; yüksekokulların hazırlıksız, öğretim araç gereçlerinden ve öğretim elemanlarından yoksun olarak açılması, şeklinde sıralanabilir. Bazılarının Avrupa’nın isteği doğrultusunda ve yeterli altyapı çalışmaları yapılmadan açılmış olması da, bu okulların eğitim öğretime uzun süre devam edememesine neden olmuştur. Buna karşın kuruluşuna gereken önemin verildiği ve bunun için çaba sarf edildiği okulların ise daha kalıcı olduğu gözlenmiştir. Bu okullardan bazılarının kurulmasında, Avrupalı uzmanlardan istifade edilmiştir. Buna örnek olarak, Macar uzman Baron de Tott’un önerileri doğrultusunda kurulan Mühendishane-i Berri Hümayun verilebilir. Daha sonra bu okul İstanbul Teknik Üniversitesi’ne dönüştürülecektir (Koçer, 1991). Bu yüksekokullar dışında bir üniversitenin kurulması için de çalışmalar başlamıştı. Yukarıda belirttiğimiz ayrı ayrı kurulan yükseköğretim kurumları bir çatı altında birleştirilerek, daha sonraki yıllarda açılacak üniversitenin bölümlerini oluşturacaktır. Üniversite kurulmasına ilişkin çalışmalar, Tanzimat Dönemi’nde başlamıştır. Konuyla ilgili dönemin Sadrazamı Sait Paşa’nın girişimleri olmuştur. Üniversite kurmak üzere ilk adım, Mart 1845’de atılmıştır. Meclis-i Vala ulema, asker ve bürokrat sınıfından seçilecek kimselerden Meclis-i Muvakkat adında geçici bir Maarif Meclisi kurulmasını kararlaştırıp, bu doğrultuda eğitim planları hazırlamaya başladı. Çalışmaların yaklaşık on birinci ayında Meclis-i Valaya takdim edilen eğitimin planlaması hakkında layiha da Osmanlı literatüründe ilk defa “Darülfünun” adı ile bir eğitim kurumunun tesisi fikri yer aldığı görülmüştür. Öngörülen ilk hedef devlet hizmetini daha iyi bir şekilde yürütecek memur yetiştirmek olduğu açıkça belirtilmektedir (Semiz, 1999). Darülfünun’un kurulmasında bir diğer amaç; Hükümetin, Tanzimat Fermanı’nın (1839) ilanından sonraki dönemde, Avrupa’nın eğitim alanında bizden beklediği gelişmeleri yerine getirmek istemesidir.

1845’de kurulan Meclis-i Muvakkatın hazırlamış olduğu ve Meclis-i Vala’nın onayladığı ilk rapor eğitim sistemine iki yenilik getirmiştir. Bu yenilikler; eğitimin üç kademeli sisteme geçmesiyle sıbyan ve rüşdiye okullarının yanı sıra bir Darülfünun’un kurulması ve Maarif Meclisi’nin oluşturulmak istenmesidir. Maarif Meclisi’nde, Darülfünun; malumat ve hüsnü ahlâkça mükemmel olmak isteyen ve bütün ilim ve fenleri okumak veya devlet dairesinde çalışmak isteyen herkese gerekli bilgileri sağlayan kurum olarak tanımlanmıştır. Bu meclis, 1846’da Bab-ı Hümayun civarındaki eski cephane binası ve saray arsası üzerinde Darülfünun binası yapılmasını kararlaştırmış ve İtalyan mimar Gaspare Fossati’yle binanın yapımı için anlaşılmıştır (Başar, 1996).

1846 yılında kurulması öngörülen Darülfünun binasının yapımının uzun sürmesi ve gerekli teçhizatın temini için yapılan hazırlıklar nedeniyle yaklaşık on yedi yıl eğitime başlayamamıştır. Darülfünun binasının yapımının uzun sürmesi nedeniyle, derslerin halka açık yapılması kararlaştırılmıştır. Bu birinci Darülfünun’da fizik ve tabii ilimlere ait ilk dersler verilmeye başlanmıştır. İlk ders Derviş Paşa tarafından 300 kadar dinleyici önünde verilmiş olan fizik dersidir (Berkem, 2003). Böylece Darülfünun, Derviş Paşa’nın verdiği Fizik dersiyle, 12 Ocak 1863’te eğitim öğretime başlamıştır (Başar, 1996). Darülfünun’un öncelikli hedefi, her çeşit ilmi ve tekniği öğretmek olarak belirlenmiştir. Darülfünun’un bir diğer hedefi ise, devlet dairelerinde çalışmak isteyenlere gerekli bilgiyi sağlamaktır (Bilsel, 1943).

Uzun süren çabalar sonucunda ve oldukça uzun süren zaman zarfında kurulan Darülfünun çok kısa bir süre eğitim öğretime devam edebilmiştir. Bu ilk Darülfünun’un kapanması Darülfünun binasında çıkan yangınla ilişkilendirilmektedir. Bu olayın ardından, ikinci defa Darülfünun kurma girişimleri başlamıştır. Yapılan çalışmalar sonucunda, 1869 yılında ikinci Darülfünun kurulmuştur.4 Çeşitli nedenlerle dört defa açılıp kapanan Darülfünun en son İstanbul Darülfünun’u adıyla anılmış, ardından İstanbul Üniversitesi kurulmuştur. 2869 tarihli Maarif-i Umumiye Nizamnamesi’nde Darülfünun’a geniş yer ayrıldığı görülür. Bu nizamnamede, Darülfünun’un yapısal düzeni ile işleyişi hakkında bilgiler de bulunmaktadır. Nizamnamenin birinci bölümünün, yüksek öğretime ilişkin kısmında “Darülfünun” başlığı altında elli maddelik bir kısım yer almaktadır. 20 Şubat 1870’de öğretime başlayan ikinci Darülfünun’un getirdiği önemli yenilikler; öğrencilerini seçme sınavı ile alması ve halka pozitif bilim anlayışı aşılamak üzere gece dersleri vermesi şeklinde nitelenmektedir (Kısakürek, 1976). Maarif Nizamnamesinde, her şubenin öğretim süresi üç yıl, müderris olacaklar için dört yıl olarak belirlenmiştir. Okulda, öğretim dilinin Türkçe olacağı, ancak, Türkçe bilmeyen öğretmenlerin Fransızca ders verebileceği belirtilmiştir. Üç yıl süreli eğitimin ardından öğrenciler bitirme tezi hazırlayıp, “şehadetname” alacaktır (Gelişli, 1993).

1872 yılında kapatılan Darülfünun-ı Osmanî’nin yerine 1874’te yapılan hazırlıkların ardından Galatasaray Sultanisindeki yabancı öğretim üyelerinden de yararlanarak edebiyat, hukuk ve fen alanlarında öğretim yapmak amacı ile Üçüncü Darülfünun “Darülfünun-ı Sultani” kurulmuştur (Kısakürek, 1976). Burada edebiyat, fen, hukuk ve ilahiyat mektepleri yer almıştır (Berkem, 2033). Bu kez de Darülfünun-ı Sultani’nin tasarruf gerekçeleri ile 1877’de önce hukuk ve mühendislik daha sonra edebiyat şubesinin de kapanmasıyla okul 1881’de tamamen ortadan kalkmıştır (Gelişli, 1993).

