Tag: makale
2014 MAYIS 6 – VATANA SAYGISIZLIK
Avustralya Atatürk Kültür Merkezi (AAKM www.ataturk.org.au) Atatürk’e, Türk Toplumu’na, Türk Devleti’ne zarar verenlerin, hakaret edenlerin, Türkiye’nin kaynaklarını sömürenlerin, Atatürk’ün kurduğu çağdaş, laik, demokratik ve tam bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’ni yıkmak isteyenlerin karşısında durmayı ilke edinmiş bir toplum kuruluşudur.
Son yıllarda Atatürk’ü karalama ve dolayısı ile iç ve dış düşmanlık üretme çabaları şiddetle artmaktadır. Emperyalist sistem ve onun Avustralya’daki uşakları da bu çabalarında geride kalır değiller. Türk ulusunu bölme ve vatanımızı parçalama girişimleri, içimizden çıkan işbirlikçiler ve onların kullandıkları ümmetçi kitlelerin hayasızlıklarının, riyakârlıklarının vatan hainliği olduğunun farkında olup olmadıklarını, kendime sormaktan alı koyamıyorum.
Atatürk’ü karalama çabaları ve dolayısı ile Atatürk düşmanlığı emperyalizmin en büyük silahlarından birisidir. Atatürk emperyalizmin ezberini bozmuş ve onu deşifre etmiştir. Kurtuluş savaşımızın yegane başarısı, emperyalistlerin Türkiye ve Türk ulusu üzerinde olan kirli emellerinin bir süre için durdurulmuş olmasıdır. Yenilgiyi kabul edemeyen emperyalist sistem, Atatürk’ün ölümünden günümüze değin sinsi operasyonları ile kalemizi içeriden ve dışarıdan yıkmanın planlarını uygulamaktadır.
Emperyalist sistem İslam dininin yada başka dinlerin bağnaz yorumları ile kandırılmış aldatılmış, kendisine bağımlı bireylerin yaşadığı toplumlar yaratarak bu toplumları sömürür. Emperyalizm demokrasi yada ulus iradesi istemez, modernleşme ve çağdaş bir toplum istemez, halk iradesi ve demokrasinin bu ülkelere yerleşmesini istemez. Bir milleti kontrol etmektense bir adamı kontrol etmenin daha kolay olduğunu bilir, bunun için kendisine bağlı halifeler, padişahlar, sultanlar, şahlar ve diktatörlerle toplumları uyuşturur ve kanını emer.
Mustafa Kemal’in kurduğu sistem halkı egemen kılan bir sistemdir. Türkiye Cumhuriyeti sıradan bir cumhuriyet değildir. İslam dünyasında emperyalizme karşı ayakta kalabilen ilk cumhuriyettir. Yakın tarihe baktığımızda, Azerbaycan’da, İrlanda’da, İran’da ve daha önceleri kurulan fakat emperyalizm tarafından yıkılan birçok cumhuriyet vardır. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilan tarihi 29 Ekim günü bir tesadüf değildir. Mustafa Kemal önderliğinde sembolik olarak özellikle seçilen Türkiye Cumhuriyeti kuruluş günü, 30 Ekim 1918 Mondoros Mütakersine bir gönderme yapan yüce önderimiz Atatürk tarafından bir gün öncesi 29 Ekim olarak seçilmiştir. 29 Ekim gününü, Türk ulusunun emperyalistlerden her yıl intikam aldıkları bir gün olarak tarihe kazıyan Mustafa Kemal, siz 30 Ekim de bizim topraklarımızı işgal ettiniz, biz sizi bu topraklara gömdük ve halkın egemen olduğu cumhuriyeti inadına 29 Ekim’de kurduk demektedir. İşte bunun için emperyalist sistem Cumhuriyetimizi yıkmak için içerden işbirlikçiler yetiştirip onları devletin başına kadar çıkarmışlardır.
Yurt dışındaki işbirlikçilerde yine aynı sistemle tek adam tarafından yönetilip, yönlendirilerek amaçlarına ulaşmaya çabalamaktadırlar. Buna 24 Nisan 2014 Perşembe günü katıldığım bir seminerde şahit oldum. Gelibolu Türk Bakış Açısı diye sunulan seminerde üç ayrı konuşmacıdan birincisi ANZAK ve işgalci emperyalistlere karşı Çanakkale’de yüce önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün Kurtuluş Savaşımızın ilk kıvılcımını attığı, vatanımızı ve varlığımızı savunduğumuz Kurtuluş Savaşı’nın bir milli mücadele olmayıp, İslamiyet’i ve halifeyi koruma amaçlı bir cihat olduğunu dile getirmesi ile başladı.
İkinci konuşmacının Türkiye’den bir Üniversite’den olması, kendisini tecrübeli bir asker ve araştırmacı akademisyen gibi tanıtması ve bunun üzerine verdiği sunumda, Çanakkale şehitlerimizin anısına saygısızlığı ve Türk halkını aşağılayıcı sözleri ile berbat görsel sunumu, bana ve Atatürkçü düşüncede olan Türkler için oldukça utanç verici idi.
İsminin önüne Prof. yazdıran ve Türkiye Cumhuriyeti’nin olanaklarıyla okuyup bu payeye erişen Mesut Bey’in konuşmasında bu ulusun kurucusu ve Çanakkale Savaşı kahramanı Mustafa Kemal Atatürk’ün adını anmaması nasıl bir gaflet ve delalettir? Sevmiyor olabilirsin ama orada bir bilim insanı sıfatıyla konuşuyorsan, bu duygunu kendine saklayıp tarihsel gerçeklerden söz etmeden geçiştiremez ve sunumunu magazin dedikodularına hapsedemezsin. Bu ne bilim insanlığına ne de insanlığa sığar.
Seminer öncesinde verilen kokteyl partisinde içki olmaması belki anlanabilir fakat, Türkiye ve Avustralya insanı için çok önemli bir yeri olan Çanakkale, Mehmetçik ve ANZAK askerleri konusundaki seminer salonunda tekbir Türk yada Avustralya bayrağının olmaması dikkatimi çekti. Avustralya İngiliz Valisinin ile NSW Çok Kültürlülük Bakanının ve bir çok Avustralyalının da bulunduğu seminerde üstüne üstelik ne İstiklal marşımız ne Avustralya milli marşı nede saygı duruşunda bulunuldu. Ulusal değerlerin en önemli simgesi olan bayrağı asmamak, ulus sevgisi yerine ümmetçiliği uygun görmekten kaynaklanıyorsa büyük bir aymazlık, bir art niyet yok da sadece unutmak ya da önemsememek ise bununda bizler için mazur görülecek bir yanı olamaz.
Üçüncü konuşmacı Broadbent ise Kurtuluş Savaşı tarihimizi tekrar yazma çabasında ve başarımızı İslamiyet’e borçlu olduğumuz şeklinde yorumluyor. Israrla ANZAK’ları durduran komutanın Mehmet Şefik olduğuna vurgu yaptı. Son zamanlarda Çanakkale Savaşları konu olduğunda yurt içinden ve yurt dışından bazıları ısrarlı bir uğraşın içindeler, o da bu savaşta Mustafa Kemal Atatürk’ün rolünü ya yok sayarak göstermemek, ya doğrularından çok yanlışları olduğunu öne sürerek karalamak, ya da savaştaki konumunu sıradan bir yere koyarak diğer komutanları ve de Almanları öne çıkararak Mustafa Kemal Atatürk’ü küçümsemek…
Mustafa Kemal Atatürk’e saldırmayı amaç edinenleri bir yana koyuyorum, onlarla mücadele etmek, güneş balçıkla sıvanmayacağı için gerçekleri önlerine sermek ve yalanlarıyla çarpıtmalarını yerle bir etmek kolay ama, bir de bu yolu farklı yöntemlerle yapanlar, sanki Mustafa Kemal Atatürk’e önem atfediyormuş gibi yaparak rolünü inceden inceye önemsizleştirmeye çalışanlar var ki onlarla uğraşmak biraz daha zor.
Sayın Broadbent (başka bir niyet aramaksızın yeterince incelemediğinden diyelim) doğruları aktarmakta zorluk çekiyor. Mustafa Kemal’in Conkbayırı’na geç hareket ettiğini söylüyor, Mehmet Şefik’in önceliğinden söz ediyor ama nedenlerini irdelemiyor. Biz kendisine yardımcı olalım:
Sabah saat 05.10’da 9. Tümen Komutanı H. Sami Bey Kolordu’ya çıkarmanın başladığını bildiriyor.
Peki 3.Kolordu Komutanı Esat Paşa o sırada nerededir?5.Ordu Komuta’nı Liman von Sanders Paşa’nın yanında Saros’tadır. Çünkü Mustafa Kemal ve diğer Türk subaylarının ısrarlı uyarılarına karşın Sanders Paşa çıkartmanın ya Asya yakasından ya da Saros’tan yapılacağına inanmakta ve hazırlıklarını ona göre yapmaktadır. İki Tümeni Saros’ta,iki Tümen’i Anadolu yakasında tutmakta ve çıkartmanın yapıldığı yerde birisi Mustafa Kemal’in komutasında yedek güç olarak tutulan 19.Tümen olmak üzere diğer bir Tümen’i H. Sami Bey komutasındaki 9. Tümeni çıkarma bölgesinde bırakmaktadır.
Saat 05.45’te 9. Tümen Komutanı gecikmeli olarak iki taburlu 27. Alayı Arıburnu’na yola çıkarır, Yedekteki 19.Tümen Komutanı Mustafa Kemal’e de çıkartmayı haber vermiştir.
Genel durum henüz aydınlanmadığı için yedek 19. Tümen’in nerede kullanılacağı daha belli değildir. Durum kritiktir, Ordu ve Kolordu komutanları bölgede değildir ve Mustafa Kemal kendi kararıyla ordunun emrini beklemeden saat 08.10’da H. Avni komutasındaki Tümenine bağlı 57.Alay ve Dağ Topçu taburuyla Conkbayırına yola çıkar. Çünkü Ordu komutanı Sanders Paşa’yı defalarca uyardığı gibi en kritik yerin bölgenin hakim tepesi olan Kocaçimen olduğunu düşünmektedir.
Saat 08.25’te 9.Tümen komutanı 27.Alay komutanı Mehmet Şefik’e “19. Tümen Komutanı M. Kemal 57. Alay’la birlikte Kocaçimen istikametine hareket etti, bağlantı kurarak birlikte hareket ediniz” emrini gönderir.
Saat 09.00 da Anzak’lar Conkbayırı’na ulaşmışlardır.
M. Kemal saat 10.00’da 57.Alayı Anzakların kuzey kanadına taarruza kaldırırken, 27. Alay komutanı M. Şefik’e de Anzakların batısına doğru taarruz etmesi emrini verir. Anzak’lar durdurulur ve Churchill’in dediği gibi karşılarına kaderin adamı M. Kemal çıkmış ve tarihin kaderini değiştirmiştir.
Ancak öğleden sonra bölgeye gelebilen 3.Kolordu komutanı Esat Paşa, M. Kemal’e kendi inisiyatifiyle aldığı ve uyguladığı karar nedeniyle teşekkür eder ve 9. Tümen’e bağlı 27.Alay’ı M. Kemal komutasındaki 19.Tümene bağlar. Fiiliyatta saat 10.00’dan itibaren M. Kemal’in emrinde çarpışan 27. alay Ordu emriyle de M. Kemal’e bağlanmış olur.
Bunlar bilinmesi zor gerçekler değildir. M. Şefik anılarını kitaplaştırmıştır. Konuyla ilgili konuşma ya da yazmadan önce bu kitaba ve diğer belgelere başvurulması zor olmasa gerekir. Kaldı ki sonradan Aker soyadını alan M. Şefik Kurtuluş Savaşımızın da değerli komutanlarından biridir, Aydın’dan Antalya’ya kadar olan bölgede direnişi örgütlemiş, efeleri harekete geçirmiş, general olmuş, yaptığı üstün hizmetler nedeniyle de Gelibolu’nun büyük bir caddesine adı verilmiş değerli bir komutanımızdır.
Mustafa Kemal’in yaptıklarını önemsizleştirmek için onun en yakın silah arkadaşının adının arkasına saklanmak her şeyden önce M. Kemal sevdalısı bu değerli komutanımızın anısına saygısızlıktır.
Başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere tüm kahramanlarımızı saygı ve sevgiyle yad ediyoruz.
Saygılarla,
Ömer Can Şirikçi
omercan.sirikci@ataturk.org.au
Avustralya Atatürk Kültür Merkezi
2014 Nisan 22 – ULUSAL EGEMENLİK VE 23 NİSAN
Avustralya Atatürk Kültür Merkezi (AAKM www.ataturk.org.au) tüm yavrularımızın 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramını en candan dileklerle kutlar.
Bu yıl 23 Nisan Bayramı yeni oluşturulan Avustralya Türk Dili ve Kültürü Platformu (www.education.turk.org.au) tarafından organize edilmektedir. Bir çok sayıda toplum kuruluş ve dernekleri, Türk Dili ve Kültürü eğitimi veren hafta sonu ilkokullarımızın ortak çalışmaları ile Avustralya Atatürk Kültür Merkezi ve NSW Türk Eğitim ve Kültür Derneği öncülüğünde hazırlıklara başlamıştır. Çalışmalar yeni başladığından ve zaman kısıtlı olduğundan bu yıl 19 Mayıs Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı ile beraber her iki bayram 18 Mayıs 2014 Pazar günü bir arada kutlanacaktır. Ayrıntılı bilgi www.education.turk.org.au web sitesinden edinilebilir.
Yeni bir 23 Nisan’da Ulusal Egemenlik kelimesinin her geçen yıl ne kadar çok daha anlam kazandığını görmek ve nereden gelip nereye gittiğimiz hakkında düşünmemek elde değil. Güzelim Türkiye’mizin her türlü egemenliğinin batılı kapitalist sistem tarafından engellendiğini görmek ve bu durumun son on yılı aşkın politik arenada iktidar ve muhalefet partilerinin ulusal egemenliğimizi yıpratmak ve yok etmek çabaları karşısında dehşete düşmemek elde değil.
Ulu önderimiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Gençliğe Hitabesinde kullandığı, ileride içinde olabileceğimiz vahim durumu izah eden cümlelerini anlayarak okudukça ne kadar ileri görüşlü olduğunu bir kez daha görüyoruz.
23 Nisan’da Ulusal Egemenlik kavramının ne olduğu taze zihinlere işlenmedikçe, Atatürkçü Düşünce sistemi çocuklarımıza adam akıllı öğretilmedikçe; içinde olduğumuz durumun düzeltilmesine imkan yok diye düşünüyorum. Atatürk’ü ve Atatürkçü Düşünceyi anlayıp, kapitalist sistemin bize dayattığı popüler kültür ve bağımlı hayat sistemi, özgürlük dolu bir yaşam sistemine dönüşmedikçe halimiz harap ve hatta kültürümüzü kayıp edip yok olmamız söz konusu.