II. Abdülhamit’in tahta çıkışının yirmi beşinci yıl dönümünde Darülfünun’un dördüncü kez kurulması hükümetçe kararlaştırılmış, 14 Ağustos 1900 de yayınlanan bir nizamname ile Darülfünun-ı Şahane kurulmuştur. Darülfünunu Şahane, Meşrutiyetin ilanından sonra yeniden örgütlendirilerek İstanbul Darülfünunu adını almıştır (Kısakürek, 1976). Otuz üç yıl eğitime devam eden, Darülfünun-ı Şahane, 1909, 1919 nizamnameleri ve 1912, 1924 talimatnameleri ile düzenlenerek, 1933 yılına kadar varlığını sürdürmüştür. Darülfünun’un kuruluş amaçları şöyle sıralanabilir: Müslim ve gayrimüslim bütün Osmanlı tebaasının yan yana okuyup yetişebilmelerini sağlamak, yatılı bir okulun eğitim şartları içinde ortak bilgiler ve özellik kazanmalarını sağlamak, buradan mezun olanların batılılaşma yolunda devletin kamu hizmetlerinde yer almalarını sağlamak, medreseler dışında dini gelenek ve etkilerden uzak modern bir üniversite eğitimi yapmaktır (Ergün, 1996).

1914’te Birinci Dünya Savaşı’na giren Osmanlı Devleti, Almanya ile ittifak halinde bulunmaktan yararlanarak, Darülfünun’da büyük bir ıslahata girişmiş, Almanya ve Avusturya- Macaristan’dan pozitif bilim, felsefe ve edebiyat alanları için profesör ve doçentler getirtilmiştir. 1914’e kadarki ikinci ıslahat sırasında, öğretim kadrosu, Tıp Fakültesi müstesna olmak üzere, çoğu Alman olan yabancı profesörlerle Darülfünun’un geniş alanda takviyesi suretiyle Nazır Şükrü Bey’in zamanında teşkilatlanmıştır. Nazır Şükrü Bey, Edebiyat Fakültesine 10, Fen Fakültesine 6, Hukuk Fakültesine 4 Alman profesörü getirtmiş ve bunlar I. Dünya Savaşının sonuna kadar İstanbul’da kalmışlardır (Ergün, 1996).

Darülfünun-ı Şahane, Cumhuriyet dönemine İstanbul Darülfünun’u ismiyle girmiştir. 3 Mart 1924’te çıkartılan Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile Cumhuriyet dönemi’nde eğitim alanında yaşanacak gelişmelerin temeli atılmıştır. Kanunla eğitim öğretimde birlik sağlanması amaçlanmıştır. Darülfünun pozitif ilimlerin okutulduğu bir eğitim kurumu olarak, medreselerin etkisini azaltmış, Tevhid-i Tedrisat Kanunu ise, medreseleri tamamen kaldırmıştır. Kanunda, üniversite eğitiminde geleceğe yönelik pozitif bilimlerin etkisinin artacağına ve eğitimin Maarif Vekâletince yürütüleceğine dikkat çekiliyordu. Darülfünun ise pozitif ilimlerin okutulduğu bir yer olarak medreselerden ayrı bir kurumdur. Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile Darülfünun tek yükseköğretim kurumu olarak daha fazla önem kazanmıştır. Tevhid-i Tedrisat kanunu ile medreselerin bıraktığı boşluğu doldurmak için aynı yıl Darülfünun’a bir İlahiyat Fakültesi eklenmiştir (Korkut, 2005).

Tüm bu gelişmeler, Darülfünun’un yapısı ve işleyişi hakkında öteden beri yapılacak incelemelerin ortaya koyduğu yapısal ve işlevsel değişikliklerin ne kadar gerekli ve doğru olduklarının birer kanıtı şeklindedir. Yapılmasına lüzum görülen değişiklikler yalnız eğitim şekillerine, müfredata has olmayıp fakültelerin kurulmasına ve bütün eğitim kurumlarının yeniden seçilmesine isabet ettiğinden meselenin, bugünkü teşkilatı düzeltmek suretiyle halledilmesi mümkün görülmemiş, yeni ve daha iyi ve esaslı bir müessesenin meydana getirilmesi için mevcut teşkilatın kapatılmasına ve mevcut kadro ile bir intikal devresinin kabul olunmasındaki zaruret takdir edilmiştir. Bu ilga keyfiyeti ve bir senelik muvakkat devre Maarif Vekilliğini yeni teşkilata teşebbüsünde ancak ilmi ve asri esaslar dairesinde serbest bırakılmasını temin etmiş olacaktır (Taşdemirci, 1993).

Darülfünun’un kapatılması ve yerine İstanbul Üniversitesi’nin kurulmasına dair kanun tasarısı, T.B.M.M. Maarif Encümeni 16 karar numaralı 1/705 esas numaralı Maarif Encümeni mazbatasında 24.5.1933 tarihinde yer almıştır (Arslan, 1995).

Atatürk ve Üniversite Reformu
Sakarya Zaferi kazanıldığında Mustafa Kemal Paşa’ya; “İşte zaferi kazandınız, şimdi ne yapmak isterdiniz?” diye soranlara Mustafa Kemal “Milli Eğitim Bakanı olarak memleketimin irfanına hizmet etmek isterdim” cevabını vermiştir (İnan, 1984). Atatürk ölümünden önce 1 Kasım 1937’de TBMM açış konuşmasında Milli Eğitim hakkında adeta bir vasiyet olarak şunları söylemiştir (İnan, 1984):

Büyük davamız, en medeni ve en müreffeh millet olarak varlığımızı yükseltmektir. Bu, yalnız kurumlarında değil, düşüncelerinde temelli bir inkılâp yapmış olan büyük Türk milletinin dinamik idealidir. Bu ideali en kısa bir zamanda başarmak bir fikir ve hareketi beraber yürütmek mecburiyetindeyiz. Bu teşebbüste başarı ancak, türeli bir planla ve en rasyonel tarzda çalışmakla mümkün olabilir. Bu sebeple, okuyup yazma bilmeyen tek vatandaş bırakmamak, memleketin büyük kalkınma savaşının ve yeni çatısının istediği teknik elemanları yetiştirmek, memleket dâvalarının ideolojisini anlayacak, anlatacak, nesilden nesile yaşatacak, fert ve kurumları yaratmak, işte bu önemli umdeleri en kısa zamanda temin etmek, kültür vekâletinin üzerine aldığı büyük ve ağır mecburiyetlerdir. İşaret ettiğim umdeleri Türk gençliğinin dimağında ve Türk milletinin şuurunda daima canlı bir halde tutmak, üniversitemize ve yüksekokullarımıza düşen başlıca vazifedir.

Afet İnan da bu konuda şunları yazmıştır (İnan, 1984): “Onun en çok uğraştığı konulardan biri Milli Eğitim ve Kültür işlerine ait idi. Hatta bazı zamanlar “Eğer Cumhurbaşkanı olmasam, Maarif Vekilliğini almak isterdim” derdi. Zira Atatürk, köklü, eğitimsiz ve kadrosuz çağdaşlaşma ve kalkınma olamayacağı bilincindedir. Bundan dolayıdır ki Atatürk, bir yandan yeni üniversitelerin kurulmasını önerirken öte yandan mevcut üniversiteyi (Darülfünun’u) geniş çaplı bir reform ile düzeltme, modernleştirme gereğini duymuştur. Ne var ki Atatürk üniversiteyle ilgili ilk ciddi çalışmalarını ancak 1930’lardan sonra başlatabilmiştir.

Bu çalışmaların ilki, İstanbul Darülfünun’u gerek eğitim yönünden gerek teşkilat yönünden yenileyecek olan üniversite reformudur (Widmann, 1981).