Anayasamızın Egemenlik başlıklı 6. maddesi aynen şöyle demektedir: “Egemenlik, kayıtsız şartsız Milletindir. Türk Milleti, egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organları eliyle kullanır. Egemenliğin kullanılması, hiçbir surette hiçbir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamaz. Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz.”
Toplumda hiçbir kimse, hiçbir zümre, hiçbir sınıf ya da gurup, doğrudan üstün emretme gücüne sahip olamaz. Toplumda üstün emretme gücünün tek kaynağı ve tek sahibi milletin kendisidir. Fakat bugünkü durumun bunun tam tersi olduğunu ve AKP’nin kendi zümresini yarattığını ve kayıtsız şartsız egemenliğinize büyük bir tehlike olduğunu görmekteyiz.
Önemli olan, Ulusal Egemenlik fikrinin genç nesillerce, ruhunda ve anlamında gönülden benimsenmesi ve onu yaşatmasıdır.
Atatürk’e göre, toplumda en yüksek hürriyetin, en yüksek eşitlik ve adaletin devamlı şekilde sağlanması ve korunması ancak ve ancak tam ve kesin manasıyla milli egemenliğin kurulmuş olmasına bağlıdır. Bundan dolayı hürriyetin de, eşitliğin de, adaletin de dayanak noktası milli egemenliktir. Milli egemenlik beraberinde demokrasi kavramını da getirir.
Atatürk, “Türküm” diyen her insanın vatan toprakları üstünde ayrıcalıksız ve kaynaşmış bir Türk ulusunu temsil ettiğini özellikle vurgulamıştır. “Egemenlik Kayıtsız Şartsız Ulusun Olacaktır” ilkesi doğrultusunda hiç bir güç, hiç bir iç ve dış kuvvet bu hakkı ulusun elinden alamaz. Fakat bugün görülmektedir ki milli kaynaşmamız, ırkçılık ve dini inançlar başta olmak üzere bir çok değişik unsurlar kullanılarak zedelenmiş ve milletimiz bölünmektedir.
Ulusumuz, en kutsal varlığı olan bağımsızlığını koruması en büyük hayati ihtiyacıdır. Bağımsızlığın da en önemli ve ilk temel taşı ekonomik bağımsızlıktır. Ekonomik bağımsızlığımız her geçen yıl daha da zayıflamakta ve yurt dışı borçlarımız artması da içinde bulunduğumuz tehlikenin başka bir boyutunu içermektedir.
Türkiye’de, egemenlik hakkını milletin adına kullanan kuruluşa Türkiye Büyük Millet Meclisi denir. 23 Nisan 1923 de kutlanmaya başlanan bu milli bayramımızda TBMM’nin ilk kuruluş yıldönümünde başlamıştır. Bu kuruluş yüce kudretin tecelli yeridir, milletimizin biricik ve hakiki temsilcisidir. Meclis yalnızca milletimizin emrine itaat etmekle yükümlüdür. Ancak Meclis, milletten emanet aldığı egemenliği millet iradesine aykırı şekilde kullanabilir. AKP Hükümeti idaresinde bunun birçok örneğini görmekteyiz.
Atatürk bu büyük tehlikeyi şöyle haber veriyor bize, “Ey Milletim, egemenliğini geçici de olsa tevdi edeceğin meclislere bile gereğinden fazla güvenme. Çünkü meclisler de doğru yoldan sapabilir, despotluk yapabilir. Üstelik bu, şahsî despotluktan daha tehlikeli olabilir. Öyle kararları olabilir ki meclislerin, milletin hayatına giderilmesi imkânsız zararlar verebilir. Millet her olasılığa karşı egemenliğini korumaya mecburdur.
Kendilerine milletimizin kaderi emanet edilmiş insanlar, Meclis, cumhurbaşkanı ve hükümet bilmeliler ki kendilerini iktidara ve yetkili makamlara getiren irade ve egemenliğin sahibi, Türk milletidir. İktidar mevkiine saltanat sürmek için değil, millete hizmet için getirilmişlerdir. Milletin kudretini yalnız ve ancak yine milletin hakiki ve sağlanabilir çıkarları yolunda kullanmakla yükümlüdürler.”
Saygılarla,
Ömer Can Şirikçi
omercan.sirikci@ataturk.org.au
Avustralya Atatürk Kültür Merkezi
2014 Nisan 8 – TÜRKİYE YEREL SEÇİMLERİNİN ARDINDAN…
30 Mart 2014 Türkiye yerel seçimleri sonrası, şüphe uyandıran, oy kullanımında ve sayımında hile olduğunu tespit edip, itiraz edenlerin sayısı eski seçimlere göre bu defa çok daha fazla idi. Oy kullanımı bittiğinde ve sayımlar başladığında, ekranlara yansıyan sonuçlar Anadolu Ajansı ve Cihan Ajansı tarafından farklılıklar gösterdi. Anadolu Ajansı’na verilen emir, sonuçları geciktirmek ve iktidar açısından olumlu sonuçları açıklamaya öncelik vermekti. Böylelikle sandıkların henüz %10’unun, %15’inin açıldığını gören siyasi partiler ve vatandaşlar, beklemeye mahkûm edilecekler, sonuçların olumsuz çıkmaya başlamasıyla sandık başlarını terk etmeye başlayacaklar ve sandık sonuçları adım adım değiştirilecekti. Sadece İstanbul değil, Anadolu’nun tüm illerindeki seçim sonuçları bu yöntemle düzeltilecekti ve öylede oldu. Bilindiği üzere oylar kullanılırken de sayılırken de bir çok yerde elektrikler kesildi. Oy kullanan Suriyelilerin sayısı bilinmiyor. Bitlis’te vatandaşlara verilen oy pusulalarına AKP’ye EVET mühürü basılarak verildiği tespit edildi.
Türkiye tarihinin en büyük seçim operasyonu, MİT ve Emniyet eş güdümünde yürütüldü. Bakanlar seçim kurullarını teftiş etti, milletvekilleri ve her sandık başında onlarca AKP görevlisi devlet gücünü arkasına alarak baskı uyguladı.
Geçen seçimde olduğu gibi CHP ve MHP her sandığın başına koyacak ve hakkını savunacak yeteri kadar görevli bulamadı.
İstanbul Gaziosmanpaşa’da sandık gözlemci görevi alan bir bayanın yaşadıkları çok ilginç ve üzücü. 317 seçmenin kayıtlı olduğu sandığın çoğunluğu Bingöllü ve Siirtli idi diyor. Bu seçmenlerin büyük bir kısmı dün sabah (!) saat 7:00 uçağı ile İstanbul’a geldiklerini söylediler, aceleleri vardı, zira öğle uçaklarına yetişeceklerdi (!).
Hepsinin Gaziosmanpaşa ilçesinden seçim kağıdı olduğundan, kendi illerinde de ikametgahları var mı ve mükerrer (hatta defalarca) oy kullandılar mı, bunu ispatlamam mümkün değil.
Bunu partiler mutlaka yapmalı. Kadının adı, düşüncesi, eğitimi, beyni, siyasi bir eğilimi, hatta dili yok…Tamamı başı kapalı (yarı yarıya da kara çarşaflı) kadınların zaten çoğunluğu Türkçe bilmiyor.
Zarf, oy pusulası, damga onlar için uzay aracı.
Zaten bu yüzden değerli oğulları, kocaları, babaları onların adına karar verdiklerinden, kadını kolundan çekiştirip nüfus kağıdını da suratıma uzatıp, onlarla oy kullanma kabinine rahatça girmeyi doğal sayıyorlar.
Oy sayımına geçildiğinde, AKP… Akbabalar gibi her sandığın başındalar.
CHP’den kimseye gün içinde denk gelmedim…
Yardımsever ve uyanık AKP görevlileri, sandıktan mühürsüz çıkan zarfları ve hatta bir tane de pusulayı, “yalnızca” yardım amaçlı “verin damgayı, hemen mühür vuralım” dediler!!!
Buna asla izin vermeyeceğim ortaya çıkınca, AKP’li yandaş, bir tutanak tutturup, bizim sandık başkanına imzalattı!
Ben hemen avukatı çağırdım – “lütfen itiraz dilekçesine bakın, biz haklıyız, bu pusula da damga yok ve oy geçersiz” diye.
Sandık başkanının okumadan imzaladığı itiraz aynen şöyle: “Diğer partilerin geçersiz oyları geçerli sayılırken, AKP’ye ait bir oy geçersiz sayılıyor!”.
Kafayı mı yersiniz, sandık başkanını mı boğmak istersiniz.
Avukat sandık başkanına itiraza bir cümle daha ilave ettirip imzalattı.
Yani kısaca yaklaşık oyların %50’sinin AKP çıktığı bir sandıkta bile tek bir oy için akbaba gibi takipçi olan AKP’yi gerçek anlamda takdir ettim.
Tabii ki itirazında haklı değildi ama ben o sandıkta olmasaydım, iyiliksever kardeşimiz o pusulayı da bir güzel mühürleyip bir oy daha AKP’ye kazandıracaktı.
Helal valla!
Sandık başkanının ve üyelerinin kurallardan bihaber olması, oylar sayılırken, tutanak tutulurken ve hatta çuvallar kapanırken de kendini gösterdi.
Tahmin edebileceğiniz gibi, burada inisiyatifi ele alıp, süreci bildiğim kadarıyla yönettim.
Çuvalı eliyle bir fiyonk şeklinde bağlayıp, üzerine mührü basmayan sandık başkanı yerine, bu sefer adam akıllı bağlayıp, eritilen balmumu üzerine mührü bastıktan sonra, ıslak imzalı oy tutanağımı bina sorumlusu Banu Hanım’a teslim ettikten sonra, daha önceki seçimde yaptığım gibi polisle ve sandık başkanıyla oyları teslim etmeye ilçedeki YSK’ya gitmedim gidemedim.
Bunun için vicdan azabı da duyuyorum…
Seçim sonrası CHP İstanbul İl Başkanı Oğuz Kaan Salıcı, Kağıthane İlçe Seçim Kurulunun, bazı tutanaklarda tahrifat yapıldığını, elle düzeltmeler yapıldığını ve bu şekilde seçim sonuçlarıyla oynandığını açık olduğunu söyledi. Kağıthane İlçe Başkanı Zeynel Öztürk de CHP’nin Kağıthane’de 55 sandığın sonuçlarına itiraz ettiğini ve bunların 36′sının İlçe Seçim Kurulu tarafından kabul edildiğini belirterek, kurulun vermiş olduğu kararlarla seçimin yeniden yapılması gerektiğini söyledi.
Biri Princeton diğeri Cornell’den mezun iki Türk genci, okyanus ötesinden Türkiye’deki sandık sayım sürecinde YSK’nin hâlâ açıklamadığı sonuçlardaki çelişkileri tespit etti. Eren Yanık ve Burak Bekdemir’in yazdıkları program AKP sandıklarında geçersiz oy patlamasını çarpıcı sonuçlar verdi.
– 5 sandıkta geçerli oy sayısı, kayıtlı seçmen sayısından fazla.
– Kâğıthane’deki 2208 no’lu sandıkta 42 fazla oy kullanılmış.
– İstanbul’da 32 bin sandıktan 38’inde yüzde 100’den fazla katılım olmuş . Bu oran yüzde yüzde 0.1.
– İstanbul’da, yüzde 100’den fazla oy kullanılan bu sandıklarda AKP’nin kesin üstünlüğü var diyemeyiz. AKP bu 38 sandıktan 23’ünü alırken, CHP 15’ini almış.
– 26 sandıkta CHP 0 oy almış. AKP’nin bu sandıklarda topladığı oy ise 3 bin 132.
– 157 sandıkta CHP yüzde 5’in altında kalmış (1281 oy). AKP bu sandıklarda 28 bin 245 oy toplamış.
– 371 sandıkta AKP (80441) oyla CHP’nin (6851) yüzde 70 önünde oy almış. Oy farkı 73 bin 590. Bunlar içinde en dikkat çekici iki yer Sultangazi ve Sultanbeyli. AKP CHP’ye Sultangazi’de 24 bin 836, Sultanbeyli’de ise 21 bin 793 fark atmış.
– İstanbul’daki 39 ilçenin 14’ünü CHP, 25’ini AKP kazanmış. CHP’nin önde olduğu 14 ilçede geçersiz oy sayısı 93 bin 804. AKP’nin önde olduğu 25 ilçede ise geçersiz oy sayısı 293 bin 640’a çıkıyor.
Hile kuşkusunu güçlendiren daha başka verilerde tespit edilmiş.
Dicle Haber Ajansı’nın haberine göre Bitlis’in Tatvan ilçesinde 1009 nolu sandıkta, parti müşahitleri AKP’nin mührünün basılı olduğu toplu oy pusulaları ele geçirdi. Müşahitler tarafından ele geçirilen mühürlü oy pusulaları, sandık kurulu başkanının oy pusulalarını evde mühürleyip getirdiği ortaya çıktı.
8 Mart da Aydınlık gazetesinde çıkan bir habere göre; AKP’nin İstanbul Sarıyer’deki sahte seçmen planı Türkiye’yi alarma geçirdi. Muhalefet partileri ayağa kalkarken AKP’li belediyelerin seçime gireceği başka bölgelerde sahte seçmen yazdırılıp yazdırılmadığı şüphesi doğdu denildi. Kontrol yapılmadığı aşina.
Atatürk’ün kurduğu cumhuriyetten her geçen gün giderek büyük bir hızla uzaklaşıyor olmamız yalnızca mutsuzluk vermiyor, çağdaş eğitimin ne kadar önemli olduğunu bir kez daha öne çıkarıyor. Gidiş hattımız çok tehlikeli ve ülkemiz bölünmeye doğru AKP politikaları ile hızla ilerliyor. Son on bir yılda toplumun kutuplaştırılması ve halkın polise olan güvensizliği ve faşist uygulamaların aleti oldukları göz önüne alınırsa, Türkiye’yi bekleyen akıbeti görememek için kör olmak gerekli diye düşünüyorum.