1923’ten 1932’ye kadar geçen süre içinde, Darülfünun daha doğrusu onun kadrosundaki kimi öğretim üyelerinin, Kurtuluş Savaşı’na ve Cumhuriyet’le başlayan devrime karşı cephe almaları ya da sessiz kalmaları zaman zaman yakınmalara yol açmış ve bazı olaylar doğurmuştu. Bunlardan en önemlisi 30 Nisan–25 Ağustos 1922 tarihleri arasında süren Darülfünun grevidir. Mustafa Kemal’in Anadolu’ya geçişinden başlayarak, ona ve Anadolu direnişine açıkça cephe almış olan İçişleri Bakanlarından Ali Kemal, Darülfünun’da, Avrupa ve Osmanlı Devleti İlişkileri dersini, Sevr Antlaşması’nı imzalamış olan Rıza Tevfik de metafizik derslerini vermekteydi. Kurtuluş Savaşı zaferle sonuçlanırken onların bu görevlerini sürdürmeleri özellikle öğrenciler arasında tepkiler yaratmıştı. Rıza Tevfik’in mart ayı sonlarında Fuzuli hakkında verdiği bir konferansta ünlü şairin Türk olmadığını öne sürmesi dinleyiciler tarafından protesto edilmiştir. 30 Mart 1922’de toplanan Edebiyat Medresesi öğrenci kongresinde, Ali Kemal ve Rıza Tevfik ile birlikte Anadolu karşıtı Peyam-ı Sabah gazetesinde yazıları çıkan Türk Edebiyat Tarihi müderrisi Cenap Şahabettin, İran Edebiyatı müderrisi Hüseyin Daniş ve İngiliz Edebiyatı Tarihi okutan Barşamiyan’ın görevden alınmaları isteğiyle grev (boykot) kararı alınmıştı. Öteki fakülteler (medreseler) öğrencilerinin de katılmasıyla grev, Darülfünun düzeyinde yaygınlık kazanmıştır. Sorun çeşitli aşamalardan geçerek ancak, söz konusu 5 kişinin süresiz izinli sayılıp derslerden alınması ile çözülebilmişti. Böylece grev de sona ermiş ve derslere yaklaşık 4 ay sonra 25 Ağustos 1922’de yani Büyük Taarruz’dan bir gün önce başlanabilmişti (Gürkan, 1971). Greve yol açan nedenler ve Cumhuriyet’in ilanı kimi kişilerce eleştirilirken, Darülfünun’un sessiz kalması doğal olarak Atatürk ve hükümet çevrelerinde Darülfünun’a karşı bir burukluk yaratmıştı. İşte bu sırada Edebiyat Medresesi Müderrisler Meclisi, 19 Eylül 1923’te Yahya Kemal Beyatlı’nın önerisi üzerine Gazi Mustafa Kemal’e “fahri müderrislik” unvanı verilmesini kararlaştırmıştı. O tarihte henüz TBMM Başkanı bulunan Atatürk de bundan ötürü bir telgrafla teşekkürlerini bildirirken, Üniversiteden ve Edebiyat Medresesinden beklediklerini şöyle dile getirmişti: “Türk kültürünün odağı olan fakülteniz onursal profesörlüğüne seçilmemden dolayı kurulunuza teşekkürler ederim. Eminim ki ulusal bağımsızlığımızı bilim alanında fakülteniz tamamlayacaktır. Bu onurlu gelişmenin meydana gelmesini üzerine alan kurulunuz arasında bulunmak bence onur vericidir”. Darülfünun 1 Nisan 1924’te İstanbul Darülfünunu adını alıp katma bütçe ile mali özerklik ve aynı zamanda tüzel kişilik kazanmıştır (Tunçay, ve diğ. 1984).

TBMM’nin 23 Mayıs 1926 tarihli oturumunda Maarif Bakanı Mustafa Necati, Atatürk’ün Darülfünun’a bakışını şöyle açıklamıştır:

Darülfünun doğrudan doğruya bağımsız bir kurumdur. Ulusun manevi gücünün temsilcilerinden biridir. Kabul etmek gerekir ki Darülfünun denen kurum, doğrudan doğruya Maarif Bakanlığının buyruğu altında bir kurum değildir. Eğer gelişigüzel herhangi bir kişi Darülfünun kurumuna şu biçimde, bu biçimde davranın diye emir verecek olursa orada Darülfünun yok demektir.

Ancak bundan 15 gün sonra Darülfünun’da konuşan Mustafa Necati, öğretim kadrosuna şu mesajı vermek gereğini de duymuştu:

Ulusun üniversiteye bağladığı umudu aklı gösterecek güçlü kanıt da sayın müderrislerimizin, öğretmenlerimizin yayınları ve yapıtları olacaktır. Darülfünun, Türkiye’nin bütün aydın takımının bilimsel odağıdır. Buradan çıkacak araştırmalar ve yapıtlar, Türk aydınlarını yükseltecektir. Sizin yapacağınız eserlerdir ki yurt aydınlarına yeni ufuklar açacak ve Türkiye’ye kültür alanında uluslararası bir onur kazandıracaktır. Bir ulusun uygarlık yeteneğine ve yaşam gücünü en yüksek kertede temsil eden kurum Darülfünun olduğu için Darülfünunumuzun her alanda öteki uygar ulusların üniversiteleri düzeyine çıkma zorunluluğunda olduğunu özellikle belirtmek isterim (Turan, 1998).

Bu sözler, hükümetin araştırma ve yayınlara ağırlık verilmesini ve bunlara uluslararası düzeyde bir içerik kazandırılmasını istediği yolunda açık bir uyarı demekti. Çağdaşlaşmaya yönelen Cumhuriyet Türkiye’sinde üniversite de çağdaş düzeyde olmalıydı! Bakanın bu uyarıyı yaptığı günlerde özellikle Edebiyat Medresesi öğretim üyeleri arasında bilimsel araştırmalar konusunda kısır bir tartışma başlamış bulunuyordu. Emin Erişirgil, “İdealistlik Tehlikesi ve Darülfünun” başlıklı yazısında sorunun çok boyutlu olduğu üzerinde durmuştu. Fuat Köprülü ise “Darülfünunun Vazifeleri” başlıklı yazısı (Turan, 1998) ile Erişirgil’e yanıt vermişti. Türkiye’de çağdaş bilimlerin gelişebilmesi için önlem alma düşünülürken, “Bilim alanındaki gerçek durumumuzu bütün acılığı ve açıklığıyla gördükten sonra, ona göre genel ve kesin önlemler almak zorundayız” diyen Köprülü, bunların yarım ve geçici olmaması gerektiğini belirtmişti. Eğitim Bakanlığı müfettişlerinden Avni Başman ise “İlim ve İnkılâp” ilişkilerini ele alan yazısında (Turan, 1998), “Devrim bilimi saygılı olmalıdır” ya da “Devrimler bilimin kurallarına uymak zorunda değildir; bilim, devrimin arkasından yürümelidir” biçimindeki karşıt savların aşırı görüşler olduğunu anımsatmıştı. Devrimlerin bilinçsiz su akımları ve fırtınaları andıran cansız hareketler olmadığını, “bilim” kavramının da çok iyi tanımlanması gerektiğini, endüstri devrimini doğuran etkenin bilim olduğunu hatırlatan Başman, bilgi sahibi olmanın bilgin olmak anlamına gelmediğini, hayat ve devrim ile bilim arasındaki ilişkileri düşünürken abartıya kaçmamak, ılımlı davranmak gerektiğini savunmuştu (Turan, 1998).

İstanbul Darülfünun’a ilişkin bu tartışmalar sürerken Anadolu’da yeni bir üniversite kurulması da önerilmeye başlanmıştı. Avrupa’da tıp yanında antropoloji öğrenimi de görmüş olan Şevket Aziz Kansu, “Türk devrimini Türk gelişmesine dönüştürecek bir Anadolu Üniversitesi” kurulmasının gerektiğini öne sürmüştü5. Bu düşünceyi gerçekleştirmek amacıyla ilimde ve fende ilerlemek için üniversite reformunun yapılması ge- rekiyordu. Çünkü, Cumhuriyet’in Osmanlı’dan devraldığı tek üniversite olan Darülfünun bir türlü Atatürk’ün bu görüşlerine ayak uyduramıyordu. Medrese özelliği aynen devam ediyordu (Irmak, 2001). Bu nedenle Darülfünun 1933’de 2252 sayılı yasayla kapatılmış ve yerine Milli Eğitim Bakanlığına (MEB) bağlı İstanbul Üniversitesi kurulmuştur (Tanilli, 1991).

Atatürk, Malche’in raporu doğrultusunda, İstanbul Darülfünun’un yeniden yapılandırılıp çağdaş bir üniversiteye dönüştürülmesini kabul etmişti. Bu doğrultuda kısa sürede umulan sonucun alınabilmesi için bilimsel özerkliğin kaldırılmasını da uygun bulmuş ve dahası hazırlanan yasa taslağı olan (Turan, 1998) Üniversite Reformu Kanununu şöyle şekillendirmiştir (Irmak, 2001):

İstanbul Üniversitesinin Kurulması hakkında;

Madde 1- İstanbul Darülfünunu ve ona bağlı bütün müesseseler kadro ve teşkilatlarıyla beraber 31 Temmuz 1933 tarihinden itibaren kaldırılmıştır.

Madde 2- Maarif Vekilliği 1 Ağustos 1933 tarihinden itibaren İstanbul’da İstanbul Üniversitesi adıyla yeni bir müessese kurmaya memurdur. Maarif Vekâleti bu üniversitenin teşkilatına ait kanun layihasının en geç 1 Nisan 1934 tarihine kadar Büyük Millet Meclisine tevdi eyler.

Madde 6- Darülfünun kadrosuna dâhil olanlardan kurulacak üniversitenin muvakkat kadrosuna alınacak müderris ve muallimler ile bunların muavinleri ve asistanlar 1931 senesi Darülfünun bütçe kanununun 10 uncu maddesine göre Darülfünuna verilmekte olan maaşlarını alırlar.

Madde 7- Maarif Vekilliği İstanbul Üniversitesinde bir telif tercüme heyeti kurmağa yetkilidir.

Madde 12- İstanbul Darülfünunu ile ona bağlı müesseselere ait bütün kanunlar ve hükümler 31 Temmuz 1933 tarihinden itibaren kaldırılmıştır.

Madde 13- Bu kanun 1 Haziran 1933 tarihinde yürürlüğe girer. Bu kanunu Bakanlar Kurulu yürütür.

Bizzat Atatürk’ün direktifleriyle Türkiye’ye çağrılan İsviçreli Profesör Albert Malche’ın verdiği rapor (Ataünal, 1993) doğrultusunda yükseköğretim sistemimizdeki ilk üniversite reformu yapılmıştır. Malche’nin Maarif Bakanına verdiği raporda saptanan aksaklıkların başlıcaları şunlardı:

Türkçe bilimsel yayınlar yeterli değildir- Müderrislere ve muallimlere ödenen ücretler azdır; bu nedenle onlar yan görevler almaya yönelmekte, bu da öğretimin düzeyini düşürmektedir. Dersler eskimiş kuramsal yöntemlerle verilmektedir. Bu bilgiler pratiğe dönüştürülmemekte, uygulama yapılmamaktadır- Öğretim kadrosunun yabancı dil bilgileri yetersizdir- Bu ortamda geleceğin öğretim üyelerine yetiştirmeye olanak yoktur.

Malche, bu saptamalarının ardından, “Bir devlet darülfünunu için bilimsel özerkliğin güvence altına alınması ne kadar iyi ise, darülfünunun yönetim ve öğretim kurullarının seçilmesinde, hükümetin sorumluluğu da o derece uygundur. Özerkliğin, bir tür uzaklaşış ve kendi kendine kalış niteliği almasını engel olmak gerekir” diyerek bilimsel özerklik kavramını sorgulamıştı. Aynı zamanda müderrislerin kendi meslek arkadaşlarından oluşan kurullarca seçilmeleri sistemine son verilmesini önermişti. “ İlgililer fena yargıçlardır. Bu konuda yetki meslek arkadaşlarına değil, bakanlığa ait olmalıdır. Görevden alma yetkisi de atamayı yapan makama aittir” diyordu. Bu önerilerin bilimsel özerkliğin kaldırılması anlamına geldiği açıktı (Turan, 1998). Atatürk de kendisine sunulan raporu, Malche’in belirttiği gibi çağdaşlaşmaya yönelen Türkiye’nin ana sorunlarından birine ışık tutan bir metin olarak dikkatle okumuştu. Raporda yer alan görüş ve saptamalara ilişkin olarak sıra numarası verip 81 not yazması ve ayrıca genel bir değerlendirme yapması bunu göstermektedir. Bu notlardan önemli olanları şöyle sıralanabilir (Turan, 2008):

7) Emin’in (Rektör) en mühim vazifesi ilmi meselelere tealluk eder; idare işleri için bir memur lazım.

8) İstanbul Darülfünun’u kendisini şuurlu bir şekilde muayyen bir noktaya sevk eden ilmi ve fikri bir hızdan nasibedar değildir (nasibini almamıştır). Birkaç sene için teveccüh edilecek istikameti (dönülecek yönü) vekâlet tespit etmeli.

Fakülte Reislerinin (Dekan) müşterek ve devamlı çalışmaları Emin tarafından temin olunmalı.

10) Darülfünun’un en büyük zaafı, şahsi mülahaza (kişisel düşünce) ve araştırmaya sevk eder tarzda tedris (öğretim) yok. Ansiklopedik malumat veriliyor.

12) Darülfünun’un hocaları yoktur. Şimdilik hariçten getirmek lazımdır. Ondan sonra da kendi çocuklarımızı ecnebi üniversitelerinde yetiştirmek lazım.” Atatürk bunlarla da yetinmeyip “Notlardan Sonra 8 Esaslı Not” başlığı altında Machle’in raporundan çıkartılması gereken noktaları daha da açıklayan oldukça uzun bir değerlendirme de yapmıştı: Bu değerlendirmenin en çok dikkati çeken kısmı, Machle’in raporunda Türkiye’de bir yükseköğretim kurumu kurulması için bazı nasihatlerde, önerilerde bulunduğu, oysa sorunun bir kültür planlaması olduğunu vurgulayan şu satırlar olmalıdır (Turan, 2008):

Okuduğumuz rapor bir bakıma güya Türkiye’de bir âli tahsil müessesesi (yükseköğretim kurumu) kurmak için nasihatleri ihtiva ediyor; hâlbuki hakikatte bütün Türkiye’ de bir kültür programının ne olmasına, nasıl olmasına işarettir. O halde bizim için İstanbul Darülfünunu’nu ne yapalım diye bir mesele mevcut değildir. Bizim için, bütün Türkiye’de nasıl bir kültür planı yapalım, mesele budur. İşte biz, yalnız ve ancak biz, mudil (karmaşık) bir mesele karşısındayız ve onu behemehâl halletmek mecburiyetindeyiz. Bu mesele vazıh surette hallolunmadıkça İstanbul Darülfünunu’nun ıslahından bahsetmek ayıptır, abestir, bîmanadır (manasızdır).