Saygılarla,
Ömer Can Şirikçi
omercan.sirikci@ataturk.org.au
Avustralya Atatürk Kültür Merkezi
2014 Mart 26 – ÇANAKKALE DENİZ ZAFERİ – ULUSAL BİLİNCİN İLK KIVILCIMI
ÇANAKKALE DENİZ ZAFERİ – ULUSAL BİLİNCİN İLK KIVILCIMI
Çanakkale Savaşları yalnız Türk tarihinin değil yakın dünya tarihinin en önemli savaşlarından biridir. Truva atı hilesini bir kez daha deneyen batılı emperyalist devletler, Agamemnon adlı savaş gemisinin de içinde olduğu Birinci Dünya Savaşında, dünyanın en büyük savaş gemilerinden oluşan çok güçlü bir donanma ile önce Çanakkale boğazını zorlamışlar, sonra yaklaşık iki yıla yakın bir zaman süresinde kara savaşları ile vatanımızı işgale çalışmışlardır. Mustafa Kemal Paşa önderliğindeki Türk gücü ve kudretine yenik düşen düşmanlarımız, Çanakkale boğazını geçememiş, İstanbul’a ulaşamamışlardır.
1914 yılında Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla İngiltere ve Fransa işbirliği yaparak 3 Kasım 1914 günü alacakaranlıkta Bozcaada’dan Çanakkale Boğazının ağzına doğru yaklaştılar. Buradan savunma kalelerimize doğru ateş açtılar, İngilizler Seddülbahir ve Ertuğrul tabyalarını, Fransızlar da Anadolu yakasında Kumkale ve Orhaniye tabyalarını havan topu ile dövdüler. Cephaneliğimize isabet eden bir top mermisiyle 11 ton barut havaya uçtu, subay ve erlerimiz şehit düştüler. İstanbul’u işgal etme niyetlerini sergileyen itilaf devletlerinin saldırıları Mustafa Kemal tarafından değerlendiriliyordu. 13 Mart 1915’e kadar İngiliz ve Fransızlar ortaklaşa büyük bir donanmayı Çanakkale boğazlının girişinde topladı. Bu zamana kadar düşman savaş gemileri ve denizaltıları boğazlardan geçebilmek için bombardıman, mayın tarama ve imha etme çalışmaları yaptılar. Türklerin toplarla karşılık vermesi düşman gemilerinin geçmesine müsaade etmiyordu.
Lodos fırtınasını başarısızlıklarının nedeni olarak gösteren itilaf devletlerinin ortak donanması diledikleri gibi ilerleyemiyor, amaçlarına ulaşamıyorlardı. Hava şartları elverişli olunca yeni saldırılar düzenliyorlar, fakat yine sonuç alamıyorlardı. Başarı sağlayamayan düşman gemilerinin komutanı Amiral Carden görevden alınıp yerine 17 Mart 1915 günü Robeck atandı. Yeni komutan 18 Mart 1915 günü donanmayla Boğaz’a saldıracağını, yakında İstanbul’da olacağını Londra’ya bildirdi.
Bu arada Çanakkale Mevki Komutanı Albay Cevat Çobanlı 17 ve18 Mart gecesi Boğaz’a mayın hattı döşenmesi emrini verdi. Aldığı emir gereği Binbaşı Nazmi Bey Nusret Mayın gemisi ile o gece 26 mayını Boğaz’a on birinci hat olarak döşedi. Boğaz’da 400’ü aşkın mayın 11 hat olarak yerleştirilmişti.
18 Mart 1915 günü sabah 10’da İngiliz ve Fransız savaş gemilerinden oluşan, o dönemin en büyük deniz gücü, arka arkaya ilerleyen üç filo olarak sabahın erken saatlerinde Çanakkale Boğazı’na girdiler. Düşman donanmasının ilk filosunu, İngilizlerin Queen Elizabeth ve İnflexible zırhlıları ile Lord Nelson ve Agamemnon savaş gemileri oluşturuyordu. Agamemnon batılıların doğuluları yok etmek için kullandıkları hile oyunu Truva atı simgesinin sahibi olan kralın adı idi. Truva savaşları Anadolu Türkleri ve batılı emperyalist güçler arasında yüzyıllar önce geçmesinden dolayı görüldüğünden çok daha önem taşıyan bir simgedir. Atatürk Cumhuriyeti kurduktan sonra bu konuya değindiği sözlerini ilgilenenler araştırıp bulabilir. Tarih tekerrürden (tekrar etmekten) ibarettir diye bunun için derler atalarımız.
İkinci grupta İngiliz Kalyon Kaptanı komutasında Ocean, İrresistible, Wengeance Majestic gibi savaş gemileri yer almıştı. Üçüncü filo ise Prince, Bouvet, Suffren gibi Fransız savaş gemilerinden oluşuyordu.
Boğaz’ı kolayca geçebileceklerini sanan İngilizler ve Fransızlar, zayıf zannettikleri Türk savunmasını kolayca susturacaklarını umuyorlardı. 18 Mart 1915 günü düşman savaş gemileri bu umut ve güvenle şiddetli bir ateşe başladılar. Karşılıklı korkunç bir bombardıman bütün gün aralıklarla sürdü. Türk topçusu boğazı cehenneme çeviriyor‚ düşman zırhlıları da kıyı şeridindeki tabyalarımızı hallaç pamuğu gibi atıyor‚ kıran kırana cehennemi bir savaş oluyordu. Bombardıman sırasında Türk savunması büyük zarar görmüştü. Amiral Robeck Fransız gemilerini geri çekerek İngiliz savaş gemilerini ileri sürdü. Tam bu sırada müthiş patlamalar oldu. Bir gece önce Nusret mayın gemisinin döşediği mayınlara çarpan Bouvet ve Suffren savaş gemileri sarsıldılar, manevra kabiliyetlerini kaybettiler. Boğazın berrak suları üzerinde bir dev gibi yatan Bouvet ve Suffren savaş gemilerine destanlaşan Hamidiye bataryamızın keskin nişancıları ateş açtılar.
Türk tabyaları, Boğaz’ı geçmeye çalışan düşman gemilerine durmadan ateş ediyorlardı. Bu arada düşman Boğazdaki mayınları temizlemek için mayın tarayıcılarını boğaza soktu. Tabyalarımızın mayın tarayıcılarına yağmur gibi yağan ateşli sonucunda panik içinde kaçtılar. Bu arada düşman savaş gemilerinden İnflexible ve İrressitible büyük hasar gördüler ve battılar. Daha sonra Queen Elizabeth ve Agamemnon yaralandı.
Saat 18.00′e doğru İngiliz amirali Robeck üç zırhlısının saf dışı kalması‚ bir o kadarının da ağır hasar görmesi üzerine geri çekilme emri verdi‚ çekilme sırasında Ocean zırhlısı da mayına çarptı. İtilaf devletleri Çanakkale Boğazı’nı denizden aşamadılar ve çok büyük kayıplar vererek Çanakkale Boğazı’nın geçilemeyeceğini öğrendiler.
18 Mart 1915 Çanakkale Deniz Zaferi ardından, emperyalist işgal kuvvetleri 25 Nisan 1915 de ANZAC’ların Arı Burnuna çıkarmaları ile başlayan kara savaşlarına, yaklaşık iki yıl sonra son verip yenilgiyi kabul etmek zorunda kaldılar. Türk milli direnişinin kahramanı Mustafa Kemal Paşanın komutanlığında başlatılan kurtuluş savaşımızın ve emperyalist düşmanlarımıza karşı başarı sağladığımız ilk savaş olan Çanakkale Deniz Zaferi, Türk ulusal bilincini doğuran ilk kıvılcımdır.
Türkiye’mizin son on yıldır gidiş hattına bakılırsa, Türk ulusal bilincinin yeniden doğması gerektiği gün ışığı gibi gözümüzü kamaştırmaktadır. İşgal devletleri bu sefer sinsice içimize sızmış ve işbirlikçilerle vatanımızı tekrar işgal etmektedirler.
Türk halkı uyan, silkin ve kendine gel!!!
Saygılarla,
Ömer Can Şirikçi
omercan.sirikci@ataturk.org.au
Avustralya Atatürk Kültür Merkezi
Bu Makale Hürriyet Avustralya Gazetesi
26 Mart 2014 tarihli sayısında yayınlanmıştır.
2013 ARALIK 2 – ANADOLU 10 BİN YILDIR TÜRK YURDU
ANADOLU 10 BİN YILDIR TÜRK YURDU
Batılı bilimsel soykırım yapanlara, Türklerin tarihini yok edenlere, hatta Türkleri tarihsiz bırakmak isteyenlere ve ümmetçilikle yeni İslami çizgiler içinde tarih yazanlara yazdıranlara, Anadolu’nun en az 10bin yıldır Türk yurdu olduğu, Türk bilim adamları tarafında belgeleri ile kanıtlanmaktadır. Türkiye’nin parçalanması projelerinin etkilerini yaşadığımız süreç içerisinde bu çalışmalar ve kanıtlar istiklal ve cumhuriyetimizi korumada önemli bir yer tutmaktadır.
Çalışmaların başlangıcında şu sorularla yola çıkıldı; Eski çağda hangi Türk medeniyetleri vardır? Türklerin ana vatanı neresidir? Anadolu Türklerin ikici yurdumu? Türkler 1071 Malazgirt Savaşı ile mi Anadolu ya geldiler, yoksa Türkler Anadolu ya daha önceden mi gelmişlerdi? Anadolu Türklerin kaç yıldır vatanıdır?
Batılı bilim adamları tarafından çizilmiş tarihteki Türk imajı, bir nevi senaryo, Türk tarihini saklı tutup ortaya çıkarmamak için tüm dünyaya anlatılan ve biz Türklere kendi okullarımızda ezberletilen büyük bir masaldan başka bir şey değildir. Bir çoğumuzun bildiği gibi batılılar Türkleri savaşçı, barbar, vahşi, soykırımcı olarak tanımlar. Anadolu Türklerin ikinci yurdudur, orta Asya dan geldiler, göçebeydiler, medeni değildiler, hem göçüyorlardı hem çadırda yaşıyorlardı, hayvancılık yaparlardı, savaş yapmasını iyi bilirlerdi, bunlar vahşi, barbar insanlardı, imajını hem biz Türklere hem de tüm dünyaya yutturmuşlardır. Biz Türkler göçebe olduğumuzu kabul ederek, batılıların yazdığı bu senaryoda rolümüzü kabullenmiş oluyoruz.
Anadolu’ya geldiniz bizi yerimizden yurdumuzdan ettiniz, diyerek Türkiye’den toprak isteyen komşularımızdan tutun, içimizden bizi bölüp parçalamak için kullanılan PKK terör örgütüne kadar bir çok unsur yaratan batılı emperyalistlerin ellerindeki en büyük kozları tek tek yok edip, bilgi esaretinden kurtulup, aydınlığa çıkmamız gerekmektedir.
Türkler binlerce yıl önce devletler kurmuş, medeniyetler kurmuş bir millettir. Bunların kanıtları gün ışığına çıkmaktadır. İşlemelerde, motifler de Türk izleri olan Anadolu ve dünyanın birçok kıtası Türk tarihinin ne denli eskilere gittiğini ve medeniyetin Türklerle başladığını haykırmaktadır.
Tarih Sümerlilerin çivi yazı ile başladı. Sümerliler Türk’türler. İtalyanların, İtalyan medeniyetlerinin ve Latinlerin kökenlerinde Türklük ve Türkçe vardır.
Bugün dünya üzerinde Türklerin yaşamadığı hemen hemen hiçbir yer yoktur. Bu durum binlerce yıl önce de böyle idi.
Tarih ne zaman başlar? Tarih yazının keşfi ile başlar, fakat yazının keşfinden öncede medeniyetler vardır. Bilinen tarih yazıya geçmiş olan bölümünün öğrenilmesi kolay olduğu için oldukça kesin bir şekilde tespit edilebilir ve öğrenilebilir. Yazı öncesi tarih arkeolojik buluntulara dayanarak verilerin birleştirilip bilimsel bir çerçevede ortak kabulü ile tespit edinilmelidir.
Yazıyı ilk kullanan medeniyet Mezopotamya’da Sümerliler olarak tespit edilmiştir. Milattan Önce (MÖ) 3200’lü yıllarda yazı kullanılmaya başlanmıştır. Aynı zamanlarda Mısır medeniyeti de hiyeroglif yazı kullanmaya başlamıştır. Yani eski çağın iki büyük uygarlığı, medeniyetin beşiği olan eski Ön-Asya’nın iki köşesinde tarihi yazıya dökmüşlerdir. Eski Ön-Asya’nın diğer bir köşesi olan Anadolu yazıya ancak Mezopotamya, Asurlu tüccarlar tarafından 1200 yıl sonra kavuşur. Anadolu hakkında MÖ 1200 yıllarından sonra günümüze değin çok zengin bir veri tabanı ve bilgi birikimi var. Ancak MÖ 2000’li ve hatta 3000’li yıllara kadar dayanan Anadolu hakkında o kadar geniş bilgi olmamasına rağmen, Mezopotamya kralları tarafından bırakılan yazılar yeterince bilgi edinebilmemize yardımcı oluyor.
Bu belgelerin kronolojik olarak en eskisi Akat Krallarının bırakmış olduğu belgelerdir. Akatlar bu günkü Arapların en eski atalarıdır.
Sümerler MÖ 3500’lerde güney Mezopotamya, yani Basra Körfezine ve civarına geliyorlar. Sümer medeniyetini burada yaşatabilmek için Dicle ve Fırat nehirlerinin oluşturduğu doğal bataklıkları kurutuyorlar ve tarıma ve hayvancılığa uygun bir hale getirip, etrafı surlarla çevrili şehirlerde küçük devletler kuruyorlar. Bir çok küçük devletler kuran Sümerliler devamlı birbirleri arasında savaşıyorlar ve bir araya gelerek birleşik büyük bir devlet kurmayı başaramıyorlar. Ama onların yapamadığını Akatlar yapıyor. MÖ 2500’de tarih sahnesine çıkan Akatlar Sümerlilerle savaşmaya başlıyor ve 150 yıl sonra MÖ2350 yıllarında büyük bir devlet kurmayı başarıyorlar. Bu devlet yaklaşık 15 yıl içerisinde fetihler sayesinde bir imparatorluğa dönüştürülüyor. Akat imparatorluğu tarihteki ilk imparatorluk olarak kabul ediliyor. Akatlar sınırlarını askeri seferlerle batıda Mısıra dayanan, kuzeyde Anadolu’yu da içine alan büyük bir imparatorluk kuruyor.