Raporda, 1932’de Darülfünun’da 88 müderris (profesör), 36 müderris muavini (doçent), 4 lektör, muallim (okutman), 72 asistan olmak üzere toplam 240 öğretim üye ve yardımcısı bulunduğu da belirtilmişti. Buna karşın öğrenci sayısı 2.500 idi. Müderrislerden 13’ü İlahiyat Medresesi kadrosunda bulunuyordu ama o medresenin hiçbir öğrencisi yoktu. Malche, raporunu, “ Darülfünun sorunu aslında Türkiye’nin düşünsel, manevi, hatta geleceği sorunudur” diye noktalamıştı (Turan, 1998).

Cumhuriyet’in ilanı ile Türkiye’de önemli sosyo-ekonomik reformlar yapılmış, ancak Darülfünun beklenen ilerlemeyi gösterememiş, devrimlere karşı olumsuz tutum takınmış, ciddi ve toplum yararlı bilimsel çalışmalar yapılmamış, “Resmi devlet ideolojisini yansıtamadığı ve suskun kaldığı için rejimle ihtilafa düşmüştür (Öncü, 2002).”

Maarif Vekili Dr. Reşit Galip 1 Ağustos 1933 tarihinde yeni İstanbul Üniversitesi’nin açılış töreninde yaptığı konuşmasında Darülfünun’a karşı gelişen hoşnutsuzluğu şöyle dile getiriyordu (Hirsch, 1950):

Memlekette büyük politik ve dalgalanmalar olmaktaydı. Üniversite (Darülfünun) bunun karşısında tarafsız seyirci rolünü sürdürdü. İktisat alanında önemli değişmeler olmaktaydı. Darülfünun bunlarla tamamen ilgisiz görünüyordu. Hukukta köktenci değişiklikler yapıldı. Darülfünun yalnızca yeni kanunları ders programlarına almakla yetindi. Yazı reformu yapılmış, dilin özleştirilmesi hareketi başlamıştı; Darülfünun bununla hiçbir surette ilgilenmiyordu. Yeni bir tarih değerlendirilmesi ulusal bir hareket anlamında bütün ülkeyi sarmıştı. Darülfünun’un buna karşı ilgisini uyandırmak için, üç yıl beklemek ve çabalar sarf etmek gerekti. İstanbul Darülfünunu en sonunda sustu, kendi kabuğuna çekildi ve adeta bir ortaçağ yalıtılmışlığıyla dış dünyadan tamamen koptu.

Oysa Atatürk gerçek yol göstericinin ilim ve fen olduğunu vurguladığı sözlerinde bilimin nasıl olması gerektiğini şöyle vurgulamıştır (Kocatürk, 1999):

… Yalnız, ilmin ve fennin yaşadığımız her dakikadaki safhalarının gelişmesini kavramak ve ilerlemelerini zamanında izlemek şarttır. Bin, iki bin, binlerce sene evvelki ilim ve fen dilinin çizdiği kuralları, şu kadar bin sene sonra bugün, aynen uygulamaya kalkışmak, elbette ilim ve fennin içinde bulunmak değildir.

Böylece çağdaş anlamda bir üniversite oluşturmayı amaçlayan 2252 sayılı kanun 1933 yılında çıkarıldı. Bu kanunla İstanbul Üniversitesi ve ona bağlı olarak Tıp, Hukuk, Edebiyat, Fen Fakülteleri kurulmuştur. Atatürk’ün üniversite reformu genellikle Alman Üniversite modeline göre yapılmıştır. Bu yıllarda, faşist Alman diktatörü Hitler’in zulmünden kaçan pek çok değerli bilim adamı, en özgür ülke saydıkları Türkiye’ye sığınmaya başlamışlardı. Bu büyük bilginleri başka ülkelere kaptırmamak ve bundan sonra gelecekleri de barındırmak için, onların Türk üniversitesine alımları sağlanmış ve çalışabilecekleri ortam hazırlanmıştır. Bu bilginlerle yapılan anlaşmalarla tespit edilen plan şu idi: Bu bilginler kısa zamanda Türkçe öğrenecekler ve derslerini Türkçe vereceklerdi. Beş, on yıl içerisinde Türk doçentler yetişmiş olacak ve kürsüleri devralacaktı. Fakat uygulama ancak kısmen başarılı oldu. Çünkü Alman bilginleri arzu edilen süre memlekette tutmak mümkün olmadı. Öte yandan, bu hocaların yerini alacak birçok değerli doçentlerin tam zamanlı olarak üniversiteye bağlanmaları sağlanamadı. Bununla beraber üniversitenin verimi Darülfünun devrinin kat kat üstündedir. Batı bilim âleminin tanıdığı ve orijinal araştırmaları klasik kitaplara geçmiş ilim adamlarımız yetişmiştir (Irmak, 2001). Türkiye’ye gelen Yahudi asıllı bilim adamlarının ülkemizde bilimsel ve çağdaş demokratik esaslara dayalı bir üniversite kurulmasında büyük katkıları olmuştur. Dönemin Milli Eğitim Bakanı olan Dr. Reşit Galip’in 6 Temmuz 1933 tarihinde göçmen bilim adamlarıyla imzalanan anlaşma sırasında söylediği sözler 1933 Üniversite reformunun üniversitelerimizdeki çağdaşlaşma ve bilimselliğe katkılarını çok açık biçimde ortaya koymuştur (Hirsc, 1950):

500 yıl önce İstanbul’u aldığımızda, Bizans’ın önde gelen bilim adamları ve sanatçıları ülkeyi terk ettiler. Bunlardan birçoğu İtalya’ya gitti ve orada Rönesans’ı başlattı. Şimdi Avrupa’nın aldıklarını bize geri vermesinin zamanı gelmiştir. Vatanımıza yenilikleri getirmenizi, böylelikle çağdaş düzene ayak uydurmamızı sağlamanızı ve yeni nesile çağdaş bilimde ilerleme yolunu göstermenizi umuyor, milletçe teşekkür ve saygılarımızı sunuyoruz.

Çağdışı kalan yaşlı bazı Darülfünun hocaları yeni kurulan Üniversite’nin dışında bırakıldılar. Diğer taraftan Üniversitede boşalan kadrolar Alman, Macar, Avusturyalı profesörlerle doldurulmuştur6. Bilimsel çalışmalar ve rütbeler düzenlenmiş, Almanya’dan gelen bilim adamları II. Dünya Savaşı bitinceye kadar Türkiye’de kalmış, bir bölümü sonradan Amerika’ya veya eski vatanlarına dönmüştür. Ayrıca bu profesörlerden bazılarının Türkiye’den ayrıldıktan sonra da Türkiye’deki asistanlarıyla ölümlerine kadar bağlarını sürdürmüşlerdir. Bir bölümü ise Türk vatandaşı olarak ölünceye kadar Türkiye’de yaşamıştır. İstanbul Üniversitesi’nde görev alan yabancı öğretim elemanlarından olan Gerhard Kessler anılarında Türkiye’ye kabul edilmesiyle ilgili olarak övgü dolu şu sözleri dile getirmişlerdir (Hanlein, 2006): “Asil ve şövalye ruhuna sahip Türk ulusuna bana bu imkanı tanıdıkları için ebediyen müteşekkir kalacağım” demiştir.

Yeni üniversitenin kurulması, bütün araştırma ve kültür sorununu çözmedi. Ancak, Türk biliminin temelini kurmuştur. Atatürk üniversite reformu ile gerçek bilgiye kapımızı açan üniversite reformunun getirdiği yenilikleri şöyle özetlemektedir (Irmak, 2001):

1. İlmi ve idari özerklik sağlanmıştır.
2. Akademik kariyer, kanunla nizamlanmıştır.
3. Üniversitelerin, katma bütçe ile idaresi sağlanmıştır.
4. Bütçeleri, eskisi ile kıyaslanmayacak bir seviyeye ulaştırılmıştır.
5. Her dalda öğretim elemanı yetişmiştir.
6. Öğretim ve araştırma araçları arttırılmıştır.

Söz konusu “kültür programı”nın saptanması için öncelikle dünyaca tanınmış bilginleri Ankara’ya çağırıp görüşlerini almak gerektiğini ve üniversite sorunu denince ilkokullardan başlayarak bütün öğretim kurumları ile birlikte ele almanın zorunlu olduğunu belirten Atatürk, bir üniversite açılması için öncelikle altyapının tamamlanmasının şart olduğunu da belirtmiştir (Turan, 1998).

Şüphesiz Türk ilk mektepleri, Türk orta ve lise mektepleri, Türk yüksek camiası (topluluğu) için Türk yüksek camiasının istediği evsafta talebe yani muhatap, zekâ, ilim, fen, hülasa insanlık kabiliyeti yetiştirdikten sonradır ki Türkiye’nin şûrasında burasında ve her yerinde üniversite enstitülerinden bahs olunabilir (Turan, 1998).

Bütün bunlardan sonra yapılması gerekeni de 2 madde olarak şöyle özetlemişti (Turan, 1998):

1) İstanbul Darülfünunu lağvolunmuştur; yerine İstanbul Üniversitesi tesis olunacaktır (kurulacaktır).
2) Bunun tesisine Maarif Vekili memurdur.”

1 Kasım’da TBMM’nin yeni çalışma yılını açarken yaptığı konuşmada varılan kararı şöyle açıklamıştı: “ Üniversite kurulmasına verdiğimiz önemi belirtmek isterim. Yarım önlemlerin kısır olduğundan kuşku yoktur. Bütün işlerimizde olduğu gibi eğitimde ve kurulan üniversitede de kökten önlemler yürütmek kesin kararımızdır.” Hükümetin de aldığı kararla raporun uygulanmasına geçildiğinde Maarif Bakanlığında bir değişikliğe gidilerek Esat Sagay’in yerine genç ve dinamik Dr. Reşit Galip getirilmişti. Yeni düzenlemeye esas olarak hazırlanan yasa tasarısı da 31 Mayıs 1933’te TBMM ‘de kabul edilmişti. Yasaya göre İstanbul Darülfünunu 31 Mayıs 1933 tarihiyle kapatılıyor ve onun yerine 1 Ağustos 1933’te İstanbul Üniversitesi kuruluyordu. Bayındırlık Bakanlığına bağlı olan İstanbul’daki Yüksek Mühendis Mektebi (bugünkü Teknik Üniversite) de kurulan üniversitenin kapsamına alınıyordu. İstanbul Üniversitesi Maarif Bakanlığı’na bağlı olacaktı. Yasa bir yıl süreyle geçici öğretim kadrosunun bakanlarının kadro dışı bırakılmalarına olanak sağlıyordu (Turan, 1998). Uygulamanın esaslarını saptayabilmek için de bir komisyon kurulmuştu. Bunda matematik profesörü Kerim Erim, Bakanlık Müsteşarı Salih Zeki ile bakanlık müfettişleri Avni Başman ve Rüştü Uzel görev almışlardı. Komisyon, emeklilik yaşını 60 olarak saptamıştı. Öğretim üyelerinin tüm çalışmalarını üniversiteye vermeleri, dışarıda muayenehane açmamaları ilkesi de kabul edilmişti. Kadroda kalacakların belirlenmesinde bilimsel yetenekleri ile o zamana kadar yaptıkları yayınlar ve araştırmalar ölçüt alınacaktı.

Böylece yeni düzenlemesiyle 18 Kasım 1933’te öğretime başlayan üniversitede eski öğretim kadrosundan birçoğuna görev verilmediği görülmüştü. Ancak bunların sayıları hakkında verilen rakamlar birbirini tutmamakta, 92’den başlayarak 157’ye kadar çıkarılmaktadır. Bu düzenlemede bilimsel ölçütler yanında kimi kişisel değerlendirme ve sürtüşmelerin de etken olduğunu kabul etmek gerekir. Her ülkede görülebilen bu insancıl zaafları tümüyle ortadan kaldırma olanağı ne yazık ki şimdiye kadar da bulunamamıştır. Darülfünun’un Üniversite’ye dönüştürülmesinden sonra, 1934’te bazı derslerin programdan çıkartılması ya da birleştirilmesiyle aralarında Prof. Tevfik Sağlam’ın da bulunduğu 5 kişi daha açıkta bırakılmıştı. Sayısı azalan öğretim kadrosunu güçlendirmek için Malche’in öngördüğü ve Atatürk’ün de rapora yazdığı notlarda belirttiği gibi yabancı uzmanlar getirtilmişti. O yıllarda Nazi Almanyasında Adolf Hitler’in üstün ırk anlayışı ile Germen olmayanlara karşı giriştiği kampanya, kendi alanlarında ün yapmış olan birçok Alman vatandaşı bilim adamının yapılan çağrıyı kabul ederek Türkiye’de görev almalarına olanak hazırlamıştı. Bunların üniversite öğretim kadrolarında ve benzeri kuruluşlarda görev almaları kabul etmek gerekir ki, Türkiye’de bilimsel anlayış ve araştırmalara büyük bir canlılık getirmiştir. İstanbul Üniversitesi’nin kurulduğu 1933’te başkent Ankara’da da üniversite düzeyinde bir başka yükseköğretim kurumu öğretime başlamıştı: Yüksek Ziraat Enstitüsü ülke kalkınmasında öncelik tarıma ve tarımsal endüstriye verilince bu alanda gerekli uzmanları ve elemanları yetiştirme sorunu da ele alınmıştı. İlk aşamada İstanbul Halkalı’daki Ziraat Mekteb-i Âlisi kapatılarak Ankara’da bir Yüksek Ziraat Mektebi açılmıştı (1930). Bunun da yeterli olmadığı anlaşılınca daha yüksek düzeyde eğitim-öğretim verecek Yüksek Ziraat Enstitüsü kurulmasına ilişkin bir yasa çıkartılmıştı (10 Haziran 1933). Büyük çapta Alman öğretim üyelerinin görev aldıkları enstitü, Cumhuriyet’in 10. yıldönümünde (30 Ekim 1933) kurulmasında büyük çaba gösteren Başbakan İnönü’nün bir konuşması ile öğretime başlamıştı. Bu üniversite 4 fakülteden oluşan Yüksek Ziraat Enstitüsü Tarım Bakanlığına bağlı olarak kurulmuştu. Daha sonraki yıllarda üniversiteler içerisindeki yerini alacaktı (Turan, 2008).