Akatlar Anadolu ile yakından ilgileniyorlar ve imparatorluk sınırları genişletmek için ilk defa Akat imparatorluğunun kurucusu olan Sarhun, Anadolu’ya seferler düzenleyip Anadolu’daki şehir devletlerinin etrafında ticaret koloniler kuruyor. Şehirlerin surlarının dışına ticaret yapılan alışveriş merkezleri ve pazarlar kuruluyor. Bu merkezlerden birisinde bir problem çıkıyor. Bruşhanda denilen yaklaşık olarak Aksaray Acemhöyük civarındaki bir şehir devleti kralı ve tüccarlar arasında çıkan anlaşmazlığı çözmesi için Sarhun buraya davet ediliyor ve gelip problemi çözüyor. Yaklaşık 75-80 yıl sonra Sarhun ölüyor. Hatti kralı Pampa’nın önderliğinde on yedi (17) Anadolu şehir devletleri, kralın ölmesini fırsat bilip bir ittifak oluşturarak ayaklanıyorlar. Sarhun’un torunu Naramsin Akat imparatoru olarak tahta çıkıyor. Naramsin Anadolu’ya gelip bu ayaklanmayı yatıştırmak mecburiyetinde kalıyor.
Akatlar tarihlerini çivi yazıları ile hazırladıkları iki yüzlü kil tabletlerle belgelendiriyorlar. Bu tabletlerden T.C. Devlet arşivlerinde olan çok önemli, Kabu ismi verilen 3-13 numaralı tabletlerdeki metinlerde anlatılan olayların içeriğinde ilk defa Anadolu’da yaşayan bir Türki şehir devletinden bahsediliyor. Bu çok önemli bir tespit çünkü, batılı bilim adamlarının Türklerin 1071’de Anadolu’ya Malazgirt savaşı ile geldikleri uydurma tarihi çürütüyor. Bu kil tabletler üç ayrı yerde yukarıda bahsedilen Ön-Asya’nın üç ayrı köşesinde arkeologlar tarafından keşfediliyor. Mısır’da Amarna Arşivinde, Babil’de Mezopotamya’da ve üçüncü kopyası Hititlerin başkenti Hattuşaş (Boğazköy) kalıntılarında (Çorum yakınlarında) bulunuyor. Bu tabletlerdeki çivi yazısı 1938 yılında Alman filoloğu Güterbock tarafından tercüme edilip Almanca yayınlanıyor, fakat içeriğindeki bu önemli bilgi uzun zaman hiç kimsenin ilgisini çekmiyor. Prof. Dr. Ekrem Memiş araştırmaları sırasında yaptığı tercümelerde bu muhteşem bilgilere ulaşıyor.
MÖ 3000’li yıllarında Anadolu’nun siyasi, ekonomi ve etnik yapısı ve tarihi hakkında çok önemli bilgiler veren bu metinlerin değerinin yeni farkına varılıyor. Anadolu’da o dönemde yazı olmadığı için, Anadolu ile ilgilenen komşu bir kavimin kralının yazdırdığı bu metinlerin 15’inci satırında Türki Kralı İlşunail’in adı geçiyor. İlk defa bir yazılı metinde Türk adına burada rastlıyoruz. İlşu il tutan anlamına geliyor; yani göçebe değil kendine vatan edinmiş oturaklı bir toplumu ifade ediyor. At üstünde kılıç sallamanın ötesinde medeniyetin ölçüsü olan bir devlet kurmuş uygar bir millet olarak ortak bir birlik oluşturmak ve buna devlet denmesi medeniyetin ölçüsüdür. Türklerin Anadolu’da olduklarının ilk ispatı MÖ 2250’lere günümüzden 4250 yıl öncesine ait. Bu belge Türklerin Anadolu’ya 1071’den çok ama çok daha öncelerinden geldiğine dair ispat eden belgelerden sadece birisi. Bu belgenin haricinde birçok başka belgelerde var.
MÖ 2000’li yıllardan kalma diğer tabletlerde Turuk isimli başka bir şehir devletinden yüzlerce defa yüzlerce belgede bahsediliyor.
Bu bilgilerden yola çıkarılacak elde edeceğimiz önemli bir başka sonuç ise; tarihte adı geçen ilk Türk devletinin Göktürkler olmadığıdır. Göktürkler Milattan Sonra (MS) 552 ve 744 arası iki ayrı devirde birinci ve ikinci Güktürk devletleri olarak hüküm sürmüş ve tarihe geçmişlerdir. Orhun yazıtları ile ilk defa “TÜRK” adının yazılı bir metinde yer aldığı tespit edilmiş ve yukarıda bahsettiğim yeni tespite kadar tarihteki en eski Türk devleti unvanını şimdiye kadar taşımıştır. İlginç olan tarihi tekrar sil baştan yazdıracak bu ve bunun gibi bir çok bilgi Türkologlar tarafından gün ışığına çıkarılmaktadır.
Bulunan yazılı metinlerin dışında, yapılan tespitlerin bir başka boyutu da arkeolojik buluntularla Anadolu’nun Türklerin yurdu olduğu ispatı çok daha öncelere dayandırılabiliyor. Bulunan bu metinde Anadolu’da yaşayan diğer kavimlerin adları geçiyor. Hurri ve Hatti kavimlerinin içinde olduğu 17 şehir devletinden olan ittifakı Akat kralının mağlup ettiğini anlatıyor. Hurri’lere karşı düzenlediği seferleri ve ardından aldığı gümüşten ve bakırdan yapılmış değerli eşyaları ve ganimetleri anlatıyor. Bu metin aracılığı ile Anadolu’nun maden zenginliklerini öğrenmiş oluyoruz ki buda bize madenleri işleyen bir medeniyetin varlığının 4250 yıl önceleri Anadolu’da var olduğunu gösteriyor. Hurrilerin konuşmuş olduğu Hurrice dili, Sümerce ve Türkçe ile akraba bir Asyanik dil. Hurrilerin yaşadığı bölge doğu ve güneydoğu Anadolu, Kuzey Suriye ve Kuzey Irak bölgeleri ve hatta zaman içinde Kafkaslara kadar dağılıyorlar. Arkeolojik buluntulara göre Hurrilerin varlıkları MÖ 6000’lere kadar gidiyor yani günümüzden 8000 yıl öncesine kadar. Bu sonuca nasıl ulaşıldığını, bilim adamı Prof. Dr. Ekrem Memiş söyle açıklıyor; bir bölgede bir kavimin yada kültürün değişmediğini gösteren şeyler çanak çömlek yapım tarzı, ölü gömme adetleri ve mimari tarzlarıdır. Bu üç önemli öge MÖ 6000 li yıllardan beri hiç değişmemiştir. MÖ 5000-6000 yıllarına tarihlenen Neolitik devirde, MÖ 3000-5000 yıları arasındaki Kalkolitik devirde de MÖ 2000-3000 yıllarında tunç devrinde de bu üç önemli öge kendini hep korumuş. Kültür yapısından bölgede hiç bir kopukluk yok yani bu bölgede yaşayan kavimin hiç değişmediğini kanıtlıyor. Bu da Pro-Türkler yani Ön-Türklerin tarihi 8000 yıl öncesine dayandırılabiliyor ve mantığa uygun, bilimsel belgeler ve bulgular bir araya getirilip böyle önemli bir sonuca sağlam temeller özerine konularak ulaşılabiliyor. Bu sonuca ulaşmada tamamlayıcı diğer unsurlar da duvarlarda bulunan resimler, motifler ve taşlardaki oymalar, arkeolojik çalışmalarda gün ışığına çıkan çanak, çömlek, balta ve kama gibi savaş aletleri, üslup, tarz ve işleniş şekilleri Türk sanatının kökleri olduğunu göstermektedir. Başka bir deyişle nerede ise aynı elden çıkmış gibidir. Erzurum Atatürk Üniversitesinden Yardımcı Doçent Doktorlar İlhami Enveroğlu, Cengiz Alyılmaz ve Osman Mert beylerin çalışmaları ve sundukları arkeolojik deliller bulunan metinlerdeki bilgilerle örtüşerek Türk tarihinin Anadolu’da en aşağı 8000’li yıllara kadar dayandığını tespit ve teyit ediyor. Önemli bulgulardan biriside Anadolu ile Orta Asya arasında her zaman bir bağlantı olduğu ve hiçbir zaman bir kopukluğa rastlanmaması, kültürel ögelerin birbirinin aynısı olduğu görülmektedir. Buda Türklerin çok büyük bir coğrafyada yaşadığını ve kültürünü bu coğrafyanın her köşesine taşıdığını göstermektedir. 8000 yıl öncesi için Orta Asya ve Anadolu arasındaki mesafe göz önüne konulursa, karınca misali bu binlerce kilometrelik bir coğrafyada Türkler yılmadan, bıkmadan kültürlerini yaymış ve yaşamıştır. Hatta bu yayılma batıda Avrupa’ya ve doğuda Pakistan, Afganistan dan Kore ve Japonya’ya kadar uzanıyor. Farklı coğrafyalarda aynı kültüre rastlanması ve ulaşımın bu günkü kadar rahat olmayıp ilkel koşullarda önceleri yayan sonraları at sırtında yapılması ve gösterilen gayret ve sarf edilen emeğin ne derece büyük olduğunu gösteriyor. Son üç bin yıl içerisinde yaygınlaşan emperyalizmin dışında, daha önceki çağlarda hiç bir ırk, kavim daha önemlisi hiç bir kültür Türk Kültürü kadar çok geniş bir coğrafya ya dağılamıyor.
Anlaşılacağı gibi Avrupa’dan tutun dünyanın öteki ucuna kadar, hangi taşı kaldırsanız altından Türk kültürü çıkıyor. Bunun farkına varan batılılarda, ancak kaldırdıkları taşın altındakini kendilerine mal edebilirlerse kaldırıyorlar, yoksa geri kafamıza taşı vurup Türklük izlerini saklı bırakıyorlar. Aynen Etrüsk araştırmaları için kürsüler açan İtalyan ve bir çok Avrupa devletleri gibi; maksatları Etrüsklerin Yunanlı olduğunu kanıtlamaya çalıştılar ve medeniyetin kaynağı Yunan dan gelmiş olduğuna kanıtlar yaratmak için. Yıllarca yaptıkları çalışmalar gün geldi boşa gitti, bir baktılar ki Etrüsklerin Türklerle bağlantısı var. Kendileri de bu gerçeği kabul ettiler. 2007 yılında Avrupa güzelimiz Gülseri Başarın hazırladığı, Türk Tarih Kurumunun öncülüğünde Bodrum da yapılan Etrüskler Sempozyum da gelen İtalyan, Amerikan, Rus ve birçok Avrupalı bilim adamları Etrüskler iki ayrı Türk kavimin den bir araya gelmiş yeni bir Türk kavimi olduğu sonucuna varıyorlar. Anadolu’dan göç eden Troyalılar yani Truvalılar ve İskitlerin yani Sakaların birleşmesinden meydana gelen bir medeniyet, Etrüskler. İtalyan bilim adamları diğer bilim adamlarınca yaptıkları araştırmaların sonucu olarak bu neticeye varmışlardır ve bu gerçeği düzenlenen sempozyumda teyit etmişlerdir.
Truvalılar Türk müdür diye eskiden beri tartışılırdı, hatta bu konuda ulu önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’te çeşitli araştırmalarda bulunmuştu. Mustafa Kemal’i bu günlerde yok etmek silmek, adını ilkelerini ve öncü olduğu değerleri yok etme çalışmaları var, Atatürk ilkelerini çağ dışı kalmış göstermek isteyen çalışmalar var. Ama bakıyoruz ki Mustafa Kemal sadece bir asker değil, bir komutan değil, sadece bir devlet adamı değil, bilim insanı aynı zamanda ve kültürüne değerlerine ve atasına sahip çıkan, onun için ATA-TÜRK adını anlının terinin son damlasına kadar hakketmiş bir insan. Yani Türkiye Cumhuriyetini kurmuş bizde ona bir unvan verelim değil, oda önemli ama bunun da ötesinde atalarına sahip çıkan, onları yücelten, ama bunu sadece bir propaganda için yapan bir insan değil, gerçekleri araştıran ulu bir önder. Atatürk Truvalılar için, “Ben Hektor’ün öcünü aldım!” diyor. Peki kimdir Hektor, Şimdi Çanakkale dolaylarında yaşayan bir Anadolu kavimi olan Truvalıların kralı. Homeros’un İlyada adlı destanında Truva savaşları bütün ayrıntıları ile anlatılıyor. Arkeolojik bulgulara göre de bu savaşlar MÖ 1240-1230 yılları arasında yapıldığı öğreniliyor. 10 yıl bir zaman dilimi içinde süren bu savaş dünya tarihinde doğu ve batı dünyalarını karşı karşıya getiren, doğu ve batı kavimlerinin ilk mücadelesi. Eski çağ tarihinin ilk boğazlar savaşı, başka bir tarifle ilk Birinci Dünya Savaşı ‘da diyebiliriz. Truva savaşları için ilk medeniyetler çatışması da denilebilir. Çanakkale Savaşlarından yaklaşık 3250 yıl önce meydana gelen doğu ve batı medeniyetleri çatışması. Savaşların başlamasının nedeni bir kadın kaçırılmasından dolayıdır. Troya kralı Priamos’un oğlu Paris’in Sparta Kralı Menelaus (Menelaos)’un karısı Helen’i kaçırması sonucunda Yunanlıların (Akaların yada Akhalların) Anadolu’daki Truva kentine uzun yıllar süren saldırışıdır.