Söz konusu düzenleme ve kuruluşlardan sonra sıra Ankara’da kurulması öngörülen üniversiteye gelmişti. Atatürk’ün Malche’in raporunu okurken yazdığı görüş doğrultusunda başkentte kurulmasına karar verilen üniversitenin ilk fakültesi olan ve Dil Tarih-Coğrafya Fakültesi 9 Ocak 1936’da öğretime başlamıştı. Böyle bir fakültenin açılmasında görev alacak elemanları yetiştirmek amacıyla 1926’dan başlayarak Avrupa’daki çeşitli üniversitelere öğrenci gönderilmişti. Onlardan birçoğu öğrenimlerini bitirerek hatta doktoralarını da vererek yurda dönmüşlerdi. Özel uzmanlık alanlarına ilişkin dersler için de Almanya’dan çağrılan profesörlerden yararlanılmıştı. Böylece daha ilk aşamada sayısı 20’yi aşan bir öğretim kadrosu sağlanmıştı. Açılacak fakülteye Dil ve Tarih-Coğrafya adının verilmesini de doğrudan doğruya Atatürk önermişti. Çünkü 1935 Haziranında kabul edilen yasada, fakültenin şu 2 amaçla kurulduğu belirtilmişti (Turan, 1998):

a) Türk kültürünü bilgi yöntemiyle işleyecek bir inceleme ve araştırma kurumu oluşturmak,
b) Öğretim kurumlarına, ulusal dil ve tarihin bilimsel ve en yeni anlayışlarına göre hazırlanmış öğretmenler yetiştirmek.

Malche’in raporunu vermesinin ardından Falih Rıfkı, Hâkimiyet-i Milliye’deki “Darülfünun” başlıklı yazısında (21 Temmuz 1932), “Darülfünun dahi Türk inkılâbına dair on seneden beri henüz bir tek sayfa telif etmemiştir (yazmamıştır)” diyerek sorunun Yeni Türkiye için çok önemli olan bir başka yönüne değinmişti. Bu durum Atatürk ve Mustafa Necati’nin Darülfünun’dan beklentilerinin gerçekleşmemiş olduğunu göstermiştir (Turan, 1998)

Sonuç

Tanzimat Dönemini (1839–1856) takip eden yıllarda, Türkiye’de Avrupa’nın bilimsel ve kültürel gelişmelerini değerlendirecek kişi ve kurumlara ihtiyaç duyulmuştur. Bu doğrultuda, Avrupa tarzı eğitim kurumları açılmak istenmiştir. Eğitimde ilk kademeden başlanarak, yükseköğretime doğru bir yenilik hareketi başlamıştır. 1845 yılına gelindiğinde, Meclis-i Vala’da alınan karar sonucunda, bir üniversite kurulması gündeme gelmiştir. 1845’te açılan bu eğitim kurumunda, çeşitli nedenlerle on sekiz yıl eğitim öğretim başlayamamış, ilk ders 1863’te verilebilmiştir. 19. y.y.’ da açılan yüksekokullardan farklı olarak, üniversite seviyesinde kurulan bu okula, Darülfünun ismi verilmiştir. Cumhuriyetin ilanı sonrasında Darülfünun, yaklaşık on sene kadar varlığını devam ettirebilmiştir. Cumhuriyetin ilk yıllarında eğitimin ilk kademelerine yönelik inkılâplara yer verilmiştir. Ayrıca halk eğitimine önem verilmiş, okuma yazma seferberliği başlatılmıştır. Cumhuriyetin kurulmasıyla yalnız eğitim alanında değil, hemen her alanda inkılâp hareketleri yaşanmıştır. Bu inkılâpların gençliğe aktarılması ve benimsetilmesi için eğitim kurumları önemli görevler üstlenmiştir. Cumhuriyet döneminde, 3 Mart 1924 tarihinde, Tevhid-i Tedrisat Kanununun yayınlanmasıyla eğitimde yaşanacak gelişmelerin temeli atılmıştır.

1930’lu yıllarda Darülfünun’a yönelik eleştiriler artmış, bu eleştiriler mecliste de dile getirilmeye başlanmıştır. Eleştirilerden en önemlisi, Darülfünun’un dışarıdaki gelişmelere karşı duyarsız olması ve kendi içinde sorunlarının artmasıdır. Öğretim elemanları arasındaki çekişme, Darülfünun’da özerkliğin uygulaması sırasında yaşanan sıkıntılardan kaynaklanmıştır. Osmanlı Devleti’nin bilim ve fende, siyasi ve sosyal alanlarda ileri olduğu dönemlerde, Avrupa, Osmanlıdaki bu gelişmeleri takip ederek, belli bir noktaya ulaşmıştır. Osmanlı Devleti ise, Avrupa’daki yenilikleri takip edememiş, bu durum Darülfünun’da da görülmüştür. Darülfünun’a yöneltilen eleştiriler sonunda, Darülfünun’da reform hazırlanması amacıyla bir uzmanın getirileceği konusu basında yer almıştır. Darülfünun’da inceleme yapmak ve bir rapor hazırlamak üzere, Türk Hükümeti’nin talebiyle, İsviçre’den eğitim bilimci Prof. Albert Malche getirilmiştir. 1932 senesinin Ocak ayında Türkiye’ye gelen, Malche Darülfünun ile ilgili tespitler yapmış, Darülfünun’da eğitimin istenilen düzeyde olamamasının nedenlerini araştırmıştır. Bu rapor doğrultusunda üniversite reformu için çalışmalar başlamıştır. Yaklaşık bir sene sonra, 1933 yılında Üniversite Reformu yapılmıştır. Bunun sonucu olarak, Darülfünun bütün fakülteleri ile beraber, 31 Temmuz 1933 tarihinde kaldırılmış ve yerine 1 Ağustos 1933 tarihinde İstanbul Üniversitesi açılmıştır.

Cumhuriyet döneminde sosyal, hukuki, siyasal alanda ve eğitim alanında, ilmi rehber edinen çok önemli inkılâplar yapılmıştır. Bu inkılâplar genç Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceğini şekillendirecek ve onu çağdaş devletler içinde saygın bir konuma yükseltecek atılımlardır. Bunları planlayacak ve uygulayacak kadroları yetiştirecek olanlar da muhakkak ki üniversitedir. Çağdaş ve modern prensipler üzerinde kurulmuş olan devletimizin üniversitesi de çağdaş ve modern olacaktır. Cumhuriyet sonrasında üniversite eğitiminin yeniden düzenlenmesi ve yapılan reformlar bu amacı gerçekleştirmeye yöneliktir. Gelişmiş ülkelerin birikimlerinden yararlanılmak amacıyla sahasında tanınmış ilim adamları ülkemize davet edilmiş ve üniversitede görevlendirilmişlerdir. Bugün Türkiye’nin hemen her yerinde bir üniversite varsa, bunlar Atatürk’ün kurduğu ilk üniversiteden doğmuştur. Üniversite tarihinde 1933 Üniversite Reformu “reform” ifadesi geçen ilk ve tek uygulama olmasına karşılık, daha sonraki yıllarda da üniversitede düzenlemelere gidilmiştir. 1946 yılında 4936 sayılı kanun yürürlüğe girmiş; 1960 senesinde 114 ve 115 numaralı kanun maddelerinde değişiklik yapılmış; 1973’te 1750 sayılı kanun, 1982’de ise 2547 sayılı YÖK kanunu üniversite tarihinde yapılan önemli uygulamalar olarak yerini almıştır.

1933 Üniversite Reformu’nun üniversite tarihinde ayrı bir yeri ve önemi vardır. Üniversite alanında ilk ve köklü bir çalışma olan Üniversite Reformu bu yönüyle üniversite ile ilgili Cumhuriyetin ilerleyen yıllarındaki değişimlere öncülük etmesi bakımından ve belki de diğer kanunların oluşumunu etkilemesi açısından daha büyük bir önem arz etmiştir. Bir diğer noktada diğer yenilik hareketlerinden farklı olarak içinde reform ifadesi geçen ilk düzenleme olmasıdır. Ayrıca yabancı bir öğretim üyesinden istifade edilerek gözlemlerinin hayata geçirilmesi ile oluşması diğer önemli bir noktadır. Son olarak ise tüm bu bilgiler ışığında, Üniversite Reformu ile birlikte Cumhuriyetin ilk yıllarında açılan İstanbul Üniversitesi (1933), Yüksek Ziraat Enstitüsü (1933), İstanbul Teknik Üniversitesi (1944), Ankara Üniversitesi (1946) ile enstitüler ve yüksek okullar ülkemiz yükseköğretim yapısının temelini oluşturmuştur.

Kaynaklar

1) Arslan, A. (1995). Darülfünundan Üniversiteye, İstanbul: Kitabevi.

2) Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri (1961), Cilt I, 2. Baskı, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları.

3) Ataünal, A. (1993). Cumhuriyet Döneminde Yükseköğretimdeki Gelişmeler, Ankara: MEB Yükseköğretim Genel Müdürlüğü Yayını.

4) Başar, E. (1996). Türk Yükseköğretim Sisteminin Dünü Bugünü Yarını, Eğitimimize Bakışlar I, Editör: İlhami Fındıkçı, İstanbul: Kültür Koleji Eğitim Vakfı Yayınları

5) Berkem, A. R. (2003). Yeni İstanbul Üniversitesi 70 Yaşında- Reformdan Bugüne Üniversitelerimiz, İstanbul: İstanbul Üniversitesi Yayınları

6) Bilsel, C. (1943). İstanbul Üniversitesi Tarihi, İstanbul: Kenan Matbaası.

7) Ergin, O. N. (1977). Türk Maarif Tarihi, Cilt. 3–4.

8) Ergün, M. (1996). II. Meşrutiyet Devrinde Eğitim Hareketleri (1908–1914), Ankara: Ocak Yayınları

9) Gelişli, Y. (1993). 1933 Üniversite Reformu ile 1981 Üniversite Reformunun Tarihi Perspektiv İçinde Karşılaştırmalı Analizi, Eğitim Programları ve Öğretim, Ankara: Milli Eğitim Basımevi.

10) Gürkan, K. İ (1971). Darülfünun Grevi, İstanbul.

11) Hanleın, A. (2006). Gerhard Kessler: Türkiye’de Sürgün Bir Alman Sosyal Politikacı, (Çev: Alpay Hekimler, Çalışma ve Toplum, 2006 / 2, s. 39.

12) Hatiboğlu, T. (2000). Türkiye Üniversite Tarihi, İkinci Baskı, Ankara: Selvi Yayınları.

13) Hirsch, E. (1950). Dünya Üniversiteleri ve Türkiye’de Üniversitelerin Gelişmesi, No: 23, I. Cilt, Ankara: Ankara Üniversitesi Yayınları.

14) Irmak, S. (2001). Atatürk Devrimleri Tarihi, İstanbul: Yapı ve Kredi Bankası Yayınları.

15) İnan, A. (1984). Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler, Dördüncü Baskı, Ankara: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.

16) Kafadar, O. (2000). 1933 Üniversite Reformu’nun Felsefe Eğitimine Etkileri, Felsefe Dünyası, 31, (1), s. 49.

17) Kısakürek, M. A. (1976). Üniversitelerimizde Yenileşme – Programlar ve Öğretim, Ankara: Ankara Üniversitesi Basımevi.

18) Kocatürk, U. (1999). Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, Ankara: Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi Yayını.

19) Koçer, H. A. (1979). Türk Üniversitelerinde Örgütsel Gelişme, Üniversite Yönetiminin Uluslar arası Sorunları (19-21 Mart 1979), Ankara: Ankara Üniversitesi Eğitim Fakültesi Yayınları, No: 80,s.13.

20) Korkut, H. (2005). Türkiye’de Cumhuriyet Döneminde Üniversite Reformları. Yayim.Meb.Gov.Tr/Dergiler/160/Korkut.Htm- 07.09.2005- Web İletisi.

21) Ortaylı, İ. (2001). Gelenekten Geleceğe, İstanbul: Ufuk Yayınları.

22) Ortaylı, İ. (2003). İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, İstanbul: İletişim Yayınları.

23) Öncü, A. (2002). Akademisyenler: Üniversite Reformu Söyleminde Batı, Modernleşme ve Batıcılık, Ed. Uygur Kocabaşoğlu, İstanbul: İletişim Yayınları.

24) Semiz, Y. (1999). Konya’da Yükseköğretimin Tarihçesi, Milli Mücadeleden Günümüze Konya (1915–1965) Cilt: 1, Konya: Konya Valiliği İl Kültür Müdürlüğü Yayınları.

25) Tanilli, S. (1991). Uygarlık Tarihi, Altıncı Baskı, İstanbul: Say Yayınları.

26) Taşdemirci, E. (1993). 1933 Üniversite Reformu İle 1981 Üniversite Reformunun Karşılaştırmalı Analizi, Eğitim Bilimleri I. Ulusal Kongresi (24–28 Eylül 1990) Bianel Kitabı, Ankara: Milli Eğitim Basımevi.

27) Timur, T. (2000). Toplumsal Değişme ve Üniversiteler, Ankara.

28) Tunçay, M., & Özen H. (1984). 1933 Tasfiyesinden Önce Darülfunun, Yapıt, s. 8–10.

29) Turan, Ş. (1998). Türk Devrim Tarihi, 3. Kitap, Ankara: Bilgi Yayınevi.

30) Turan, Ş. (2008). Mustafa Kemal Atatürk, 2. Baskı, Ankara: Bilgi Yayınevi.

31) Widmann, H. (1981). Atatürk Üniversite Reformu, Çev.: Aykut Kazancıgil-Serpil Bozkurt, İstanbul.

32) Yamaner, Ş. (1999). Atatürkçü Düşüncede Ulusal Eğitim, İstanbul: Türk Diyanet Vakfı Yayınları.


Kaynak: http://higheredu-sci.beun.edu.tr/text.php3?id=1519

Mimi ve Kardan Adam * Tiyatro Köprü Çocuk Oyunu * 9 Haziran 2018 Cumartesi

MİMİ VE KARDAN ADAM

Tiyatro Köprü Çocuk Oyunu

Tiyatro Köprü için Zeynep Yavuz’un yazıp, Timur Aytemur’un yönettiği “Mimi ve Kardan Adam” adlı müzikli çocuk oyununu 9 Haziran 2018 Cumartesi günü Bankstown Bryan Brown Theatre’da saat 14:00 ve 18:00’de sahneleyecek.

Günümüzde çocukların tablet ve akıllı telefon gibi taşınır elektronik cihazlara olan düşkünlüğünün yanlışlığına vurgu yapan oyunun konusu kısaca şöyle:

Hiç kimsenin oyun oynamasını ve hayal kurmasını istemeyen Kötü Cadı bütün köyü büyüleyerek herkesi telefon ve tablete (oyunda dikdörtgen olarak geçiyor ) alıştırır. Teknolojik aletleri sevmeyen ve her zaman hayallerinin peşinden giden Mimi ve arkadaşı Kardan Adam, durumun farkına vararak çocukları bu kötü alışkanlıktan kurtarmak için Cadı’ya karşı savaş açarlar. Dikdörtgen bağımlısı diğer çocukları bu alışkanlıktan kurtarmak göründüğü kadar kolay olmayacaktır.

Karların yağdığı, kartopuların oynandığı, kış atmosferinde geçen ” Mimi ve Kardan Adam” çocuk oyunu

9 Haziran 2018 Cumartesi

2PM ve 6PM de iki gösteri olarak

Bryan Brown Theatre

Rickard Road & Chapel Road,
Bankstown, NSW 2200

adresinde sunulacak.

Biletlere

0421 936 677

numaralı telefondan ya da

www.trybooking.com

üzerinden ulaşabilirsiniz.