Efsaneye göre, Paris, Truva Sarayında bir süre yaşadıktan sonra Yunanistan’a, Sparta’ya gitmek üzere gemileri hazırlatır ve oraya gider. O sıralarda Sparta kralı olan Menelaos ile karısı güzel Helena’nın konuğu olur Helena Sparta kralı Tyndros’un karısı Leda ile tanrı Zeus’un kızıdır. Helana büyür güzeller güzeli bir kız olur ve evlilik çağına geldikten sonra kocası olarak Menelaos’u seçer. Menelaos büyük babasının ölümü üzerine Girit’e gittiğinde Paris onun hazineleri ve birtakım malları ile Helena’yı kaçırır. Menelaos karısının kaçırıldığını öğrenince ağabeyi Mykenai kralı Agememnon’u yardıma çağırır. Önce savaş çıkmasın diye Menelaus ile birlikte Truva’ya elçi gider. Fakat bu elçilik başarısızlıkla sonuçlanır. Bunun üzerine Odysseus Truva savaşında Akaların en büyük kahramanı Akhilleus’u savaşa katılması için bulur getirir. Çünkü Akaların kahini Kalkhas eğer Akhilleus savaşa katılmazsa Truva’nın alınamayacağını bildirmiştir. Ancak birçok Aka kralları gibi çok zor ve uzun süreceği anlaşılan Truva Savaş’ına bu kahramanda katılmak istememiştir. Bu yüzden saklanmış fakat Odysseus onu saklandığı yerde bulmuş ve Aka ordularının toplandığı Aulis’e getirmiştir. Aka donanması buradan hareketle ilk seferde Mysia bölgesine çıkarma yapmıştır. Akalar Tros’a vardıklarını sanarak buralarda yağmaya başlamışlar ve yanlış yerde olduklarını anlayarak gemilerine binerek denize açıldılar. Akalar daha sonra yine Aulis’ de toplanırlar ve sonunda yaklaşık 1200 gemiden oluşan bir deniz filosu ile Truva’ya varırlar. Fakat Akalar hemen Truvalılarla savaşa girmemiş ancak şehri kuşatmışlardır. Akalar dokuz yıl süren kuşatma sırasında Truva çevresindeki zengin bölge ve şehirlerin değerli silahlarını yağmalamak ile kalmamışlar güzel genç kız ve kadınlarını kaçırarak komutanlar aralarında paylaşmışlardır. Daha sonra iki ordu karşı karşıya gelmişlerdir. Paris Menelaos ile teke tek savaşmayı ve savaşı kazananın Helena’yı almasını teklif eder teklif kabul edilir. Savaş sırasında Menelaos Parisi yenmek üzereyken Tanrıça Afrodit araya girer ve Paris’i kurtarır. Başka bir savaşcı olan Pandoros’un Menelaos’a bir ok atmasıyla iki ordu birbirine girer. Akalı savaşçılar birçok Truvalıyı öldürürler. Savaşın kaderini belirleyen iki kahraman vardır. Korkunç savaşın ünlü kahramanlarından Hektor savaşamayacak kadar yaşlı Truva kralı Priamos’un büyük oğludur. Bir yandan savaşmak ve diğer bir taraftan askerleri muhafaza etmek onun görevidir. Hektor Akaların Akhilleus’tan sonra en büyük kahraman olan Aias ile savaşır. Bu arada Akalar ordugahın çevresini bir sur ve hendek ile çevirirler. Bu durum savaşın Truvalılar lehine gerçekleşmesini sağlamıştır. Akalı Patroklos ile Hektor mücadelesi sonucunda Hektor batı kapılarına kadar kovulur. Patroklos’un Truvalılar tarafından öldürülmesi Akhilleus’u çıldırtır ve Hektor üzerine yürür. Hektor, Akhilleus tarafından öldürülür. Bundan sonra Truva tahta at hilesi ile düşer.
Truva savaşının tuzak ve hile ile kazanılmasında bir tahta atın kullanılması önemli bir unsur; çünkü at kutsal bir hayvan Türkler için. Truvalıların çok güzel at yetiştirdikleri ve bu konuda uzman oldukları bilinmektedir. Aka’ların Truvalıları en çok sevdikleri şey ile kandırmaları ve tuzağa düşürmeleri Türklerin At kültü ile bağdaşan bir öge. Tahta atın içinden çıkan gizlenmiş askerler gece surların kapılarını açıp Akaların içeri girip şehri yakıp yıkmalarının ve savaşı kazanmalarını sağlıyorlar.
Truva’dan kaçan, Truva hanedanlarından Aeneas İtalya’da Etrüsk medeniyetini kurar. Etrürksler batılılar tarafından Tyrrhenians olarak ta bilinir ve dikkatli bakılırsa ve okunuşu TURAN kelimesi özünden geldiği söylenebilir. İtalya yarımadasının batısında kalan denize de bu isim verilir. Şaşırtıcı değil mi? Anlaşılacağı gibi kurulan bu yeni medeniyet, yani Roma aslında yeni Troya’dır ve Türk kökenlidir.
Şimdi neden İtalyanların bir Anadolu Türklerine ne denli benzer olduğunu anlayabiliyoruz. Atatürk’ün neden Hektor’un öcünü aldım dediğini şimdi daha iyi anlıyoruz.
Bu gerçek aslında Osmanlı imparatoru Fatih Sultan Mehmet zamanında da dile getirilmiş. Fatih’in Papa 2. Piyos’a yazmış olduğu bir mektupta “Biz İstanbul’u almakla Yunanlılardan Hektor’un öcünü aldık. Biz Hektor’la aynı soydan geliyoruz ve aynı milletin torunlarıyız. Sizin bana düşman olmanızı ben anlayamıyorum” diyor. Bu da bizlere okumanın ve araştırmanın, tarihini iyi bilmenin ve atalarına sahip çıkmanın ne denli önemli olduğunu gösteriyor.
Hem Fatih Sultan Mehmet, hem de Mustafa Kemal’in İstanbul’u batının işgalinden kurtarmış oldukları gerçeği ile karşılaşıyoruz. Bu da demektir ki Mustafa Kemal İstanbul’un ikinci Fatih’idir. Bu sebepten dolayı her iki liderimize de olan saygımızın sonsuz olduğunu tekrar kalplerimizde hissediyoruz. Bu arada hatırlatmakta fayda vardır diye düşünüyorum, Fatih Sultan Mehmet’i sevip te Atatürk’ten nefret edenlere lafım; neden Fatih’i seviyorsunuz da İstanbul’u Türklere ve İslamiyet’e tekrar kazandıran, kafirlerden kurtaran ulu önderimiz Atatürk’ü neden sevmiyorsunuz? İkinci Fatih, Mustafa Kemal Atatürk’tür bunu aklınızın bir köşesine iyice yazınız derim.
Tarih boyunca aklı başında iyi eğitimli tüm dünya liderleri kullandıkları tüm kavram ve sözcüklere dikkat etmişler ve ad seçimlerinde özen göstermişlerdir. Bizim aklı başında dünya çapında iki liderimiz Fatih ve Atatürk’te bu konuda ölçülü davranmıştır. Yeri gelince kazandıkları zaferin sadece o günü ilgilendirmediğini ve verdikleri savaşların birer rövanş olduğunu irdelemeyi de unutmamışlardır. Bir konuya da burada yeri gelmişken değinelim.
Agamemnon, Truva’ya saldıran Akaların deniz filosunun başkomutanı Mikenay Kralının ismidir. Agamemnon Çanakkale’ye saldıran ve çıkarma yapan bir zırhlının da adıdır. Çanakkale Deniz muharebesinde düşman filosu yenilince ve denizden Çanakkale boğazını geçemeyip İstanbul’u işgal edemeyince, birinci Dünya Savaşı sununda 30 Ekim 1918 akşamı imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması belgesinin Limni adasının Mondros Limanı’nda demirli savaş zırhlısının Agamemnon’dur. Barış antlaşması adı altında İstanbul’a gelen düşman zırhlısını Agamemnon’dur. Batılı düşmanlarımız tarafından seçilen isim ve yapılanlar bilinçli bir şekilde yapılmıştır. Durum bugün de hiç farklı değildir. Devleti yönetenlerin tarihlerine çok dikkat etmeleri ve bilinçli davranmaları şarttır, attıkları her adımımın, açtıkları yada açacakları her kapının sorumluluğunu taşıyor olmaları gerekmektedir. Devlet büyüklerinin sorumluluğu çok büyüktür bu açıdan. Düşman Agamemnon zırhlısını geçirmiştir boğazlardan ve Osmanlı’ya teslimiyet imzasını bu zırhlıda attırmışlardır. Özellikle bu zırhlıyı seçmişlerdi ve Atatürk bunun farkında idi, çünkü tarihini çok iyi biliyordu. Şimdi Türkleri Anadolu’dan atarak, yeniden Sevr getirerek, Türklere geldiğiniz yere orta Asya’ya gidiniz diyerek, ki geldiğimiz yer aslında burasıdır, Türkleri Anadolu’dan atma projeleri bitmek tükenmek bilmeyecektir batılıların. Batılıların izini sürdüğü Agamemnon, Truva, Hektor, Aşil kavgası, özünde doğu ve batı çekişmesi her daim yaşanacaktır. Yani mahiyeti aynı olup, çağlar değiştikçe dekor değişmektedir.
Anadolu’nun Türklerin ikinci vatanı olduğunu vurgulamak ve her sene 1071 Malazgirt Savaşını 26 Ağustos gününde sabah namazı ile kutlamaya başlamak çok ama çok yanlış ve tehlikeli. Neden yanlış 26 Ağustos günü Türk Silahlı Kuvvetleri Günü ve Anadolu biz Türklerin en az 8000 yıllık vatanı, hatta daha da eskilere dayanmakta. Neden tehlikeli, çünkü Atatürk’ün Tarih Tezine karşı bilinerek yapılan bir girişimdir. Zamanı gelince, siz zaten buraya 1071’de gelmişsiniz, verin bizim topraklarımızı, çekin gidin yada bizim buyruğumuza girin diyeceklerdir. Türkiye’yi bölme parçalama planlarının büyük bir kozudur bu yapılan. 26 Ağustos 1071 tarihi ithal ve suni bir fikirdir ve yerli batılı muhalifler tarafından savunulan uydurma bir tezden öteye gitmemektedir. Arka planda Türkleri bekleyen tehlike çok büyüktür.
İnsan ömrünün uzunluğu göz önüne alındığında bırakın 8000 yılı, 1000 yıl bile çok büyük bir zaman dilimi. Dile kolay söyleyip geçebiliyorsunuz. Tarihi bu kadar eskilere dayanan ve ana yurdu Anadolu olan Türk insanı için, siz 1071’de Anadolu’ya girdiniz diye uyutmak ve sahte düzmece bilgilerle yeni nesilleri yanıltmak Türkleri Anadolu’dan silme çabalarının önde gelen kozlarından birisi.
Türklerin Atası Atatürk bu tarih bilinci ile Büyük Taarruzu başlama zamanı emrini Kocatepe Afyon’dan, 26 Ağustos sabahı diye veriyor. Bu tarih bir tesadüf değildir, Atatürk tarafından bilinçli bir şekilde verilmiştir. Atatürk, “Anadolu 7000 yıldır Türk beşiğidir” diyerek Türk Tarih Tezinde bu gerçeği dile getiriyor. “Türk genci atalarını tanıdıkça, daha büyük işler yapabilmek için kendinde kuvvet bulacaktır.” diyor. Atamızın burada bahsettiği, Türkün üstün kuvvet ve kudretini temsil eden, Fatih’i kastediyor, Hektor’u kastediyor, Malazgirt’i kastediyor. “Türklerin unutulmuş medeni vasfı bir güneş gibi doğacaktır” derken bunları vurguluyor. Fakat bu önemli sözler, yanlışlar yapılarak, rozet Atatürkçülüğü, slogan Atatürkçülüğü ve darbe Atatürkçülüğü yapılarak biz bunları birer slogan haline getirdik. Batı tüm bunları bizden daha iyi biliyor. Türkleri asimile etmek için, Türkler bunları bilmesin, hatırlamasın diyerek, bizleri ezmek amacını güdüyorlar. Tüm batılı kültürlerin tabanın da Türkler var ve bunu hazmedemiyorlar. Kullandıkları dillere kadar, Öz-Türkçe’ye dayanmaktadır. Eğer Türklerin bu yüksek medeniyet kurma vasfını onlardan mahrum etmezsek, Türkler büyük medeniyetler kurmuşlar, yine başımıza çıkarlar, emperyalist sistemimizi alt üst ederler korkusu var.
İbrahim Okur adlı bir araştırmacımız “Sümer Matematiği ve Sayıların Gizemi” adlı kitabında, son birkaç yılda yazılı ve görsel medyada yeryüzündeki Türk varlığı aleyhine sürülen bir çok aslı esası olmayan iddialar sürülmekte olduğuna dikkat çekmektedir. Bunlardan bazılarını sıralayacak olursak; Türk diye bir kavim yoktur, bunu Atatürk uydurmuştur. Türkçe diye bir dil yoktur bunu Atatürk uydurmuştur. Anadolu’da Türk genine rastlanmamıştır, diye sözde bilimsel bir iddia. Türkler tarih boyunca düşük bir kültür içinde yaşamışlardır. Türkçenin Türk çocuklarının kavrayış kabiliyetinin gelişmesini engellediği, Anadolu’daki insanların sadece yüzde 10-15 Türk geni taşıdığına dair bir iddia ve Anadolu insanının Türkistan Türküne değil Yunanlılara daha yakın bir ırk olduklarına dair bir iddia başka boş, aslı astarı olmayan, uydurma iddialar ve bir çok diğerleri ifade edilmektedir.
Eski Fransız Cumhurbaşkanı “Hepimiz Bizans’ın çocuklarıyız” dediği zaman Türkiye’de bazıları çok sevinmişti, yaşasın atalarımız meğerse Bizanslılarmış, biz onlardan türemişiz, bizde medeniymişiz, yaşasın şu barbarlık lekesini üstümüzden attık, bizi de medeni saydılar, celladımız başımızı okşadı mantığı ile bir oh çekmişlerdi. Anlaşılacağı gibi yeni nesillere yutturulan bu yalan dolanlar yıllar geçtikçe çalışacak ve gerçek tarihinden uzak ve bilmeyen nesiller asimile edilip ana yurtlarından men edilecekler. Bu tehlikenin farkına varılması ve öz kimliğimizi ve Türk’ü Türk yapan unsurlardan ayrılmamamız çok önemli.
Bilim adamlarının ellerindeki somut kanıtların en eskileri kaya resimleridir. Anadolu’daki kaya resimleri MÖ 12,000-15,000 yıllara kadar dayanmaktadır. MÖ 1000’li yıllara kadar gelen kaya resimleri çivi yazısı ve damgalara dönüşerek, yazının oluşmasına kaynak olmuşlardır. Şaşırtıcı olan Anadolu ile Orta Asya arasındaki tüm bölgelerde on binlerce, milyonlarca kaya resimleri bulunmakta ve aralarında 8000-9000 kilometrelik mesafeler olan birbirine nerdeyse tıpatıp benzeyen, üslubu ile, çiziliş araları ile, kullanılan motif ve anlatılan olaylar ile birbiri ile örtüşmektedir.
Azerbaycan Gobustan’daki kaya resimleri üzerine araştırmalar yapan bilim adamı arkeolog Ali Veliyef’in tespitine göre; “Küçük Kafkasya’nın birbirine komşu farklı bölgelerinde mevcut olan kaya tasvirleri, çizim tekniklerine, kullanılan motiflere, kompozisyon ve semantik anlamlarına göre, çok benzer yönlere sahiptir. Azerbaycan kaya üstü tasvirleri komşu Anadolu’nun çok eski sanat abideleri ile sıkı bağlıdır. Anadolu’nun Hakkari, Palanı ve Beldibi (Kumlucak) arazilerinde, neolitik ve tunç devirlerine ait insan ve hayvan tasvirleri, keçi, köpek, teke, stilistik özelliklerine göre, Gemikaya, Kelbecer, Gobustan ve Kafkasya’nın diğer bölgelerinin ve kuzey Kafkasya’nın kaya çizimleri ile yakın benzerlikler taşımaktadır. Anadolu’nun neolit ve enolit tunç devirlerine ait eski yerleşim alanlarında ortaya çıkan kültürler ile Azerbaycan eski kültürleri Azeri Arasboyu Abideleri birbirine çok yakın olmakla aynı etnik köklere bağlıdır. Bu tarihi abideler Kafkasyanın ve Anadolunun MÖ beşinci ve birinci binyıllarında eski Türk dilli boyların esas vatanların biri olduğunu söylememize imkan tanımaktadır.” Yani bu kaya resimleri bize aslında Türklerin eskiden beri Anadolu Azerbaycan ve İran yaylalarında var olduklarını, aynı üslubu aynı tarzı gittikleri her yerde ifade ettiklerini göstermektedir. Çivi yazılı belgelerde bunu zaten teyit ediyor.
Doçent Doktor Cengiz Alyılmaz’ın yaptığı arkeolojik çalışmalarda, Erzurumdaki Cunni Mağrasında Orhun Yensi Abidelerinde bulunan kaya resimleri ve özellikle Türk alfabesini andıran kaya resimleri ve Türk damgaları bulunmuştur ve bunlar kesinlikle Malazgirt öncesidir. 1989 yılında çalışmalarına başlayan Alyılmaz, Rus Federasyonu yıkılmadan önce yurt dışına arkeoloji çalışmalarına başlamış ve Türk akademisyenlerin Türk dünyası hakkında yeteri kadar bilgisi olmadığını, araştırılacak ve öğrenileceklerin çok ama çok şeyin olduğunun farkına varmış. Şaşırdığı ilk şey, hepimize çocukluğumuzdan beri öğretilen, Orta Asya’nın kurak ve çöl dolu olup biz Türklerin bin sene önce Anadolu’ya göç edip Müslümanlığı kabul ettiğimizdi. Orta Asya’da yaşamanın çok zor hatta mümkün olmadığı idi. Rusya Federasyonundaki Türk ülkelerine gidince işin aslında hiç anlatıldığı gibi olmadığı, aradığınız her şeyin, dağından tutun, bağına kadar her şeyin çok büyük bir zenginlik içerisinde orada olduğunu görüyor. Azerbaycan, Kırgızistan, Kazakistan , Moğolistan gibi ülkeler böyle doğal ve kültürel zenginlikler içerisinde iken atalarımız neden Anadolu’ya göç ettikleri anlaşılacak birşey değildir demekten insan kendini de alamıyor. Çöl denilen Moğolistan’da elbette ki Gobi Çölü var, ancak orada son derece verimli Ötüken Ormanları hala ayakta. İlk Atalarımızdan Bilge Kağan diyor ki; “Bunca yeri gezdim dolaştım, Ötüken Ormanlarından daha güzel yer yok imiş.” diyor. Aynı yazıtta Bilge Kağan şunu da diyor; “Türk milleti Ötüken ormanlarında oturur ve kervanlar sevk ederse…” Yani İpek yolu yada Baharat yolu denilen ulaşım hatlarını kullanıp ticaret yaparsa ki, bu ticaret hattı doğu medeniyetlerini batıya bağlayan, hatta Afrika’ya bağlayıp, medeniyetlerin birbirini tanıması ve kültürel alışverişlerin başlamasını sağlaması açısından çok önemlidir.
Atatürk, “Türk Çocuğu ecdadının tanıdıkça, kendinde daha büyük işler yapmak cesaretini bulacaktır.” demiştir.
Saygılarla,
Ömer Can Şirikçi
omercan.sirikci@ataturk.org.au
Avustralya Atatürk Kültür Merkezi
Bu Makale Hürriyet Avustralya Gazetesi
47. Sayısında 2 Aralık 2013
tarihinde bir dize olarak yayınlanmıştır.
2013 KASIM 19 – TÜRKİYE – DÜNYADA EKONOMİSİ EN ÇOK TEHLİKEDE OLAN ÜLKE
TÜRKİYE – DÜNYADA EKONOMİSİ EN ÇOK TEHLİKEDE OLAN ÜLKE
The Economist dergisinin 7 Eylül tarihinde yayınlanan “Sermaye-donma indeksi Dur işaretleri” adındaki ekonomik araştırma raporu hakkında sizlere bilgi vermek istiyorum. Kullanılan verilerin hatalı olmasından dolayı, gelen itirazlar sonucu düzeltilerek 19 Eylül’de yeniden yayınlanan raporda Türkiye, dünya sıralamasında, ekonomisi en çok tehlikede olan ülke.
Bu yazıyı yazmak için, Avustralya’nın dört büyük bankasının birisinde çalışan, çok saygı duyduğum ve dünya ekonomisi üzerinde yüksek bilgi sahibi bir Türk arkadaşımdan, profesyonel bir analize ve açıklama yardımı aldım. Bankanın “Treasury” denilen, hazine ve maliye bölümünde görevli arkadaşım ve beraber çalıştığı profesyonel banka yetkilileri, bankanın kazandığı parayı dünyanın neresinde ve hangi alanda yatırım yapacağına karar veren, bankanın kar yapmasından sorumlu insanlar.
Raporun başlığından da anlaşılacağı gibi, Sermaye-donma indeksi, yurtdışı kaynaklı sermaye girişlerinin ani bir duruşu sonucu, ülke ekonomisinin ne kadar sağlam olduğunu yada başka bir deyişle dış kaynaklı sıcak para akışı durduğunda, ekonominin ne kadar riskte olup kendi ayakları üzerinde durup duramayacağını gösterir.
Özellikle gelişen ülkelerde görülen; dış kaynaklı sıcak paranın yabancı hükümetler, yatırımcılar ve diğer kamu veya özel kurumlar tarafından hızla ekonomiye girmesi olumlu karşılanır. Savaş yada dünya ekonomik krizi gibi herhangi bir sebepten dolayı, sıcak paranın, yine aynı hızla ülkeyi terk etmesi ve kesilmesi, gelişmekte olan bir ekonominin ve bu ülke hükümetinin istemediği bir şeydir. Kendi paraları yeterli olmadığı için yabancı sermayeye ihtiyaç duyan ülkeler, gelişebilmeleri için ya kendileri üretime geçip diğer ülkelere ürettiklerini ve emeklerini satacaklardır yada faiz karşılığı diş kaynaklı borçlarla boyun eğeceklerdir.
Az gelişmiş ülkelerde, küreselleşmenin bir parçası olarak, yatırım yada spekülatif nedenlerle yabancı sermaye akışının artması, bireylerin kontrolünde olmayıp, hükümetlerin politikaları ile ülkeyi yabancı sermaye sahiplerine çekici hale getirmesi ile olur. Bir ekonomiye sermaye girişi (bunun bir saniye için sıcak para olmadığını varsayalım) yatırım anlamına gelir. Yatırım ekonomik büyüme sağlar. Ekonomik büyüme, istihdam, yani işçiler için iş alanlarının yaratılması anlamına gelir. İşsizlik oranı azalan bu ülkede, işçinin kazancının, zamanla ilerleyen ekonomi ile artması ve yaşam standartlarının yükselmesi demektir. Bu da genelde işçilerden alınan verimin artması ile geri döner ve ülke zamanla refaha kavuşur.
Gelişen ülkelerdeki yabancı sermaye girişinin ne kadarının uzun vadeli altyapı veya yatırım projeleri için, yani yerel ekonomide ne kadar kalıcı olarak bırakacağı, yatırım ve nakit para miktarının ne kadar olduğu çok önemli bir konudur. Yani hükümetlerin, ülkeye giren sermaye akışını yakından takip etmeleri şarttır. Gelen sermaye sadece sıcak para ise, aynı hızla geri yurt dışına dönme ihtimali ülke yöneticilerin kontrolünde değildir. Raporda ele alınan konulardan birincisi bu. Ülkenin böyle bir durumda, yarımda kalan işlerini, kendi imkanları ile yürütüp yürütemeyeceği.
Yakın zamandan bir örnek verelim, üçüncü İstanbul köprüsü. Hükümet projeyi yabancı sermayeye cazibeli göstermek için çok çabaladı, 18 yerli ve yabancı şirket proje ile ilgilendi ama Ocak 2012’de hiç biri ihaleye girmedi ve ihale iptal edilmek zorunda kaldı. Uzun süre sermaye arayan hükümet, 3 Eylül 2013’de yedi bankanın ortaklaşa 2.3 Milyar dolarlık krediyi vereceği, 9 yıllık bir sözleşmeye imza attı. Finansı sağlayan bankaların üçü kamu bankası ve kredinin ağırlıklı bölümünü finanse ediyorlar. Üstelik projeye hükümet Hazine garantisi verildiği için kredinin batması durumunda ödemeyi de devlet yapacak.
IC İÇTAŞ Astaldi Konsorsiyumu tarafından yapılacak Kuzey Marmara Otoyolu Projesi kapsamındaki Yavuz Sultan Selim Köprüsü projesi Yap-İşlet-Devret (YİD) modeliyle gerçekleştirilecek. YİD modelinin özelliği kamunun finansman bulamadığı projelere özel sektör finansmanı sağlanmasıdır. Normalde kamunun borçlanarak yapacağı projeler özel sektör finansmanı ile yaptırılır. Özel sektörde proje konusu yatırımı pazarlayarak gelir elde eder. Şimdi bu projeyi Hazine garanti veriyor ve ağırlıklı kamu bankaları finanse ediyor. Kamu bankalarının Hazine’ye ait olduğu düşünülürse borcu verende kefil olanda Hazine. Yani öyle yada böyle üçüncü köprünün kredisi vatandaşın cebinden çıkacak. Devletin borç açığı zaten tavanlara vurmuş ve eni sonu yapacağı şey tekrar faizle borç para almak.
İşin daha ilginç yanı ise, madem borcu da ve borcun garantisini de Hazine verecekti. Neden bu projeler Yap-İşlet-Devret modeliyle yapılıyor? Parasını da kefaletini de Hazine veriyorsa neden 10 yıl boyunca bu projeleri özel sektör işletiyor?
Ekonomik ve finans saçmalıklarının yaşandığı bir ülke olan Türkiye, hükümetin hatalı yönetimi ve kararları ile uluslararası düzeyde itibarımızı sarsıyor. Gelişmekte olan Türkiye, büyük insan ve beyin gücünü değerlendiremiyor. Doğal kaynaklarımız heder ediliyor ve halk her gün daha kötü ekonomik şartlarla karşı karşıya kalıyor ve kalmak zorunda bırakılıyor.
Köprü için binlerce ağaç yok edildi ve proje başladı ama, süreceği ve biteceği çok kuşkulu. Financial Times gazetesinde yayınlanan bir haberde Türkiye’deki büyük altyapı projelerinin karşı karşıya olduğu finansal zorluklara dikkat çekildi yakınlarda. BBC Türkçe ‘ye göre, Daniel Dombey’in imzasını taşıyan haberde, finansal belirsizliklerin Türkiye’deki büyük altyapı projelerini tehdit ettiği belirtiliyor. Haberde ilk olarak dünyanın en büyük havaalanı olacağı söylenen yeni İstanbul havaalanıyla ilgili projenin büyüklüğüne dikkat çekiliyor. Ancak bununla beraber yeni havaalanı projesiyle ilgili finansal belirsizlikler nedeniyle Atatürk havaalanının kapasitesinin genişletilmesi için çalışmalara başlandığı aktarılıyor. Gazete bu durumun, ülkenin çok büyük altyapı projelerinin ertelenmesi veya ölçeklerinin düşürülmesi ihtimalini gösteren son işaret olduğunu söylüyor. Haberde ülkedeki diğer büyük altyapı projelerinin de sorunlarla karşı karşıya olduğu da belirtiliyor.
2002 yılında AKP hükümeti iş başına geldiğinde Türkiye’nin cari durumu, yani geliri ve gideri birbirine çok yakındı. Bahsedilen raporda 2012 yılı verileri incelendiğinde gelir ve gider arasındaki fark çok büyük ve sıralamada sondan üçüncü. Bu da Türkiye’nin ticaret açığının ne kadar fazla olduğunu gösterir.
Sonuç olarak, bu raporun neden 5 yada 10 yıl önce yayınlanmadığı sorulmalı. Türkiye’nin ekonomik ve finansal durumu zaten bilinen bir konu idi. Son iki üç aydır bu gibi hassas konuların dünya basınında yer alması ve durumun bu kadar kötü olduğunun gösterilmesi, kapitalizmi bir araç olarak kullanan emperyalist güçlerin AKP’ye verdikleri desteği geri çekmeye başlaması mıdır diye de sormaktan alı koyamıyor insan kendini. AKP’nin sonu geldi mi?
Saygılarla,
Ömer Can Şirikçi
omercan.sirikci@ataturk.org.au
Avustralya Atatürk Kültür Merkezi
Bu Makale Hürriyet Avustralya Gazetesi
45. Sayısında 19 Kasım 2013
tarihinde bir dize olarak yayınlanmıştır.
2013 KASIM 12 – ATATÜRK’Ü ANLAMAK VE ANLATMAK
ATATÜRK’Ü ANLAMAK VE ANLATMAK
Avustralya Atatürk Kültür Merkezi (AAKM www.ataturk.org.au) her 10 Kasım’da Atatürk’ü anmanın ne kadar önemli olduğunun bilinci ile örnek olup, bunu bir görev bilip, her yıl yerine getirmenin gururunu duymaktadır.
Atatürk’ün düşüncelerini, ilkelerini ve devrimlerini ANLAMAK bir o kadar daha önemli.
ANLATMAK bence çok ama çok daha önemli. Anlatanların bilgi dağarcıklarının geniş ve temiz bir dille anlatmasının en önemli şey olduğunu düşünüyorum.
Bundan sonra Avustralya Atatürk Kültür Merkezi’nin üç önemli görevi var.
1. Atatürk’ü ANMA
2. Atatürk’ü ANLAMA
3. Atatürk’ü ANLATMA
Aşağıda okuyacağınız konuşmayı Kanberra büyükelçiliğindeki 10 Kasım 2013 Anma töreninde sundum ve sizlerle paylaşmak istiyorum.
Ulu önderimiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü andığımız bu 10 Kasım günü 20. Yüzyılın en büyük lideri olan Atamızı bir asker ve bir devlet adamı olarak anmakla kalmamalıyız. Bugün sadece ona olan saygı sevgi ve minnettarlığımızı göstermekle sona ermemelidir. Önemli olan Atatürk’ü anlamak onun fikirlerini çok iyi bilerek anladıklarımızı hayata geçirmektir.
Atatürk’ü anlamak ve sevmek için;
Bir kere insan olacaksınız.
Yüreğiniz temiz olacak.
Ülkenizi seveceksiniz.
Demokrasiye inanacaksınız.
Hukukun üstünlüğünü kabul edeceksiniz.
Namuslu dürüst ahlâklı olacaksınız.
İnsan haklarına saygılı olacaksınız.
Bilimin yol gösterici ışığının peşinden gideceksiniz.
Çağı yakalayacak hep daha ileri gitmeyi düşüneceksiniz.
Bu nitelikleri taşıyacaksınız ki Atatürk’ü önce anlamayı becerecek sonra da seveceksiniz.
Atatürk öncelikle çağının en önemli askeriydi sonra yine kendi çağının en önemli devlet adamı oldu.
Ama en önemlisi Atatürk çağının en ileri demokratıydı. O halde ilkemiz bugünün en ileri demokratı olmaktır.
Atatürk çağının hukuka en saygı duyan devlet adamıydı. O halde bugün hukuka en saygılı bizler olmalıyız.
Atatürk çağının bilime teknolojiye en değer veren lideriydi. O halde bilim ve teknoloji bugün nereye ulaştıysa ondan ileri gitmeliyiz.
Atatürk çağının en barışçı önderiydi. O halde barış bizim sarsılmaz hedef ve inancımız olmalı.
Atatürk kendi çağında halka güvenirdi. O halde rehberimiz halk ve ona hizmet olmalı.
Kısacası Atatürk kendi çağının ötesindeydi. O halde bizler de kendi çağımızı aşmak zorundayız.
İşte Atatürk’ten anladığım budur.
Onun için Atatürk’ü seviyorum onun için Atatürk’ü özlüyorum onun için Atatürk’ün açtığı yolda sonsuza dek yürüyeceğime ant içiyorum.
Saygılarla,
Ömer Can Şirikçi
omercan.sirikci@ataturk.org.au
Avustralya Atatürk Kültür Merkezi
Bu Makale Hürriyet Avustralya Gazetesi
44. Sayısında 12 Kasım 2013
tarihinde bir dize olarak yayınlanmıştır.
2013 EKİM 22 – ADALETSİZLİK VE KALKINDIRMAMA POLİTİKASI İLE TÜRKİYE
Avustralya Atatürk Kültür Merkezi (AAKM) 26 Ekim 2013 Cumartesi günü Türkiye Cumhuriyeti’mizin 90. Kuruluş yıldönümünü kutlama programları çerçevesinde hazırladığı ve son on yıldır Avustralya Türk toplumuna sunduğu, bu yılki konferansın konuğu, Türkiye Gazeteciler Federasyonu (TGF) Genel Başkanı ve İzmir Gazeteciler Cemiyeti (İGC) Başkanı Atilla Sertel. Auburn Town Hall da yapılacak konferans öğlen saat 1PM de başlayacak. Ayrıntılı bilgi www.ataturk.org.au İnternet sitemizden edinilebilir.
Ulu önderimiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşları ile vatanı uğruna canlarını feda eden aziz şehitlerimizin kanları ile suladıkları Anadolu’da, kurtuluş savaşı sonrasında nice fedakarlıklarla ve yüksek emeklerle, şanla, şerefle ve gururla kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin 90. kuruluş yıl dönümünü ve Cumhuriyet bayramınızı en içten dileklerimle, Avustralya Atatürk Kültür Merkezi yönetim kurulu ve şahsım adına kutlarım.
AAKM konferansının konuğu gazeteci Atilla Sertel 9 Ekim tarihli bir yazısında tutuklu milletvekili, gazeteci, yazar ve Türkiye’nin önde gelen aydınlarından birisi olan Mustafa Balbay’ın şu önemli ve düşündürücü sözlerini aktarıyor:
”Cumhuriyetin 90′ıncı yılı çok güçlü ve görkemli kutlanmalı. 90′ıncı yıl ne kadar güçlü kutlanırsa o kadar özgürüm. Önümüzdeki nesiller sandık hesaplarına kurban edilmesin. Bugünkü ortamda en büyük lüks umutsuzluk. Umutsuzluk yalnızlıktan doğar. 29 Ekim’in bu yalnızlık duygusunu bir kez daha aşacağını hissediyorum. Cumhuriyetin 100′üncü yılı ise hiç bir partiye ait değildir, hepimize aittir.“
Bakıyoruz bu 90 yılın ardından; ırk, dil, din, mezhep, sosyal ve politik kutuplaşmaların kışkırtılıp arttığı ve ekonomik konumda uçurumun en ucunda, hatta bir ayağı boşta kalan bir ülke oldu memleketimiz. Çeşitli çetrefilli laflarla, seçme ve süslemeli rakamlarla içinde bulunduğumuz ekonomik durumun ne denli tehlikeli olduğu topluma açıklanmadığı gibi; bir sürü yalan dolanlarla, belirli bir tabaka büyük ceplerini ve ondan daha büyük egolarını daha da büyüterek halkı kandırıyorlar.
Son on yılı aşkın zaman süreci içinde güdülen politikaların getirdiği sonuç, çok açık ve net bir şekilde ortada. Tabii ki bu, gerçekleri görmek isteyip istemediğinize bağlı. Yandaş olup her söylenene gökten inen vahiyler gibi inanıp itaat edenler, her şeyin farkına vardıklarında çok geç olacaktır.
Duymayanlar yada duyup ta izlemeyenlere bir önerim olacak, Halk TV’de televizyonculuğa geri dönen Uğur Dündar’ın Halkın Arenası programını mutlaka seyretmelisiniz. Özellikle televizyon seyretmeyi, gerçekleri içeren kitap ve gazete okumaya tercih eden çoğunluktan iseniz ve hatta adam akıllı, doğru dürüst haber almak istiyorsanız ve Ulusal TV ile Halk TV gibi nadide ve çok az sayıda olan TV kanallarını da seyretmiyorsanız, hiç olmazsa Halk TV de yayınlanan Halk Arenası programını Türkiye saati ile her Perşembe akşamı saat 9’da seyrediniz derim. Halk TV İnternet sayfasından canlı, yada kaydını Youtube’dan arayıp daha sonra seyredebilirsiniz.
AKP’nin yeni anayasa hazırlıkları yada başka bir adı ile “Bölünme Anayasası” çalışmaları aslında AB-D ve PKK’nın taleplerini karşılayacak Türkiye üzerinde oynanan oyunların başta gelenlerinden birisi idi. Başbakan Erdoğan bu oyunda başarılı olamayınca, Cumhuriyet’e ve Devrim Kanunlarına bu kez “Demokratikleşme Paketi’yle savaş açtı. Türkiye Cumhuriyeti’ni din devletine ve bölünmeye götürecek düzenlemeler art arda sıralanan paket, Laik Cumhuriyetçiler tarafından büyük tepki gördü ve hala görmektedir. Bu paketle Anayasa’daki “vatanın bölünmez bütünlüğü” ve “laiklik” ilkelerinin altına dinamit yerleştiriliyor!
Laik hukuk devletini savunmanın suç haline getirildiği pakette, kamuda türbana yeşil ışık yakıp, halkın kutuplaşmasını kolaylaştıracak bir piyon daha sürüldü öne. Paketteki maddelerden önemli bir bölümünün PKK’nın taleplerinin oluşturması çok dikkat çekici. Pakette tarikatların yardım toplamasının önü de açılıyor. Paketin “daha başlangıç” olduğunu söyleyen başbakan, yeni paketler de açmaya devam edeceklerini belirtti. Lafın kısası, paketten çıka çıka Cumhuriyet ve millet düşmanlığı çıktı ve bundan sonra bu düşmanlık daha ulu orta, daha pervasızca olacağa benziyor.
Yargıçlar Sendikası Başkanı Ömer Faruk Eminağaoğlu, Anayasa Mahkemesi’nin, Erdoğan’ın açıkladığı paketin içeriğinin büyük bölümünü, demokratik ve laik cumhuriyete aykırı eylem saydığını belirterek, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nı göreve davet etti. Eminağaoğlu, “Gün mücadele günüdür” dedi.
İşçi Partisi Genel Başkanvekili Hasan Basri Özbey, paketin “laikliği bitirecek son darbeler” olduğunu vurgularken; AKP’nin paketine karşı, halkın da devrim paketi olduğunu vurguladı.
Burada yapılan şey yine Türkiye gündemini istedikleri gibi yönlendirmedir. Halk, muhalefet ve bir çoğumuz türban, laiklik, harfler falan filan deyip bu konuları konuşurken, köprü altından su yürüten AKP hükümeti çok önemli bir konu olan seçim barajını sözde seçenekler sunarak tartışmaya açarken, hangi seçenek olursa olsun neticenin kendi lehlerine olacak şekilde karar alacaktır. Bu paketle, Gezi Parkı olayları ile kaybettikleri oyları sahtekarlıkla kılıfına uydurarak tekrar seçilme yolunda yatırım yapmışlardır.
Şişli Milli Merkez toplantısında, CHP’liler, MHP’liler, İşçi Partililer, demokratik kitle örgütleri ve halk temsilcileri Tayyip-Gül diktasına karşı ‘güç birliği’ dediler. ‘Bu millet İhanet Paketini Paketçilerin başına geçirecek. Biz de millete önderlik edeceğiz’ diyen İşçi Partisi başkanı Doğu Perinçek halkın eylemlerinin başladığının da altını çizdi.
Uğur Dündar’ın Halk Arenası programına konuk olan eski CHP Milletvekili İlhan Kesici gözlerden kaçan ve yandaş Türk medyasının topluma haber vermediği, çok önemli bir konuda açıklamada bulundu. “The Economist” adında tüm ekonomistlerin ilgi ile takip ettiği bir dergide “The Capital-Freeze Index – STOP SIGNS” başlıklı bir araştırmasında tüm dünya ülkelerinin resmi maliye ve ekonomi verileri üzerine yaptıkları araştırma sonucunda Türkiye’yi, ekonomik dengelerin en tehlikeli olduğu ve dünya sıralamasında en kötü durumda buldu. İlk rapor 7 Eylül’de çıkmış fakat hatalar görülmüş ve düzeltmelerle Türkiye ilk rapordaki gibi 9 Eylül de yine, ekonomisi en tehlikeli durumda olan ülke olarak kalmış. Ne demek bu, Türkiye’ye yabancı sermaye girişi durduğu anda, ülkemizin elindeki peşin parası, iç ve dış borçları, diğer zenginlikleri hepsi bir arada değerlendirildiğinde, iflas edip ekonominin yerin dibine girerek ülkemizin aynen Yunanistan gibi batması çok kolay, yani ekonomik olarak çok kırılgan bir konumdayız.
AKP hükümetinin Türkiye’yi içinde bulunduğu ekonomik konuma getiren politikaları çok hatalı. Uçurumun kenarındayız, ha düştük ha düşeceğiz. Yabancı sermaye kesildiği an ayvayı yedik demektir. AKP’nin söylediği gibi hiç de iyi değil ekonomimiz. AKP hükümeti 90 yıllık Cumhuriyet tarihinin kendilerinden önceki 80 yılının dış borçları bu günkü dolar kuruna endekslendiğinde ortaya çıkan toplam borcun daha fazlasını 2012 yılı nazarı ile son 10 yılda bu 80 yıllık borcun daha fazlasını yapmışlar. Bu 80 yılın borçlarının içinde kendi dönemlerinden önce yapılan Atatürk Barajı gibi bir çok büyük borçlar olmasına rağmen AKP’nin aldığı borç para ile yaptığı işler göz önünde, hepsi göz boyayan vatandaşları kandıran yatırımlar. Devlet işletmelerini ve milli mülklerimizi ve kaynaklarımızı hiç parasına yabancı sermayeye sattıkları cabası. Üreten büyük ve küçük sanayimiz artık üretmeyi durdurmuş, tek yapabildiği montaj yapabilen, dış bağımlı bir hale gelmiş. Tarım da, hayvancılık da böyle.
En basit günlük ihtiyaçlarımızı elde etmek için dahi kredi kartının sağlayacağı ödünç alım gücüne muhtaç olduğumuz ve bu durumun insanların evlerini başlarına yıkıp, hayatlarını zindan ettiği, sıkıntılı bir dönemden geçiyoruz.
Etnik ve dini kimlikler üzerinden toplumsal yapımızı sarsan siyasi sorunlarla karşı karşıya olduğumuz yetmiyormuş gibi; gelir dağılımının yarattığı toplumsal ayrışma her geçen gün Türkiye insanını biraz daha ayırıyor. Yoksulluk sınırı altında yaşayan insan sayımız katlanarak artarken, milyoner sayımız da bir o kadar çoğalıyor.
Ekonomistlerin borç parayla sağlanan ödünç refah döneminin sonuna gelindiğinin yaygın şekilde dillendirildiği günümüzde; siyasi alanda yaşanan ayrışmayı önleyeceği, ekonomide canlanmayı sağlayacağı söylenen açılım ve paketlerin, beklenen olumlu etkiyi sağladığını yada sağlayacağını söylemek mümkün değil.
Ulus kavramının birleştiriciliğini ve ulus devletini savunmanın “faşistlik”, ekonomik-toplumsal sınıflardan bahsetmenin “bozgunculuk” olarak nitelendirildiği, kuralsızlığın esas olduğu serbest piyasa ekonomisini ve dini/etnik kimlikler bazında gerçekleştirilen post-modern örgütlenmeleri savunmanın, “demokrasinin gereği” olarak tanımlandığı, yanlış ve çelişkiler içinde olan bir hal içinde memleketimiz. Bunun ne denli hatalı ve Türkiye’mizi bölünmeye götüren adımlar olduğunun bir çoğu ya farkında değil yada umurunda.
ABD borç krizi daha başlamadan önce 20 Haziran 2013 tarihli yazısında, Türkiye’nin başta gelen ekonomistlerden birisi olan Selim Somçağ; ABD’nin parasal genişlemeye son vermesi halinde Türkiye için felaketin başlangıcı olarak tanımladığı ABD krizi hakkında şunları yazıyor:
“Bu final, Türk ekonomisinin 23 yıldır ve giderek artan oranda bağımlısı olduğu sıcak parayla yaşama, Türk işadamının sıcak parayla yatırım yapma, Türk vatandaşının sıcak paranın uzantısı olan borçla harcama alışkanlıklarının da finali demektir. Türkiye tarihinde bir çağ kapanmakta, yeni ve çok daha sıkıntılı bir çağ açılmaktadır. Öte yandan AKP’nin (Batı medyasında Gezi protestoları karşısında AKP’nin tutumunu eleştiren yazılarda bile hâlâ övülen) “büyük ekonomik başarısı” tamamen bu sıcak para hareketinin 2004’ten sonra şaha kalkmasının, zirveye ulaşmasının sonucudur; AKP’nin bu alanda hiçbir marifeti yoktur.”
Bu sözler üzerine daha önce bahsettiğim The Economist raporu da göz önüne alınırsa Türkiye’mizin çok kritik bir konumda olan ekonomik durumu daha açık ve net bir şekilde ortaya çıkıyor.
Dünya çapında ün yapmış ve henüz 41 yaşındayken dünyanın en iyi iktisatçıları listesinde yer alan, bugün Yaşar Üniversitesi’nde dekanlık yapan ekonomi yazıları da kaleme alan Prof. Dr. Erinç Yeldan, Türkiye’de ucuz ve bol likiditenin kolaylaştırdığı büyüme illüzyonunun sonuna gelindiğine inanıyor. Yeldan’a göre Türkiye, yakın gelecekte olası bir emlak krizi ve durgunlukla baş etmek zorunda kalabilir.
“Emlak üzerinden Türkiye, bir kriz daha yaşayacak. Resmi olarak Türkiye’nin büyüme modeli cari işlemler açığını finanse edebilmek için, dış borçlanma ve özelleştirmelere gidiyor. İmar rantıyla kentsel dönüşümün ardında, İspanya’daki, Asya’daki krize yol açan doğrudan konut spekülasyonu var. Türkiye şu anda o yola geçiyor.”
IMF’nin 2013 sonrası değerlendirme raporu geçtiğimiz günlerde yayınlandı. Buna göre IMF, verili küresel koşullarda, Türkiye’nin 2018’de yüzde 8.3 cari açık seviyesine ulaşacağını ve giderek düşük büyüme oranlarıyla ciddi bir “durgunluk” devresine gireceğini öngörüyor.
Son olarak adaletsizlik üzerine aktarmak istediklerim, Prof. Dr. Metin Feyzioğlu’nun Halk Arenası programında açıkladığı gibi, ‘Balyoz davası donanma subaylarını hedef alan siyasi bir davadır.’ Dikkat edin donanma subaylarını diyor ve tüm deliller elektronik ve düzmece olduğu bilindiği halde, donanma subaylarının darbe yapmak için kullanacakları tesisatları denizde yüzen gemilerde olduğu halde büyük bir adaletsizlik var. Tutuklu diğer askerler, gazeteciler ve aydınlarımızın tümü çok büyük bir adaletsizlikle karşı karşıya. Türkiye’nin naçizane ve değerli insanları mesela Mustafa Balbay aklıma gelen ilk isim.
Dış politikamızda ve ekonomik alanda çok kritik günler geçiriyoruz. Memleketimizdeki son on yıldır her gün daha çok artan adaletsizliğin artması ile halkımız sinirli, sabrı doldu, yıldı ve yoruldu. Türkiye’ye dürüst, akıllı ve çalışkan, başta milleti için gecesini gündüzüne katacak, Atatürk’ün ilkelerini tamamı ile anlayan ve gösterdiği yolda yürüyerek yurt içi ve yurt dışı uygulamalarda bulunabilecek, yürekli bir hükümet başkanı ve onu destekleyecek aynı vasıflarda bakanlar ve milletvekillerine çok şiddetli bir şekilde ihtiyacımız var. Yapın CHP’li Emine Ülker Tarhan’ı yada Muharrem İnce’yi başbakan bakın ne güzel yarınlar yaşayabiliriz.
Saygılarla,
Ömer Can Şirikçi
omercan.sirikci@ataturk.org.au
Avustralya Atatürk Kültür Merkezi
Bu Makale Hürriyet Avustralya Gazetesi
41. Sayısında 22 Ekim 2013
42. Sayısında 29 Ekim 2013
43. Sayısında 5 Kasım 2013
tarihinde bir dize olarak yayınlanmıştır.
2013 TEMMUZ 16 – ALBAY ERDAL SARIZEYBEK’DEN UYARILAR!!!
“Polis ve jandarmaya yasal bir hatırlatma!
Biz de görüyoruz, siz de görüyorsunuz, silahlı PKK gurupları Kato dağında, Şırnak’ta, Faraşin’de, Van’da cirit atıyor, halkı peşinden sürüklüyor, halkın yönetimini ele geçiriyor.
Bu bir meşhut suçtur (işlenmekte olan suç) ve bu suçlara el koymak, sanıkları yakalamak ve işlenmekte olan suçları durdurmak için ne Vali’den ne de Cumhuriyet savcılarından izin almaya gerek yoktur.
Üstelik bu suçu işlemekte olan kişiler aranan suçlulardır, aranmakta olan bir suçluyu yakalamak için de izne gerek yoktur.
Yarın devran döner, Vali döner savcı döner ve sizler yargı önünde tek başınıza kalırsınız, “bu suçlara neden müdahale etmediğinizi” sorarlar size, yargılanırsınız, aklınızı başınıza alın!
Hükümet çekilir kenara, “devletin valisi var savcısı var, bu onların işi der”, görmezden ve duymazdan gelir bu olayları, kalırsınız tek başınıza.
Yarın devran döner, Vali, Kaymakam, Savcı çekilir kenara, “devletin polisi var jandarması var”, der, onlar da çekilir, kalırsınız ortada.
Kim kalır ortada?
İl Emniyet Müdürleri ve İl Jandarma Komutanları, çünkü bu makamlar doğrudan emniyet ve asayişi sağlamakla sorumlu makamlardır.
Kim kalır ortada?
İlçe Emniyet Müdürleri ve İlçe Jandarma Komutanları, çünkü bu makamlar emniyet ve asayişin icra makamlarıdır.
Ne yapmalı?
Hem sayfamızda hem de günlerdir PKK’nın cirit attığına dair yayın yapan medyadaki haberleri bulunduğunuz yer Cumhuriyet Savcılıkları, Vali ve Kaymakamlara bildiriniz.
Bildirmekle kalmayıp bu suçluların yakalanması için operasyon düzenleyiniz ve bunu da bilgi için ilgili makamlara yazınız.
Görelim bakalım sizi kim durdurabilecek!
Bizim ülkeniz biraz gariptir, kendine has, yıllarca kahramansın derler ama devran döndüğünde bir kenarda unuturlar, sizi kaderinize terk eder bazıları!
Siz siz olun, şimdiden ipinizi sağlama alın, siz bu ülkeye lazımsınız çünkü bu ülke, gün gelecek çürükleri ayıklayıp sağlamlarla yoluna devam edecektir!
Türkiye Cumhuriyeti Devleti değneksiz köy değildir!
Tehdide göz yummak, onunla işbirliği yapmak demektir!
Hepimiz görüyoruz, PKK’lı teröristler elde silah halkın içinde, rahat, arayan yok, yakalayan yok, yakalamak için operasyon yapan da yok! Neden?
Silah tek başına suç!
PKK terör örgütü üyesi olmak tek başına suç, 15 yıl ağır hapis cezası!
Ve bunlar katil, bu sayfadaki resimlerde gördüğünüz PKK’lılar katil, 9671 şehidimiz katilleri, 7500 vatandaşımızın katilleri!
Ve bunlar ülkemizin milletiyle birlikte bölünmez bütünlüğüne tehdit, bakınız: “Türk Ceza Kanunu: Madde 309. – (1) Cebir ve şiddet kullanarak, Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının öngördüğü düzeni ortadan kaldırmaya veya bu düzen yerine başka bir düzen getirmeye veya bu düzenin fiilen uygulanmasını önlemeye teşebbüs edenler ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası ile cezalandırılırlar.”
En az bu katiller kadar suçlu olan da hükümet, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin egemenlik ve yönetim erkini PKK’ya teslim ediyor, bakınız: “Türk Ceza Kanunu Madde 302. – (1) Devletin topraklarının tamamını veya bir kısmını yabancı bir devletin egemenliği altına koymak, Devletin birliğini bozmak, Devletin egemenliği altında bulunan topraklardan bir kısmını Devlet idaresinden ayırmak, Devletin bağımsızlığını zayıflatmak amacına yönelik elverişli bir fiil işleyen kimseye ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası verilir.”
Peki ya Cumhuriyet Savcıları, olan biteni görmüyor mu? Elbet görüyor ama harekete geçmiyorlar!
Peki ya Valiler, onlar görmüyor mu? Elbette görüyorlar ama sesleri çıkmıyor!
Peki ya asker? Onlar da görüyor ancak operasyona çıkamıyorlar çünkü Valiler izin vermiyor!
Tüm bu işaretler PKK tehdidinin yetkili ve görevli makamlar tarafından göz ardı edildiği, hatta bu tehdide göz yumulduğunu ve hatta desteklendiğini açıkça gösteriyor. Hukukta bunun adı işbirliğidir, diğer adı da işbirlikçiliktir.
Bu işler böyle gitmez, bir bakarsınız, devletimizi bu hale düşürenler kendilerini sanık sandalyesinde bulabilir, hem de vatana ihanet suçundan!
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni değneksiz köy sananların sonu hüsrandır!”
Albay Erdal Sarızeybek İnternet Facebook sayfasından alıntıdır http://www.facebook.com/albayerdalsarizeybek adresinden daha fazla bilgi edinilebilir.
Okunacak bir haber daha; “Geçen ay örgütten kaçarak polise başvuran S.A. isimli bir militan, PKK’nın geri çekilme diye bir planının olmadığını, aksine Türkiye’de mevcut gücünü daha da artırmaya çalıştığını söyledi. İstihbarat birimlerinin hazırladığı raporlarda ise örgütün bölgedeki tüm illerde ‘sözde asayiş birimleri’ oluşturduğu, dağ kadrosunda bulunan birçok örgüt üyesini de şehir ve kasabalara yerleştirdiği belirtildi.” devamı http://www.internethaber.com/teslim-olan-pkklidan-sok-itiraflar-559455h.htm
Saygılarla,
Ömer Can Şirikçi
omercan.sirikci@aakm.org.au
AAKM Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı
Bu Makale Hürriyet Avustralya Gazetesi 29. Sayısında 16 Temmuz 2013 tarihinde yayınlanmıştır.
2013 TEMMUZ 2 – Toplumla Kucaklaşma Semineri – Türkiye’nin Dünü ve Bugünü
AVUSTRALYA ATATÜRK KÜLTÜR MERKEZİ TOPLUMLA KUCAKLAŞMA SEMİNERLER SERİSİ BÜYÜK BİR BAŞARI İLE DEVAM EDİYOR
Toplumla Kucaklaşma Semineri Video
Toplumla Kucaklaşma Semineri Slideshow
[gview file=”http://www.ataturk.org.au/wp-content/uploads/pdf/AAKM-Presentation.2013.07.02.TurkiyeninDunuVeBugunu.pdf”]
Avustralya Atatürk Kültür Merkezi (www.ataturk.org.au) her ayın ilk salı akşamı hazırladığı Toplumla Kucaklaşma Seminerler Serisinin, Temmuz 2013 konusu; Türkiye Cumhuriyetinin Atatürk’ün önderliğinde başlatılan girişimlerle nasıl dünyanın 17. büyük ekonomisi konumuna gelmesiydi.
Emekli Kimya Mühendisi Sayın Yılmaz İzdeş beyefendi, uzun yılların verdiği bilgi birikimini toplumla paylaştı. Osmanlı zamanından başlayan genel tarihe bakış ve medeniyetlerin temelini oluşturan ana konuların irdelenmesi ile başlayan seminer, Cumhuriyetin ilk kurulduğu yıllarda, içinde olduğu zor ekonomik ortamı masa üzerine yatırdı.
Atatürk’ün akıllı projeleri ve dahi öncülüğünde gerçekleştirilen, sosyal ve ekonomik girişimlerin neler olduğunu açıklayan Sayın İzdeş; dünyaya örnek olan bir kalkınmanın temellerinin nasıl atıldığını ve gerçekleştirildiğini örnekleri ile sundu. Atatürk önderliğinde yapılan Şubat 1923 İzmir İktisat Kongresinin bu temelleri nasıl attığını ve alınan kararların ne derece yerinde olduğunu vurguladı.
Tarımın, sanayileşmenin ve halka verilen hizmetlerin sıfırdan başlatılması ve Türkiye’nin büyük bir hızla nasıl birinci dünya savaşı sonunda yapılan zeki planlamaların ve üstün çalışkanlığın ürünü olarak ikinci dünya savaşına gelindiğinde, kendi kendine yetebilen bir ülke olduğunu vurguladı. İsmet İnönü’nün başarılı dış ve iç politikaları ile, ikinci dünya savaşına girmememizin bu başarının devam etmesini sağladığını ve ekonomik ilerlememizdeki büyük rolü olduğunu da ifade etti.
1920 yılından başlayan ve 1938’e kadar Atatürk döneminde yapılan tüm işlerin tek tek sıralandığı ve bir çoğunun Türkiye’nin gelişmesinde olan anlam ve öneminin üzerinde duran konuşmacı, 1939 dan sonra oluşturulan Kamu İktisadi Teşebbüsleri (KİT)’ler hakkında da ayrıntılı bir liste ile günümüze kadar elde edilen ekonomik değerlerin incelemesinde bulundu.
Diğer konu başlıkları da Türkiye’de özel sektörün gelişmesi, ithal ikameci sanayileşme, savaşa girmemek, dünya ile barış içinde yaşamak, Köy enstitüleri 1940-1954, Truman doktrini – 137 milyon dolar Marshall Yardımı (kredisi) 1948-1951 , 1960’larda yabancı ülkelere göç (Avrupa ve Avustralya), Eğitim, Sağlık, Hukuk, 24 Ocak 1980 kararları, eşit olmayan değişim (unequal exchange), Özelleştirmeler, piyasa ekonomisi, neo-liberal politikalar, küreselleşme (globalism), yüksek faiz, yüksek enflasyon, yüksek devalüasyon…
Türkiye nüfusunun nasıl kırsal bölgelerden şehirlere göç ettiğini ve bunun ekonomiye ve özellikle tarıma ve hayvancılığa olan zararları üzerinde duruldu. Yılmaz İzdeş, en büyük zenginliğimizin hala insan gücümüzün ve her alandaki yüksek beceri ve çalışkanlığımızdır dedi. OECD – ORGANISATION FOR ECONOMİC COOPERATION AND DEVELOPMENT (EKONOMİK İŞBİRLİĞİ VE GELİŞME ÖRGÜTÜ) çizelgelerin de son sırada yer alıyor olmamızın sebepleri üzerinde de durulan seminer de; özellikle son 5 yıldır yapılan KİT’lerin özelleştirilmesi ile verdiğimiz kayıplar ve yakın ve uzun vade içinde olacağımız ekonomik çöküşün sanayileşmenin hemen hemen yok olması, üretim karlarının yabancı şirketler tarafından yurt dışına çıkması, tarım ve hayvancılığın yok olmasından dolayı olduğunu dile getirildi.
Haber:
Ömer Can Şirikçi
omercan.sirikci@ataturk.org.au
AAKM Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı